Musul’da İD’nin (İslam Devleti) “rehin” aldığı 49 kişinin Türkiye’ye döndüğü haberini e-posta yoluyla aldım. Evde sürekli açık (ya da kapalı) bir televizyon cihazı olmadığı için, gelişmelerden “anında” haberdar olamıyorum, fakat twitter, gazetelerin ve bazı ajansların internet siteleri sağolsun, hiçbir haberden de eksik kalmadım. Ayrıca, ana-akım medyada birçok haber yer bulamadığından, haber kaynaklarımın daha güvenilir olduğunu düşünüyorum. Bu haber de Radikal’in -sağolsun- her gün e-postama gönderdiği iletilere bakarken geldi. Çok sevindim. Mobil telefonumda bulunan -ücretsiz- CNN uygulamasını açıp (onlar da sağolsun) haberleri izledim. Ülke çapında -ve görmedim ama muhtemelen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve dış temsilciliklerde, ve tabii ki Bosna’da, Kosova’da, Arnavutluk’ta, Kahire’de, Myanmar’da, Filistin’de de- büyük bir sevinç vardı. Rehinelerin uçaktaki görüntülerini, başbakanın onları karşılayışını ve nutkunu izlerken -ne yalan söyleyeyim- çok duygulandım. Ancak, birkaç durum sevincimi gölgeledi. Onları paylaşmak istedim:
* Başbakan böyle bir günde bile muhalefete “çakmaktan” geri kalmadı. Kendisinin, birçok AKP’li gibi, bir “CHP kompleksi”nden mustarip olması muhtemel. Oysa bu sırada alt yazıda Kılıçdaroğlu’nun Davutoğlu’nu arayıp kutladığını, emeği geçen herkese teşekkür ettiğini belirten bir haber anonsu geçiyordu. Telefonda konuştuğu kişinin Kılıçdaroğlu olduğunu bildiğini varsayıyorum, çünkü o da kendisine böyle günlerde birlik olmanın öneminden vs. söz etmiş.
* Haber yayınına danışmak üzere gazeteci A. Kadir Selvi çağrılmıştı. O da bu olayın nasıl dünya çapında bir başarı olduğunu vurgulama fırsatını değerlendirdi. Karşıt bir görüş olsaydı, daha iyi olurdu. Örneğin, Selvi laf arasında askeri operasyonun olmadığını, rehinelerin sünni aşiretlerle görüşmeler sayesinde geri dönebildiğini söyledi. Stüdyoda sorgulayan biri olmadığı için, bazı sorular açıkta kaldı: İD yanlısı olduğu söylenen takvahaber sitesinin belirttiği gibi, geri dönüş Türkiye’nin İD’ni karşısına alıp görüşmesi sonucunda mı gerçekleşmişti? Bu, İD’nin -dolaylı da olsa- bir devlet olarak tanındığı anlamına mı geliyordu? Rehineler geri döndüklerine göre, onların bu örgütün eline nasıl düştüğü soruşturulacak mıydı? Hükümet, iddia edildiği gibi, İD militanlarının sınırdan geçişine göz yumuyor muydu? Yummuyorsa, bu haberler nereden çıkıyordu? Yahudi komplosu muydu? İD petrolünün Türkiye ve Ürdün’den geçerek satıldığı konusunda ABD Dış İşleri Bakanı Kerry yalan mı söylüyordu? Rehine olayı hükümetin İD’ye karşı tutumunu nasıl etkileyecekti? vs.
* Elbette, beni en çok şaşırtan da Davutoğlu’nun ilkolkul müsameresi yapan öğrenci edasıyla söylediği şuna benzer bir söz oldu: Türkiye Cumhuriyeti Devleti tek bir vatandaşının bile kılına zarar gelmesini engellemek için elinden geleni yapar. Aklıma hemen İsmail Korkmaz geldi. Onunla birlikte sadece hükümet gibi düşünmedikleri ve gösteri hakkını kullandıkları için 7 vatandaşının öldürülmesine Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin tepkisi neydi peki? Bırakın kılını, onlarca vatandaşının gözü çıkmıştı. Neden sorumlu kişilerin soruşturulmasına destek olmak yerine köstek olunuyordu? Bu durumda aklımda tek bir yanıt belirdi: Bunlar vatandaş değildi ki… Bir zamanların genel kurmay başkanının “özde vatandaş/sözde vatandaş” ayrımından gele gele buraya gelmiştik işte. Fark neydi? Bulamadım.
Mısır’ı, Suriye’yi, Lübnan’ı gezdim. Oralarda Türkiye’de yaşamanın ne demek olduğunu daha iyi gördüm. O nedenle, 3 aydan uzun süredir böyle bir bölgede, böyle tehlikeli bir örgütün elinde rehin tutulan vatandaşların ülkelerine kavuşmalarının ne demek olduğunu anlayabiliyorum. Onlar adına çok sevindim. Buruk bir sevinç, evet, çünkü keşke kafalardaki sorular aydınlanmış, hükümet tüm vatandaşlarını eşit gördüğünü eylemleriyle kanıtlamış ve bir grup vatandaşını gözden çıkarmış olduğu izlenimini vermiyor olsaydı.
PsikeArt, Ocak Şubat (25) 2015 (vicdan), sa. 30-37
Psikanalize bulaşmadan “vicdan” üzerine yazmak, Marx’sız bir toplumbilim yazmaya benzer. “Kendilik ve Nesne Dünyası”nı, psikanalizin Freud’a ait öncüllerini de terk etmeden, nesne ilişkileri, hatta kendilik psikolojisi ile uyumlu, üstelik çok anlaşılır bir dille yorumlama “dehası” gösteren Edith Jacobson, bir cümlesinde Freud’un zihne dair üçlü yapısını gündelik dile çekincesizce çevirir: “Çatışma dönemlerinde arzunun, yani idin; aklın, yani benin; ve vicdanın, yani üstbenin sesini duymamız rastlantı değildir”. O halde, tam olarak karşılık gelip gelmediği tartışmalarına girmeden, vicdanla kast edilenin üstben olduğunu varsayarak işe başlayalım. Geçerliliği ortak kabul görmüş başvuru kaynaklarından biri olan Psikanaliz Dili’ne göre üstben, Freud’un ruhsal aygıta dair ikinci kuramında

betimlediği üç kişilik kesiminden (agency) biridir (diğerleri ben ve altben). Üstbenin ben’le ilişkisinde oynadığı rol, bir yargıcın ya da sansürcünün rolüne benzetilebilir. Annebaba yasakları ve talepleri aracılığıyla oluşan bu yargıç ya da sansürcü, doğal olarak Ödipus karmaşasının mirasçısı olarak ortaya çıkar. Yasaklanmış olan Ödipal isteklerini doyurmaktan vazgeçen çocuk, annebabaya yönelik yatırımını onlarla özdeşleşmeye dönüştürür; yasakları içselleştirir. Bu anlamda üstben, ben’den ayrılan ve ona egemen olan bir işleyiştir (agency). Ben’in bir parçası kendini diğerinin üzerinde konumlandırır, onu eleştirel bir şekilde yargılar ve ona adeta nesnesiymiş gibi davranır. Amacı, isteklerin doyurulmasını ya da bilinçli hale gelmesini engellemektir. Bilinçsiz (unconscious) bir şekilde çalışır. İki parçalı bir yapıdan oluşur: ben-ideali ve eleştirel bölüm (agency). Üstben’in oluşumu sevecen ve hasmane Ödipal isteklerden vazgeçilmesi üzerine kurulsa da, daha sonra toplumsal ve kültürel gerekliliklerin (eğitim, din, ahlak) de katkılarıyla daha da işlenmiş hale gelir. Burada Freud’un kimi karışıklıkları önlemek için dikkati çektiği nokta, çocuğun üstbenini aslında annebabalarını değil, onların üstbenlerini örnek alarak inşa etmesi, bu yüzden de onun geleneğin ve böylece kuşaktan kuşağa yayılan, zamana dirençli tüm değer yargılarının aracı haline gelmesidir. Özetle üstben (vicdan diyelim) içimizde annebabanın (ve dolayısıyla toplumun ve kültürün) doğru ve/veya yanlış olarak gördüğü şeylerin içselleştirilmesi sonucunda ortaya çıkan denetleyici bir mekanizma olarak tanımlanabilir.
Okumaya devam etİntiharın tanımlanması zordur, çünkü hangi davranışların intihar sayılacağı her zaman çok açık değildir. Söz gelimi, sadece tasarlayarak kafasına kurşun sıkmak, yüksekten atlamak, kendini zehirlemek, vb. gibi bilinçli olarak ve ölme niyetiyle yapılan eylemler mi intihar sayılmalıdır? Peki, hızlı araba kullanmak, dağcılık, çok fazla alkol ya da sigara, vb. tüketimi, vb. gibi, ölüme yol açma ihtimali yüksek davranışlar, en azından bilinçdışı düzeyde, intihar kabul edilemezler mi? İntihar üzerinde tartışabilmek; yaygınlığı, nedenleri, koruyucu önlemleri vb. konularında fikir yürütebilmek için, hangi davranışların bu kategoriye dahil edilebileceğini bilmek gerekir. Ayrıca, tarihin bilinen zamanlarından beri toplumların bu konudaki kınayıcı, yasaklayıcı, hatta cezalandırıcı tutumları da intiharın araştırılmasını çok güçleştirmiştir. İntiharla ilgili buna benzer daha başka birçok soruna rağmen, bu alandaki çalışması hâlâ aşılamayan Durkheim’ın tanımı, birçok açıdan yeterli görülmelidir. Ona göre, “ölen kişi tarafından ölümle sonuçlanacağı bilinerek yapılan olumlu ya da olumsuz bir edimin doğrudan ya da dolaylı sonucu olan her ölüm olayına intihar denir1.” Okumaya devam et
Paranoya, psikiyatrinin “üvey evladı”, hatta cami önüne bırakılmış bebeği gibidir… Şizofreniler belki de belirtilerinin tuhaflığı, kişide oluşturduğu yıkımın düzeyi, genel nüfustaki sıklığı, vb. çeşitli nedenlerle üzerinde çok düşünülmüş, çok çalışılmış, tanısı ve tedavisi için çok emek harcanmış bir rahatsızlıklar toplamı iken, -en azından düşünce alanında- şizofrenilerdeki kadar tuhaf belirtiler üreten paranoya durumlarının nedenleri ve tedavisi konusunda belirsizlik büyük ölçüde sürmektedir. Ayrıca, “şizofreni” terimi üzerindeki “damgalanma”nın sürmesine rağmen bu ad sınıflandırma sistemlerinde korunurken, “paranoya” terimi çıkarılmıştır. (“Bastırılmıştır” diyebilir miyiz?). Artık psikiyatride “paranoya” diye bir “hastalık” yoktur; onun yerini “sanrılı (ya da ‘hezeyanlı’) bozukluklar” almıştır.
PsikeArt, Eylül Ekim (11) 2010 (yalnızlık), sa. 11-19
Giriş
Şöyle bir sahne hayal edelim (Bu sahneyi kimden ödünç aldığımı hatırlamıyorum, Adam Philips olabilir, ancak fikir Winnicott’undur): Evin salonunda anne ve küçük çocuğu sessizce oturmaktadır. Anne koltukta örgüsünü örmektedir, çocukla bir ilgisi yok gibidir. Çocuk da halının üstünde oyuncaklarıyla kendi kendine oynamaktadır, o da anneye ilgisiz görünmektedir. Az sonra anne aklına bir şey gelmiş gibi kalkar ve mutfağa doğru seyirtir. Çocuk oyundan başını kaldırmadan, göz ucuyla annenin çıkışını izler ve oynamaya devam eder. Odada yalnızdır. Herhangi bir huzursuzluk belirtisi göstermemektedir, çünkü az sonra annenin işini bitirip geleceğini, onu odada uzun süre yalnız bırakmayacağını “bilir” (belki bilişsel değil, sezgisel ya da yaşantısal bir şekilde). Bu sahne, yalnız olma kapasitesini anlatır.

PsikeArt, Kasım Aralık (12) 2014 (yanılsama), sa. 28-33
Her şey nasıl oluyor da böyle olabiliyor? Her gün nasıl sabah oluyor, yıldızlar nasıl gökte asılı durabiliyor, okuma yazma öğrensek de okul neden devam ediyor, büyükler bir araya geldiğinde neden hep tokalaşıyor, anneler neden şekeri gizli gizli tavada kavuruyor da bize gizli gizli veriyor, Allah nasıl her yerde olabiliyor? vs. Kimine göre felsefe, büyüyünce de sorular sormaya devam etmek demek. Ancak, sorular soranın da, yanıtlar verenin de aynı aygıt (aynı özne?) olması, hatta sorular sorup yanıtlar verenin aynı olduğunu düşünenin de aynı aygıt, yani, insan zihni olması; başka bir deyişle zihnin bilginin hem öznesi, hem de nesnesi olması, zaten ilginç olan insanlık durumunu daha da ilginç kılıyor.

PsikeArt, Temmuz Ağustos (10) 2010 (gülmek), sa. 10-17
Dünyayı yöneten yedi tanrı Tanrı güldüğünde doğdular. … [Onun] kahkahalarından sonra ışık göründü. … İkinci kez katıla katıla güldü; her yer su oldu. Üçüncü gülme patlamasında Hermes göründü; dördüncüde yaratma; beşincide yazgı; altıncıda zaman. Sonra, yedinci gülüşten önce Tanrı’ya korkunç bir ilham geldi, ama o kadar kuvvetle güldü ki, gözyaşlarından insan ruhu doğdu. (M.Ö. 3. yy’da yazılmış bir Mısır papirüsü’nden)
GİRİŞ
Yıllar önce, Umberto Eco’nun Gülün Adı kitabını okuyup bitirdiğimde, olayların geçtiği manastırdaki onca gizemli cinayetin ardında Aristo’nun “gülme” ile ilgili yazdıklarını “okurlardan” gizleme çabası olduğunu öğrenince şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Okumayanlar için kitabın sonunu söylemiş oldum ama, bu saate kadar okumayanlar kaldıysa, yapabileceğim bir şey yok, ne yazık ki… Romanda, gizemli bir şekilde art arda rahiplerin öldüğü bir manastıra gelen “sorgucu”, ölen rahiplerin kütüphanedeki bu yazıları okudukları için öldüklerini anlıyordu,

Türkiye toplumunun ruhsal yapısıyla, daha doğrusu, eğer böyle denebilirse, “kişilik yapısı”yla ilgili düşüncelerimi Birikim Dergisi’ne (2013, sayı: 294) yazmıştım. (Bu yazıyı blogun “Politika” kategorisine de koydum: https://hakanatalay.wordpress.com/2014/09/11/turkiye-insani-kalici-ergenlik-halleri/)
Şöyle özetleyebilirim:
Eğer toplumsal gelişimin bireyin gelişimine benzediğini varsayarsak, Türkiye toplumu, kuruluş yıllarında yaşadığı ciddi travmalardan dolayı, tıpkı bir sınır kişilik gibi “bölme”, “ilkel idealleştirme” ve “yansıtmalı özdeşim” savunma mekanizmalarını terk edememiştir, bu nedenle de, tıpkı bir sınır kişilik gibi davranmaktadır.
İçerde kararlı bir benlik imgesinin oluşturamamış olması, hatta apaçık ortada olan sallantılı kimlik yapısı, dışarıyla ilişkilerinde de yansıtmalı özdeşim ve yüceleştirme/yerin dibine batırma (idealizasyon / devalüasyon) döngüsüyle birlikte ele alındığında, bu varsayımın güçlü kanıtları olarak görülebilir.
Toplumun yaşadığı bu travmalar kabaca ikiye ayrılabilir:
1) Bir yandan Osmanlı’nın her cephede yürüttüğü savaşlar, yenilgiler, toprak ve prestij kayıplar; bunun sonucunda içeriye (Kafkaslardan, Kırım’dan, Balkanlar’dan, Yunanistan ve Ege adalarından, Orta Doğu’dan; çeşitli saldırıları, katliamları geride bırakarak) müslüman ve Türk nüfus akışı ile, dışarıya (Ermeni, Rum) Hristiyanların gönderilmesinden doğan yoğun nüfus hareketleri (göçler, göçertmeler, ölümler, öldürmeler, vs.)
2) Olumsuz bir anlam yüklemeden söylüyorum, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra başlayan devrim hareketlerinin oluşturduğu kültürel kırılma.
Yukarıdaki travmaların zihinsel bütünleşmeyi engellemesinin sonuçları politikada, sanatta, sporda, hatta dilde ortaya çıkan bölünmelerde ve ülkenin Batı ile ilişkilerinde yaşadığı sevgi-nefret, daha doğrusu, idealize etme, ardından da yerin dibine batırma ilişkisinde apaçık gözlemlenebilir.
Bu konu üzerine yıllardır çalıştım. Türkiye için sağlıklı bir politik hareketin, bütün bu bölünmeleri aşabilecek, toplumda kararlı bir benlik duygusu oluşturacak özelliklere sahip olması gerektiğini düşünüyorum. AKP’nin başlangıçta toplum tarafından geniş kapsamlı bir onay görmesinin de bu dile gelmemiş bilinçsiz psikolojik dinamiklerle ilişkisi olabileceğine dair bir sezgiye sahibim. Bunca yılın deneyimi sonucunda -çevremdeki birçok kişinin aksine- AKP’nin bu bütünleştirici rolü üstlenemeyeceğini hemen gördüm. Bunun giderek birçok kesim tarafından da görülmekte olduğunu gözlemliyorum.
Mehmet Bekaroğlu’nun CHP’ye katılmasını işte bu bağlamda değerlendiriyorum. Onun -ve CHP yönetiminin- bu durumun -kuramsal olmasa da- sezgisel düzeyde farkında olduklarını, Türkiye toplumu geçmişin travmalarını aşacaksa ve bütünsel bir kimlik edinecekse, bunun dışlayıcı değil, kapsayıcı bir hareketle olacağını gördüklerini düşünüyorum.
Bu hareketin neden ezilenlerin yanında bir hareket olması gerektiğini başka bir yazıda ele almayı umuyorum.
(Şizofrengi 1996; 22: 19-25)
Makalenin aslı: Varghese FT: The phenomenology of psychiatry. Am J Psychother 1988; 42(3): 389-403
Temelde bilinçli yaşantının doğasını açığa çıkarmakla uğraşan fenomenoloji, psikiyatride, ruhsal belirtilerin ayrıntılarını hastaların betimlediği gibi anlamak demektir. Çoğu psikiyatriste göre fenomenoloji, betimleyici psikopatoloji ile eş anlamlıdır; psikiyatristin, hastanın bazı belirtileri nasıl yaşadığını anlama sürecinin altında yatan felsefî ilkeler pek önemsenmez. Fenomenolojik yöntemin psikoterapötik sonuçlarına daha da az dikkat edilir.

Ruhsal hastalık yaşantısının doğasını açıklayacak bir yöntembilim geliştirmeye çalışırken fenomenolojiyi psikiyatriye sokan Jaspers’in en büyük katkısı, belirtileri, bu belirtilerin içeriklerinden çok, hastanın onları yaşama biçimine göre ayırt etmekti. Okumaya devam et
(Şizofrengi 1997: 26: 21-25)
Makalenin aslı: Rosenberg R. Some themes from the philosophy of psychiatry: a short review. Acta Psychiatrica Scandinavica 1991; 84(5): 408-12
METAPSİKİYATRİ GEREKSİNİMİ
Bir çok genç psikiyatrist için gündelik klinik uygulamalardaki sorunlar neredeyse teknik ya da adlî sorunlarla eştir.
Profesyonel eğitimlerinin temel bir öğesi olarak sürekli bir şekilde akademik disiplinin (psikiyatrinin) son göstergeleri olan kuramsal ve teknik beceriler edinirler. Modern psikiyatrist için geniş bir yelpaze içindeki tıbbî ve psikolojik alanlar üzerine (dahiliye, nöroloji, psikofarmakoloji, nöropatoloji ve çeşitli psikoterapi biçimleri gibi) sıkı bilimsel bir temel bir zorunluluktur.
Özellikle önemli bir alan da hastaneye (istemsiz) yatırma ve tedaviyle ilişkili olan yasal konulardır. Bu yüzden, tıbbî bir disiplin olarak psikiyatrinin toplumsal gerçeklikle ve toplumun talepleriyle güçlü bağlantıları vardır. Okumaya devam et