(Şizofrengi 1997: 26: 21-25)
Makalenin aslı: Rosenberg R. Some themes from the philosophy of psychiatry: a short review. Acta Psychiatrica Scandinavica 1991; 84(5): 408-12
METAPSİKİYATRİ GEREKSİNİMİ
Bir çok genç psikiyatrist için gündelik klinik uygulamalardaki sorunlar neredeyse teknik ya da adlî sorunlarla eştir.
Profesyonel eğitimlerinin temel bir öğesi olarak sürekli bir şekilde akademik disiplinin (psikiyatrinin) son göstergeleri olan kuramsal ve teknik beceriler edinirler. Modern psikiyatrist için geniş bir yelpaze içindeki tıbbî ve psikolojik alanlar üzerine (dahiliye, nöroloji, psikofarmakoloji, nöropatoloji ve çeşitli psikoterapi biçimleri gibi) sıkı bilimsel bir temel bir zorunluluktur.
Özellikle önemli bir alan da hastaneye (istemsiz) yatırma ve tedaviyle ilişkili olan yasal konulardır. Bu yüzden, tıbbî bir disiplin olarak psikiyatrinin toplumsal gerçeklikle ve toplumun talepleriyle güçlü bağlantıları vardır.
Bununla birlikte, hasta ile psikiyatrist arasındaki ikili ilişkide derinlemesine kök salmış olan etik sorunlarla, hastalık kavramları ve modelleri geçerlik işlemleri, antropoloji ve sağlık politikası konusundaki kavramsal sorunlar gibi daha öte sorunlar da vardır.
Şaşırtıcı bir şekilde, genç asistanlar her zaman (etik akıl yürütme dahil) bilim felsefesi üzerine eğitim almazlar. Klinik çalışma yılları sırasında edinilen katı bilgi temeli ve teknik becerilerin, etik veya kavramsal sorunları da kapsayan doğru klinik karar verme konusunda yeterlilik kazandırdığı kabul edilir.
Genç asistanların eğitiminde vazgeçilmez bir araç olarak yeni bir kuramsal disiplin (metapsikiyatri) önerilmiştir. Bu yeni disiplinin klinik araştırma yöntemlerinin ana öğelerini ve bilim felsefesinin ana temalarını bütünleştirmesi beklenir.
EPİSTEMOLOJİ VE ONTOLOJİ
Ampirisizm
Epistomoloji, bilgi kuramı demektir; epistomolojik sorular da dünya hakkında ne bilinebileceği üzerinedir. Ontoloji, varlık kuramıdır; ontolojik sorular da dünyada ne olduğu, gerçekte neyin varolduğu, şeylerin hakikî doğasının ne olduğu ile ilgilidir.
Modern psikiyatride iki önemli epistemolojik konum bulunabilir; ampirisizm ve rasyonalizm. İlkine göre, bütün bilgiler nihaî olarak duyu deneyimlerinden kaynaklanır. İkincisine göre, duyu deneyimleri bir yana; akıl, bilginin kaynağıdır. Psikoanalitik geleneğin dışında psikiyatrik araştırmalara ampirik tavır egemendir, psikoanaliz ise tersine, rasyonalizme dayanır.
Ampirisiste göre; akıl, hakikî bilgi için yeterli bir güvence değildir. Bu nedenle, duyularla yapılan herhangi bir gözleme giren kaçınılmaz taraflılığın denetlenmesi için kapsamlı bir araştırma metodolojisi geliştirilmiştir. Psikopatolojik bozuklukların işlemselleştirilmesi (DIM-III-R gibi), derecelendirme ölçeklerinin ve standartlaştırılmış tanısal değerlendirmelerin kullanılması, modern psikiyatrik araştırmaların ampirik epistemolojik temelini yansıtır.
Geçerlilik taleplerine yönelik olarak yaygın biçimde istatistiksel çözümlemeler kullanılır. Derecelendirme ölçekleri için bu çözümlemeler çoğu zaman içerik, kestirim ve yapı geçerliliği olacak şekilde işlemselleştirilirler. Tümevarım sorunu, kısıtlı ampirik kanıtlardan genele gitme sorunudur. Çift-kör bir çalışmanın sonuçlarının gelecekteki hasta grupları için de anlamlı olduğundan nasıl emin olabiliriz?
İstatistiksel tartışmalar genellikle seçme işlemleri ve deney gruplarının büyüklüğü ile ilgilidir. İstatistiksel modellerin bazı varsayımları vardır, ama verili bir model açısından, verili bir çalışmanın dışsal geçerliliği üzerine özgül sorular yanıtlanabilir.
İstatiksel yöntemler varsayımları sınamak için de yaygın olarak kullanılırlar. Bugün varsayımları istatistiksel olarak iyice sınamadan bir bilimsel dergide makale yayınlanması neredeyse olanaksızdır. Çoğu asistan birkaç standart istatistik testine aşinadır ama istatistiksel akıl yürütmenin epistemolojisi her zaman öğretilmez ve istatistiksel yaklaşımın sınırlılıkları karanlıkta kalır.
Modern ampirisistler ontolojik sorunlar karşısında agnostisizmden yana oldukları için; bu anlamda, anti-gerçekçidirler. Ampirisistler neyin varolduğunu ele almadan önce neyin bilinebileceğine karar vermemiz gerektiğini savunduklarından epistemolojik soruları birincil olarak görürler. Bu görüş DSM-III tanı geleneğince açıkça savunulur. Zihinsel hastalıklara güvenilir olarak tanı konamazsa, nedenleri tartışmak ya da kuramsal modeller arasında karar vermek -sanki- anlamsızdır.
İlginçtir, DSM-III saf ateorik (kuramdışı) gözlem iddiasının uzun bir süredir eleştirildiği bir dönemde ortaya çıktı. Örneğin etkili felsefeci Karl Popper, (daima bir tür ödev, ilgi, sorun ya da bakış açısından yola çıktığından) gözlemin her zaman seçici olduğunu iddia etmiştir.
Ampirisistler duyu verilerinin ontolojik yorumuna izin vermediklerinden; nedenler, doğa yasaları ve nesnellik gibi kavramlar, gözlemlerimizin ötesinde bir gerçeklik öngerektirmeyecek bir şekilde yeniden tanımlanırlar. Bu nedenle, Hume’cu bir nedensellik kuramı yaygın olarak savunulur. A’nın B’ye neden olduğu önermesi sadece B fenomeninin düzenli bir biçimde A’yı izlediği anlamına gelir. Bu düzenliliğin ötesinde altta yatan bir mekanizmanın düşünülmesine gerek yoktur.
Buna uygun olarak, tümevarım sorunu önem kazanır. Bu sorun çözülmeden, ampirik verilerin kısıtlı olmasından dolayı, hakikî bilginin elde edilip edilmediği hiçbir zaman bilinemez. Bugüne değin gözlenen bütün kuğular beyaz olsa bile, yarın siyah bir kuğu görülebilir.
Popper, bilim adamlarının hedefinin varsayımın doğrulanması değil, yanlışlanması olduğu şeklindeki önemli iddiasıyla tümevarım sorununu aşmaya çalıştı. Varsayımların doğrulanması bitmek bilmez bir çabadır, oysa -ilkece- bir varsayımın yanlışlanması tek bir deneyin sonucu olabilir.
Nesnellik de buna benzer sınırlı bir anlamda kullanılır. Ampirisistler genellikle nesnelliği psikometrik gelenekte istatistiksel terimlerle kesin olarak dile getirilip değerlendirilebilen öznelerarasılık kavramıyla eşitlerler.
Son yıllarda ampirisistler kişisel tutumlar, yaşam olayları ve bireylerin kişiliği gibi alanlara da girdiler ve standartlaştırılmış değerlendirmeler, işlemsel tanımlar ve istatistiksel çözümlemeler aracılığıyla bir yığın toplumsal-psikiyatrik veri ürettiler. Bununla birlikte, geçerlilik sorunu tipik olarak yalnızca metodolojik sorunlar (örneğin, yaşam olayları ölçeğinin tek tek maddelerinin ağırlıklı puanları) açısından tartışılmıştır. Yaşam olaylarının; yaşam olayı ölçeklerinin kavramsal olarak anlamlı olabileceği bir doğasının olup olmadığı nadiren tartışılır. Bu tür sorunlar ampirisistler için anlamsız olan ontolojik meselelerdir.
Rasyonalizm
Birçok ampirik yönelimli psikiyatrist muhtemelen radikal ampirisizmin eksiklerini kabul eder, ama aynı zamanda epistemolojik alternatifi; yani rasyonalizmi, düşünmeye bile gönülsüzdür. Ampirik araştırma yöntemlerinin ortaya çıkışı, psikiyatri tarihinde nispeten geç bir olgudur ve bu yöntemler daha güvenilir ve geçerli bilgi gereksinimimizi karşılamak için geliştirilmiştir. Tıp tarihinden alınan önemli bir ders, hastalıklar için etkili tedaviyi hayvan araştırma verilerinden, patofizyolojik gözlemlerden ya da sınırlı sayıda seçilmiş hastalar grubunun tedavisine ilişkin çalışmalardan çıkarmanın olanaksızlığı olmuştur. Bugün denetimli çalışmalar, tedavi edici etkinlik iddiasının sine qua non (olmazsa olmaz) koşuludur.
Birçok psikiyatrist için bu yüzden bilgiye ve genelde etkili tedavilere yönelik araştırmalarda oranlamanın son derece yanıltıcı olduğu gösterilmiştir.
Yine de rasyonalizmin -psikoanalizde geçerliliğe ilişkin olarak- psikiyatride önemli bir etkisi oldu. Her ne kadar Freud kendisini zihinsel aygıtın yapısını belirlemeye çalışan bir doğa bilimci olarak görmüşse de, psikoanalizin doğabilimsel bir disiplin olduğu görüşünün bugün pek az taraftarı vardır. Avrupa’da son on yıllarda rağbetteki başlıca iddia; Freud’un aslında kendi kuramını yanlış anladığı, çünkü onun insanlık bilimleri alanına, yani hermenötik geleneğe ait olmasının daha uygun olduğu iddiasıdır.
Psikoanalizde gerçeklik büyük oranda (genel uygulanabilirliği olan psikodinamik süreçleri açığa çıkarmak için titizlikle incelenen) seçilmiş olgu öykülerine dayanmıştır. Psikoanalitik kuramın gövdesi, sınırlı klinik gözlemler ve kuramsal akıl yürütme aracılığıyla geliştirilmiştir. Rasyonalist bir epistemoloji olmadan böyle bir yaklaşımın anlamı belirsiz görünmektedir.
Psikoanalizde geçerlilik üzerine tartışmalar farklı epistemolojik konumların (ampirisizm karşısında rasyonalizmin) işin içinde olduğunu gözardı ediyor gibi görünmektedirler.
Son zamanlarda Amerikalı felsefeci Grünbaum psikoanalitik hermenötik gelenekteki geçerlik işlemlerine kuvvetle karşı çıkmıştır. Yorumun geçerliliği için yalnız analizanda (çözümlemeye giren kişiye) güvenerek, ona kabul edilemez bir epistemolojik öncelik verildiğini iddia eder. Grünbaum’a göre, bir varsayımın ampirik araştırma metodolojilerinin çerçevesi içinde ampirik olarak sınanması, psikodinamik kuramlar için vazgeçilemez bir zorunluluktur.
Gerçekçilik
Gerçekçilik, dışsal dünyanın gerçek olduğu, yani bizden bağımsız olarak varolduğu ve bu dünyanın nesnelerinin, yapılarının ve düzeneklerinin duyularımızı uyardığını söyleyen ontolojik konumdur.
Gerçekçi bilim felsefesine göre, bilimsel girişimin birincil hedefi doğanın oluşturucu mekanizmalarını açığa çıkarmaktır. A->B ampirik gözlemi için bir neden göstermek, bu olaylar dizisini oluşturan mekanizmaya işaret etmektir. Bu tür mekanizmaların açıklanması fiziksel ya da kimyasal (kuvvetler, moleküller ya da reseptörler) ve psikolojik (güdüler, niyetler ya da dürtüler) ya da toplumsal etkenleri (sınıf çatışmaları ya da ekonomik farklılıklar) içerebilir.
Ontolojik meseleleri görmezden geldiğinden, modern tıpta radikal ampirisizmin yetersiz olduğunu savunuyoruz. Onun yerine ontolojik düzeyde gerçekçiliği, metodolojik düzeyde ampirisizmi birleştiren bir modern tıp anlayışı öneriyoruz. Bu görüşe göre, bilimsel girişim, ampirik gözlemlerle kuramsal açıklamaların sonsuz bir pratikte birbirini izlediği diyalektik bir süreçtir.
Çözümlememize göre, somatik (bedensel) disiplinler bu şemaya sosyal tıp ve psikiyatriden daha büyük oranda uymaktadır.Sosyal sistemlerdeki mekanizmalar sosyal tıpta nadiren ele alınıp tartışılmıştır. Temel yaklaşım ampiriktir ve sosyal olayların medikal hastalıklarla ilişkili olarak epidemiyolojik betimlemesinden oluşur.
Tersine, psikiyatrinin, özellikle psikodinamik kuramlaştırmada, ontolojik kaygılara yönelik bir geleneği olmuştur. Nörozun ve borderline (sınır) durumların gelişmesi, klinik özellikleri ve tedavi çabalarının etkinliği geleneksel olarak (dinamik, gelişimsel ve yapısal açılardan betimlenen) karmaşık bir zihinsel aygıt temelinde açıklanmıştır.
Gerçekçi konum açısından mekanizmalara da gönderme yapan yeni nörobiyolojik psikopatoloji kuramlarından başlıca farklılık, psikoanaliz ve psikodinamik psikoterapinin metodolojik düzeyde benzer bir ampirisizm düzeyine sahip olmamasıdır. Son zamanlara değin, muhtemelen rasyonalizm egemen epistemolojik konum olduğundan, psikodinamik araştırmalarda standartlaştırılmış değerlendirmeler, denetimli çalışmalar ve istatistiksel çözümleme pek uygulanmamıştır.
Hastalık Kavramları
Modern tıpta hastalık kavramından daha temel bir kavram ne olabilir? Buna rağmen, psikiyatri dahil tıp dünyasını oluşturan şeyin tam bir tanımını vermeye çok az kişi cesaret etmektedir. Bunun yerine, hevesle ilaç araştırmalarına ya da klinik pratiğe girmektedirler. Kuhn’a göre, bilimsel topluluğun zımnî bilgisi, gerek başvuru kitaplarında, gerekse tıp dergilerinde derinlemesine yer etmiş olsa da, hiçbir zaman açıkça öğretilmez. Doktorlar, tıp topluluğunun normal bilimsel etkinliğini oluşturan belli bir düşünce ve bilgi paradigması içinde davranırlar.
Zihinsel bozuklukların tanımlanması, en azından küçük rahatsızlıklar düşünüldüğünde, özellikle zordur. Psikiyatristler kimi anksiyete ve duygulanım durumlarının, kişilik bozukluklarının ve alkol kötüye kullanımının bilimsel disiplinlerinin içine alınmasını nasıl gerekçelendirirler? İnsan davranışının toplumsal olarak kabullenilen türlerinin keskin sınırları var mıdır? İnsan davranışlarının gereksiz yere tıbbîleştirilmesine karşı güvence oluşturmak için halkın psikiyatristlerden akademik disiplinlerinin içeriğini tutarlı bir şekilde tanımlayabilmelerini bekleme hakkı vardır.
Kendell’e göre hastalık; acı çekme, zedelenme, doktorların tedavi ettikleri şey, zorlanmaya uyum sağlama, biyolojik dezavantaj ya da istatistiksel olarak tanımlanan bir durum olarak düşünülmektedir. Literatürde bedensel işlev bozukluğu ile sosyal ve ahlakî normlar arasındaki etkileşime yaygın bir şekilde dikkat çekilmiştir. Psikiyatride, sıradan insanları şaşkın bırakan, hastalıkların varolmadığı ya da beyin hastalılarına eşit oldukları gibi farklı görüşler de ileri sürülmüştür.
Bourse, biyolojik bir normallik tanımı önermiştir. Eğer kişinin bedeni en azından türe-özgü etkinlikle işlev görüyorsa o kişi sağlıklıdır; eğer işlevler türe-özgü düzeyin altına düşerse kişi hastalığa yakalanmıştır. Böylece hastalıklar biyolojik olarak tanımlanan tür tasarımından bir sapma olarak görülmektedir. Danimarkalı hukuk felsefecisi Ross, psikopatolojik hastalık kavramlarını anlaşılır bir şekilde inceleyerek benzer bir sonuca ulaşmıştır, ama o, türe-özgü etkinliğin altında işlev görme ölçütünü, iletişimde psikopatolojik belirtilerden kaynaklanan bir bozukluk olarak görmektedir.
Diğer bazı psikiyatristler, psikiyatride hastalık kavramının herhangi bir şekilde karakterize edilmesini yararsız bulurlar. Tipik sav, tanımlamanın kaçınılmaz olarak moral ya da sosyal normlara bağlı olması ve uzlaşımcı bakış açısının zorunlu olmasıdır. En radikal formülasyonunda, zihinsel bozukluklar psikiyatristlerce tedavi edilen bozukluklardır.
Yine başkaları, literatürdeki tartışmaları hastalık (disease) ile rahatsızlık (illness) arasında tam bir ayrım yapılamamasına bağlarlar. İlki biyolojik açıdan tanımlanır ve bu nedenle her sağlık fenomeninin temel parçasıdır. Rahatsızlık, hastalıkların belli kültürel, toplumsal ve ahlaki normlar altında yaşayan tek tek insanlarca yaşanma biçimlerini yansıtan, daha geniş bir kavramdır. Rahatsızlık bu yüzden sağlık fenomenlerinin hem temel, hem de arızî yönlerini bir araya getirir.
Hastalık Modelleri
Modern psikiyatride çoğu zihinsel bozukluk -psikiyatride yeni-Kraepelinci devrimin öneminin artmasıyla görüldüğü gibi- mekanistik bir insan modeli, Hume’cu bir neden kavramı ve ampirisist bir bilim felsefesini içeren natüralistik bir referans çerçevesi içinde tasarlanmaktadır.
Huntington Koresi gibi hastalıklar dışında salt biyolojik bir hastalık modeli klinik gerçekliğin karmaşıklığını pek açıklayamamaktadır. Onun için, yatkınlık-zorlanma modeli genel bir kabul görmüştür. Bu model hem genetik eğilimleri, hem de çeşitli biyolojik, sosyal ve psikolojik etkenleri açıklayabilir ve insanın sadece biyolojik değil, psikososyal bir birey de olduğunu tam olarak kabul eden bir hastalık modelinin doğal adayıdır.
Bu hastalık modelinin öğeleri -daha önce psikodinamik bir referans çerçevesi içinde tasarlanan bir DSM-III kategorisi olan- panik bozukluktaki son psikiyatrik araştırmalarla da gösterilebilir. Genetik eğilim aile çalışmalarından çıkarılır; beklenti anksiyetesi ve fobik davranışın gelişmesi öğrenme kuramlarıyla ve panik dönemlerinin sıkıntı artışıyla görünmesi, zorlu yaşam olaylarının sayısındaki artışın gösterilmesiyle açıklanır. Buna uygun olarak, gerek ilaçlar ve gerek davranış terapisi akılcı ve başarılı bir tedavinin temel bileşenleridir.
Bu eklektik biyo-psiko-sosyal modelin genellikle modern toplumun. büyük sağlık sorunlarının çözümü için vazgeçilmez bir araç olduğu iddia edilmektedir. Bu modelin (klinik uygulamada iyi işleyen) meziyetlerine rağmen, modelin öğeleri 3 kuramsal sistemden çıkarılmıştır. Kuhn’un işaret ettiği gibi bilimsel kavramlar ancak ait oldukları paradigmada anlam kazanırlar. Onun için, biyo-psiko-sosyal model tıp için (psikjyatri dahil) yetersiz bir çıkış noktası olabilir.
Bununla birlikte, eğer nörobiyolojik bozukluklar modelin temel öğeleri ve çeşitli psikolojik ve sosyolojik değişkenler arızî olarak düşünülürse, model, zihinsel bozuklukların beyin işlev bozukluğundan kaynaklandığını ifade eden saf biyolojik modelden daha ileri bir gelişim olarak düşünülebilir.
Tıp Etiği
Psikiyatri dahil, modern tıptaki en önemli etik çatışmalardan biri, paternalizm (ataerkillik) ile otonomi(özerklik) arasındaki dikotomi (ikilik) ile ilişkilidir. Paternalizmin ilkesi, eğer başkalarının çıkarlarına hizmet ettiğine inanırsak, diğer insanların yararına olan şeyleri yapmamıza izin verildiği görüşünü kabul eder. Otonomi ilkesiyse, tersine, bireylere kendi normlarını ve değerlerini seçme, karar verme ve bu kararlara uygun olarak özgürce hareket etme hakkı verir.
Klinik kararların çözümlenmesinde, psikiyatrideki yararcı ve deontolojik düşünüş arasındaki çatışmanın işlemediği bir durumu hayal etmek zordur. Tıp doktorları olarak, örneğin ilaç tedavisi ya da psikoterapi önerirken hasta yararına bir tür kâr-zarar analizi yapmaya yönelik olarak eğitiliriz. Çok sıklıkla eğer elde edilecek yarar, yan etkilerden fazlaysa; kararımızın (hem teknik, hem de etik olarak) iyi olduğunu düşünürüz. Aynı zamanda, kişinin tamamen psikotik olması gibi büyük bir istisna dışında, tek tek hastaların kararlarına saygı göstermemiz gerektiği şeklinde derinlemesine yer etmiş sezgilere sahibiz. Psikotik hastalara karşı bir tür ihtiyatlı paternalizmi kabulleniriz, ama psikotik hastaların istemdışı yatış ve tedavilerine ilişkin mevzuatın gösterdiği gibi- en azından kısıtlı bir dönem için otonomi ilkesini askıya alma rızasını veren hasta değil, toplumdur.
Etik sezginin çok belirsiz bir kavram olduğu savlanabilir, ama otonomi ilkesinin genel felsefî meşruiyeti iki büyük filozofun (Kant ve Kierkegaard) düşüncelerinde bulunabilir.
Onun için -hastalıkların incelenmesine yönelik natüralistik yaklaşımı reddetmeden- insan doğasına ilişkin bakışının genişliğinden dolayı, modern tıpta hermenötik felsefenin önemini savunuyoruz.
Tartışma
Yorumlar kapatıldı.