//
Şimdi...
PsikeArt

SAMİMİYET VE RİTÜEL

PsikeArt, Eylül Ekim (35) 2014 (samimiyet), sa.

GİRİŞ

Daha önce olduğu gibi, bu kez de PsikeArt için “samimiyet” konusunu yazmam istendiğinde her şey çok kolay göründü gözüme. Öyle ya, diğerleri gibi, her gün kullandığımız bir kelime işte: Samimiyet. Bu konuda yazmak çok kolay olmalıydı! Heyhat! Gene aynı duvara çarptım ve her gün üstünde fazla düşünmeden kullandığımız kelimelerin, ne kadar derinlemesine, çok boyutlu içerimleri olduğunu bir kez daha fark ettim. Gene bu kez, diğer yazılardan farklı olarak, yazıyı çatmak için birkaç iyi makaleyle yetinemedim, çünkü konuyu araştırırken bir kitaba (Ritual and Its Consequences: An Assay on the Limits of Sincerity. Seligman A. ve ark. Oxford University Press, 2008) başlamıştım ve onu bitirmeden yazamadım. (Ve tabii, bitirmem de uzun sürdü.) Bu yazıda söz konusu kitaptan derlediğim bilgileri paylaşmak istiyorum, çünkü

samimiyet

her ne kadar düşüncelerime tümüyle uymasa da, samimiyet konusuna farklı bir bakış açısı getirdiğini düşünüyorum.

Aldığım notların anlaşılmasını kolaylaştırmak için, ön açıklamayla başlamalıyım: Birincisi, “samimiyet” kelimesini burada İngilizce’deki “sincerity” karşılığı olarak kullandım. Dolayısıyla, samimiyet geçen yerlerde bunun “intimacy, “truth”, “frankness”, “cordiality”, vb. değil, sadece “sincerity” karşılığı olduğunu hatırlamalıyız, çünkü bu yazıda samimiyet dürüstlük, yakınlık, doğruluk gibi kavramlardan farklı olarak kullanılmıştır ve bu haliyle, Türkçe’de tam karşılığı olmayan, bu nedenle “ritüel” olarak bıraktığım kavramın/eylemin zıttı yada tamamlayıcısı bir anlam taşımaktadır.

İkincisi, gene ritüel gibi Türkçe’ye tam olarak çevrilemeyen “subjunctive” burada, çok güzel bir çeviri olmasa da, “dileksel” olarak karşılanmıştır, çünkü ritüel bir “dileksel” (subjunctive) olarak, sanki sahiden de öyleymiş gibi bir düzenin yaratılmasıdır. Başka bir deyişle, ritüel, kendisinin olası diğer toplumsal dünyalardan farkının bilincinde olan bir düzen yaratır, çünkü sahnelenen ritüelin dünyası ile katılımcıların canlı/yaşayan gerçekliğe dair deneyimleri arasında her zaman -gerçek dünyanın özelliklerinden kaynaklanan- bir uyumsuzluk bulunur.

TANIMLAR

Ritüel başlıca iki şekilde tanımlanmaya çalışılmıştır. İlkinde, Çin geleneğinde (Xunzi’ye göre), ritüelin amacı aksi halde kaotik, ahlak-dışı ve kayıtsız olan bir dünyaya düzen, hiyerarşi, ilke ve etik getirmektir -sanki dünya gerçekten ahlaki, tutarlı bir evrenmiş gibi yaşamaktır. İkincisinde, yani, Yahudi geleneğindeyse amaç, ilahi buyrukları sahneye koymaktır -sanki onları sahnelemek ilahi bir şekilde yaratılmış dünyayı gerçekten korurmuş gibi yaşamaktır.

Görüldüğü gibi, Çin geleneğinde ritüeller açıkça insan yapımı bir şey olarak sunulurken, Yahudiler’de büyük bir tanrısallığın ürünüdür. Ancak, her iki halde de ritüel eylemin yeni bir dünya yarattığı ima edilir.

Ritüele anlamlar yüklenebilir, ama uygulayanlar bunu sadece gelenek olduğu için yaptıklarını söylerler. Ritüele verebileceğimiz anlamların çoğu, nihayetinde ritüelin kendisinin çerçevesinin dışında meydana çıkar. Ritüel bir şey söylemekten çok, bir şey yapmakla ilgilidir (vaftiz edilmek, tokalaşmak, vs.). Törensellikle yakın bağlantısı olan ritüel faaliyet (ve onunla birlikte dileksel bir evrenin inşası) sadece din alanında değil, insan etkileşiminin birçok farklı kipleri boyunca ortaya çıkar. Günlük yaşamın nezaketi (courtesy) ve kibarlığı (politeness) da ritüel eylem kipleridir. Bu tür (“lütfen”, “teşekkür ederim”, gibi) ritüel hitaplarla muhatabımızı, içinde eylemlerimize anlam verdiğimiz belli bir simgesel evreni hayal ederken, bize katılmaya çağırıyoruz. İsteklerimizi “lütfen” ve “teşekkürle” çerçevelediğimde, “tuzu uzat” gibi bir buyruk vermiyorum, sizin fail oluşunuzun (agency) -sizin benim isteğimi kabul etmeyebileceğinizin- tamamen farkındayım. Dolayısıyla, “lütfen” ve “teşekkür ederim” demek her ikimize de etkileşimimizi eşit ve özgür bireylerin iradi eylemleri olarak anladığımız mesajını verir. “Lütfen” diğerinin kabul etmeme gücünü tanıyarak eşitlik yanılsaması yaratır. Elbette başka nezaket biçimleri epey farklı toplumsal yanılsamalar inşa edebilir. Örneğin, Çin nezaketi uzun zamandır eşitlikleri hayal etmek yerine, hiyerarşileri belirginleştirmektedir. Yirminci Yüzyıl süresince gerek cumhuriyetçi, gerekse komünist yönetimlerin sayısız modernleştirme kampanyası (“lütfen” ve “teşekkür ederim” demek, herkese “yoldaş” diye hitap etmek) başka toplumsal dünya vizyonları koymaya çalışmıştır. Ancak, hiçbiri bugüne değin uzun vadede başarılı olmamıştır, çünkü göreneğin altında yatan çok farklı türden bir toplumsal benlik önermektedirler.

Günlük nezaketin hayali eşitliklerinde bile reddetme gücünün gerçek olmayabileceğine dikkat ediniz. Çocuklarımızdan lütfen tabaklarını temizlemelerini, öğrencilerimizden lütfen kitaplarını açmalarını istediğimizde, reddetmek normal bir seçenek değildir. Gene de, biz sanki davranış iradiymiş gibi isteriz, çünkü bu ritüel etkileşimlerimizin barış/huzur içinde sürmesine imkan veren toplumsal dünyayı yaratır. “Lütfen” ya da “teşekkür ederim” demek gibi ritüeller bir yanılsama yaratır, ama aldatma amacıyla değil. Bu, yalandan önemli bir farkıdır: yalan açıkça başkasını aldatma çabası olan bir yanılsamadır. Burada ritüel daha çok oyun gibidir; yanılsamalı bir dünyaya birlikte giriş. Etkileşimimizi nezaket yanılsamalarıyla çerçeveleyerek aslında bizi peşinden çeker, yanılsamayı gerçek kılar. Ve gerçeklik ancak yanılsamaya bağlı kaldığımız sürece devam eder. Örneğin, çocuklarımıza “Lütfen köpeği besle” dediğimizde ve o da reddettiğinde öfkelenebilir ve “Kahretsin! Hemen köpeği besle!” diye bağırabiliriz. Bu noktada ikimiz de karşılıklı saygıyla ilgili yanılsama dünyasını terk ederiz. Nezaketin bizi kurtardığı bir dünyaya geri düşeriz.

Samimiyet sorunu burada ortaya çıkar. Eylemin (çoğu zaman “niyet” diye okuyun) “temel” ya da yapıcı alanını toplumsal aktör(ler)in içinde olan bir şey, formal ritüeli ise sadece bu içsel süreçlerin göstergesi olarak gören benliğe ve dünyaya yönelik tutuma “samimiyet” diyeceğiz.

RİTÜEL VE SAMİMİYETİN SINIRLARI

Ritüel ve samimiyet; bir çerçeve oluşturma yaşantısının, eyleminin, anlayışının; birbiriyle gerilim içinde olup tüm toplumlarda var olan iki “ideal tipik” biçimidir. Ritüel bir dileksel, “sanki”, “-ebilir” (could be) evreni yaratır. Toplumsal dünyamızı paylaşmamızı olası kılan, bu yaratıcı eylemdir. Paylaşılmış bir dileksel yaratmak, toplumsal yaşamın ve ilişkilerimizin yapısında bulunan, onun doğasındaki belirsizliği kabul eder. Ritüel aracılığıyla yaratılan bu paylaşılmış “sanki”nin bu yönleri insan çabalarının birçok alanına yayılır. Biz modernlerin dinsel, hatta seküler olarak tanımladığımız alanla sınırlı değildir; kiliselerde, camilerde, vs. bulabileceğimiz gibi, kamusal gösterilerde, konserlerde, sinema salonlarında, daha önemlisi, yabancılar, hatta yakın kişiler arasındaki daha gündelik uygarlık ve nezaket hareketlerinde de bulabiliriz. Rastgele tanıdığımız kişilere “Nasılsınız?” diye sorduğumuzda dürüst bir yanıt beklemediğimizi biliriz -burada paylaşılmış/ortak toplumsal dünyamızın sürmesi için çok önemli bir ritüeli yerine getiriyoruzdur.

Samimi görüşler bir “sanki”nin ya da insanlık dünyasında ortak bir dileksel evrenin yaratılmasına odaklanmazlar; toptancı, belirsiz-olmayan bir gerçeklik vizyonunu “gerçekte olduğu gibi” yapan “-diği gibi” (as is) vizyonunu yansıtırlar. Samimiyet işaretleri birçok yerde bize eşlik eder. Köktenci dinsel inançların kibrinde, “sahicilik”le (authenticity) aşırı ilgilenmede, ancak bireysel seçim sayesinde öze, kaynağa, “gerçekten” hissettiğimiz, “gerçekten” düşündüğümüz şeylerin değiştirilemez ve taklit edilemez yüreğine erişebileceğimiz, böylece -dünyada değilse de, en azından kendimizde- her şeyin iyi olacağı inancında…

Bu samiminin karşısına formalizmi, tekrarlamayı ve ritüelin dıştan dayatılan yükümlülüklerini koyuyoruz.

Ritüel ile samimiyet arasındaki gerilim yeni değildir; insan kültürlerinde yaygındır. Farklı kültürler bu gerilimlerle farklı şekillerde uğraşmış, farklı uzlaşmalar bulmuş, ikisine farklı değer biçmişlerdir. Bu farklılıklar insanların kendi kutsal geleneklerine dair anlayışları kadar politikada, sanatta, müzikte, mimaride de bulunabilir. Gene de çağımız -ritüelin aleyhine olmak üzere- samimiyete gösterilen aşırı ilgiyle öne çıkar. Bu yaygınlık önemli ölçüde modern dünyamızın ve çağdaş kültürümüzün inşasında Protestan Hristiyanlığın güçlü rolünün sonucudur.

Ritüel bir toplumsal uzlaşma ve otorite dünyasını herhangi bir bireyin içsel isteğinin ötesinde yaratır ve yeniden yaratır. Yahudilik, Konfiçyusçuluk, vb. gelenekler dünyayı temelde parçalı ve süreksiz olarak görürler; ritüel buyruksal, dileksel bir dünyanın inşası yoluyla geçici düzen yaratarak onun içinde yaşamamıza imkan verir. “Sanki”, öyleymiş gibi, olası birçok dünyadan biri olarak yeniden inşa eder.

Oy verme ise, seküler bir ritüeldir. Bir şeyi değiştirmeyeceği biline biline sandığa gidilir, çünkü insanların hükümeti denetlediği bir dünyaya yönelik toplumsal hayali yeniden yaratmamıza imkan verir. Günlük hayatlarımızda görgüye ve uygarlık kurallarına da aynı nedenle uyarız; bu ritüeller olmazsa, toplumsal dileksellerimiz bir zorlamaya ve herkesin kendi çıkarını öne aldığı bir dünyaya doğru çöker.

Ritüel hem sınırlar koyar, hem de sınırlar arasında harekete izin verir. Sınırları kabul ederek onları aşma yöntemini de sunar. Ritüel eylem sınırlarla oynayabilir; sınırların hem ayırıcı, hem de birleştirici olarak ikili rolünü görebilir. Bu yeteneği sayesinde, çoğu zaman sınırları mutlaklaştırma eğilimi olan modern toplumsal örgütlenme biçimlerinin karşısında yer alır.

Samimiyet genellikle ritüel olarak yaratılan dileksel dünyanın ikiyüzlülüğüne karşı bir reaksiyon olarak görünür. Ancak, bu reaksiyonlar da zamanla ritüelleşme eğilimindedir. Samimiyet ritüelin çoklu “sanki” dünyası yerine bir “-diği gibi” dünyası hayal eder. Tekrarlanan hareketler ve parçalı gerçeklikler yerine söylemsel anlamlara ve kendine özgü benliklere bakar. Son birkaç yüzyıldır samimiyete dönüşün çok önemli bir sonucu, toplumsal sınırların genel bir çözülmesi olmuştur.

“Nasılsın?” sorusuna “İyiyim” yanıtı elbette doğru değildir, fakat tam olarak yalan da değildir; kimseyi aldatmaz, sadece belli bir toplumsal ilişki kurar. Nezaket ritüeli muhatapları herkesin herkese karşı savaştığı daha Hobbesyan bir dünyadan çekip çıkaran bir yanılsama inşa ederek onlar arasında olası, hatta makul bir faaliyet kipi koyar ortaya. Bu, ancak, hepsi bu olası dünyayı kabul ettiği sürece işe yarar. Nezaket insani toplumsal etkileşimin belli bir yöntemine (karşılıklı saygı yöntemine) işaret eder ve aynı zamanda o kipin bir örneğidir. “Lütfen” ve “Teşekkür ederim” diyerek hem ötekini temel olarak uygar bir şekilde tanıdığımızı simgeleştiririz, hem de böyle davranışları dünyada eyleme döker ve temellendiririz.

“Toplumsal”ı oluşturan (toplumsalı bir sui generis antite, bir başkasına indirgenemez kılan) şey kesinlikle paylaşılan “-ebilir”, yani, tüm ritüellerin yarattığı türden bir karşılıklı yanılsamadır. Simgeler en çok bunu yaparlar. Bu paylaşılan “-ebilir”, toplumun üyelerinin simge kullanıcıları olarak bir araya geldiği düğüm noktasıdır. Daha ötesi: Bireysel ego’nun sadece bireysel bir olay olarak yaşadığı şeylerin çoğu (sevgi, arzu, nefret, kıskançlık, vs) toplumsal hale gelebilir ve sadece bir “-ebilir” ya da “şayet” açısından simgesel temsili yoluyla paylaşılabilir.

Arzu ya da nefretimizi aslında bir başka ruhla paylaşmayız, bir başkasında kendi arzularımızı, nefretlerimizi oluşturamayız. Ancak, paylaşılmış bir “-ebilir” aracılığıyla aynı duygular ya da yaşantılar kümesini uyandırmaya çalışabiliriz. Bir “-dir”in bireysel yaşantısı ancak hayali bir hareket, “sanki” aracılığıyla toplumsal olabilir. Örneğin, Müslümanların Mekke’de Şeytan taşlaması bir dileksel evreninin (ve evreni tarafından) inşasını gerektirir, ki bu da aynı zamanda bir empati topluluğu yaratır.

Ritüelin samimiyet dediğimiz şeyle ilişkili olması zorunlu değildir. “Lütfen” demekte olduğu gibi, herhangi bir ritüelde eylemin yerine getirilmesi uzlaşmanın/göreneğin kabulüne işaret eder. Görenek/uzlaşma konusunda ne hissettiğimiz önemli değildir. Olduğunuz şey, yaparken olduğunuz şeydir. Bu, samimiyet ve sahicilikle ilgili modernist endişelerden çok farklıdır. Doğru yapmak eylemleri içsel inançlara uydurmak meselesi değildir. Doğru yapmak bir şeyi tekrar ve tekrar ve tekrar yapmaktır: Bir dünya yapma/inşa etme eylemidir. “Sanki” dünyaların yaratılması ritüel eyleminin merkezi yönüdür. Kralların kral olması yetmez, kralmış gibi davranmaları da gerekir. Adalet sadece ölçüyle dağıtılmamalıdır, ölçülü dağıtılıyormuş gibi görünmelidir de.

Günlük hayatlarımızda kimi zaman mantıksız gelen bu “sanki”nin önemini gösteren birçok örnek bulunabilir. Örneğin, üç çocuklu bir ailede herkes birbirini sever, birbiriyle ilgilenir, vs. Ancak, günlük hayatta bol miktarda itip kakma, bağırma, saç fırçası kapma, vs. de vardır. O zaman ebeveynler herkesin birbirine biraz saygılı davranması, daha terbiyeli olup daha çok “Lütfen” ve “Teşekkür” kullanması gerektiğine karar verirler. Hepimiz bunu yaşamışızdır; işe de yarar, en azından bir süre. Öte yandan, herkesin hissettiği sevgi miktarını artırmak ev içindeki hayatı daha hoş yapmanın yolu değildir. Buna gerek yoktur, mümkün de değildir. Herkes başkalarını sever. Sorun bu değil. Sorun, herkesi sanki bir başkasını seviyormuş gibi davrandırmaktır. Eksik olan şey, daha gerçek bir sevgi falan değildir, ortak/paylaşılan bir dileksel yaratacak davranışlardır. Erich Segal haksızdı: Aşk asla üzgün olduğunu söyletmemek demek değildir. Aşkın anlamı tam da budur – en azından sevdiğiniz kişiyle bir hayatı paylaşmak istiyorsanız.

Ritüel pratiği kendi yanılsamalı dünyasını yarattığından, ritüel doğası gereği söylemsel-olmayan bir şey olarak anlaşılmalıdır, semantik içerik dileksel yaratıya göre çok daha ikincildir. Bu, ritüelin sözleri olmadığı anlamına gelmez, kesinlikle vardır; dinsel törenlerdeki zikir dilinden “Lütfen”e kadar, fakat tutarlı bir inançlar sistemi olarak analiz edilememeleri anlamında söylemsel-olmayandır. Ritüelin anlamı ritüel eylemin kendisi tarafından üretilen anlamdır. Birçok ritüelin müzik ya da maskeler gibi söylemsel-olmayan media içermesinin bir nedeni de budur. Özetle, ritüel; temsil ve manipülasyon yoluyla dünyayı “büyülü” (magic) bir şekilde zorlamak değil, dünyanın zorlanmaya gelmeyeceğinin gerçekçi bir kabulünü ifade eder.

Antropologlara göre ritüel sadece toplumsal kaynaşmayı sağlamaya yarar. Oysa ritüel bir uyum ve birlik değildir, her zaman parçalı/kırık bir dünyada işlev görür. Dahası, ritüelin yarattığı dileksel dünya her zaman sonunda başarısız kalmaya mahkumdur; kusursuz tekrarın düzenli dünyası asla deneyimin kırık dünyasının yerini tam olarak alamaz. Ritüelin sürekli tekrarlanmasının da nedeni budur aslında: Ritüelin düzenli dünyası kaçınılmaz olarak geçicidir. Dünya her zaman kırıklı haline geri döner, sürekli ritüelin onarmasını gerektirir.

Oysa ritüelle ilgili kavramlar onu ahenk açısından ele alırlar; ya ritüeli ahenkli bir dünya görüşüne göre yorumlar ya da ritüelin işlevini ahenge götürmek olarak görürler.

Bu görüşlerin nedeni ritüelin “modern-öncesi” bir dünyaya ait olarak okunmasıdır: Ritüel daha ilkel kültürlerle ilişkilendirilir, başka bir deyişle, daha büyük toplumsal ve kozmolojik bütünde ahenk ve uyumla. Oysa modern dünya bireycilik ve özerkliğe; bireyin ritüel temelli geleneksel bir düzene uyma gereğinden kurtulması ya da uyumlu bir dünyadan uzaklaşmasına, yabancılaşmasına dayanır. Dolayısıyla, ritüelin ahenge indirgenmesi yanlıştır, çünkü ritüeldeki ahenk kırık bir dünyayı gören aktörler için zorunludur. Eğer dünyayı doğası gereği ahenkli olarak düşünselerdi, neden ritüelle canlarını sıksınlar? O halde ritüel ahenk değil, trajedi üzerinden okunabilir.

Protestan bakış açısından ritüel davranış insanın dışsal sorunlara boyun eğmesi olarak, özerkliğin reddi olarak görülür. Bu görüşe göre ritüel disiplin ve kısıtlamalardan ibaretken samimiyet gerçek benliğe dönüştür. Ritüel düzenin bakış açısındansa, hiç de böyle değildir: Ritüel düzen tüm eylemlerin geçmişten gelen ritüellerin bir tekrarı olmasını zorunlu kılmaz. Tanım gereği, çoğu ritüel öyle değildir. Sorun şu ki, ideal durumda bu tür eylemler bir anlamda ritüel öncülü olmaksızın ritüel olmalıdır. Örneğin, yanlış davrandığı düşünülen çocuğa nasıl tepki gösterilir? Ne zaman yumuşak, ne zaman sert olunur? Bilge kişi, eylemine yol gösterecek ritüel bir öncül olsun ya da olmasın, bireysel samimiyet içinde davranan mıdır, yoksa verili bir durumda uygun bir şekilde davranan mıdır? Öyleyse, kendisi bir örnek olacak, eylemleri de sonraki kuşaklar için ritüel olarak tanımlanacaktır.

Bu bilge özerk midir, samimiyet bağlamında? Hayır, çünkü ritüel öncülü yoktur, ama “sanki” ritüelinin bir uzantısı olarak davranmıştır. Demek ki, bilgelik ancak ritüel yoluyla edinilebilir.

Peki, hangi davranışlar ritüel olarak kabul edilir? Ritüel eylem ile henüz ritüel haline gelmemiş eylem arasındaki gerilimi gidermek için kullanılan yöntemlerden biri kanon’u kapatmak; ritüel düzenin tam olduğunu, daha fazla ekleme ya da değişikliğe izin verilmeyeceğini ilan etmektir. Ritüel ile ritüel olmayan eylemler arasındaki çizgiler katı ve mutlak hale gelir. Bu durumda ritüel saf tekrara; obsesif kompülsif davranışa dönüşür. Öte yandaki tehlike de ritüel düzenin çok fazla bilgeye izin vermesi ve böylece etkin bir şekilde çalışmayı sona erdirmesidir – sonsuz bir yenilenme anlamına gelir çünkü. Özetle, kanonun mutlak kapanması da, çok açılması da sorun yaratır.

Asla bir sonlanma ya da mükemmellik noktası olmayacaktır. Kimse tam bir bilgelik yaratamaz, ama ritüel aracılığıyla diğer insanlarla ve dünyayla daha verimli bağlantı kurma yolları geliştirebilir. Böyle bir proje tanım gereği asla sonlanmasa da, belli dönemler için insanların gelişebilecekleri düzen cepleri yaratabilir. Ritüel düzenler için en büyük tehlikeler bu parçalanmayı sona erdirmeye, sınırlı ve trajik olanın dünyasını terk etmeye ve sona/mükemmele erişmeye çalışmaktan kaynaklanma eğilimindedir.

Ritüel yaratıcı çalışmanın geçiş mekanını oluşturur. Bu Winnicott’un geçiş nesnesi konusunda söylediklerinde de bulunabilir: Geçiş nesnesi “çocuğun çevreyle ilk yaratıcı ilişkisi”dir. Yanılsamalar kültürel yaşantının ortaya çıktığı bir psikolojik alan yaratırlar. Bu ne nesneye, ne de özneye ait olan bir alandır; ne benliğe, ne de ötekine ait olan üçüncü bir alan. Oyun burada ortaya çıkar. Gelişmekte olan çocukta hayalde ve oyunda “-miş gibi yapma” “hayalde yapma” “gerçeklik”le iç içe geçmiştir. Batıl inanç aynı zamanda inanmanın ve inanmamanın bir yönüdür.Aldatma ve yalan da, hayal gibi, yanılsamalı bir dünya yaratır. Ritüel davranışın derinlemesine yerleştiği kültürler bazı yalan söyleme ve aldatma biçimlerine samimiyet ve sahiciliği vurgulayan kültürlerden biraz daha farklı değer biçiyor olabilirler. Tiyatronun efendisi Diyonisos yanılsama Tanrısı’ydı da. İbrani Eski Ahit’inde ve Odisseus’ta yalan ve aldatma değerlidir. Hatta Tanrı aldatır. İbrahim, İshak, Yakup, Sara, Rebeka, Leah, Rakel hepsi önemli yalanlar söyler ve aldatırlar. Metinde bunlara değer verilir.

RİTÜEL, OYUN VE YAPMACIK

-Miş gibi yapmak simgeleştirme, göstereni gösterilenden ayırma, yanılsamalı oyun dünyası yaratma yeteneği gerektirir: örneğin, şu sallanan iskemle dağdır, vs. Oyun özgürdür; biyolojik bir ihtiyaç ya da ahlaki bir görev tarafından dayatılmaz, oyuncular her zaman oyunu askıya alabilirler. Oyun tarafsızdır – ihtiyaçların doyurulmasıyla ilgili değildir. Oyun sıradan hayattan bir ölçüde ayrılmıştır. Kendi zamanı, yeri; kendi seyri, anlamı vardır. Oyun kendi düzenini sınırlanmış zaman ve mekan içinde yaratır. Sonuç olarak ritüel ve oyun birbirlerine benzer, festival gibi.

Tüm ritüel ve oyun biçimleri bizi sınırlar sorununa götürür. Sınırlar (ya da kenarlar) merkezi tanımlar ve merkez ancak kenarlarını örgütlediği sürece devam eder. Bu toplum ve siyaset için olduğu kadar, kendimiz için de geçerlidir. Kenarlar yetersiz kaldığında (bilgi, bina, tür, metafor, imparatorluk, bireysel ego), merkezin çöküşünün gelmesi uzun sürmez. Yani, biz sınırlarımızda oluşuruz; tümüyle denetleyemediğimiz bir düzlemde. Sınırlarımız ayrım noktalarıdır, benlik ile ötekinin karşılaştığı nokta. Merkezin gücü hala bu uçları örgütler, ama merkezin denetiminin dışında bir şeye (ötekine) de açılırlar.

Sınırlarımızın diğerinin elinde olması bize korkutucu bir durum sunar. Bu tehlike ritüalizasyona yol açar. Ritüel tehlikeye aracılık etme, dışsal denetimin sınırlamalarını ötekine potansiyel açılımlara taşıma yolu verir. Empati sınırların kendine özgü bir şekilde genişletilmesinden (ki bunu ritüel sağlar) çıkar. Tüm sınırlar ayırır, sınırlar, kısıtlar, tanımlar, evrenin (düşüncenin, duygunun, duysal algının ya da fiziksel gerçekliğin) sürekliliklerinin akışını keser. Ancak, gelecek çoğu zaman yeni çerçeveler getirir, var olan çerçeveler içinde olanları yeniden düzenler. Bu, riskli, ama gerekli (yaratıcı) bir iştir.

Hakemin top atışı, hakimin tokmağı, yarış başlatan silah sesi… oyunun (dileksel dünyanın) başlangıcına işaret eder. “Şimdi biz oynuyoruz”, sınıra işaret eder: Buna üst-iletişim (meta-communication) hareketi (ne tür bir iletişimde bulunduğumuzu söyleyen iletişim) deriz. Dünyalar arasında kayarken sürekli bu tür sinyaller kullanırız. Yeni bir “sanki” gerçekliğe kaymak farklı mantık düzeninde bir sinyal gerektirir: “Bizzat çerçeveye bak.” (Kulağına muzu koyarak çocuğuyla telefonda konuşur gibi yapan annenin verdiği sinyal: “Bu bir oyun ve bu elimdeki de bir telefon.”)

Hiçbir ritüel kuralları kümesi tamam olamaz, üzerinde ne kadar çalışırsak çalışalım:

Bir bağlamdan çıkmak, sonra tekrar dönebilmek hem ritüel, hem de oyun, nihayetinde empati için çok önemlidir. Diğer insanlarla ancak benlik ve öteki arasında bir sınır yaratarak, sonra da bu sınırı geçmeyi isteyerek ilişki kurabiliriz. Dileksel dünyalar arasındaki boşluğa köprü kurmak her zaman “sanki”yi tanımamıza ve girmemize imkan veren belli bir ironik mesafe yaratma yeteneği gerektirir. Aynı mesafe duygusu, üst-iletişim kurma yeteneği, sınırların kendisiyle de oynamamızı cesaretlendirir.

Sınırlarla oynama yeteneği iki koşulda kaybolur:

1) Toplumsal sınırlar reddedildiğinde. Bireyler özel, atomize benlikler haline gelirler. Herkes büyük kitlenin içinde erir: Pazar toplumunun imgesi

2) Sınırların aşılması olanaksızlaştığında, tek bir ahlak topluluğu tek kabul edilebilir topluluk olduğunda; hücre duvarı tuğla duvarına döndüğünde.

Artık “sanki” olmadığında, yarışma oyunun sınırlarından taşar. Örneğin, futbol kavgaya dönüşür. Dilekselin sınırlarını yeniden kurmaya çalışırız: “Bu sadece bir oyun.” Oysa bu asla bir oyun değildir; toplumsal yaşam çerçeveleri değiştirme, dileksel dünyalara girme, sınırları tanıma ve aşma yeteneğine bağlıdır.

HEM RİTÜEL HEM SAMİMİYET

Rİtüelin samimiyetle ilişkisine gelirsek… Ritüelde kendimizi dışsal olarak verilen düzen kategorilerine tabi kılarız. Bu kategoriler aşkın bir Tanrısallıktan, fiziksel ve toplumsal dünyanın düzenlenmesine kadar herhangi bir şeyden köken alabilirler. Ritüelin edimsel doğası genelde düz-anlamsal yönünden daha önemlidir. Samimiyetse, genellikle ritüele karşı bir reaksiyondan çıkarak gelişir. Ritüelin toplumsal uzlaşmayı, niyet olmaksızın, sadece eylem olarak, inançsız performans olarak kabullenmesini eleştirir. Genellikle önerdiği alternatifler toplumsal uzlaşmaların kabullenilmesinden çok, bireysel ruhsal arayıştan doğar. Öyle ki, samimiyet bireysel bilinç içinde yaratılan soyut ve genelleşmiş kategorilerden gelişir. Samimi davranış kipi ritüelin “uzlaşma”sını içsel inancın içten ve düşünceli haliyle değiştirmeye çalışır.

Saf ritüel ya da saf samimi bir hayat saçma olurdu. Gerilimden uzak olmasalar da, hepimizde iki düşünce biçimi de birlikte bulunur. Samimiyetin bakış açısından, ritüel sadece ikiyüzlülük ve uzlaşmadır. Ritüel açısından bakıldığındaysa, samimiyet uzlaşmaları reddederek toplumun varoluşunu tehdit edebilir. İkisi arasındaki gerilim genellikle denetim altında kalsa da, ritüel ve samimiyet arasındaki dengede, dünyanın dinsel geleneklerinin neredeyse hepsinin gösterdiği gibi, kaymalara da neden olabilir: Samimiyete dayanan reform hareketleri zamanla yeni ritüellerin yaratılmasıyla uysallaşma eğilimine girerken, son derece ritüalize tarihsel hareketler samimiyetle karşı karşıya gelme eğilimindedirler. Herhangi bir dışsal referansı, benliğin dışındaki dünyada herhangi bir bağı olmayan böyle bir içsel samimiyet arayışı aslında asla sona ermeyen bir arayıştır.

Ritüele ilgisi az olan uygarlıklar ya da hareketler samimiyetle aşırı ilgilenirler – Püriten vaazları ya da içimizdeki gizli Buda doğasını açığa çıkarmaya uğraşan Budist öğretiler gibi. Demek ki, samimiyet bir anlamda dilekselin toplumsal eşdeğeri olarak iş görmektedir. Ritüel yoksa, olası paylaşılmış bir dünyaya işaret eden paylaşılmış bir uzlaşma da yoktur. Onun yerine, toplumsal ilişkinin asla bitmeyen yeni samimiyet işaretleri üretimine dayanması gerekir, elbette samimiyet arayışının ritüalize biçimleri olsa da.

Samimi özneler arası davranış biçimi, ritüelden farklı olarak, motiflere, motiflerin saflığına yönelik arayışla karakterizedir. Samimiyet moral olarak niyeti eylemden üstün tutar. Niyete yönelik bu ilgi ahlaki düşünme biçimimizin büyük bölümünün temeli haline gelmiştir.

Kant şöyle der: “İyi niyet ortaya çıkardığı, elde ettiği şeylerden ya da amaçlanan şeye ulaşmadaki uygunluğundan dolayı iyi değildir; sadece niyetinden dolayı, yani, kendi başına iyi olduğu için iyidir.” Oysa Nagel bu düşünceye şöyle karşı çıkar: “İyi niyet kendi başına ne kadar değerli olursa olsun, birini yanan bir binadan kurtarmak ile onu kurtarmaya çalışırken on ikinci katın penceresinden düşürmek arasında ahlaki açından önemli bir fark vardır.”

Ancak, on yedinci yüzyılın Püritenlerinden yirmi birinci yüzyılın tolk-şovlarına kadar içerdeki eylem ile samimiyet akıntılarına ilgi neredeyse modern kültürün bir ikonu haline gelmiştir.

Toplumu ve moraliteyi samimiyet temelinde kurma ihtiyacı derin bir sorunla karşılaşır: Gerçek samimiyeti dilin toplumsal uzlaşmasından süzmek dışında nasıl ifade edebiliriz? İnsanların samimiyet iddialarının içten mi, yoksa sadece ikiyüzlülük mü, gerçek benliklerinin mi, yoksa sadece “sanki” samimilermiş gibi söylemelerinin temsilleri mi, nasıl bileceğiz? Daha da kötüsü, kendi mahrem düşüncelerimiz bile ancak dil aracılığıyla iş görebilir ve bu yüzden hiçbir zaman içimizdeki samimiyeti (ya da samimiyet yokluğunu) açığa vuramazlar. Çok miktarda söylem biriktirebilir, ama (kendi zihinlerimizin içinde bile) tüm bunların sadece yapma olduğu kuşkusunu asla dağıtamayız. Püritenlerin muazzam miktarda yazılı öz-incelemeler üretmesinin nedeni budur. Bu, ergen çocuklarımızın -kendilerinde ve arkadaşlarındaki- duyguların gerçekliğini tespit etmeye dönük bitmeyen ilgilerinde belirgindir.

Uzun vadede paylaşılmış bir dileksel inşa etmekte yetersiz kalan ilişkiler dağılma eğilimindedir. İnsanlar sanki birbirlerini seviyorlarmış gibi davranmayı başaramazlarsa, birbirlerini samimiyetle sevmeleri yetmez. Sanki birbirlerini seviyormuş gibi davranmak, sözlerle ya da somut yardımseverlik eylemleri şeklinde ritüalize ilgi ifadesi biçimlerini de içerir.

Ritüalizm karşıtı tutumlar bu oyunun, uzlaşmanın, yanılsamanın dilekseline verilen değeri inkar ederler. Eğer birbirimize sevgimiz sadece söylediklerimizde kayıtlıysa, o zaman (sevgi) sözcükleri ile sevginin kendisi arasındaki kalıcı uçuruma düşeriz. Sevgiyi sözcüklerle ifade etme çabası hiç bitmez, çünkü samimiyetini asla nihai bir şekilde kanıtlayamaz. Buna karşın ritüel yinelenir ve değişmez, simgeleştirmeden çok bir pratik bilgelik biçimidir. Sonunda “Seni seviyorum” sözcüklerinin iki biçimini ayırt edebiliriz. Deli divane bir gencin duygusal olarak işlenmiş itirafı samimi kipe başvurur. Elbette tüm samimiyet dili gibi kuşkularımız vardır – belki de sadece onu yatağa atmaya çalışmaktadır. Belki de gerçekten samimidir ve sevgisinin bu “-diği gibi”sini belirledikten sonra bir daha asla bu sözcükleri tekrar söyleme ihtiyacı duymayacaktır, onlarca yıllık evlilik boyunca bile. Bu sözcükleri tekrar söyleyemeyebilir, çünkü ilk kez “aşık olduğu” zamanla aynı türden sevgiyi samimi olarak hissetmiyordur. Öte yandan, bir de ritüel “Seni seviyorum”u var. Onun edimsel yönü düzanlamsal işlevinden daha önemlidir. Yıllarca ve yıllarca aynı kişiye tekrar edilebilmesinin nedeni budur. Bunu yaparken bugüne kadar bilinmeyen bir bilgi parçası eklemiyordur, onun yerine bir ritüeli sahneliyordur, daha çok bir ibadet tarzında.

Birçok durumda sahicilikle, eylemin “gerçek” motiflerinin, “bozulmamış” his kaynağının ya da “saf” deneyim halinin açığa çıkarılmasıyla neredeyse çocuksu bu büyülenme, zamanla biter. Bu durum giderek çok daha ağırbaşlı ve gerçekçi bir vizyona, gerçekte eylem, his ve niyetin kaynaklarının ne kadar karmaşık, çelişkin ve belirsiz olduğuna dair bir vizyona doğru evrilir. Bir adım daha ileri gidersek, gerçek anlayış ve yaratıcı gelişme nihayetinde ancak hayatlarımızın bu romantik-olmayan, ciddi riskler taşıyan doğasıyla uzlaşarak ortaya çıkar. Dünyadaki “samimi” varoluş modeline tek yanlı bağlanma bunun gerçekleşmesine izin vermez. Sürekli olarak narsisistik ve gerçekleştirilemez bir ideali örnek alan, ikiyüzlü bir bilincin üretilmesine neden olur. Bu dünyaya ait olmayan ve çok erken ayrımlaşma evrelerinde yitirilen bir bütünlük vizyonuna yapışıp kalır.

Ayrımlaşmış bir evreni yeniden bir araya getirmenin, bütünlük arayışının güçlüğü, herhangi bir verili, gerçek, ampirik düzeni oluşturan sınırların silinmesini gerektirmesidir. Öyle görünüyor ki, gerçek, tarihsel bütünlüğe ve birliğe geri dönme girişimleri dehşet ve yıkımla dolu olmuşsa da, kendimizi bireysel ya da kolektif olarak bu arayıştan kurtaramıyoruz. Sonunda sınırlar ve ayrımlar hayatı olası kılar. Bunlar bireysel antitelerin ayrı ayrı varoluşlarını tanımlar ve ritüelle yakından bağlantılıdırlar. Bu ayrımlaşma dünyasından kaçış yoktur.

Tarihsel olarak bu gerilim bazen ütopya (yani, tüm düzenin sınırlarının aşılması) arayışı olarak ifade edilir. Ütopya fikri uygarlığın kendisi kadar eskidir. O halde, sınırlara yönelik ikircimli bir tutumumuz var. Kolektif ve bireysel olarak onların varlığına ihtiyaç duyarız, fakat sürekli onları zorlarız da. Yeni bir düzen kurma ihtiyacı tüm sınırları aşma arzusuyla birleşir, “gerçek” bir düzeni ilan eder, samimi Gerçek’in lehine yapay ayrımları ve ritüel uzlaşmaları çözer. Ütopyalar toptanlaştırır; belirsizliklere, uzlaşmalara, ironilere yer bırakmaz. Dinsel köktencilikler: yeniden bütünleşmeye dönük kitlesel çabalar olarak anlaşılabilir. Ritüel kip hayatın kaçınılmaz belirsizliklerine katlanma yeteneğine sahiptir. Samimilikse, tanımı gereği, belirsizliği dışlar: Tamlık, sınırların aşılması, tek, ayrımlaşmamış, bozulmamış bir gerçeklik arayışıdır. Ritüel bunu farklılık ve belirsizliği tanıyarak yapar. Ritüelin örüntüsü klasik diyalektiğin gerçekliği ortaya koyma, yadsıma ve “daha gerçek” bir gerçeklikle sonlandırma örüntüsüdür. Ritüelde otorite toplumsal kurumların kabulünde yatarken, samimiyette bireyin içsel durumlarında yatar.

Her yeni bilgi yeni sorunlara kapı açar. Nihai bir çözüm yoktur. Sadece geçici, uzlaşımsal mekanlar yaratılabilir. Buralarda nihai anlayıştan kaçınır, sadece yapılması gerekeni yaparız. Sporlarda hakemin rolü budur; düdük çalarak belirsizlikleri çözer, düdük yanlış bile olsa.

Eldeki projeyle ilerlemek için, nihai anlayış arayışını bir kenara bırakmamız gerekir. Er geç neden diye sormayı bırakıp sadece harekete geçeriz. Örneğin, belli bir bunamanın etiyolojisi kesin anlayışımızın ötesinde olabilir, fakat hastanın hayatının daha iyi olması için ne yapılması gerektiğini biliriz.

SAMİMİYET VE KÖKTENCİLİK

Samimiyete yönelik baskı, bugün köktenci dediğimiz hareketleri kavramsallaştırmamıza da yardımcı olur. Bu hareketler bütünsel bir tamlık için, uyumsuzlukların aşılması için uğraşırlar. Ritüel farklı varlık düzenleri arasında tekrarlayan hareketi içinde, kopuşun ve çelişkinin varlığını, farklı varlık düzenlerini tek bir çatıya sokmaya çalışan samimi kipten daha çok kabul eder. Toplumsal ayrımlaşma ile toplumsal ve ekonomik bölümleme süreçleri ilerledikçe, insanlar giderek artan bir şekilde bunları daha yüksek bir anlamda yeniden bütünleştirme ihtiyaçları duyarlar. Bu ihtiyaç farklı bir simgesel düzen gerektirir. Sonuçta bugünün dünyasında tanık olduğumuz en tehlikeli dinsel duyarlılık biçimlerinden bazıları ortaya çıkar.

Dinsel olarak düzenlenmiş evrende bölümleme düzeni ile yeniden bir araya getirme düzeni birdir, en azından aynı mantığı paylaşır. Faizciliğe karşı yasalar, çağdaş işyerinde kadınlar, aile yasasının/yardımseverliğin örgütlenmesi tipik örneklerdir.

Toplumsal örgütlenmenin sınıflandırma, değiş tokuş, bölümleme vb. ile ilgili birimleri şu ya da bu türden liberal/bireyci faydacı ekonomik kuramlardan gelir. Öte yandan, yeniden bir araya getirmenin dili genellikle dünya işlerinden kopmuş dinin dilidir. Modern “sekülarizm”in teşvik edilmesinin aslında her zaman kategori olarak “din”in büyümesiyle atbaşı gittiğini kabul etmeliyiz, çünkü bunlar din ile günlük hayatın iç içe geçtiği dünyaların birbirinden ayrılmasıyla arta kalan iki kalıntıdır.

Militan dinsel köktenciliğin çeşitli biçimleri (radikal İslamcılıktan Hindu milliyetçiliğine ya da radikal dinci İsrail sağının vaatlerine kadar) dinsel kategorileri toplumsal düzenin örgütlenmesine yeniden dayatarak ayrımın üstesinden gelmeye çalışırlar. ABD’de Hristiyan bankacılığının gelişmesi de buna örnektir: Bankacı ve müşteri el ele verip iyi bir mortgage arayışında birlikte dua ederler (!).

Bazı hareketler de bunun tersine, dinsel anlamlar dünyasını bireysel farklılıkla ilgili seküler kategoriler açısından yeniden yorumlamaya çalışırlar. Yeni Çağ dinleri büyük ölçüde bireysel gerçekleştirme ve ifadeyi vurgulayarak bunu yaparlar. Köktenci hareketler, Yeni Çağ dinselliği, çeşitli spiritüalizm tipleri ve spiritüel hareketler kardeş fenomenlerdir. Hepsi ayrımlaşma terimleri ile yeniden birleşme terimleri arasındaki açıklığın üstesinden gelmeye çalışırlar.

SONUÇ

Burada ritüel ve samimiyet kavramları Weberci “ideal tipler” olarak kullanılmıştır. İnsan eyleminin ve etkileşiminin ampirik dünyasında asla saf biçimde var olmazlar. Gerek samimiyet, gerekse ritüel insanlık durumunun ebedi yönleridir. Tüm uygarlıklar bunlar arasında salınır ve bunları çeşitli şekillerde birleştirirler. Son noktasına kadar götürülen samimiyet toplumsal düzenin tamamen dışında olurdu. Toptan samimiyetin örneği, münzevidir. “Gerçek” benlik sonunda ben-olmayana çıkar. Benlik (yaş, cinsiyet, statü, roller, toplumsal uzlaşmanın tüm bölümlemeleri gibi) toplumsal karakteristiklerinden boşaldığında gözden kaybolur gider.

Ancak, insan hayatı toplum içinde ortaya çıkar. Toplumu terk edenler (dilenci rahipler, münzeviler, azizler) bile reddettikleri topluma bağımlıdırlar. Hayatın düzenleri içinde her zaman bir noktada öte dünyanın derinliklerinden geri dönüp dünyayla yeniden bir araya gelinmelidir. Ancak, bu yapılır yapılmaz samimiyet ritüalize davranış ve temellük biçimleriyle aracılanır hale gelir. Giysi kabul edilir edilmez, ardından giyim kodları gelir. Yiyecek kabul edilir edilmez, ardından yiyecek kısıtlamaları (koşer, helal, paskalya perhizi, vs.) gelir. Bunlar dileksel olarak paylaşılan bir evrenin ritüel belirleyicilerdirler.

Ritüel tarafın da kendi sınırlılıkları vardır. Toplumsal yaşamın gereklilikleri samimiyetin uçlarını sınırlarken, tarihsel/zamansal değişme, hayatı sadece ritüele göre örgütleme çabasını sınırlar. Zaman, dolayısıyla değişme, dünyada varoluşumuzun içine işlemiştir. Tapınaklar yakılarak yerle bir edilir, adaklar gereksizleşir, rahipler kılıçtan geçirilir ve yeni anlayış biçimleri ortaya çıkar. Bütün bunlar ritüelin etkisine, hatta ihtimaline meydan okur. Ritüel o halde yeniden öğretilmelidir.

Samimiyetin anlamlarını ve atıflarını ritüele sokuşturma itkisi tehlikeyle yüklüdür. Ritüeli samimiyet açısından yeniden formüle etmek, ikisinin de zararına çalışır. Onun yerine, her iki anlayış kipini de öğrenmeliyiz, belki yeniden öğrenmeliyiz ve bütünlüğe, totaliteye dönük baskıdan kaçınmalıyız.

Ritüelin tekrarlayan, edimsel ve söylem karşıtı doğası, insan varoluşunun ebedi çelişkisi ve belirsizliğini aşma yerine, onunla başa çıkmanın çok önemli bir yoludur. Elbette, ritüel de tarihsel olarak değişime uğrar. Hatta ritüel gelenekler genelde ritüel pratikteki değişiklikleri yürürlüğe sokma mekanizmalarını da içerirler.

Dünya doğası gereği parçalıdır: Temel yoktur, her şeyi kuşatan kılavuzları, yasaları, ilkeleri, yoktur. Sadece eylemler vardır, bu eylemlerin bir kısmını ritüalize etmek ve böylece düzenli bir dünya kurmak insanlara kalmıştır. Ortaya çıkan ritüel kanonu önceki yanıtlardan ortaya çıkan pratikler kümesidir. Demek ki ritüel bir anlam sistemi değil, bir ilişkiler kümesidir. Bu ilişkilerin bir kısmı ritüel olarak tanımlanmaya ve daha sonra doğanlar tarafından değişmez bir temelde canlandırılmaya başlanır. Ritüel eylemler ile gündelik dünyanın eylemleri arasında doğaları gereği bir gerilim gelişir. İdeal durumda ilkinin pratiği, ikincinin doğru yürütülmesine yol gösterecektir. Fakat gerilim hiç silinmez.

Bilinmeyen adlı kullanıcının avatarı

About atalayhakan

"Ana Sayfa"da var zaten:)

Tartışma

Yorumlar kapatıldı.

İletişim

444 7000
Salı: 09:00-18:00
Perşembe: 09:00-18:00

Kategoriler

Blogdaki Yazıların ve Görsellerin Yasal Kullanımı Hakkında

© Hakan Atalay ve hakanatalay.wordpress.com. 2011-2019.

Bu malzemenin bir açıklamada bulunmadan ve yazardan yazılı izin almadan yetkisizce kullanılması ve/veya çoğaltılması yasaktır. Özgün içeriğe uygun ve özgül bir yönlendirme yapılması, [Hakan Atalay]ın ve [hakanatalay.wordpres.com]un tam ve açık kaynak gösterilmesi hallerinde alıntılar ve bağlantılar kullanılabilir.

Akbank Sanat'ta Yapay Zeka ve Aşk üzerine panel.
FB TV'de Depresyon üzerine söyleşi.
Follow Hakan Atalay on WordPress.com