PsikeArt, Temmuz Ağustos (10) 2010 (gülmek), sa. 10-17
Dünyayı yöneten yedi tanrı Tanrı güldüğünde doğdular. … [Onun] kahkahalarından sonra ışık göründü. … İkinci kez katıla katıla güldü; her yer su oldu. Üçüncü gülme patlamasında Hermes göründü; dördüncüde yaratma; beşincide yazgı; altıncıda zaman. Sonra, yedinci gülüşten önce Tanrı’ya korkunç bir ilham geldi, ama o kadar kuvvetle güldü ki, gözyaşlarından insan ruhu doğdu. (M.Ö. 3. yy’da yazılmış bir Mısır papirüsü’nden)
GİRİŞ
Yıllar önce, Umberto Eco’nun Gülün Adı kitabını okuyup bitirdiğimde, olayların geçtiği manastırdaki onca gizemli cinayetin ardında Aristo’nun “gülme” ile ilgili yazdıklarını “okurlardan” gizleme çabası olduğunu öğrenince şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Okumayanlar için kitabın sonunu söylemiş oldum ama, bu saate kadar okumayanlar kaldıysa, yapabileceğim bir şey yok, ne yazık ki… Romanda, gizemli bir şekilde art arda rahiplerin öldüğü bir manastıra gelen “sorgucu”, ölen rahiplerin kütüphanedeki bu yazıları okudukları için öldüklerini anlıyordu,

çünkü kitabın ilgili sayfalarına görülmeyen bir zehir sürülmüştü ve okuyanlar sayfaları parmaklarıyla çevirirken aslında zehirlendiklerini bilmiyorlardı. O zaman da asık yüzlü kilisenin gülmeyi böylesine “zehirleyici” bulmasının nedenini belki sezgisel olarak anlıyordum, fakat gene de bu gülme korkusu ile yaşanan dehşet verici cinayetler arasında henüz dolmamış bir “açıklık” vardı sanki. Sonra yıllar geçti, zaman zaman okuduklarımda gülmenin kurulu düzeni nasıl sarsıcı bir araç olabileceğine dair sayısız pasaja rastladım. Ancak gülme konulu bir dosya için dergiye yazmam istenip derli toplu okumaya başladığımdadır ki, gülmenin bu yönü zihnimde daha fazla aydınlandı. Mizah dergisi “Gırgır”ın politik bir muhalefet odağı olarak yıllarca süren etkisini yaşamış olmamı bir yana bırakırsam, gülmenin büyük gücüyle ilgili ikinci büyük aydınlanmam, Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı çevirirken gerçekleşti. Canı gibi sevdiği kızı Persefone yeraltı tanrısı Hades tarafından karanlıklar diyarına kaçırılan Demeter’in onu bulmaya dönük bütün çabaları boşa çıkınca, büyük bir çöküntüye girer. Doğayı lanetler; yeryüzünde ne ekin, ne çiçek, ne ağaç biter. Kendisini de salar iyice; yıkanmaz, saçlarını taramaz. Ancak, bir gün bir köyde bir duvarın dibine çökmüşken bir kadın (!) görünür: gözleri göğüs uçlarında, ağzı vulvasında bir kadın: Baubo. Baubo kalçalarını cinsel ilişkiyi çağrıştıracak şekilde oynatarak ve göğüslerini sallayarak dans ede ede Demeter’in yanına gelir. Demeter, büyük acısına rağmen, onu gördüğünde gülümsemekten kendini alamaz. Baubo sevimli ağzı sayesinde onu ilginç öykülerle eğlendirir. Demeter gülümsemelerin ardından kıkırdamaya başlar, sonra da katıla katıla güler. “Gülmenin tarihi asla yazılamaz. Olsa olsa yeniden kurulabilir… Kahkahalar çoktan havaya karışıp yok olmuştur bile: Kanıt uçup gitmiştir.” diye yazan Barry Sanders’in Kahkahanın Zaferi’ni okuduğumda yukarıdaki öykünün ipuçları birbirine bağlandı ve gülme konusunda üçüncü büyük zihinsel açılımı yaşadım. Orada Sanders’in ilk dikkati çektiği şeylerden biri, alfabesinde ünlülerin bulunmadığı İbranice’de saşak ile seşok’un, yani, “gülme” ile “cinsel ilişki”nin birbirinden yalnızca küçük bir ünlü noktasının ayırmasıydı: Gülme ile cinselliğin kökensel bağlantılarına dair bir işaretti bu. Gündelik hayatımızdan da bildiğmiz bir olgu! Ne zaman birkaç kafadar bir araya gelip sohbet derinleşse, ağızlardan uçkur öyküleri saçılır.
TARİHÇE
Sanders “tökezleyen birine neden güleriz?” basit sorusundan yola çıkarak insanlık tarihinde gülmenin izini sürer: “Tökezleyen kimseler neşeyle gülmemize yol açarlar, [çünkü] onlar sayesinde kendi tensel özümüzü algılayıp çıplak hayvansal doğamızı görürüz [yeniden].” Çünkü “sendelememeye, yalpalamamaya özen göstermemiz gerekir. Dik durmamız gerekir: Duruş her şey demektir.” Tökezleme, adına uygarlaşma dediğimiz insanlık tarihinin o dik durma çabasının yerle bir olması; o ilk özgür halimize bir anıştırmadır. Bu doğal kökenlerinden dolayı, “gülmeyi bastırmak olanaksızdır.” Nitekim ilk ve orta çağların o “karnaval, şenlik ve curcuna”ları, halkın “iktidar ve egemenlik dünyasını gülme yoluyla tersyüz edip kendi temel insanlıklarını teyit etmeye çalışması”ndan başka nedir ki? Gene aynı nedenle, insanlık tarihi aynı zamanda gülmenin -eğer tümden ortadan kaldırılamazsa- belli kurallara tâbi kılınmasının tarihi olarak da okunabilir. Sanders buna dair ilk dinsel metinlerden eski Yunan’a kadar bir çok örnek anlatır. “İnsan gülen hayvandır” diyen Aristo, gülme konusunda ondan daha katı olan Platon, gülmeyi yok edilemez bir olgu olarak kabul ederken, bir yandan da ölçülü kılmaya uğraşırlar. Oysa Orta Çağ, onu tümden yasaklamak amacındadır. “Başlangıçtan beri, kilise gülmeye kesinlikle karşı olmuştur.” Çünkü “ciddîlik ve ağırbaşlılığın kuşattığı bir dünyada, gülme cennetle alay etmek demektir.” Din bilgini sorar: ‘İsa çarmıha gerildi ve sen gülüyor musun?’” Bütün bu ciddiyetine karşın pagan çağların kurallara aldırmaz, hayat dolu, coşkulu kahkahaları ve şenlikleri çeşitli yıldönümsel eğlencelerle o katı perdenin ardından neşeyle arzı endam ederler. Bizim katı softalıklara karşı nasıl ki halk deyişleri ve taşlamalarımız, Hıdrellezlerimiz, bayramlarımız varsa, Orta Çağ kiliselerinin de yortuları vardır. Örneğin, yüzlerce yıl, belki antik çağlardan 15. yüzyıla değin süren Eşek Yortusu törenlerinde rahipler kadın kılığına girip koroda dans eder, kilisede zar oyunu oynar, kiliseyi yanık ayakkabı dumanıyla tütsüler, kasabayı müstehcen şarkılar söyleyerek atlarıyla dolaşırlar. Kapitalizmin ilkel sermaye birikimi döneminin egemen püriten ahlâkı gülmeyi daha fazla yer altına iterken, aynı zamanda daha fazla bel altına da itmiş olur. Rönesans biterken giderek yaygınlaşan kibarlık, insanın en küçük talihsizliklerine bile gülmeyi bastırmasını gerektirmektedir. Gülme, insanı yoğun çalışmadan uzaklaştırdığı için de günahtır: sermaye birikimine engel olur. Aydınlanmayla birlikte ironi ve yergi, sakınmasız, yürekten, gerçek kahkahayı susturur. Blake ve Nietzsche gibi büyük adamların durumu fark edip gülmeyi yüceltmelerinin nedeni budur: İnsana doğal coşkusunu yeniden geri verme çabası. Bu yeni durumun kuramını oluşturmak ise, Freud’a düşer. Freud bilinçdışını, bastırmayı, yetke ile haz diyalektiğini -yeniden- keşfeder; insanın toplumsal özünün ayrılmaz parçası olan doğal coşkunun bir göstergesi olan gülmenin üstbenin, yani, o yasaklayıcı, ödün vermez yargıcın, geçici olarak askıya alınmasını nasıl mümkün kıldığını açıklar.
GÜLMENİN MEKANİZMASI
Kabul Edilmiş Mizah Kuramı’na göre bütün şakalar bir ilk paradigmanın oluşumu sırasında bir gerilimin birikimiyle başlar. Gülmenin ortaya çıktığı o kritik anda gözlemci birden bir paradigma kayması yaşar. Yanlış Alarm Kuramı’na göre mizahî duruma eşlik eden gülme, biriken gerilimin aslında çok da önemli bir sonucu olmayacağını ve bu nedenle endişeye gerek olmadığını grubun diğer üyelerine iletmenin bir aracıdır. Akıl Okuma Varsayımı mizahın gerçekte öznenin kafasından geçen düşünce süreçlerini bizim gözlemlememizden ve anlamamızdan geldiğini söyler. Bağdaşmazık Kuramına göre insanlar beklentilerini ihlal eden şeylere gülerler. Bir arada olmaları bağdaşmaz ya da saçma görünen iki (ya da daha çok) kavramın şaşırtıcı bir şekilde birbirine bağlanması gülmeyi tetikler. Üstünlük Kuramı, gülmenin, kendini başkalarının üstünde, ona karşı zafer kazanmış hissetmenin sonucu olduğunu varsayar. Psikanalitik Kuram için gülme, yasaklanmış duyguları baskılayan birikmiş enerjinin boşalmasıdır. Ancak, kafası hep karışık olan Woody Allen, belki de insanları güldüren muhtemel motifleri bilimcilerden daha iyi gözlemlemiş olabilir: 1) Teşhircilik ve narsisizim. 2) İlişki kurma ve kabul edilme ihtiyacı. 3) Dinleyenleri “gülmekten öldürme” isteği (saldırgan bir motif). 4) İnsanları güzelleştirmeye dönük estetik motif: “İnsanlar güldüklerinde daha güzel görünürler.” Felsefeye bakıldığında, Schopenhauer’in, gülmenin, bedenin algıladıkları ile aklın tasarladıkları arasındaki kopmadan bizi haberdar etmekte çok kendine özgü bir rol oynadığı kanısında olduğunu; Kant’ın ise, gülmeyi, “gergin bir beklentinin ansızın boşa çıkmasından kaynaklanan bir duygulanım” olarak tanımladığını görürüz. Filozofların düşünerek vardıkları bu sonuca bilimciler kılı kırk yaran incelemelerle ulaşırlar. Conrad Lorenz bununla ilgili şu öyküyü anlatır: Bir grup ilkel avcı ormanın derinliklerinde yol almaktadır. Sadece birkaç dakika önce bir kaplanla karşılaşmış ve onunla acımasız bir savaşa tutuşarak öldürmüşlerdir. Bu karşılaşmanın işaretleri hâlâ ortadadir. Vücutları gergin ve korkuyla doludurlar. Ansızın bir hışırtı duyulur. Grup dehşetle hareketsiz kalır. Çalılıklar arasından bir geyik fırlar ve hızla kaybolur. Korku geçer ve yerini hoş bir rahatlama duygusuna bırakır. Herkes kahkahaları koyverir. Gülmenin toplumsal kökeni budur.
EVRİMSEL BAKIŞ
Yemek yeme ve seks gibi hayattaki diğer zevkli şeyler evrimsel bir bakış açısıyla kolayca açıklanabilir. Yemekten ve seksten hoşlanmayan bireylerin çoğalması mümkün değildir. Gülmeye en çok benzeyen hapşırma ve öksürme gibi refleks tepkilerin de hava yollarını temizleme yoluyla bireyi korudukları için açık evrimsel yararları vardır. Ancak, mizahın böyle bir açıklaması yoktur. Görünür herhangi bir işlevi olmamasına rağmen, giderek incelerek de olsa (bu belki evrimsel olarak artık körelmesi anlamına geliyor olabilir), gülme yetisi hayatiyetini hep sürdürmüştür. Bu nasıl olmuştur? Son yıllarda gülmeyi en çok inceleyen araştırmacılardan olan Provine, hayatının büyük bir kısmını davranış gelişiminin ve evrimin nörolojik temellerini araştırmakla geçirmiştir. Çalışmalarında, hâlâ yaşamakta olan ve uçamayan kuşlarda kanatların nörolojik kalıntılarında olduğu gibi, davranış fosilleriyle ilgilenmektedir. İnsanlarda da benzer arkaik davranışları araştırırken, ilkel gibi görünen, ancak yaygın bir şekilde devam eden gülme davranışının anlaşılmasına odaklanmıştır. Çalışmalarında ulaştığı şaşırtıcı sonuçlardan biri, çoğu gülmenin şakalara ya da benzer diğer biçimsel mizah çabalarına bir tepki olmamasıdır. Ortaya çıkan kaba gerçek, gülme için kritik uyaranın bir şaka patlatmak ya da bir güldürü, komik bir hareket ya da görsel bir işaret değil, başka bir kişinin varlığı olmasıdır. Gülme bizim toplumsal bir memeli olduğumuzu açığa çıkarır; kültür ve dilin kabuğunu sıyırır atar; davranışları tamamen bilinçli denetim altında olan rasyonel yaratıklar olduğumuz yönündeki şüpheli varsayıma meydan okur. O halde, gülme için gerekli uyaran bir şaka değil, başka bir kişinin varlığıdır. Gülme, toplumsal durumlarda yalnız olunan durumlardan 30 kat daha sıktır. Kendimizi ne kadar mutlu hissedersek edelim, gülme başkalarına gönderdiğimiz bir sinyaldir ve bir dinleyici olmadığında seyrek görülür. Televizyon şovlarına eklenen kahkaha efektleri, gülmenin başka bir toplumsal boyutunu, onun duyanlarda gülmeyi tetiklemeye, bütün bir grubun tepkisini senkronize etmeye dönük güçlü eğilimini göstermektedir. Bir kahkaha duyduğumuzda genellikle biz de “ha-ha” diye bağırır; bulaşıcı bir gülme korosu şeklinde türdeşimiz Homo sapiens’e katılırız.Gülmenin bulaşıcılığı, yani, algılanan bir gülmeye tepki olarak gülme eğilimi, bir beyin gülme dedektörünü evrimleştirdiğimizi düşündürmektedir. Bu dedektör aktive edildiğinde beyin onu üreten vokalizasyonu tekrarlamaktadır. Mekanizması ne olursa olsun, gülmenin bulaşıcılığının, esnemenin bulaşıcılığı gibi, güçlü bir genetik temeli vardır. Gülme örüntülerinde dikkati çekecek düzeyde cinsiyet farklılıkları gözlenmektedir. Her iki cinsin de bulunduğu konuşmalarda kadınların erkeklerden çok daha fazla güldükleri görülmüştür. Başka bir deyişle, kadınlar daha çok gülerken erkekler daha çok güldürmektedirler. Erkeklerin ve kadınların gülme örüntüleri, gülmenin buluşma, eş seçme ve çiftleşmede bir etken olabileceğini düşündürmektedir. Bir buluşmada kadın ne kadar çok gülerse, konuştuğu erkeğe o kadar çok ilgi duyduğunu belirtmektedir. Aynı şekilde, erkekler de, birlikteyken gülen kadınlara daha fazla ilgi duymaktadırlar. Erkeklerin değil, kadınların gülmesi gelecekteki olası bir ilişkiyi daha fazla haber vermektedir. Fakat bütün gülmeler aynı derecede etkili değildir. Sesli gülmeler sessiz hırıltılardan daha olumlu bir izlenim bırakmaktadır. Bir analizde kadınlar bir “mizah duygusu” aradıklarına daha fazla işaret ederken, erkekler daha çok bunu sunma eğilimindedirler. Ancak, “iyi bir mizah duygusu” olan erkekler arayan kadınlar muhtemelen kıkırdayan adamlar değil, kendilerini güldüren erkekler, muhtemelen başat erkekler aramaktadırlar. Bu “fazla-biyolojik” bakış açısına itirazlar da vardır. Birçok alanda feminist düşüncenin güçlenmesiyle birlikte, bu “espri yapan etkin erkek, alıcı bir şekilde gülümseyen kadın” şeklindeki basit model zemin kaybetmiştir. Dinsel metinlerin ve toplumsal tarihin feminist okuması bu tür farklı bakışları olası kılmıştır. Örneğin, Rönesans sırasında yükselen seçkin gruplar kendilerini bedeni disipline etme yeteneğinde olan, nazik ve toplumsal açıdan rafine bir sınıf olarak kurmuşlardır. Akla yüksek değer verilirken, aptalca, komik ve şakacı faaliyetler kaosun ve düzensizliğin vücut bulması olarak kapı dışarı edilmişlerdir. Komedinin bedenle ve yüzle oynadığı çarpıtma oyunları, kadınların cici, iffetli, edepli olmasını gerektiren toplumsal dişilik politikalarına uymaz. Gülmenin kendine özgü bir düzeni olduğu söylenebilir: Sohbet sırasında konuşmacının gülmesini genellikle tam ifadeler ya da sorular izler. Konuşma akışı boyunca rastgele dağılmaz. Bu nedenle konuşmacılar genellikle “Nereye gidiyorsun? Ha ha ha” der, ama pek “Nereye, ha ha ha, gidiyorsun?” demezler. Gülmeyi konuşma akışına yerleştirmek yazıya noktalama işaretleri koymaya benzer: noktalama etkisi (efekti). Bu, gülmeyi ve konuşmayı üreten nörolojik süreçler tek bir vokal mekanizma için yarıştıklarının da göstergesidir. Noktalama efektleri sadece gülmeye özgü değildir – öksürme, soluk alma ve diğer hava yolu manevraları da konuşmayı pek kesmezler. Gülme, konuşmanın cümle yapısını nadiren kesintiye uğratır; bu, konuşmanın başat olduğunu ve ses aygıtına ulaşmada öncelik taşıdığını gösterir. Gülme-konuşması (yani, gülerken konuşma şeklinde melez bir durum) daha nüanslıdır, daha fazla bilinçli denetim altındadır ve muhtemelen sınırları belli bir “ha ha” gülmesinden daha farklı beyin mekanizmalarını gerektirir. Gülme-konuşması duygusal olarak yüklü soruların etkisini yumuşatmak isteyen görüşmeciler vb. tarafından kullanılır. Popüler kanının tersine, gülme insanlara özgü değildir ve gülmeyle ilişkili oyun sesleri diğer memeliler tarafından da oluşturulur. Şempanzeler ve diğer büyük maymunlar da gıdıklandıklarında veya oyun sırasında gülme benzeri bir ses çıkarırlar; Darwin İnsanlarda ve Hayvanlarda Duyguların Dışavurumu’nda bu olguyu belirtmiştir. Bununla birlikte, Darwin ve diğerlerinin bildirdikleri maymun “gülüşü” ya da “kıkırdaması” aslında, şiddetli olursa, daha çok gırtlaksı bir “ah-homurdanması” düzeyine ulaşan kesik kesik soluk alıp verme halidir. Bu maymun gülüşü coşkulu oyunların doğal olmayan soluk alış verişlerini taklit eder, fakat oyun niyetlerine işaret eder, fiziksel güç harcamaya değil. İnsanlarda ve büyük maymunlarda gülme sesiyle ilgili istemli bir şey yoktur. Gülme ister ilkel şempanze “hır hırları” isterse onun türevi olan insan “ha ha”sı olsun, oyunun sesidir. Önemli ayrıntılarında şempanze gülmesi insanınkinden ayrılır ve bu farklılık bizim neden konuşabildiğimizi ve diğer maymunların neden konuşamadıklarını açığa çıkarır. Gülen insanlar dışarıya doğru verdikleri soluklarını her 1/5 saniyede bir tekrarlayan bir dizi kısa (1/15 sn) vokal patlamalara bölerler. Gülen şempanzelerse bunun tersine verdikleri soluklarını parçalayamazlar ve alıp verdikleri her soluk başına bir gülme sesi üretirler. İki ayak üzerinde durmanın evrimi, solumanın, koşmanın ve ses çıkarmanın eşgüdümünde esnekliğe izin vermiştir. Örneğin, iki ayaklı bir insan koşucu her solukta çeşitli adımlar atabilir: Bu oran, en sık 2:1 olmak üzere, 4:1, 3:1, 5:2, 2:1, 3:2 olabilir. Dört ayaklıların karakteristiği olan, adımla soluk arasında katı bir gereklilik olan 1:1 bağlantısından kurtulan erken atalarımız tek tek seslerin artık tek soluğa bağlı olmadığı bir vokal sistem geliştirmişlerdir. Bu, daha sonra konuşmanın doğal seçilimine ve tesadüfen türümüzün karakteristiği olan “ha ha” gülmesine izin vermiştir.
GÜLMENİN NÜVESİ: GIDIKLANMA
Gıdıklama gülmenin en güvenilir ve eski uyaranıdır. Gıdıklama en eski şakanın, “Seni yiyeceğim” oyununun, gerek insan yavrularında gerekse şempanzelerde gayet iyi işleyen bu oyunsu numaranın yalancı gıdıklamasının da kaynağıdır. Gıdıklamanın nörolojik mekanizması muhtemelen beden yüzeyimizi dışarıdaki hareketli uyaranlardan (belki vahşi hayvanlar ya da parazitlerden) koruyan bir refleks savunma mekanızmasından evrilmiştir. Gıdıklamaya tepkimiz tipik reflekten daha değişken ve karmaşıktır, fakat bazı kalıplaşmış, refleks-benzeri özelliklere sahiptir (ör, gıdıklanınca güleriz, gıdıklayandan kaçmaya, gıdıklayan eli savuşturmaya uğraşırız). Bir makine tarafından da gıdıklanıp gülebilseniz de, çoğu zaman gıdıklama gülme için sadece başka bir toplumsal bağlam ve bir iletişim biçimidir. Solo gıdıklanma solo seksten bile daha boştur – mastürbasyon yapıp orgazma ulaşabilirsiniz, fakat kendinizi gıdıklayamazsınız. Bir araştırma insanların büyük ölçüde arkadaşları, ailesi ve sevenlerini gıdıklarını ve onlar tarafından gıdıklandıklarını göstermiştir. Birini gıdıklamanın en sık belirtilen gerekçesi “sevgisini göstermek”tir, bunun ardından da “ilgi çekmek” gelir. Bunlar gıdıklayan ile gıdıklanan arasındaki yakın toplumsal ilişkilere uygun düşen motiflerdir. Üzerinde uzlaşılmayan gıdıklama, üzerinde uzlaşılmayan seks kadar hoş karşılanmayan bir şeydir. İnsanî çatışmaların en masum biçimi olan gıdıklama kavgaları gülmeyle dolu bir al-ver ilişkisinde bizi birbirimize bağlar; belki de tüm toplumsal oyunların temeli budur. Karşılıklı gıdıklama oyununun önemli bir öğesidir. Henüz konuşamayan bebekler için gıdıklanma, eşlik eden gülmeyle birlikte, bakıcılarla toplumsal ilişkilere giriş için bir kapıdır. Gülme “Hoşuma gitti; gene yap!” sinyalidir. Ağlama ve öteki kişinin uzaklaştırılması oyunun çok uzadığının habercisidir. Erişkinlerde dokunsal cilveleşme ve gıdıklanmanın karşılıklılığı seks oyununun bir parçası haline gelir. Ergenlikten itibaren karşı cins tarafından gıdıklanma olasılığınız aynı cinse göre 7 kat kadar daha yükselir. Gıdıklama oyunlarının 40 yaşından sonra, muhtemelen çocukların büyüyüp evi terk etmesinden sonra gıdıklanacak potansiyel kişilerin ve seks dürtüsünün azalmasından dolayı, keskin (10 kat kadar!) bir düşüş göstermesi dikkate değer. Gıdıklamanın son gösterisi (jübilesi) büyük anne ve babaların torunlarla fiziksel oyunlarında olabilir. Gıdıklama kendiliğin (self) kökenine dair tartışmaları kişilik kuramından alıp nöral mekanizmaya taşıyarak kendiliğe (birinin kişi olma (personhood) duygusuna) yeni bir yaklaşım sunabilir. Bu yaklaşım, kendi kendinizi gıdıklayamadığınızın gözlemlenmesiyle başlar. – gıdıklama bir kendilik-olmayan (nonself); bedeniniz üzerinde canlı bir varlık (antite) gerektirir. (Kendilik-olmayan, canlı öteki, toplumsal uyaranın en ilkel düzeyidir.) Kendi-kendine yapılan deri uyarıları gıdıklamaz, çünkü sinir sistemimiz muhtemelen beyincikte bunların gıdıklayıcı etkilerini iptal eder. Bu iptal durumu olmasaydı, kazayla sürekli kendimizi gıdıklardık – dünya zincirleme yanlış dokunma alarmları reaksiyonları şeklinde hayatını silkinerek geçiren aptal insanlarla dolu olurdu. Kendilik-olmayan, gıdıklayıcı uyaranları ortaya çıkaran aynı mekanizma, kendilik duygusunu da oluşturabilir. Her ne kadar kimlik duygumuz kendilik/kendilik-olmayan ayrımından daha fazlasını gerektirse de, böyle bir mekanizma kimlik duygusunun temelinde yer alabilir ve kişi olmanın evrimine ve onun sınırlarının nörolojik olarak hesaplanmasına yönelik ilk adım olabilir. Kendilik/kendilik-olmayan ayırıcısının bozulması, anormal toplumsal davranışlarda (ör, otizmde dokunmaktan iğrenme) ve beden algısında (ör, ihmalde, yani, bedenin bir kısmına sahip olunduğunun inkârında) rol oynayabilir. Ötekinin hesap edilmesi, genellikle araları açık olan sosyal psikoloji ve nörobilim disiplinlerini birbirine bağlayan bir köprü de sağlar.
İNCELİKLİ GÜLME: MİZAH
Diğer hayvanlardan daha uzun süre bağımlı olmak zorundaki insan yavrusu gelişimi sırasında anneyle arasında giderek karmaşıklaşan bir alma-verme ilişkisi geliştirir. Bu iletişimin konuşmadan önceki, hatta doğumda ortaya çıkan ilk işareti “ağlama”dır: “Ben rahat değilim.” Gülümseme ise ilk olumlu iletişim biçimidir: “Kendimi iyi hissediyorum.” 8. haftada seçici toplumsal gülümseme ortaya çıkar; bebek anne babasına gülümserken yabancılara gülümsemez. Buralardan başlayarak, mizahı kişilerarası ilişkileri açmak için bir anahtar olarak kullanmaya başlarız. Kişi bir gruba kabul edilmek istiyorsa, kendisini olumlu bir bakışla sunmaya çalışacaktır. Bu durumda mizah duygusuna sahip birinin tartışmasız üstünlüğü vardır. Eğer kendi mizahına gülebilirse, kabul edilme şansı daha yüksek olacaktır. Sevgi ve bağlanma isteği dışında, grupta statü elde etmeye de çalışırız. Hemen her grupta var olan bir rol, “soytarı” rolüdür. Soytarı bir takım işlevleri yerine getirir ve bu işlevler sayesinde kişi yeterince saygın bir konum kazanır. Böylece mizah bireyin toplumsal hiyerarşi basamaklarını tırmanmasına yardımcı olur. Yaptırımlardan kaçınmasına da yardım eder. Grupta riske girmeden “havayı koklamasını” sağlar. İlk zamanlardan beri gülme, grup üyeleri açısından bir güvenlik halini göstermektedir; artık tehlike beklenmemektedir ve hep birlikte kuşku duymadan eğlenmeye devam edebilirler. Radcliff-Brown’a göre, kişilearası mizah iletişimin çarklarını yağlar ve toplumsal ilişkilerin en az düzeyde çatışmayla tesis edilmesine izin verir. Gerek Lorenz’in, gerekse Radcliff-Brown’un yaklaşımları bir grupta mizahın başlıca toplumsal işlevlerinden birine işaret eder: gerginliğin ve çatışmaların azaltılması. Bunlar her grubun hayatının doğal ve kaçınılmaz parçalarıdırlar, fakat uzun süre devam ederlerse, grubun hayatını ve esenliğini tehlikeye düşürürler. Nasıl ki gerginlik ve çatışma bölünme ve ayrılık nedenleriyse, mizah ve paylaşılan gülme de toplayıp birleştiren etkenlerdir. Paylaşılan gülme yaşantısı grupta haz duygularını artırır ve grubun çekiciliğini yükseltir. Mizah grubun moralini yükseltir ve aralarındaki bağları güçlendirir. Ortak bir dil yaratır. Grubu kaynaştırır. Mahrem şakalar belli bir ölçüde yabancılara karşı bir savunma, bazen de bir saldırı olarak kullanılır. Mizah grubun sosyal yapısına katkıda bulunur: hem hiyerarşiyi vurgular, hem bulanıklaştırır. Grup normlarının korunmasında rol oynar. Yazılı bir kuralı ya da mahkemesi olmayan bir Eskimo kabilesinde adalet, mizah yeteneğini sınayan eski adetlere göre uygulanmaktadır. Önce davalı, sonra da davacı kalabalık önünde tüm olası mizah yöntemleriyle birbirlerine saldırırlar. Kim ne kadar fazla güldürürse o masum ilan edilir. Sadece hiyerarşide değil akranlar arasında da mizah karşılıklı uygunluğu ve hatta çekimi belirlemenin bir yoludur. Mizahın biz insanları toplumsal bir dayanışma içinde bir araya getirdiği ve başkalarına yönelik keyifli duygularla doldurduğunu söylerken, aynı zamanda güçlünün zayıf üzerindeki bir “zafer çığlığı” (Hobbes) olduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekir. Çünkü mizah, birinin gruptan dışlanmasının da bir yolu olarak uygulanabilir. “Dışardakiler” olmadan “içerdekiler” olmaz. Mizah kaynaştırdığı kadar, böler de; grup dışında kalanları uyarır: sınırları ihlal etme. O halde, gülmenin neşeli havası, onun çeşitli şekillerde ve çeşitli yetkelerce kullanılabilme özelliğini görmemizi engellememelidir. Bergson’un belirttiği gibi, mizah “eğitir”. Toplumun beklentilerine ters düşen bir insanî fenomen, cezayla karşılaşacaktır, yani bu durumda bu ceza, gülme anlamına gelir. “Gülme insanların davranışlarındaki ve çeşitli olaylardaki sapkın unsurları cezalandıran ve eleştiren bir toplumsal tepkidir.” Bu tepki söz konusu davranışın tekrarlanmasını önleyecektir. Öte yandan, yakınlarımıza yönelik saldırgan esprilerimizin bir kaynağının da haset olduğuna dikkati çekmek gerekir. Çünkü genel olarak, öteki kişinin daha iyi toplumsal konumuna haset duyarız. Bu şekliyle haset, gülmenin tarihini biçimlendirmede çok önemli bir rol oynar, belki de en önemli rolü. Espriler, aynı zamanda, topluma hasedin olumsuzluğunu boşaltma imkânı verir. Özetlersek, mizah, toplumsal bir varlık olarak insanların birbirleriyle etkileşimlerinde kimi kritik işlevleri yerine getirmektedir: toplumsal etkileşimin kolaylaştırılması; rağbet görme (popüler olma) ve arkadaşlık; saldırganlığın toplumsal olarak kabul edilebilir şekilde dışavurumu; girişken/baskın etkileşim tarzlarına aracılık etmek. Nitekim, bütün yaş gruplarıyla yapılan çalışmalar mizahı başlatan insanların genellikle topluma daha fazla katıldıklarını ya da akranları tarafından daha sosyal olarak değerlendirildiklerini göstermektedir. Sonuçta mizah duygusu bu duyguya sahip olmayanların karşısında sağladığı rekabet üstünlüğünden dolayı evrilmiş ve tüm insan topluluklarında yayılmıştır. Bugün artık insan ırkının kesinlikle mizah duygusu olmayan çok az üyesi vardır. Bu nedenle, başka birinin kafasının içinde mizahî bir olay sırasında olup bitenlerin anlaşılması, Homo sapiens’e üyelik için zorunlu bir koşuldur. Mizahın sadece kişileri değil, toplumu da değiştirmesi için sanatlar ve kitle iletişim araçlarından yararlanılır. Her baskı rejiminde bir tür yeraltı mizahı bulunur: ezenlerin zararına olmak üzere ezilenlerce paylaşılan gülme, korkuyu azaltır ve insanların hayatlarını sürdürmelerini kolaylaştırır. Totaliter rejimler kendilerine karşı olan mizahın gösterilerini önlemekle muhtemelen kendilerine zarar vermektedirler, çünkü gülme, gerginliğin ve düş kırıklıklarının boşalması için bir emniyet vanasıdır. Gene de, bitirmeden, gülmenin tüm bu bireysel ve toplumsal işlevselliklerinin ötesinde bir şeyi temsil ettiğine dair bir sezgiden söz edilebilir. Bunun en özlü anlatımı olabileceğini düşündüğüm, Sanders’in alıntıladığı şekliyle, Bataille’ın aşağıdaki pasajı belki daha neşeli bir bitişe izin verebilir: “Sonunda, edindiğimiz bütün bilgilere rağmen, dünyanın hâlâ bütünüyle bilginin dışında kaldığını; yalnızca dünyanın değil, insanın varlığının da ulaşılamaz olduğunu algılarız. İçimizde ve dış dünyada, bilgi yoluyla aktarılmamış olan ve yerini bilginin yalnızca ulaşılmaz olarak tanımlayabildiği bir şey açığa vurulur. Kanımca, güldüğümüz şey budur.”
KAYNAKLAR
* Howe NE. The origin of humor. Medical Hypotheses 2002; 3: 252-4
* Kivy P. Jokes are a laughing matter. Journal of Aesthetics and Art Criticisim 2003; 1: 5-15
* Kotthoff H. Gender and humor: The state-of-the art. Journal of Pragmatics 2006; 38: 4-25
* Nichols SG. Laughter as gesture: Hilarity and the anti-sublime. Neohelicon 2005; 2: 375-89
* Provine RR. Laughing species. Natural History. New York: Dec 2000/Jan 2001, 10: 72-7
* Provine RR. Laughing, Tickling, and the Evolution of Speech and Self. Current Directions in Psychological Sciences 2004; 6: 215-8
* Sanders B. Kahkahanın Zaferi: Yıkıcı Tarih Olarak Gülme. (Çev. Kemal Atakay) Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2001.
* Sev’er A, Ungar S. No laughing matter: Boundaries of gender-based humour in the classrom. Journal of Higher Education 1997; 1: 87-105
* Ziv A. The social function of humor in interpersonal relationships. Society 2010; 47: 11-18
Tartışma
Yorumlar kapatıldı.