PsikeArt, Kasım Aralık (12) 2014 (yanılsama), sa. 28-33
Her şey nasıl oluyor da böyle olabiliyor? Her gün nasıl sabah oluyor, yıldızlar nasıl gökte asılı durabiliyor, okuma yazma öğrensek de okul neden devam ediyor, büyükler bir araya geldiğinde neden hep tokalaşıyor, anneler neden şekeri gizli gizli tavada kavuruyor da bize gizli gizli veriyor, Allah nasıl her yerde olabiliyor? vs. Kimine göre felsefe, büyüyünce de sorular sormaya devam etmek demek. Ancak, sorular soranın da, yanıtlar verenin de aynı aygıt (aynı özne?) olması, hatta sorular sorup yanıtlar verenin aynı olduğunu düşünenin de aynı aygıt, yani, insan zihni olması; başka bir deyişle zihnin bilginin hem öznesi, hem de nesnesi olması, zaten ilginç olan insanlık durumunu daha da ilginç kılıyor.

Zihnin dünyaya -bilinç düzeyinde- bakışı, felsefenin sorduğu sorulara hangi yöntemle yanıt aranacağına göre değişir. Sorgulayan zihin, yanıtları bulmak için bir süredir temel olarak bilimsel yöntemi kullanmaktadır, daha iyisi olmadığı için. Bunu yaparken de, geçmişin bilgi birikimine dayanır. Bilimsel bilgiyi herhalde diğerlerinden ayıran ve onu diğer bilgi türlerinden daha güvenilir kılan, onun bu sorgulayıcı yapısıdır: Bilimsel düşünce soru sorar, araştırır, sonuçları yargılar ve yeniden araştırır. Bu durumda bilgi zaten elimizde mevcut olup sadece keşfetmemiz gereken bir dogmalar bütünü değil, “gerçek” dediğimiz şeyin değişken ve çok boyutlu yönlerine dair bazı ipuçları haline gelir. Buradan şöyle bir sonuç çıkar: Güncel bilim-karşıtı postmodern iddiaların aksine, şu anda dünyaya / evrene / kendimize dair birtakım bilgilere, sonuçlara ve yargılara ulaşmamızı sağlayacak, bilimsel yöntemden daha iyi bir yöntem –henüz- ortada görünmemektedir. Bilimin bu ayrıcalıklı konumu onu daha sorumlu kılar; bu yöntemlerle elde edilen bilgilerin kendi içinde sürekli ve kapsamlı bir eleştirisini gerektirir.
Doğanın kendisinde ayrı ayrı bir fizik, kimya, biyoloji, psikoloji, sosyoloji veya antropoloji bulunduğundan söz edilemeyeceğine göre, doğayı anlama yöntemlerinden biri, muhtemelen en güveniliri olan bilimsel düşüncenin tarihsel / toplumsal gelişim süreci içinde kimi alt dallara ayrılması, zihnin olan biteni daha iyi kavrayabilmek için böyle bir bölmeleme mekanizmasına ihtiyaç duyduğunu gösterir. Dışımızdaki dünyayı ve kendimizi kurgusal olarak çeşitli bölmeler şeklinde algılıyor olmak, onları “oldukları gibi” algılamıyor / yorumlamıyor olduğumuz anlamına gelir. İlk bakışta, bundan daha büyük bir yanılsama olabilir mi, diye düşünebiliriz. Ancak, insan zihninin ta başından beri doğayla ilişkisi içinde giderek onu daha iyi algılamayı, yorumlamayı ve dönüştürmeyi becerdiğini düşünürsek, zihnin doğayı “olduğu gibi” değil de çarpıtarak, neredeyse yanılsamalı bir şekilde algılaması ve yorumlamasının onun uyum sağlama gücünü artırdığı sonucunu çıkarabiliriz.
Bu çıkarımı kanıtlamak için görmenin bir özelliği olan “perspektif” örneğini verebiliriz. Biliyoruz ki, göz dış dünyayı “olduğu gibi”, yani gerçek büyükleri ve nitelikleriyle değil, zihnimizin dönüştürdüğü büyüklük ve niteliklerle kavrar: Uzaktaki nesneler daha küçük görünür. İki gözümüz olmasının sağladığı derinlik hissinin de etkisiyle, görüntülerin giderek küçülmesinin uzaklıkla ilgili olduğunu biliriz. Eğer gözümüz dışımızdaki şeyleri bugün olduğu gibi değil de, gerçek büyüklükleriyle algılasaydı ne olurdu, düşünmek bile zor! Her şey birbirine girer ve tek boyutlu bir “bakış açımız” olurdu. Bu nedenle, zihin evrimsel gelişimi içinde dünyayı bizim ona en iyi uymamızı sağlayacak şekilde algılama becerisi edinmiştir, diyebiliriz. Kısacası, yanılsama, adının çağrıştırdığı gibi, her zaman bir yanlışlık, bir hata değil; zihnin çalışma biçimlerinden, hatta temel biçimlerinden biridir. Psikolojinin algılamayı incelerken, onunla birlikte çoğu zaman çeşitli yanılsama biçimlerine değinmek zorunda kalmasının nedeni budur. Örneğin, çeşitli şekillerin aslında başka şey olduklarını fark ettiğimiz optik yanılsamaları lise psikoloji kitaplarından bile hatırlayanımız vardır.
19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başında insan psikolojisi üzerine düşünen bilim adamları zihnin algılama yeteneğini anlamak için, yanılsamaları incelemek gerektiğini fark etmişlerdi. Bildiğiniz gibi, Freud bunu kendi tarzınca yaptı: akademik psikolojinin yaptığı gibi zihni algılama, dikkat, bellek gibi fakültelere ayırarak değil, bütünsel açıdan ve görünmeyen yönleriyle birlikte inceledi. Sonuçta insanlığın en büyük yanılsamalarından biri daha ortadan kalkmış oldu: İnsan davranışlarının bilinçli / iradî eylemler olduğu, insanın bedeni ve beyninden oluşan kendi evinin ve hatta dış dünyanın, toplumsal konumunun efendisi olduğu yanılsaması. Bilindiği gibi, insanın en büyük yanılsaması kendini evrende narsistik bir biçimde konumlandırmasıydı: Eşref-i mahlûkat olarak diğer yaratıklardan üstün, yedi kat gökyüzünün ortasındaki dünyasında, her şeyi kendisi için kullanma hakkına sahip bir efendi. Ancak, önce Kopernik Devrimi evrenin merkezinde yer alan, güneşin ve yıldızların etrafında döndüğü dünya anlayışını değiştirdi. Ardından Darwin, insanın sadece bu dünyada hasbelkader yer almayı başarmış bir yığın türden bir tür olduğunu saptadı. Yetmezmiş gibi, Marx da insan bilincinin nasıl mevcut üretim ilişkileri ve toplumsal varlığı tarafından belirlendiğini gösterdi. Freud bu yanılsamalardan arınma / demistifikasyon sürecine nihai darbeyi vurdu: İnsanın davranışlarında bilinçdışının rolünü göstererek onun kendi evinin bile efendisi olmadığını buldu.
Gerek felsefe, gerekse psikoloji için “yanılsama”nın, temel önem taşıyan kavramlardan biri olduğu görülmektedir. Bugün hâlâ kullanmakta olduğumuz zeka testlerini geliştiren Alfred Binet (1894) “Her birimiz bilerek ya da bilmeyerek duyularımızın bir çok kez yanıldığını hissetmişizdir. Duyularımız bize her zaman gerçeği söylemezler… aslında tam olarak söylenirse, bizi aldatan duyularımız değil, aklımızdır” diyordu. Kant da Saf Aklın Eleştirisinde, gerçek (truth) ile görünüşün (appearance) nesnede değil, yargıda bulunduğunu belirtir. Saf entelekt asla yanlış yargılarda bulunmaz, çünkü her zaman kendi yasalarına göre hareket eder ve zorunlu olarak kendisiyle özdeştir. Saf duyular doğru ya da yanlış yargılarda bulunmaz; onun hiç yargısı yoktur. O halde, yanlış yargılar her zaman saf entelekt ile saf duyular arasındaki etkileşimden kaynaklanır. Buradaki önemli nokta hem entelektin, hem de duyuların hiçbir zaman saf olmamasıdır. Tüm bilgiler ve yargılar ikisine de bağlıdır. Kant bu ilişkiye, entelektin X-ekseninde, duyuların Y-ekseninde bulunduğu (matematik anlamda) bir “fonksiyon” adını verir. Bu durumda her bilgi bu fonksiyon eğrisinin bir yerinde yer alır ve Kant bu ilişki için “yanılsama” terimini uydurur. İlginç olan, bu tür yanılsamadan kurtulmanın imkânsız olmasıdır. Kant’ın buna aşkın yanılsama (transcendental illusion) demesinin nedeni budur. Aşkın yanılsama, aşkın eleştiri (transcendental critique) ile açığa çıkarılabilir, fakat yanılsama olmadan bilgi edinmek imkânsızdır. Hatta daha ötesi: yanılsama sadece “doğal” ve her bilgi için kaçınılmaz değil, aklın kendisinin de temelidir. Yanılsama aklın çalışması için esastır (Pias C. Analog, digital, and the cybernetic illusion. Kybernetics 2005; 34(3/4): 543-50).
Psikanalist Winnicott için de yanılsama, insan zihninin gelişim sürecinde zorunlu bir uğraktır. Winnicot bebeğin hayata “bütünleşik olmayan” bir halde başladığını söyler. Kendiliğin çekirdeklerini oluşturan bu dağınık kendilikler, anneyle ilişki içinde, annenin sağladığı kucaklayıcı çevre içinde bütünleşir, gelişir. Bu kuşatıcı çevre, annenin eşduyum (empati) yeteneği sayesinde çocuğun ihtiyaçlarını karşılamasıyla sağlanır. Böylece anne “dünyayı çocuğa getirir.” Çocuk uyarıldığında ihtiyaçlarına uygun bir nesneyi –neredeyse- anımsar. Anne tam uygun bir anda uygun bir nesne sunar: Örneğin, meme. Bu, “yanılsama ânı”dır: Bebek nesneyi kendisinin yarattığına inanır. Çocuk varsanıp anne sundukça, anımsamanın içeriği giderek daha çok gerçeğe yaklaşır. Bebek kendini tümgüçlü, her şeyi yaratan olarak hisseder. Bu tümgüçlülük sağlıklı gelişimin ve kendiliğin sağlamlığının temeli olur. Çocuk bu sayede dış dünya üzerinde egemenlik kurma, onu kontrol etme duygusunu yaşar, böylece temel kendine güveni gelişir. Bu duygu çocuğa, yanılsamaları yıkıldığında, gerçeklikle baş edebilme gücünü sağlar. Fakat başkalarıyla temasın olmaması kadar, onlar için hep el altında olmak da kendiliğin bekası için ağır tehlikeler oluşturur. Oysa annenin talepkâr olmayan bir mevcudiyet sağlaması yalnız kalma kapasitesi kazandırır. Winnicott çocuğun kişilik gelişimi için önemli olan bu yeteneğe, “yeterince iyi anne”lik adını verir. Varsanılı tümgüçlülük tesis edilince, çocuk için dünyanın gerçekliğinin denetiminin dışında olduğunu öğrenmesi ve güçlerinin sınırlarını hissetmesi gereklidir. Bu öğrenmeyi mümkün kılan şey, annenin yavaş yavaş bu dünyayı çocuğun taleplerine uygun olarak şekillendirmedeki başarısızlığıdır. Anne “annelik mesleği”nden kurtulup tekrar hayatının diğer alanlarıyla ilgilendikçe, çocuk yapamayacağı, yaratamayacağı, olduramayacağı şeylerle uzlaşmaya zorlanmaz. Bu sert gerçeklikler çocuğun içindeki ayrılma itkisiyle de kolaylaşır. Böylece annenin ego örtüsü ve duyarlılığı, çocuğun etkin ego işlevlerinin çalışmasındaki artışla âhenk halinde azalır (Greenberg JR and Mitchell SA. Object Relations in Psychoanalytic Theory. Harvard University Press, Massachusetts, 1983).
Çocuğun annesi ve kendisi arasındaki ayrımı fark ettiği, ama henüz ayrılığa hazır olmadığı dönemde çocuk tipik olarak belli bir nesneyi (anahtar, oyuncak, biberon, battaniye, vb.) sürekli yanında taşır, onun üzerinde mutlak egemenlik kurmaya çalışır. Çocuk nesne üzerinde tümgüçlü bir kontrol kurduğu durumla kendi sınırlarını kabullendiği durum arasında böyle bir geçiş nesnesine ihtiyaç duyar (Tura SM. Günümüzde Psikoterapi, Metis Yayınları, 2000). Geçiş nesneleri, varsanılı tümgüçlülük ile nesnel gerçekliğin tanınması arasındaki gelişimsel durağı temsil ederler. Bunların ne fanteziler gibi büyülü bir denetim altında, ne de gerçek anne gibi denetim dışında olmasının yarattığı belirsiz ve paradoksal durumdan dolayı geçiş nesneleri çocuğun tamamen öznel bir dünyanın merkezi olma hissinden diğer kişiler arasında bir kişi olma duygusuna tedricen geçişini sağlarlar. Bunlar erişkinde fantezilerle, idealarla ve dünyanın imkânlarıyla şaşırtıcı ve özgün bir tarzda oynama kapasitesi olarak belirir. Din, sanat ve çeşitli yaratıcılık alanları bu iki uç arasında, yani yanılsamalı tümgüçlülük ile nesnel gerçeklik arasındaki bu üçüncü alana dayanır (Greenberg and Mitchell, 1983).
***
Yanılsama (illüzyon) denince akla “illüzyonist”lerin gelmesi kaçınılmaz. Eskiden mahallelere gelip hünerlerini sergileyen bu illüzyonistler (sihirbazlar) şimdi daha azlar sanki. Eğer öyleyse, nereye gittiler? Neden? Bunun nedeni hayatın giderek daha fazla yanılsamalar / illüzyonlar üzerine kurulması olabilir mi? Sinemayı, televizyonu, şimdi de interneti düşününce, gerçek ile yanılsama olanın ayrımının giderek bulanıklaştığını söyleyebilir miyiz? Bir zamanlar bilim ile büyünün / sihrin ya da yanılsa(t)manın bu denli birbirlerinden ayrılmamış olduklarını biliyoruz. İlksel toplulukların büyücüleri hem bilge, şifacı, öğüt verici ve kâhin, hem de büyücü, din adamı ve illüzyonistlerdi. Ortaçağ’ın dinsel otoritesi, diyalektik biçimde, kendi sapkınlarını; büyücülerini, sihirbazlarını, cadılarını yarattı. Kapitalizimin gelişmesi; sanayileşme ve kentleşme ile birlikte, rasyonelite egemen hale geldi. Rönesans, reform ve aydınlanma, bu sürecin tarihsel uğrakları olarak adlandırılabilir. Bu demistifikasyon süreci, aslında büyük ölçüde dünyayı anlama ve değiştirme çabaları olarak ifade edebileceğimiz fizik, biyoloji, kimya gibi temel bilim dallarında hızlı bir gelişmeye yol açtı. Bu gelişmenin dışarıdan içeriye, yani, evrenden dünyaya, oradan topluma ve en sonunda insanın kendisine doğru bir seyir izlediği ileri sürülebilir. Her ne kadar doğrusal ya da dairesel değil sarmal bir biçimden söz ediyorsak da, bu, aynı zamanda insanın önce toplumsal süreçlerinin (toplumbilim), biyolojisinin ve son olarak psikolojisinin “aydınlanmaya” başladığı bir süreç olarak okunabilir.
Psikolojinin ayrı bir bilim dalı olarak 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarında belirmeye başladığı görülüyor. Kraepelin’in psikiyatrik hastalıkları tanımlama ve sınıflandırma girişimleri, Freud’un psikanalizi icadı; Pavlov’un davranış psikolojisi alanındaki çalışmaları, psikolojinin bugüne değin süren ana akımlarının temellerini daha o yıllarda attı. Bugün hala kullanılan zekâ testlerini geliştiren Alfred Binet gibi akademik psikologlar da “algılama” ile “yanılsama” ilişkilerini o yıllarda araştırmaya başladılar. Binet’in yöneticisi olduğu psikoloji laboratuarında “sihirbazlarla” yaptığı çalışmalar, sadece psikolojinin geldiği yeri değil, yanılsama ile algılamanın bugün de tartışmaya açık ilişkilerine dair açıklayıcı bir örnek olabilir.
Binet’in algılamayı anlamak için sihirbazlarla çalışmayı düşünmesi kadar, hatta ondan daha da ilginç olan, Paris’in en ünlü beş sihirbazının ortak çalışmayı kabul ederek laboratuarda incelenmeye gönüllü olmalarıdır. Sihirbazlık gibi insanları el çabukluğu ve dikkati çeldirme gibi yöntemlerle kandırmaya dayanan ve sırrın başarı için zorunlu olduğu bir mesleğin sahiplerinin kullandıkları yöntemleri bilimin incelemesine sunmaları, bugünden baktığımızda, bilime saygının düzeyi açısından epey düşündürücüdür. Çünkü o yıllarda sihirbazların / illüzyonistlerin bu öneriyi kabul etmelerinin temel nedeni, kendilerini de bilim dünyasının bir parçası olarak görmeleriydi. Nitekim bu kişiler mesleklerini icra ederken ve bıraktıktan sonra da meraklı bir buluşçu ve alet geliştirici olmaya devam ettiler. Örneğin, Robert-Houdin, ki meşhur Houdini adını ondan almıştır, sahne dışında kendisini bilim adamı olarak gören diğerleri gibi, aygıtlar yaptı, yeni aletler icat etti. Uzun bir saatçiler soyundan geliyordu ve sihirbaz olmadan önce geçimini bu işten sağlıyordu. Optik ve mekanik aletlere düşkündü; özellikle de otomatlara. 1844’te Paris’teki uluslar arası bir sergide buluşları nedeniyle ödül almıştı. 1852’de kendi tiyatrosunu (Théâtre Robert-Houdin) damadına satıp Paris’in dışındaki malikânesine taşındı. Orada kendini optik, mekanik ve elektriksel buluşlar üzerine çalışmaya adadı. 1855’te gene Paris’teki uluslar arası bir sergide elektriğin saatlere uygulanması çalışmasıyla altın madalya aldı. 1860’larda kendi bulduğu yedi optik aletle ilgili 60 sayfalık bir not yayımladı. Sonraki yıllarda çeşitli teknik buluşlarıyla süslediği evi de kendisi kadar ünlü oldu (Lachapelle S. From the stage to the laboratory: magicians, psychologists, and the science of illusion. Journal of the History of Behavioral Sciences 2008; 4: 319-34).
O yıllarda bir Fransız sihirbaz tarafından yapılan bir alet hâlâ kötü ününü sürdürmektedir. 1888’de kendisi de sihirbaz olan Georges Méliès, Théâtre-Robert-Houdin’i satın aldı. Birkaç yıl sonra Louis Lumière ona son buluşunu gösterdiğinde kameranın sihir gösterileri için taşıdığı olanakları hemen anladı. Lumière’in aleti satması için yalvardı, olmayınca kendisi yapmaya karar verdi. 1895’te Méliès Théâtre-Robert-Houdin’de dünyadaki ilk halk sinemasını açtı. Ekim 1896’ya doğru başkentin hemen dışında Montreuil Sous-Bois’da ilk sinema stüdyosunu kurdu. İlk filmlere sahne teknikleri, yanılsama ve özel efektler sanatını getirdi. 1914’te ünlü tiyatro kapandı ve yeni bir bulvar açılması için yıkıldı. Birinci Dünya Savaşı’na doğru halk sihir gösterilerine ilgisini kaybetti ve şehrin her yanında hızla açılan yeni sinemalara döndü. Cesareti kırılan ve yıkılan Méliès filmlerinin çoğunu yok etti, bir tren istasyonunda kiosk açtı ve orada 1930’daki emekliliğine kadar şekerleme ve oyuncaklar sattı (Lachapelle 2008).
Buradan, eski sihirbaz gösterilerinin neden giderek azaldığı sorusuna yanıt bulabilir miyiz? Öyle ya, televizyon gibi çok renkli görsel / işitsel kitle iletişim araçlarının ve internet gibi hem devasa bilginin ulaşılabilir olduğu, hem de yeni ilişki biçimlerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan bir ortamın böylesine yaygınlaştığı günümüzde, illüzyonislere ihtiyaç kalmamış olabilir mi? Hep söylendiği gibi, savaşların bile bir oyun gibi izlendiği, arkadaşlıkların ve aşkların sanal olarak yaşanabildiği, zaten yanılsamalı bir dünyada yaşıyor olabilir miyiz? İllüzyonistlikten sinemaya geçen, ama orada da umduğunu bulamayan Méliès’in hayatı bu açıdan öğretici bir deneyim olarak okunabilir mi? Sahnede en yaygın kullanılan yanıltma yöntemi olan optik hilelerin yerini televizyonun, internetin ve sinemanın sağladığı görsel şölenler almış olabilir mi? Bu soruların yanıtını belki de yanılsamalara duyduğumuz o derin ihtiyacımız ile yaşadığımız olguların dayattığı meydan okumaları “gerçekten” bilme ve görünenin ardındaki gerçeği anlama ihtiyacımızın derecesi belirleyecek.
Tartışma
Yorumlar kapatıldı.