PsikeArt, Ocak Şubat (25) 2015 (vicdan), sa. 30-37
Psikanalize bulaşmadan “vicdan” üzerine yazmak, Marx’sız bir toplumbilim yazmaya benzer. “Kendilik ve Nesne Dünyası”nı, psikanalizin Freud’a ait öncüllerini de terk etmeden, nesne ilişkileri, hatta kendilik psikolojisi ile uyumlu, üstelik çok anlaşılır bir dille yorumlama “dehası” gösteren Edith Jacobson, bir cümlesinde Freud’un zihne dair üçlü yapısını gündelik dile çekincesizce çevirir: “Çatışma dönemlerinde arzunun, yani idin; aklın, yani benin; ve vicdanın, yani üstbenin sesini duymamız rastlantı değildir”. O halde, tam olarak karşılık gelip gelmediği tartışmalarına girmeden, vicdanla kast edilenin üstben olduğunu varsayarak işe başlayalım. Geçerliliği ortak kabul görmüş başvuru kaynaklarından biri olan Psikanaliz Dili’ne göre üstben, Freud’un ruhsal aygıta dair ikinci kuramında

betimlediği üç kişilik kesiminden (agency) biridir (diğerleri ben ve altben). Üstbenin ben’le ilişkisinde oynadığı rol, bir yargıcın ya da sansürcünün rolüne benzetilebilir. Annebaba yasakları ve talepleri aracılığıyla oluşan bu yargıç ya da sansürcü, doğal olarak Ödipus karmaşasının mirasçısı olarak ortaya çıkar. Yasaklanmış olan Ödipal isteklerini doyurmaktan vazgeçen çocuk, annebabaya yönelik yatırımını onlarla özdeşleşmeye dönüştürür; yasakları içselleştirir. Bu anlamda üstben, ben’den ayrılan ve ona egemen olan bir işleyiştir (agency). Ben’in bir parçası kendini diğerinin üzerinde konumlandırır, onu eleştirel bir şekilde yargılar ve ona adeta nesnesiymiş gibi davranır. Amacı, isteklerin doyurulmasını ya da bilinçli hale gelmesini engellemektir. Bilinçsiz (unconscious) bir şekilde çalışır. İki parçalı bir yapıdan oluşur: ben-ideali ve eleştirel bölüm (agency). Üstben’in oluşumu sevecen ve hasmane Ödipal isteklerden vazgeçilmesi üzerine kurulsa da, daha sonra toplumsal ve kültürel gerekliliklerin (eğitim, din, ahlak) de katkılarıyla daha da işlenmiş hale gelir. Burada Freud’un kimi karışıklıkları önlemek için dikkati çektiği nokta, çocuğun üstbenini aslında annebabalarını değil, onların üstbenlerini örnek alarak inşa etmesi, bu yüzden de onun geleneğin ve böylece kuşaktan kuşağa yayılan, zamana dirençli tüm değer yargılarının aracı haline gelmesidir. Özetle üstben (vicdan diyelim) içimizde annebabanın (ve dolayısıyla toplumun ve kültürün) doğru ve/veya yanlış olarak gördüğü şeylerin içselleştirilmesi sonucunda ortaya çıkan denetleyici bir mekanizma olarak tanımlanabilir.
Bu yazıda topluma karşı (antisosyal) kişilik ya da psikopati olarak bilinen ve vicdanla kendine özgü sorunları olduğu düşünülen kişilerle ilgili nörobilimsel kanıtları gözden geçirmeye çalışacağım ve şunu soracağım: Eğer suç işleyen bir kişinin o suçu işlediği sırada yaptığı hareketi değerlendirebilecek zihinsel yeteneklere sahip olup olmadıklarını sorguluyor ve suç sırasında bu yeteneğe sahip olmadıklarını düşündüğümüz kişileri “normal” cezalandırma sisteminden ayrı tutuyorsak, toplum karşıtı (ya da psikopat) olarak sınıflandırılanları neden bu şekilde ele almıyoruz? Bu soru’nun suç ile psikolojik durum ilişkisine dair çok genel ve -pek ilgi görmeyen- bazı tartışmalar için bir giriş olabileceğini düşünüyorum. Kaldı ki, kişiliğin biyolojiden bağımsız olarak, salt psikolojik etkenler (öyle bir şey yok elbette, ama tartışma için var kabul edelim); sözgelimi, yetiştirme ile biçimlendiğini, çocuğun hayatının ilk yıllarındaki yaşantılarının erişkinlikteki davranışlarını belirlediğini varsaysak bile, ihmal ve istismarlarla dolu, kötü bir çocukluk yaşadığı için topluma karşı kişilik bozukluğu (psikopati) geliştirmiş olan bireyin suça eğilimini, ciddi bir başka ruhsal rahatsızlıktan (örneğin, şizofreniden) kaynaklanan ve o kişinin cezaevine değil de “akıl hastanesi”ne gönderilmesine yol açan süreçlerden ayırmamızı gerektiren mantık nedir? Bu akıl yürütme biçimi bile tartışmalıyken, bir de şöyle düşünelim: Topluma karşı kişilik bozukluğu olan kişilerin beyinlerinde bazı arızaların bulunduğu gösterilmiş olsun. Peki, bu kişiler beyinlerindeki bu kusurlar nedeniyle suça ya da şiddete yatkın hale gelmişlerse, hukukta bunun bir karşılığı olmayacak mıdır? Sadece hukuki ya da tıbbi değil, ahlaki de bir sorudur bu. Hem vicdan dediğimizde ahlaktan da söz etmeye başladığımız için, hem de suç ve ceza ilişkisi aynı zamanda ahlaki bir konu olduğu için… Onun için, önce ahlaktan başlayalım.
Evrimsel Açıdan Ahlakın Gelişimi
Ahlak, haklar ve ödevler, iyi ve kötü karakter özellikleri (erdem ve kötülük), doğru ve yanlış amaçlar ve davranışlara dair düşüncelerden oluşan bir zihinsel fenomendir. Böyle bakıldığında, tüm normal insanlar bir ahlak duyusuna (sense of morality) sahiptir. Başka bir deyişle, ahlak türe özgü ve kültürel açıdan evrenseldir -insan doğasının ayrılmaz bir parçasıdır. Toplumsal öğrenme kuramcılarına göre, toplumsallaşmayı sağlayan kurumlar çocuklara ahlak duyusu aşılarlar: kültürlerinin normlarını öğretir, kurallara uyduklarında ödüllendirir, itaat etmediklerinde cezalandırır, iyi örnekler oluşturur, önerdiği ve yasakladığı davranış biçimleri için gerekçeler sunarlar. Bilişsel-gelişimsel kuramcılar ise, ahlak duyusunun edinilmesini çocukların ahlaki konuları anlama/ “inşa etme”, başkalarının bakış açılarını kavrama, toplumsal ilişkileri koordine etme ve akılcı ahlaki kararlar verme kapasitelerinin gelişmesi açısından açıklarlar. Darwin ise, ahlakın köklerinin birçok sosyal türde evrim göstermiş olan prososyal içgüdüler kümesinden geliştiği görüşündedir. O, ahlakın evriminde dört aşama sıralar: Öncelikle, ilk insanlar sosyal içgüdüleri insansı atalarından miras alırlar. Bunlar “bir hayvanı hemcinsler topluluğundan haz almaya, onlara sempati duymasına ve onlar için bazı hizmetleri görmesine neden olurlar.” Ardından insanlar giderek artan bir incelikte entelektüel yetenekler edinir, bunlar insanları bir vicdanla donatır. “Dil gücünün edinilmesinden ve toplumun istekleri ifade edilebilir olduktan sonra, her bir üyenin kamusal yarar için nasıl davranması gerektiğine dair ortak kanı doğal olarak büyük ölçüde eyleme yol göstermeye başlar.” Son olarak da “toplumsal içgüdü alışkanlıkla büyük oranda güçlenir ve sonuç olarak toplumun isteklerine ve yargısına itaat edilir.” (Krebs 2008).
Bazı hayvanlar, primatlar ve insanlar neden toplu halde yaşamayı seçmişlerdir? Toplu yaşamanın evrimsel yararı nedir? Hayvanlar mal ve hizmet alışverişi yaparak ve besin elde etme, düşmanlarına (predator) karşı savunma, parazitleri temizleme ve barınak inşa etme çabalarını eşgüdümleyerek grup yaşantısından yararlanabilirler. Eş seçmek, çocuk büyütmek, bakmak, büyük av hayvanlarını öldürmek, grubu savunmak, araziyi korumak da işbirliğiyle daha verimli bir şekilde yerine getirilebilen işlevlerdir. Demek ki, grupların üyeleri diğerleriyle işbirliğine girerlerse tek başına yaşamaya göre daha iyi bir hayatları olur, fakat ya herkes başkaları daha çok verirken kendileri daha çok almaya çalışırsa? Herkes bencilce davranırsa sömürülecek işbirliği eğilimli üyeler azalır, işbirliği sistemi çöker. Dahası, işbirliğine eğilimli kişilerle işbirliği yapmanın öteki boyutu, işbirliği yapmayanların dışlanmasıdır: Dışlama, bencil bireyleri toplumsal alışverişin yararlarından yoksun bırakır (Krebs 2008).
Özetle, toplu halde yaşamayı kolaylaştırmak için özgeci tutumların gelişmesi ve kuşaklar boyu sürdürülmesi gerekir. Bu nasıl olmaktadır? Özgecilik şu mekanizmalar yoluyla evrilir: 1) Cinsel seçilim 2) Akraba seçilimi 3) Grup seçilimi. Karşı cinse çekici gelen ve bu nedenle eş seçme olasılığını artıran özellikler, sağkalım için optimal olmasalar bile, evrim gösterirler. Potansiyel eşler iki nedenle özgeci özelliklere sahip olan partnerleri yeğleyebilirler: Bu özellikleri taşıyanlar kendilerine ve yavrularına özgeci davranılar ve “iyi genler”in habercisidirler. Akraba seçilimi, soy genleri yoluyla kopyalarını paylaşan diğer bedenleri korumak için kendi bedenlerini feda etmeye yatkınlaştıran mekanizmalar geliştirmelerine yol açarak sıklığını artırırlar. Yakınlık arttıkça feda düzeyi de artar. Gruplar arasındaki çeşitlilik, grup içindekinden görece daha fazla, gruplar arasındaki özgecilik seçilimi grup içindekinden hızlı ve grup optimal zamanlarda dağılıyor / şekilleniyor ise… grup seçilimi özgecilik yönünde olur. Genel olarak ahlaki erdemler de aynı yollarla evrim gösterirler: Ahlaki erdemler potansiyel eşler için çekicidirler; iyi genlerin habercisidirler; sadece grubun en uygun olanlarının sürekli bir temelde sergileyebilecekleri bedeli yüksek işaretler oluştururlar, yani, yapmacık olmaları zordur; bunlara sahip olanların eşlerine ve yavrularına yatırım yapmaya istekli/yetenekli olduklarının habercisidirler. Ayrıca, çatışmaları kavgaya zemin hazırlayan bencil stratejiler kullanarak çözmek, hayvanlar aleminde hemen her zaman ikincil bir seçenektir. Hayvanlar genellikle koşullu stratejiler kullanırlar. Başka bir deyişle, çoğu karar verme mekanizması esnek, seçmeli, “eğer/o zaman” karar verme kuralları/stratejileri içerir. Bu, hayvanları farklı toplumsal bağlamlarda farklı tepkiler vermeye hazırlar. İnsanlar da koşullara bağlı olarak iyi ya da kötü davranabilirler (Krebs 2008).
Duyguların ve Dilin Rolü
Toplumsal öğrenme mekanizmaları atalarımızın uyum sorunlarını çözmelerine yardımcı oldukları için evrilmişlerdir. Genler insanların kültürün özelliklerini ahlaki normlar olarak yaratmalarına, seçmelerine, korumalarına, aktarmalarına ve düzeltmelerine olanak veren zihinsel mekanizmaların üretilmesine öncülük ederler. Fiziksel olarak kirli olguların uyandırdığı iğrenme hisleri, ahlaki kirlilik hislerine genelleşmiş ve onlarda somutlaşmış; beslenmeyle ya da cinsellikle ilgili kısıtlamaları destekleyenler gibi ahlaki inançlara ve yargılara yol açmış olabilirler. Ahlak (morality) duyusunu oluşturan düşünceler ve hisler kümesi, bireylerin biyolojik yararlarını azamileştiren işbirliğine dönük toplumsal ilişkileri güçlendirmelerine olanak verecek şekilde evrilmişlerdir. Özetle, evrim sonucunda ortaya çıkan ahlak ilkeleri karşılıklı yarar sağlayan, işbirliğine dönük ilişkiler geliştirmenin en etkili araçlarını oluşturdukları için evrililirler (Krebs 2008).
Darwin’e göre duygular, hayvanların karşı karşıya kaldıkları yiyecek bulma ve tehlikeye karşı korunma gibi sorunlara daha uyum sağlayıcı çözümler bularak sağkalımını artırmak için evrilmişlerdir. Hayvanlarda ve insanlarda duygular ödüllendirici ve itici uyaranlara kalıcı yanıtları düzenler, zihin-beden sistemini örgütler, bellek, fizyoloji, davranış ve toplumsal etkileşimler yoluyla algılamayı düzenler. Ahlak, ilkel sorun çözme yargılama ve toplumsal farkındalık biçimlerinin daha yüksek bir düzeye dönüşmesi olarak görülebilir. Duygular bilişsel boyutlarla da sıkı bir ilişki içindedir. Sonuç olarak duygular ahlaki süreçte yapıcı bir rol oynayabilirler, çünkü tüm bilişsel etkinlikler içgüdü ve bilginin gelişmesine yöneliktir. Edinilen bütün içgörüler ve bilgiler ahlak gelişiminde ve etkinliklerde yararlı ve değerli olabilirler. En azından empati, suçluluk ve sevecenlik gibi bazı duyguların bilişsel ve akılcı düşünme ve davranışlarla açık ilişkilerinden ötürü ahlaki olarak önemli oldukları ileri sürülebilir (Martens 2002).
İnsanları prososyal davranışlara yönelten evrimsel mekanizmalar etkinleştiğinde, korku, dehşet, kızgınlık, iğrenme, suçluluk, utanç, minnet, bağışlama, pişmanlık, sevgi, sempati, sadakat, dayanışma olarak yaşadıkları psikolojik durumlar üretirler. Örneğin, ahlaki standartlarını ihlal ettiklerine ya da ahlaki yükümlülüklerine göre yaşayamadıklarına inandıklarında, suçluluk hisleri etkinleşir. Suçluluk insanları onarıcı davranışlarda bulunmaya yöneltir. Prososyal davranışlara eşlik eden duygulanımsal yaşantılar ilksel bir ahlak duyusu oluştururlar. Darwin, hayvanların toplumsal içgüdülerine uygun davrandıklarında kendilerini iyi, memnun, öyle yapmadıklarında kötü hissettiklerini söyler. Ona göre “insan, hemcinslerinin jestleri ve diliyle ifade ettiği istekler, onaylar ve suçlamalardan çok fazla etkilenirler.” Toplumsal reddedilme, beyni, insanlar fiziksel acı yaşadığında olanlara benzer şekilde etkinleştirir. Başkalarının imgesel olarak onaylaması ve reddetmesi gurur, korku, utanç ve suçluluk gibi duyguları etkinleştirir. Çocuklar bunları vicdan denen zihinsel mekanizmadan çıkıyor gibi yaşarlar. Korkulu çocukların daha güçlü vicdanlar geliştirdikleri gösterilmiştir. Duygulanımsal duyarlılığı zaafa uğramış bireyler ise zayıf vicdanlar geliştirirler. Kısacası, insanlar gruplarını desteklediklerinde ve toplumsal bağlar geliştirdikleri kişilerin esenliğine katkıda bulunduklarında gurur duyacak ve toplumsal yükümlülüklerini yerine getirmediklerinde suçluluk hissedecek; aynı şekilde, diğerleri onların esenliğine katkıda bulunduklarında minnet duymak ve diğerleri onları aldattığında ve adalet ilkelerini ihlal ettiğinde ahlaki kızgınlık hissedecek şekilde evrilmişlerdir (Krebs 2008).
İlk insanlar düşünceleri dil aracılığıyla simgesel bir şekilde aktarma kapasitesi kazandıklarında stratejik toplumsal etkileşimlerin dinamikleri dramatik ölçüde değişmiştir. Simgesel dil insanların o anlık onaylarını ve redlerini iyi ve kötü gibi sözcüklerle ifade etmelerine olanak vermekle kalmaz, geçmişte olan olaylara dair yargıları aktarmalarını, gelecekte olacak olaylara dair yargılarda bulunmalarını, gruplarının diğer üyeleriyle gözlemlerini ve fikirlerini paylaşmalarını, yargılarını ikna gücünü artırması beklenen mantıklar, açıklamalar ve gerekçelerle desteklemelerini sağlar. İnsanların kültürlerinin üyeleri tarafından biriktirilen ve kuşaklar boyunca aktarılan bütün bilgileri kendi başlarına öğrenmeleri olanaksız olduğundan, başkalarının ifade ettiği fikirlere inanmak ve öğütlerini dinlemek uyum sağlayıcı bir şeydir. Eğer her şeyi kendi başımıza öğrenmek zorunda kalsaydık, ne kadar az şey bilirdik, ne kadar çok hata yapardık. Buna karşın, insanlar her türden çelişik fikirlerle de karşılaşırlar ve muhtemelen hepsini kabul etmezler. Demek ki, esenliklerini artıran ve azaltan öğütler arasında ayrım yapmalarını mümkün kılan mekanizmalara sahip olan bireyler, bu ayrımı yapamayanlardan daha başarılıdırlar (Krebs 2008).
Toplum Karşıtı Kişiliğin Nörobiyolojisi
Ahlaki gelişim genellikle psikolojik, toplumsal ve biyolojik (nöroloji, biyokimyasal ve kalıtsal) etkilerin karşılıklı etkileşiminin sonucudur. Örneğin, suça eğilimli kişilerin çocukluklarında annebabalarıyla reddedilmeye/belirsizliğe dayalı ilişkiler, erken yaşlarda fiziksel/duygusal yoksunluk/istismar yaşadıkları yönünde güçlü kanıtlar vardır. Çocukluğun ilk dönemlerinde kötü muameleye (fiziksel, cinsel, duygusal istismara) uğramak ve bakıcı kusurları, hipotalamus-pitüiter-adrenal sistemin nörobiyolojisini değiştirebilir ve psikopatlarda gözlemlenen duygulanım sorunlarının etiyolojisinde çok önemli rolü olan amigdala bozulmalarına katkıda bulunabilir. Annebabanın tepkisizliği normal insanlarda kaygı doğuran uyaranlara korku sergileme olasılığının azalmasına neden olabilir. Kurumlarda büyümüş ve incindiklerinde ilgi görmeyen çocuklar, duyarlı olmayan bir çevrede bilinçli olarak kendilerinin ve başkalarının yaralarını önemsememeyi öğrenirler. Çocuklar diğerlerinin nasıl hissettiklerini çevrelerindekilerin hislerini nasıl sergilediklerini gözlemleyerek öğrendiklerinden, çocuklarıyla iletişim kurmaya zaman ayırmayan istismarcı ve ihmalci annebabaların (hem sözel, hem de fiziksel olarak) bu çocukların başkalarının bakış açılarını ya da duygusal gösterilerini tanıma ya da anlama yeteneklerini eksik bırakabilirler. Dolayısıyla, psikopatinin çevresel etkenlere ve erken dönemde yaşanan tersliklere karşı evrilmiş davranışlar yelpazesinin bir parçası olabileceği ileri sürülmüştür (Daversa 2010).
Bir takım nörobiyolojik anormallikler duygusal ve/veya bilişsel işlev bozukluklarıyla ilişkilidirler. Sonuç olarak bu duygusal ve bilişsel işlev bozuklukları sıklıkla ahlaki bozukluklarla bağlantılı olacaklardır. Nörobilimin verileri duyguların yargılama ve akıl yürütmede önemli bir rol oynadıklarını göstermektedir. Çeşitli beyin yaralanmaları ve beyin-omurilik bozuklukları ciddi kişilik değişiklikleriyle ve duygusal sorunlarla ilişkili olabilirler. Bunlar da uyumsuz davranışlara neden olabilirler. Orbital frontal korteks (OFC), daha önceki duygusal olarak önemli deneyimlerden yararlarak gelen bilgileri mevcut işlevlere esnek bir şekilde uygulayabilecek tarzda kullanabilir. OFC beden tepkilerinin temsillerine ulaşabilir ve bireyin duruma nasıl yanıt vereceğini etkiler. Damasio OFC hasarlı hastaların ahlaki açıdan önemli bir işlev olan yargılamada zaaf gösterdiklerini ve duygulara otonomik yanıtlarının normal olmadığını saptamıştır. Bu hastalar değerlendirme / planlama yetersizlikleriyle sonuçlanır. Amaca yönelmeyi öğrenemezler (Martens 2002).
OFC ve meziyal frontal korteks, hareketin kendi kendine başlatılması ve içsel dürtülerin düzenlenmesine yarayan sinirsel süreçlerde önemli bir rol oynar. İçsel dürtülerin kendi kendine düzenlenmesinin bozulması denetimsiz davranışlara ve zihinsel etkinliklere neden olabilir, bunun da ahlaki etkinlikler açısından olumsuz sonuçları olabilir (Martens 2002).
Singulat korteks 1) duygusal öğrenme süreci 2) tarama ve motivasyon 3) dış ve iç uyaranlara duygusal değer yüklemede büyük rol oynar (Martens 2002). Anterior singulat korteks (ACC) zedelenmeleri duygusal gelişimin bozulması, empati eksikliği, duygusal olgunlaşamama, duygusal karışıklığa neden olur. Alın (frontal) lobu lezyonları psikopati ve bilişsel bozukluklarla birliktedir. Bilişsel bozukluklar da ahlaki normal-dışılıklarla ilişkilidir. Dürtü denetiminin bozulması, diğer insanların hislerinin/duygu durumlarının yanlış anlaşılmasına yol açar. Empatik değişiklikler özellikle bölgesel prefrontal korteks (PFC) hasarından sonra belirgindir. Toplumsal gelişim aksar; fazla bencil, hasmane, güvenilmez, kayıtsız ve ahlakdışı tutum ortaya çıkar. Amigdala zedelenmesi olan hastalar da başkalarının duygularıyla empati yapamazlar – duygusal yetersiz uyarılma hali, duygusal anıların bozulması, duygusal öğrenme/işlemleme bozukluğu görülür. Duygusal anıların bozulması halinde, ahlaki açıdan önemli anıları belleklerinde depolayamazlar; konuyla ilgili önceki duygusal deneyimleriyle bağlantı kuramazlar. Duygusal öğrenme bozukluğu, duygusal gelişimsel bozukluğa ve duygusal olgunlaşamamaya, duygusal karışıklığa yol açar. Antisosyal kişilik bozukluğu olan erkeklerde görünürde beyin zedelenmesi yokken, beynin gri maddesinin hacminde %11 düşme ve otonomik etkinlikte azalma arasında ilişki bulunmuştur. Antisosyal kişilerde kortikal uyanıklıkta azalma, güçlü bir uyaran ihtiyacına, o da sansasyon arama davranışına, dürtüselliğe, pervasızlığa, sorumsuzluğa, suç eğilimine zemin hazırlar. Bu kişiler düşük kaygı düzeyleri nedeniyle deneyimlerden öğrenemezler ve olumsuz hayat olaylarından kaçınamazlar; ahlaki gelişim aksar. Düşük serotonin işlevi ile saldırgan davranış arasında da ilişki vardır. Aile öykülerinde antisosyal kişilik bozukluğu olan bebeklerde serotonin son ürünlerinden 5-HIAA düzeyleri aile öyküsü olmayanlardan anlamlı oranda düşüktür (Martens 2002).
Seoronin dışında, dopamin reseptör genleri (DRD2 ve DRD4) polimorfizmleri ile saldırganlık arasında da ilişki saptanmıştır. Gene, serotonin taşıyıcı geninin (5HTT) kısa alleli polimorfizmi ile saldırganlık ilişkili bulunmuştur.
O halde, spesifik genler yapısal ve işlevsel beyin değişmelerine neden olur, bu da antisosyal davranışa zemin hazırlar: “genlerden beyne ve antisosyal davranışa.” Bugün genlerin antisosyal davranışta önemli bir rol oynadığı konusunda pek bilimsel kuşku yoktur, artık soru genetik bir temel olup olmadığı değil, “antisosyal davranışın genlerden ne kadar etkilendiği”dir. 100’den çok ikiz ve evlat edinme çalışması antisosyal davranıştaki çeşitliliğin (variance) %50 kadarının genetik etkilere bağlanabileceğini açıkça göstermektedir. Şimdi artık sıra “Hangi genlerin ne tür antisosyal davranışlara zemin hazırladığını” bulmaya gelmiştir. İlk yanıtlar da moleküler genetikten gelmeye başlamıştır. Farelerde merkezi sinir sisteminde monoamin adı verilen sinirsel ileticileri yıkıma uğratan monoamin oksidaz-A (MAOA) geni çıkarılırsa (etkisizleştirilirse), son derece saldırganlaşmakta, gen tekrar yerine konulduğunda da normal davranış kalıplarına geri dönmektedirler (Raine 2008).
Bugüne değin en az yedi gen insanlarda ve hayvanlarda antisosyal/saldırgan davranışlarla ilişkili olma, beyin yapısını etkileme ölçütlerini karşılamıştır: MAOA, 5HTT, BDNF, NOTCH4, NCAM, tlx ve Pet-1-ETS. Örneğin, bu genin kodladığı enzim olan MAOA, antisosyal davranışlarda düşük olan bir sinirsel iletici olan serotonini yıkmaktadır. MAOA genindeki sık görülen bir polimorfizmi (variance: çeşitlilik) olan erkeklerde amigdala, anterior singulat ve orbitofrontal (ventral prefrontal) kortekste %8 azalma vardır. Bu beyin yapıları duygularda rol alırlar ve antisosyal bireylerde sorunludurlar. O halde antisosyal davranışlarla bağlantılı olan genlerden biri antisosyal davranışlarda sorunlu olan beyin bölgelerinde yapısal bozulmalara neden olmaktadır (Raine 2008).
Antisosyal gruplarda beyin zaaflarına dönük güçlü kanıtlar vardır, özellikle prefrontal kortekste. Ventral prefrontal korteks hasarından mustarip olan nöroloji hastaları psikopat-benzeri denetimsiz davranışlar, otonomik ve duygusal işlevlerde düşüş ve karar verme zafiyeti sergilerler. Magnetik Tireşim Görüntüleme (Magnetic Resonance Imaging: MRI) kullanan araştırmalar antisosyal kişilik bozukluğu olanlarda utanç ve suçluluk gibi “ikincil” duyguları ortaya çıkarması beklenen bir toplumsal zorlanmalar (stresler) sırasında otonomik etkinliklerde düşmeyle birlikte prefrontal gri madde hacminde %11 azalma olduğu gösterilmiştir. Daha az gri madde hacmine sahip antisosyal bireyler otonomik zorlanmaya da en az tepkiyi gösterenlerdir. Yapısal prefrontal normaldışılıklar işlevsel prefrontal bozulmalarla da paraleldir. Örneğin, cinayet işlemiş kişilerin prefrontal kortekste glükoz metabolizmalarının azaldığı gösterilmiştir. Bu bozulma özellikle dürtüsel olarak şiddete eğilimli saldırganlar için geçerlidir. Bu da prefrontal korteksin limbik sistem tarafından üretilen denetimsiz duygular üzerinde bir “acil freni” olarak hareket ettiğini düşündürmektedir (Raine 2008).
Görüntüleme çalışmaları antisosyal kişilerde prefrontal korteksin yanısıra singulat, temporal korteks, angular girus, amigdala ve hipokampus’ta da bozulmalar olduğunu göstermektedir. Bu yapısal bozulmaların önemli bir genetik temeli bulunduğu konusunda yaygın bir kanı vardır. Söz konusu genetik risk etkenlerinin doğrudan antisosyal ya da saldırgan davranışlara neden olmaktan çok, toplumsal davranışları antisosyal doğrultuya yönelttiği söylenebilir. Örneğin, amigdala esas olarak korku koşullanmasında işin içine girer. Korku koşullanmasındaki zaafiyet vicdanın tamamen gelişmesinde yetersizliğe neden olabilir -vicdan, bireyleri daha önce cezalandırılmış olan davranışlardan vazgeçmeye yönelten koşullu duygusal tepkiler kümesi olarak tanımlanabilir. Vicdan gelişimindeki zaafın da antisosyal davranışa zemin hazırladığı düşünülebilir. Aynı şekilde, ventral prefrontal hasar da yasadışı davranışlara zemin hazırlayan denetimsiz davranışlara yol açar (Raine 2008).
İşlevleri bozulmuş beyin devrelerinin antisosyal davranışlara yol açmasının başka bir yolu da ahlaki hislerin arızalanmasıdır. Buna göre, antisosyal bireylerin normalde ahlaki kararlar verme sırasında etkinleşen sinir devrelerinde bir arızaları vardır. Bu bölgeler medial prefrontal korteks (PFC), ventral PFC, angular girus, posterior singulat ve amigdaladır – hepsi de antisosyal davranışlarda suçlanan bölgelerdir bunlar.. (Raine 2008).
Genlerden antisosyal davranışlara giden nedensel yola dair tüm savlara rağmen, psikososyal süreçler de dışlanamaz. Gelişimin erken dönemlerindeki çevresel etkilenmeler gen ifadesini (genin DNA dizilişinin sinirsel yapıya ve işleve tercüme edilmesini) doğrudan değiştirebilirler, bu da beyin işlevlerini değiştirerek antisosyal davranışlara neden olabilir. Örneğin, kobay yavrularını hayatlarının ilk üç haftası içinde annelerinden ayırmak, erişkinlikte korkusuzluğa ve stres tepkilerinde azalmaya neden olur, bu da HPA stres yanıtının düzenlenmesinde çok önemli rol oynayan iki beyin bölgesi olan hipokampusta ve prefrontal kortekste glükokortikoid gen ifadesinde artışla sonuçlanır. Davranım bozukluğu olan çocukların kortizole stres yanıtları düşmüştür ve daha korkusuz bir mizaca sahiptirler (Raine 2008).
O halde erken çevresel etkilenmeler gen ifadesini değiştirmekte, o da beyinde ve davranışta bir olaylar dizisine neden olmaktadır. Burada heyecan verici olan düşünce, antisosyal davranışlardaki çeşitliliğin (variance) %50’si genetik kökenli olsa bile, genlerin değişmez ve durağan olmamaları; psikososyal etkilenmelerin sinirlerin işleyişi ve dolayısıyla antisosyal davranışlar üzerinde derin etkileri olan yapısal DNA değişiklilerine neden olabilmeleridir (Raine 2008).
Toplumsal ve biyolojik risk etkenleri bir araya geldiğinde antisosyal davranışlar üslü bir şekilde artmaktadır. Örneğin, MAOA genindeki normaldışılıklar erken çocukluktaki kötü muamelelelerle etkileşime girmekte, erişkindeki antisosyal davranışlara zemin hazırlamaktadır (Raine 2008).
“Eğer antisosyal bireylerin beyinleri arızalıysa, tamir edilebilirler mi?” Hayatın ilk yılındaki kötü beslenmenin çocukluk ve ergenlik boyunca uzun vadeli antisosyal davranışlarla birlikte olduğu saptanmıştır. Düşük IQ da kötü beslenme ve antisosyal davranışlarla birliktedir. Mahkumlarda omega-3’ten zengin balık yağıyla desteklenen bir diyetin IQ artışı ve antisosyal davranışlarda azalmaya ilişkili olduğu bulunmuştur. Gene erken yaşlarda beslenmeyi düzenleyen önleme programları suça eğlimin azalmasına neden olmuştur (Raine 2008).
Alternatif bir yaklaşım genlerdeki normaldışılıkların oluşturduğu sinirsel ileti anormalliklerini yoluna koymak olabilir. Örneğin, antisosyal bireylerin serotoninlerinin düşük olduğu düşünülürse, serotonin mevcudiyetini artıran ilaçların antisosyal davranışları azaltması beklenir. Nitekim çocuklarda SSRI’ların kullanıldığı çalışmalarda bu yönde kanıtlar vardır (Raine 2008).
Nöroetikle ilgili bir başka konu, sorumluluk ve cezalandırmayla ilgilidir. Eğer bir katil dürtüsel şiddet göstermeye yönlendiren beyin arızalarından mustaripse, onu davranışlarından tümüyle sorumlu tutabilir miyiz? Ahlaki yargı açısından bakıldığında, antisosyal bireylerde ahlak hislerinin ve karar vermenin altında yatan sinir devrelerinin bozuk olduğu düşünülürse, bu kişiler neyin doğru olduğunu bilmek ve uygulamak konusunda bizler kadar ehil midirler? Psikopatlar doğru ile yanlış arasındaki yasal farkı biliyor olabilirler, fakat neyin doğru, neyin yanlış olduğuna dair hislere sahip midirler? Duyguların ahlaki yargılama açısından çok önemli olduklarına inanılmaktadır. Duygular ahlaklı bir şekilde davranmanın ardındaki itici güçtür. Bu bağlamda, çok sayıda suçluyu böylesine şiddetle cezalandırmamız ne kadar ahlakidir? Öte yandan, hesap verebilirlik kavramımızı gevşetmemizin de önemli tehlikeleri yok mudur? “Genlerden beyne ve antisosyal davranışlara” anlayışının kendisi önleme biliminin ilerlemesi için ortaya atılması gereken sorular doğurmaktadır.
Nörolojik, duygusal ve ahlaki normaldışılıklar gösteren ya da sapkın davranımları/kişilik özellikleri kalıtımla belirlenmiş olan, şiddete eğilimli çok sayıda psikiyatrik hasta vardır. Bu olgular mahkemede verilen kararlarda dikkate alınmalıdır. Oysa mahkemeler ahlakdışılığın/suç eğiliminin nörolojik korelatlarını/genetik belirlenimini pek değerlendirmezler (Martens 2002).
Kaynaklar:
– Freud S. Birçok yerde. – Jacobson E. Kendilik ve Nesne Dünyası (Çev: Selim Yazgan). 1. Basım, Metis 2004 – Laplanche J, Pontalis J-B. The Language of Psycho-Analysis. Karnac Books, London, 1988 Krebs DL. Morality: An Evolutionary Account. Persp Psychol Sci 2008; 3: 149-72 – Martens WHJ. Criminality and Moral Dysfunction: Neurological, Biochemical, and Genetic Dimensions. Int J Offender Ther Comp Criminol 2002; 6: 170-82 – Daversa MT. Early Environmental Predictors of the Affective and Interpersonal Constructs of Psychopathy. Int J Offender There Comp Criminol 2010; 54: 6-21 – Raine A. From Genes to Brain to Antisocial Behavior. Curr Dir Psychol Sci 2008; 17: 323-8
Tartışma
Yorumlar kapatıldı.