//
Şimdi...
Felsefe, PsikeArt

Ötekinin Sırrı Beriki

PsikeArt, Mayıs Haziran (39) 2015 (sır), sa. 12-15

Bulutların görülmesine engel olamadığı gecelerde sırtüstü uzanıp gökyüzündeki aya bakarak şarkılar mırıldanan bir aşık ile dünyanın altıda biri gücünde yer çekimine sahip olan aynı ayın yüzeyinde zorlukla adım atmaya çalışan astronot görüntüsünü kıyaslayalım: Hangisi bizi heyecanlandırıyor, içimizde bir şeyleri kıpırdatıyor, tuhaf bir his uyandırıyor?

Bu soruyu yanıtlamak için şu ya da bu yanda durmak zorunda değiliz elbette. “Ya o ya da öbürü” demek zorunda değiliz. Üstünde düşünebiliriz. Belki.

sır

İlksel insanların soğuk gecelerde içlerini ısıtan “ateş”in etrafında oturup birbirleriyle o günkü av ya da çocuklar ya da ataları ya da bitkiler, vs. hakkında konuşurken hissettikleri şeyin, aynı ateş çevresinde dualar edip dönerek tanrılarıyla konuştukları zaman hissettikleri şeyden farklı; birinin diğerinden daha alt ya da üst düzey bir hissetme biçimi olduğunu kim söyleyebilir?

 

Bir zamanlar, birçok şey gibi, hayat ile hayal, somut ile soyut, dünyevi ile uhrevi, dolayısıyla romantik ile gerçekçi arasındaki sınırların bugünkü kadar net olmadığı dönemler olduğunu hayal ediyorum. Animizm mi, diyelim, henüz doğadan kopmama mı diyelim, bilmiyorum, ama bir süre sonra bu sürecin artık tersine döndürülemez bir şekilde aşıldığı anlaşılıyor. Büyük olasılıkla üretim araçlarının zenginleşip çeşitlenmesi, sınıfların ve devletlerin ortaya çıkışı vb. gibi doğal (ve buna eklenen toplumsal/kültürel) gelişmelere bağlı olarak, insan bilincinin ikici düşünmeye yatkın kılındığı yeni bir süreç başlamış olmalı. Yeni dönemle birlikte giderek genişleyen doğa bilgisinin üretim araçlarına sahip olan sınıfların hizmetine sunulduğunu, bunun içinse birbirinden giderek kopmaya başlayan “bu dünya” ile “öteki dünya” arasında aracılık yapan din adamlarının kullanıldığını düşünmek akla yakın görünüyor. Din adamları da edindikleri doğa bilgisini -bilerek ya da bilmeden- kendilerini ve düzeni daha da esrarengiz, dolayısıyla erişilmez kılmak için kullanmış olabilirler. “Esrarengiz”, yani, “sırlarla örtülü”, yani, bu sayıdaki konumuzla ilgili. Bu esrara bürüme işi nasıl oluyor?

Bilimsel bilgilerin rahiplerin elinde nasıl “sır”lara dönüştüğünün, bilgi sahibi olmanın nasıl bir esrarengiz havaya büründürüldüğünün en iyi örneği, Eski Mısır’dır. Aslında, sır’ın kökeni belki de Mı-sır’dır. Çünkü belki de birçokları gibi hikayeyi Hermes’le başlatmak mümkündür. Fakat, Hermes’e geçmeden önce, sır ve açıklık, gizem ve bilimsel bilgi, şifre ve çözüm konularında en iyi örneklerden birinin de Mısır’da yaşandığını hatırlatmakta ve Reşit (Rosetta) Taşı örneğine değinmekte yarar var:

Reşit (Rosetta) kasabasında bulunduğu için bu ad verilen taşın üzerinde belli başlı üç Mısır tapınağına gönderilmek amacıyla üç dilde (demotik, yani, Mısır’da halkın kullandığı dil; hiyeroglif ve Antik Yunanca ile) yazılmış bir yazı bulunmaktadır. Yüzyıllar boyunca çözülemeyen bir sır olarak kalan hiyeroglif yazısı, Napolyon’un 1798 yılındaki Mısır Seferi sırasında bulunan bu taşın yardımıyla çözülmüştür. Antik Mısır yazıları çözülmeden önce arkeologlar, hiyerogliflerin Mısır’ın tufan’dan önceki yaşamına ait şekiller olduğunu düşünürlerdi. Ağırlığı 760 kg dan daha fazla, 114 cm uzunluğunda, 72 cm genişliğinde, 28 cm kalınlığındaki olan, granit ya da siyah bazalttan yapılmış bu taşın üstündeki yazının MÖ 196 yılında, Büyük İskender’in Mısır’ı fethinden sonra hüküm sürmeye başlayan Ptolemaios Hanedanı’nın hükümdarlarından biri tarafından yazdırıldığı tahmin edilmektedir. Taşın ve dolayısıyla hiyeroglifin sırrı, 1822 yılında, eski Mısır yazılarının güncel koptik diline benzediğini ortaya koyan araştırmacı Jean-François Champollion tarafından çözülmüştür. Yazıtın Yunanca kısmını hiyerogliflerle kıyaslayan Champollion’a demotik alfabesini 1814 yılında çözen İngiliz Thomas Young’ın çalışmaları da yardımcı olmuştur (vikipedi.org).

Sır, Mısır’dır, demiştik, bunun bir nedeni de, günümüzde esrarengiz ya da ezoterik bilgiler toplamı denince Hermetik düşüncenin akla gelmesidir. Bazı araştırmacılar, temelde bütünlüğe sahip bir bilgiler toplamı olmayan bu öğretinin Mu Kıtası ve Atlantis’e indirilen Sirius kültürünün İ.Ö. 16.000 yıllarında Mısır’a getirilmiş biçimi olduğu görüşündedir. Örneğin, James Churchward bu öğretinin özgün adının Osiris dini olduğunu ve Osiris’in İ.Ö. 18-20.000 yıl önce Mu’da eğitilmiş bir Atlantisli bilge olduğunu ileri sürer. Churchward’a göre, Osiris Atlantis’te dinsel bir reform yapmış ve reform yaptığı tek tanrılı din İ.Ö.16.000 yıllarında Atlantisli bilge Hermes Trismegistus tarafından Mısır’a getirilmiştir (vikipedi.org, Dharma Ansiklopedi).

Bu tür esrarengiz açıklamalara prim vermeyen Orhan Hançerlioğlu’na göreyse, Hermes Mısırlı bir terziye, bir bilgine ve bir Tanrıya (ya da belki daha bir sürü şeye) verilen ortak bir isimdir. Kalemle yazı yazan ve dikiş diken ilk insandır. “Terzi Hermes’in öğretisi, eski Mısır’ın Teb ve Memphis tapınaklarının büyük ve kutsal sırrıdır. Bu yüzden de hiçbir papirüste yazılmamıştır. Sadece yeraltında gizlenmiş bir mağaranın duvarlarına sembolik işaretlerle kazılmıştır. Yüzyıllar boyunca tapınakların başkanları birbirlerine ağızdan ağıza anlatmaktadırlar. Teb ve Memphis tapınaklarına bağlanarak yıllarca sınav geçirip çile çektikten sonra bu sırra kavuşanlar, onu, en dayanılmaz işkenceler altında bile açıklamazlar (Düşünce Tarihi, sa. 32).” Bu sırra ulaşmak için çekilen eziyetleri de Hançerlioğlu şöyle anlatır:

İstekliyi önce İzis tapınağına götürürler. Tapınak, yeraltı mezarlarına giden deliklerle doludur. (…) İstekli katlanmayı göze alırsa, tapınak hizmetçilerinin yanında kalmak, ortalığı süpürmek, bulaşık yıkamak, ayakyollarını temizlemek zorundadır. Bütün bu işleri yaparken tek söz söylemek, konuşmak yasaktır. Bu sınavdan geçen istekli, isteğinde direniyorsa, küçük bir deliğin içinden karanlık bir labirente bırakılır. İstekli, dizleri ve dirsekleri üstünde sürüne sürüne çamurlu ve yılanlı dehlizlerde uzun uzun dolaşacaktır. Arasıra küçücük odalara yolu düşerek ayağa kalkabilecek, bu küçük odalarda, çeşitli iskeletlere, hayvanlara ve yılanlara rastlayacaktır. Sonra, gene küçük deliklerden karanlık yollara girecek, sürüne sürüne ilerleyecektir. Bu küçük odalarda kimi zaman sessiz bir rahibe rastlayacak, rahip ona, geriye dönmek isteyip istemediğini soracaktır. Sırrı öğrenmek için direniyorsa, gene kaderiyle başbaşa kalarak, karanlık yollarda sürünmeye devam edecektir. Derinlerden kulağına, şöyle seslenen çığlıklar gelecektir: Bilim ve güç isteyen deliler, burada gebermişlerdir…(sa. 33)

(…) İsteklinin sınavı yıllar sürer. Geçireceği sayısız sınavlar arasında ateş sınavı, su sınavı, şehvet sınavı vardır. (…) Ateş sınavı, cehennem ateşi gibi yanan kızgın bir fırından cesaretle geçmeyi gerektirmektedir. Gerçekte, bu fırın, isteklinin cesaretini denemek için hazırlanmış yapma bir fırındır. Şehvet sınavı, kimileri için belki de çok daha güç bir sınavdır. İstekli, günlerce aç ve susuz, karanlık dehlizlerde dolaştıktan sonra çeşitli renklerle döşenmiş bir yatak odasına varacak, orada bir şehvet müziği dinleyerek, kendisine içki ve yiyecek sunan çıplak ve genç bir güzelle karşılaşacaktır. Güzel kız, ona bugüne kadar çektiklerinin karşılığı olarak, kendisini ve elindekileri sunacaktır. Eğer bu genç kıza kanar da açlığın, susuzluğun ve şehvetin gücüne boyun eğerse, o güne kadar çektiği bütün çileler boşuna harcanmış olacaktır.

(…) İstekli, bu sınavların her birinin sonunda, tek başına taş bir odaya kapatılarak, aylarca kendi kendine düşünmeye bırakılmaktadır. Böylelikle, hamur gibi yoğrulan insan yapısı, gittikçe tanrılık yapıya yaklaşmaktadır. Eski Mısır rahiplerinin o büyüleyici ve etkileyici güçleri, böylesine bir yoğrulma sonucunda elde edilmiştir (sa. 34).”

Bütün bu eziyetlerin sonunda isteklinin ulaşacağı bilgiye göre, evrensel tekamül şöyledir:

Hermes evrensel düşünü şöyle kuruyor: Kocaman boşluğun en altında ölümlülük yeri dünya var, en üstünde de ölümsüzlük yeri Zuhal yıldızı… Zuhal yıldızı, evrensel aklın bütün esrarını taşımaktadır, yedinci ve son kattır, ölümsüzlüğe orada erişilir. Zuhal, parlak bir ışık içindedir. Ruhlar oradan koparak, dünyaya doğru düşmeye başlarlar. Bu düşüş bir sınavdır. Düşüş, büyük ışıktan, inildikçe yavaş yavaş koyulaşan karanlığa doğrudur. Işık ruh, karanlık maddedir. Ruh, kısa bir sınama için yeryüzüne inip maddeyle birleşecek, ama maddeye boyun eğmeyecektir. … Sınavı kazanan ruhlar, yedi kat göğe başarıyla yükselip ölümsüzlüğe kavuşurlar. Salt gerçeği (mutlak hakikati) öğrenirler. Maddeye boyun eğmeyen başarılı ruh, yeryüzündeki kısa sınavını verdikten sonra, ilk basamak olarak ay’a yükselir. Ay, düşünce dehasıdır, elinde gümüş bir orak tutar, doğumları ve ölümleri düzenler. Ruhları cesetlerden kurtararak büyük ışığa doğru çeker (cezbeder). Göğün ikinci katını yöneten, utarit yıldızıdır. Utarit, soyluluk dehasıdır, sınavını başarıyla vermiş ve birinci katta cesetlerinden ayrılmış ruhlara çıkacakları yolu gösterir. Bu kata çıkan ruhlar, soyluluklarını tanıtlamış ruhlardır. Üçüncü katı Zühre yıldızı yönetmektedir. Zühre aşk dehasıdır, elinde aşk aynasını tutar, birbirlerini unutan ruhlar aşk aynasında birbirlerini bulurlar. Dördüncü kat gök, güneşin egemenliği altındadır. Güneş, güzellik dehasıdır, başarı ışıkları saçmaktadır, pırıl pırıldır. Başarılı ruhlar, ölümsüzlüğe yükselebilmek için böyle bir tüm güzellikten geçerler. Güneş, onları tatlı ışıklarıyla okşayarak ölümsüzlüğe hazırlar. Beşinci katı Merih yıldızı yönetir. Merih tüzenin (adaletin) dehasıdır, elinde tüzenin keskin kılıcını tutmaktadır. Altıncı katı yöneten Müşteri yıldızıdır. Müşteri, bilimin dehasıdır, elinde büyük gücün asasını tutmaktadır. Yedinci ve son katsa, ölümsüzlüğe kavuşulan büyük aydınlık, tümel aklın tüm sırrını saklayan Zühal yıldızının katıdır (Hançerlioğlu, sa. 31-32).”

Bu “evrensel düş”ün zamanının astronomi bilgilerine dayandığı görülmektedir, ancak, o kadar güzel bir anlatıdır ki, dünyayı merkeze alarak göğü yedi kata ayıran, dünyaya gelişi ışıktan/göğün en üst katından karanlığa/yere doğru bir düşüş, hayatı bir sınav, ölümü ise, ruhun bedenden ayrılarak en üst kata doğru geçirdiği bir olgunlaşma, yeniden doğum, başka bir deyişle de “sınav”ın başarıyla geçilmesi süreci olarak ele alan bu öğreti çağlar boyu etkisini sürdürerek çeşitli dinlere, sonra da dinsel okullara, öğretilere geçmiştir. Nitekim, bunun bir örneği, tasavvufta da görülebilir. Şöyle ki, tasavvufta çeşitli tarikat mevcuttur. Tarikat, Tarıyk, Arapçadır ve yol anlamına gelir. Sufilere göre dinin bir dış yüzü, bir de iç yüzü vardır. Dış yüzü lugat bakımından, ırmağın su içilecek yeri anlamına gelen “şeriat”tır. Terim olarak din ve şeriat, semavi emirlerin tümüdür ki bunlar da, inançlar, ibadetler ve dünyaya ait işler olarak üç kısma ayrılır. Dinin iç yüzü ise, bilişin, görüşün ve oluşun gerçekleşmesidir; buna “hakıykat” denir. Şeriattan hakıykate manevi bir yolla gidilir. Bu gidişe “süluk”; yani manevi yolculuk, manevi yolcuya da “salik” derler (Gölpınarlı, sa. 18). Şeriat bilgidir; tarikat iş güç, kulluk; hakıykatse Allah’a ulaşmaktır. (…) hakıykate ulaşan, şeriatla hakıykati birleştiremezse tam olgunluğa varmış sayılamaz. Bu birleştirmeye “ma’rifet” derler ve bu durak, en yüce duraktır. Hakıykatte kalan, kendisinde değildir; Tanrı varlığında yok olmuştur. Orada kalırsa zevki ancak kendisine aittir. Oradan döner de tekrar şeriat durağına gelirse olgunluğa ulaşır ve tattığı zevki başkalarına da tattırır (sa. 20). Bu olgunluğa ulaşmaya hevesli olan kişi (salik), hocası (mürşidi) tarafından yedinci kata kadar çıkarılır ve her katta benlik (nefs) yeni bir olgunlaşma düzeyine ulaşır. Bu katlar ve benlik mertebeleri şöyle sıralanır:

  1. Nefs-i Emmare : Fazlasıyla kötülüğü buyuran nefis
  2. Nefs-i Levvame: Kötülük yapılınca sahibini fazlasıyla kınayan nefis
  3. Nefs-i Mülhime: Sahibine iyiliği ilham eden nefis
  4. Nefs-i Mutmaine: İmanda, hayır işlemekte hiç şüphesi kalmamış nefis
  5. Nefs-i Radıyye: Tanrıdan gelen her şeye razı olan nefis
  6. Nefs-i Mardıyye: Tanrı razılığını kazanmış nefis
  7. Nefs-i Safıyye (Zekiyye): Her türlü kötülükten arınmış, tertemiz olmuş nefis (sa. 34).

Geçerken, Hermes’in Yunan Mitolojisi’ne aynı isimle ve Zeus’un habercisi olarak geçtiğine de değinelim ve özetleyelim: İnsanlık tarihi boyunca yaşanan kültürel süreçte, başlangıçta günlük hayatın içinde üretilen doğanın bilgisinin üretim araçlarının gelişmesi, doğa ile mesafenin açılması ve sınıfların ortaya çıkması ile birlikte giderek mistik bir hale geldiğini (esrarengizleştirildiğini; gizemlileştirildiğini) ve bu mistifikasyonun tüm kültürlere doğru yayıldığını, evrenselleştiğini; bilimin ise bu katmanlaşmış toplumsal yapı içinde doğaya dair bilgiyi kılı kırk yaran çalışmalarla üretmeye çalışırken insanların hayattan ve kendilerinden kopukluğunu beslediğini ve sonuç olarak hayatta daha büyük bir anlam arayan insanların bakışlarını bilimden çok mistik bilgiye yönelttiğini söyleyebiliriz.

Buradan, başlangıçta sorduğumuz soruya geri dönerek, doğru yanıtın belki de farklılaşmış iki tür bilgi biçiminden de aynı heyecanı duymak olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz? Bilinmeyenle bilinen diyalektiğinin, tinin insanda yaşama hevesini ateşleyen yakıtı oluşturduğunu kabul edersek, evet. Hayatı anlamlandıran şey, bildiklerimiz kadar bilmediklerimizdir.

Buradan yola çıkarak yazıyı bitirirken, son zamanlarda epey düzeltilmeye çalışılsa da bir kez daha açıklığa kavuşturmakta yarar olabileceğini düşündüğüm bir meseleye değinmek istiyorum: Din’in “halkın afyonu” olduğunu söylemek, onun sadece uyuşturucu bir niteliğe sahip olduğunu söylemek değildir. Nitekim Marx “Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protestodur. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın kalbini, tinin dışarıda bırakıldığı toplumsal koşulların tinini oluşturur. Din, halkın afyonunu oluştururur” derken, belli ki dine “kalpsiz bir dünyanın kalbi” ve “tinin dışarıda bırakıldığı toplumsal koşulların tini” olmak gibi olumlu bir işlev de yüklemektedir. Peki, insanın neden afyona ihtiyacı vardır? Çünkü insan “anlam arayan” bir varlıktır ve din ona yaşadığı katlanılması güç acılar, adaletsizlikler, haksızlıkları anlamlandırabileceği bir çerçeve sunar: Bu dünyada kötülük vardır, ama kötüler öteki dünyada cezasını çekecektir. Acı vardır, ama acı çekenler öteki dünyada ödüllendirilecektir. Böylece, dünya daha katlanılabilir bir hale gelir. Metindeki deyişle: Din böylece hem bir üzüntüye, hem de bir itiraza aracılık eder; kalpsiz bir dünyanın kalbi olmaya gayret eder; tinselliğin ortadan kalktığı toplumsal koşullara tinsellik aşılar.

Tinsel dediğimiz şeyler benliği varlığa bağlayan Ötekiliğin alanında olup biter” der Kovel. Hayat bir sırdır. İnsanoğlu şu ya da bu şekilde sırrın peşine düşer. Sır da bilgi gibi yaklaştıkça uzaklaşan, fakat bizi daima kendine çeken ötekiliğin alanıdır. Bu şu demektir: Sırrın peşinde ilerlerken, yani, bilinmeyen Öteki’ne doğru yol almaya çalışırken, kendimize biraz daha yaklaşırız.

Hepsi bir arpa boyu yol işte…

Kaynaklar:

Erhat A. Mitoloji Sözlüğü. Remzi Kitabevi. 5. Basım, İstanbul, 1993.

Gölpınarlı A. 100 Soruda Tasavvuf. Gerçek Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul, 1985.

Hançerlioğlu O. Düşünce Tarihi. Remzi Kitabevi, 8. Basım, İstanbul, 1999.

Kovel J. Tarih ve Tin: Özgürleşme Felsefesi Üzerine Bir İnceleme. (Çev: Hakan Pekinel) Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994.

Salt A, Çobanlı C. Dharma Ansiklopedi. Dharma Yayınları, İstanbul, 2001.

Bilinmeyen adlı kullanıcının avatarı

About atalayhakan

"Ana Sayfa"da var zaten:)

Tartışma

Yorumlar kapatıldı.

İletişim

444 7000
Salı: 09:00-18:00
Perşembe: 09:00-18:00

Kategoriler

Blogdaki Yazıların ve Görsellerin Yasal Kullanımı Hakkında

© Hakan Atalay ve hakanatalay.wordpress.com. 2011-2019.

Bu malzemenin bir açıklamada bulunmadan ve yazardan yazılı izin almadan yetkisizce kullanılması ve/veya çoğaltılması yasaktır. Özgün içeriğe uygun ve özgül bir yönlendirme yapılması, [Hakan Atalay]ın ve [hakanatalay.wordpres.com]un tam ve açık kaynak gösterilmesi hallerinde alıntılar ve bağlantılar kullanılabilir.

Akbank Sanat'ta Yapay Zeka ve Aşk üzerine panel.
FB TV'de Depresyon üzerine söyleşi.
Follow Hakan Atalay on WordPress.com