PsikeArt, Eylül Ekim (41) 2015 (Mutluluk), sa. 6-10
1) Genel Bilgi (Psike)
Mutluluk dar anlamda pozitif bir duygu durumu olarak tanımlanabilir ve psikolojide duygular genellikle evrensel ve biyolojik olarak belirlenmiş olarak görülmüştür. Temel ya da birincil duygular kavramı Charles Darwin’le başlamıştır (The Expressions of Emotion in Man and Animals, 1872). Darwin duygu gösterileri gibi bazı davranış örüntülerinin bireyin ve türün hayatta kalma gereksinimlerine hizmet etmek üzere evrilmiş olan genetik kökenli biyolojik mekanizmalar olduklarına inanıyordu. Daha sonraki çalışmalar bazı duygular için yüz ifadelerinin tüm kültürlerde evrensel olarak sergilendiğini ve tanındığını buldular. Demek ki, duygular öğrenmenin sonucu değildi. Daha yeni gelişimsel çalışmalar insan yavrularının hayatlarının ilk yılında öfke, korku, mutluluk, üzüntü, şaşkınlık ve iğrenmeyle ilgili yüz ifadelerini gösterdiklerini açığa çıkarmaktadır. Bu gözlemler insanlarda bazı birincil duygular için ayrı bir nörolojik ağ var olabileceği varsayımını desteklemektedir (Lane et al, 1997).

Ancak, mutluluğu geniş anlamda iyi bir hayat yaşamak olarak alırsak, entelektüel tarihin en başından beri “iyi hayat”ı neyin oluşturduğu konusunda epey tartışma olmuştur. Araştırmacılar bu tartışmalara takılmadan çalışmalarını yürütebilmek için mutluluğu ölçtüğü varsayılan öznel iyilik hali (ÖİH) kavramını geliştirmişlerdir. Öznel iyilik hali, kişinin hayatının niteliğine ilişkin toptan bilişsel değerlendirmesi olarak tanımlanır, mutluluk da bu değerlendirmeye eşlik eden duygudur. Böyle tanımlandığında, mutluluğun evrensel olması ve farklı kültürlerde az ya da çok değer verilmesi beklenir. Ancak, iyi ve değerli olanın ne olduğu konusunda kültürler arasında önemli farklar olduğuna göre, mutluluğun anlamı (yani, mutluluğu neyin oluşturduğu) kültürden kültüre değişecektir (Uchida et al, 2004).
Haz ve Erdem
İyilik haliyle ilgili araştırmaların iki ana eksen etrafında döndüğü söylenebilir: 1) Hedonizm, iyiliğin haz ya da mutluluktan oluştuğu görüşünü yansıtır. 2) Yudemonizm’e (eudaimonism) göre, iyilik sadece mutluluktan daha fazlasıdır. Aslında iyilik hali, insanın potansiyelinin (demon’unun ya da hakiki doğasının) gerçekleşmesinde bulunur. Bu iki gelenek insan doğasına ve iyi bir toplumu neyin oluşturduğuna dair farklı görüşler üzerine kurulmuştur. Buna uygun olarak da gelişimsel ve toplumsal süreçlerin iyilikle nasıl bir ilişkisi olduğuna dair farklı sorular sorarlar ve açık ya da örtük olarak yaşam uğraşına farklı yaklaşımlar önerirler (Ryan and Deci, 2001).
Hedonik Görüş
M.Ö. 4. yüzyılda yaşayan Yunan filozof Aristippos hayatın amacının azami miktarda haz yaşamak olduğunu ve mutluluğun hedonik anların toplamı olduğunu öğretiyordu. Hobbes mutluluğun insani iştihalarımızın peşine düşüp onları elde etmekte yattığını savunuyordu, DeSade duyumsama ve haz peşine düşmenin hayatın nihai amacı olduğuna inanıyordu. Bentham gibi faydacı filozoflar da iyi bir toplumun bireylerin hazlarını ve öz-çıkarlarını azamiye çıkarma çabası yoluyla inşa edileceğini savunuyordu (Ryan and Deci, 2001).
Yudemonik (Eudaimonic) Görüş
Gerek Doğu’dan, gerekse Batı’dan birçok filozof, mutasavvıf ve düşünür iyiliğin birincil ölçütü olarak tek başına mutluluğun alınmasını yetersiz bulmuşlardır. Örneğin, Aristo, hedonik mutluluğun insanları arzularının kölece takipçisi yapan kaba bir ideal olduğunu düşünüyordu. Onun yerine hakiki mutluluğun erdemin dışavurumunda, yani, yapmaya değer olan şeyin yapılmasında bulunduğunu ileri sürüyordu. Bu aristocu görüşe dayanan Fromm, optimal iyiliğin “sadece öznel olarak hissedilen ve doyumları geçici hazlara götüren ihtiyaçlar (arzular) ile kökleri insan doğasında bulunan ve gerçekleşmesi insanı mutluluğu götüren ve yudemonya’ya neden olan ihtiyaçlar arasında, başka deyişle, salt öznel olarak hissedilen ihtiyaçlar ile nesnel olarak geçerli ihtiyaçlar arasında” ayrım yapmak gerektiğini savunuyordu. “İlkinin bir bölümü insanın gelişmesine zararlı olurken diğeri insan doğasının gerekleriyle uyum içinde”ydi (Ryan and Deci, 2001).
Kültürel Etkiler: Evrensellik ile Görecilik ve İyilik Hali
İyilik tanımları doğası itibarıyla kültürel kökenlidir ve iyiliğin değer içermeyen bir şekilde tasarlanması söz konusu olamaz. İyilikle ilgili tüm anlayışlar temelde moral bilgeliklerdir, bireylerin iyinin ne anlama geldiğine dair yargılarına dayanırlar.
(Ryan and Deci ,2001).
Buradan yola çıkarak, son zamanlarda duyguların şekillenmesinde kamusal anlamların (folk kuramların ve sağ duyunun) ve pratiklerin (günlük rutinlerin ve senaryoların) kritik rolü üzerinde durulmaktadır. Kültürel yönelimli kuramcılar duyguların fizyolojik ya da nörolojik mekanizmaların doğrudan sonucu olmadıklarını savunurlar. Daha çok, duygular her zaman özgül kültürel bağlamlarda yerleşmişlerdir. Buna uygun olarak tamamen kültürel anlamlarla doludurlar. Bu analiz, örneğin, mutluluğun anlamının kültürler arasında epey değişebileceğini ima eder. Bu yüzden, farklı kültürlerdeki insanlar tümüyle farklı pozitif olay ve yaşantı türlerini mutluluk anları olarak kategorize edebilirler (Uchida et al, 2004).
Sözgelimi, Amerikan orta sınıf kültürü gibi Avrupa ve Kuzey Amerika kültürlerinde kendiliğin bağımsızlığına ve özerkliğine güçlü bir inanç vardır. Kendiliğin düşünce, eylem ve güdülenmenin merkezi olduğuna inanılır. Toplumsal ilişkiler de önemlidir; ancak, her bir kendiliğin bağımsızlığına dair temel varsayımlarla uyum içinde inşa edilirler. Bu modele göre, kendiliğin en merkezi yönü bir takım içsel atıflardır. Bu yüzden, bireyler bu atıfların pozitifliğini bulup olumlamaya son derece güdülenmişlerdir. Bu demektir ki, Avrupa-Amerikan kültürlerinde mutluluk kendiliğin pozitif atıflarının olumlanmasına kritik ölçüde bağlıdır. Dahası, mutluluğun kendisi de genellikle kişisel uğraşlar yoluyla peşinden gidilip ulaşılacak olan bu içsel atıflardan biri olarak tasarlanır. Başka deyişle, mutluluk olasılıkla kişisel başarım olarak tasavvur edilir (Uchida et al, 2004).
Doğu Asya kültürlerindeyse, tersine, kendiliğin başkalarıyla bağlılığı ve karşılıklı bağımlılığına dayanan zıt bir varsayım vardır. Diğerleriyle-ilişki-içindeki-kendiliğin düşünce, eylem ve güdülenmenin yeri olduğuna inanılır. Kişisel kendilikler de önemlidir; ancak, ilgili kendiliklerin karşılıklı bağımlılığına dair temel varsayımla uyum içinde inşa edilir. Doğu Asya kültürel bağlamlarındaki bireyler, kendilerini geçerli toplumsal ilişkilere uyarlamaya ve uydurmaya son derece güdülenmişlerdir. Toplumsal rollere bağlanmalar, toplumsal yükümlülükler ve toplumsal beklentilere yanıt vermeye hazır olma; hepsi karşılıklı bağımlı kendiliği gerçekleştirmeye yönelik bu toplumsal yönelimli güdülenmenin görünümleridir. Bu demektir ki, Doğu Asya kültürlerinde mutluluk olasılıkla kendiliğin bir parçası olduğu pozitif toplumsal ilişkilerin gerçekleştirilmesine büyük ölçüde bağımlıdır. Kişisel mutluluk genellikle toplumsal ilişkiye zarar verir. Örneğin, bir kendiliğin başarısının vurgulanması, başkalarının kıskançlığına ve hasedine neden olabilir. Kişisel mutluluk biçimi bu yüzden genellikle eksiktir ve sonuç olarak toplumsal ahenk pahasına kişisel mutluluk peşinde koşmaya dönük güçlü bir arzu yoktur. Onun yerine, mutluluk karşılıklı sempati, merhamet ve desteğe dayanan özneler arası bir durum olarak görülür. Kısaca, mutluluk toplumsal ahengin gerçekleşmesi olarak inşa edilir (Uchida et al, 2004).
Genetik Mi, Sosyopolitik Mi?
Bireysel mutluluk düzeyinin büyük ölçüde genetik etmenlerce şekillendiğine dair giderek artan kanıtlar geniş bir ilgi alanı bulmuştur. Nörobilimciler mutluluk ile beyindeki dopamin ve serotonin düzeyleri arasında yakın bağlantılar olduğunu bildirmiş ve genlerin bu düzeylerin ayarlanmasında başlıca rolü oynadığını saptamışlardır. Dahası, bazıları birlikte, bazıları ayrı olarak büyütülen 3000 tek ve çift yumurta ikiziyle yapılan bir çalışmada (1996) genetik olarak bağlantılı ikizlerin farklı hayat tecrübeleri olsa bile mutluluk düzeylerinin benzer olduğu bulunmuştur (Inglehart and Kllingemann, 2000).
Bu bulgular özellikle önemlidir, çünkü daha önceki çalışmalar gelir, eğitim, meslek, medeni durum ve diğer demografik karakteristiklerin insanların öznel iyilik düzeylerindeki değişmelerin şaşırtıcı ölçüde az bir kısmını açıkladığını bulmuşlardı. Beklenebileceği gibi, yüksek gelire sahip olanlar düşük gelirleri olanlardan biraz daha fazla mutluluk ve yaşam memnuniyeti düzeyleri bildirirler, fakat farklılıklar çok küçüktür, genellikle farkın ancak %4’ünü açıklamaktadır. Eğitim, meslek, yaş, dindarlık ve cinsiyet için bu rakam daha da küçüktür. Bu istikrarlı bulgu “özlem uyarlanması” ve “ayar-noktası” modellerine göre açıklanmıştır: (1) Terfi alma ya da iş kaybı gibi yeni değişikliklerin bireyin iyiliğinde büyük bir etkisi olabilir, fakat kişinin özlemleri başarı düzeylerine uyarlanır. Bir yıl kadar sonra değişiklikten önce olduklarıyla aynı iyilik düzeyinde olduklarını bildirirler, bireyin normal “ayar-noktası”na geri dönerler. (2) Farklı bireylerin farklı ayar noktaları vardır. Yıllar sonra bazı insanlar diğerlerinden daha yüksek düzeylerde iyilik sergilerler (Inglehart and Kllingemann, 2000).
İlk çalışmalar standart sosyal arkaplan değişkenlerinin iyilik halinde ancak ılımlı bir bir değişme oluşturduğunu, fakat genetik etkilerin güçlü olduğunu bulmuştur. Buna göre bireylerin “ayar noktaları”ndaki farklılıklar genetik etkilenmeleri yansıtmaktadır. Örneğin, sosyoekonomik durum, eğitim başarısı, aile geliri, medeni durum ya da dinsel bağlanmalar iyilik halindeki değişkenliğin ancak %3 kadarını açıklayabilmektedir, fakat bu değişkenliğin %44 ila 52’si genetik farklılıkla bağlantılıdır. Kişinin tek yumurta ikizinin ister şu anda, isterse 10 yıl önce bildirdiği iyilik düzeyi kendisinin bildirdiği mutluluğun eğitiminden, gelirinden ya da statüsünden çok daha iyi bir öngörücüsüdür (Inglehart and Kllingemann, 2000).
Tüm bu bulgulara rağmen, öznel iyilik hali üzerine genetik etkilerle ilgili neredeyse tüm araştırmaların öznel iyilik halinin görece dar bir aralıkta değiştiği tek tek ülkelerde yapıldığı gözden kaçırılmamalıdır. Örneğin, Amerikalıların sadece küçük bir kısmı kendilerini mutsuz ya da yaşamlarından hoşnutsuz olarak betimlerler. Ancak, bazı toplumlarda bu böyle değildir. ABD’de görece yüksek bir alt değer sabit olduğundan, tek başına ABD verilerine dayalı bir analizin bir değeri olmaz. Verili herhangi bir ülkede görece dar bir değişme aralığında genetik etmenler gerçekten de farkların çoğunu açıklayabilir. Fakat uluslararası değişkenliğin çok geniş olduğu bir aralıkta kültürel etmenler de bu farkların en az genetik etmenler kadarını açıklar gibi görünmektedir (Inglehart and Kllingemann, 2000).
Avrupa Birliği ülkelerinde 1973’te anketlerle diğer konular yanında öznel iyilik hali de sorulmaya başlanmış ve sonraki yıllarda belli aralıklarla bu anketler tekrarlanmıştır. Bu anketlerin 1973 ile 1998 arasındaki 25 yıllık sonuçlarına göre, uluslar arasında iyilik düzeylerindeki farklılıklar verili kültürlerin istikrarlı karakteristikleridir; basitçe verili toplumların hayat memnuniyeti düzeylerini anlık olarak yükseltmiş ya da çökertmiş olan geçici etkileri yansıtmazlar. Örneğin, Danimarkalılar bu anketleri kapsayan 25 yıl boyunca hayat memnuniyeti bakımından hemen her zaman en üst düzeyde sıralanmışlar; bu 25 yıl boyunca Danimarka halkının %50 ila 65’i kendilerini bir bütün olarak hayatlarından “çok memnun” olarak betimlemişlerdir. Portekizliler ise birliğe katıldıkları noktadan itibaren en düşük düzeyde öznel iyilik hali göstermiş; kendilerini “çok memnun” olarak betimleme yüzdesi asla %9’un üstüne çıkmamıştır. Fransa ve İtalya ise istikrarlı bir şekilde görece altlarda sıralanmışlardır. Danimarkalıların altında Hollandalılar, İrlandalılar, İngilizler gelmektedir. Almanlarınki Fransız ve İtalyanların üstündedir. Bu toplumların mutluluk düzeyleri de benzer bir örüntü sergilemektedir (Inglehart and Kllingemann, 2000).
Peki, kültürler arasındaki bu farklılıklar genetik etkileri yansıtıyor olabilir mi? Pek olası değil, çünkü örneğin, Belçika hayat memnuniyeti düzeyinde 70’lerden 80’lere 10-15 puanlık istikrarlı bir düşüş göstermiştir. Genetikle açıklansa, Belçikalıların genetik havuzunda 1970’lerin sonunda ani bir değişme olması gerekirdi. Oysa bu durum, o dönemde Belçika’da yaşanan etniler arası çatışmalarla bağlantılı yaygın rahatsızlık gibi tarihsel etmenlerle daha kolay açıklanabilir. Bu çatışma Belçika’nın 1993’te etnik hatlar boyunca bölünmesine yol açmıştır (Inglehart and Kllingemann, 2000).
Dünya çapında (dünya nüfusunun %75’ini oluşturan 64 toplumda) yapılan bir çalışma (World Values Survey) da, mutluluk ve yaşam memnuniyeti düzeylerinin epey farklılaştığını göstermektedir. Hemen hemen tüm endüstrileşmiş ülkelerde yaşam memnuniyeti nüfusun en az 3/4’ü için 10 puanlık ölçeğin üst yarısındadır. Danimarka, İzlanda, Finlandiya, Hollanda ve İsviçre’de halkın %90’dan fazlası kendilerini mutlu ve bir bütün olarak yaşamlarından memnun olarak betimlemişlerdir (Inglehart and Kllingemann, 2000).
Öznel iyilik halindeki uluslararası farklılık, toplumun ekonomik gelişme düzeyiyle kuvvetle bağlantılıdır. İyilik hali ile gayrı safi milli hasıla arasındaki global bağıntı .70’tir (p:.00000). Bu, ekonomik gelişmenin insan mutluluğu üzerinde önemli bir etkisi olduğunu düşündürmektedir. Genetik bir yorum, zengin ülkelerin halklarının yoksul ülkelerinkinden genetik olarak farklı olduklarını ve yeni zenginleşen Japonya, Güney Kore ve Tayvan gibi ülkelerin halklarının ani genetik değişiklikler geçirdiklerini varsaymamızı gerektirirdi. Aşırı yoksulluktan refaha geçmenin insan mutluluğu üzerine etkisi olduğu sonucuna varmak daha makuldür. Ancak, bu süreç doğrusal değildir. Ekonomik ölçekte yukarı çıktıkça bağıntı zayıflar. 1995’teki satın alma gücü paritesine göre 13 000 doların üstünde servet ile öznel iyilik hissi arasında anlamlı bir bağlantı yoktur. Geçimlik ekonomiden orta düzeyde ekonomik güvenliğe geçişin mutluluk ve yaşam memnuniyeti üzerine büyük bir etkisi vardır, fakat Portekiz ya da İspanya’nın üstüne çıkıldığında ekonomik büyüme herhangi bir etkide bulunmamaktadır. Bu, ekonomik gelişmeyle ilişkili değerlerin değişmesini yansıtıyor olabilir (Inglehart and Kllingemann, 2000).
Özetlersek… Yoksulluğu önlemek, zengin bir ülkede yaşamak ve maddi servetten başka amaçlara odaklanmak mutluluğa ulaşmakla ilişkilidir. Mali durum yoksul ülkelerde zengin ülkelerden daha fazla hayat memnuniyetiyle bağıntılıdır. Bir ülkede alt yapının zayıf olması istikrarlı ilişkilere, kişisel dışavuruma ve üretkenliğe yönelik fırsatları sınırlar. Kişi ne kadar fazla mali ve maddi amaçlara odaklanırsa, iyiliği o kadar az olur. İçsel amaçlara doğru yönelmek iyiliği artırırken dışsal amaçlara yönelmek de iyiliği azaltır ya da az etkiler. Özerkliği azaltır. Düşük toplumsal sınıfta olmanın negatif etkileri sosyal kıyaslama süreçlerinden kaynaklanır. O halde, iyilik söz konusu olduğunda, yoksulluğun riskleri vardır, fakat zenginliğin yararı yoktur (Ryan and Deci, 2001).
Bu Dünya Sana Kalmaz
2) Özel Bilgi (Art)
Yukarıda alıntıladığım bilgiler, mutluluk üzerine okuduğum literatürün bir kısmını oluşturuyor. O kadar emek harcadıktan sonra sizle paylaşmazlık edemedim. Fakat bana o kadar kuru geldiler ki, hemen Freud’a dönme ihtiyacı duydum. Freud’un “…mutluluk çocukluk arzularının tatmin edilmesidir” sözü pek ünlüdür. O halde, mutluluk üzerine düşünürken çocukluk arzularını keşfetmeye çalışmaktan daha iyi bir yol olabilir mi? İşte aşağıdaki satırlar da, bu içe bakış sırasında gördüğüm küçük resimlerden ibaret. Her ne kadar parça parça olsalar da, bütün resme dair bir fikir veriyor, beni mutlu eden (ve bunu tamamlamak üzere, acı veren) şeylere dair ip uçları bulmama yardım ediyorlar. Aşağıda yazdıklarım, hatırladıklarım ve bunlara dayalı çağrışımlarımdır. Dolayısıyla, gerçek olaylar değil, hatırlanan her şeyde olduğu gibi, gerçekliği tartışmalı anılar ve bunların aklıma getirdiği bölük pörçük yaşantılar olarak alınmalıdırlar:
En çok, nar ağaçlarını hatırlıyorum: Allahım, ne çok nar! Ne çok nar çiçeği! Ne çok kırmızı! Ne çok pembe! Yeşiller içinde kırmızılar! Portakal bahçelerini, hayatım boyunca aynı tadı bulmak için uğraştığım şeftalileri, hatta yer fıstıklarını da hatırlıyorum, ama daha az. Narların sahibi yokmuş gibiydi ve o kadar yerdik ki, sonra dışarı çıkmak büyük sorun olurdu… Zaten biz “barajcı” olduğumuzdan, kendilerinden ayrı tutar ve pek dalaşmazlardı, hatta bir tür saygı duyduklarını söyleyebilirim. Köye baraj yapmak için gelen bir şirkette çalışıyordu babam. Bu yüzden Adana’nın ücra bir köyünde geçti çocukluğum. “Adana’nın ücra yeri neresi olacak, Allah Aşkına!” demeyin, köy “uygarlık”tan o kadar uzaktı ki, çalışacakları yere kendi iş makineleriyle yol açarak gelebilmişlerdi. Öyle anlatırlar… Köyde yalın ayak gezilir, çocuklar alt giymezlerdi. “Aboo” derlerdi, “Bre”li konuşurlardı…
Şirketin üst düzey yöneticileri köyden sekiz on kilometre uzakta, baraj şantiyesine yakın bir yerde lojmanlar yapmışlar, orada kalıyorlardı. Biz köyün içindeydik, köylülerle yaşıyorduk.
İlk oturduğumuz ev, köyün en iyi evlerinden biriydi, şimdi düşününce bu kanıya varıyorum: İki katlı, çatısı çinko kaplamalı, salonu veranda gibi dışarı açılan, geniş ve hoş bir evdi: O. Ağa’nın bize kiraya verdiği ev. Evin hemen kenarından, alçak tarafından, küçük bir ark geçerdi, yerle hemzemin olan öbür yandansa köyün ana yolu. Annemin o arkta çamaşır yıkadığı bir sırada suya kapıldığımı, arkın “alt başından” beni tuttuklarını da anlatırlar. İlk boğulma, ölmeye yaklaşma deneyimimdir. Evin önündeki bahçede ilk “kötü” kelimeyi nasıl öğrendiğimi de hatırlıyorum. Köy çocuklarından birinin küfür ettiğini duymuştum. Anlamını bilmediğim için akşam evde sormuş olabilirim, çünkü sonra o çocuklarla pek görüşmediğimi hatırlıyorum. Belki “engellenmiş”tim! Bir de doğanın ürkütücü yüzüyle bilinçli olarak belki ilk kez o evde karşılaştığımı: Günlerce uzun gibi gelen bir dolu yağışı; kocaman kocaman yağan dolunun çinko tavanda hiç bitmeyen, her an evi yıkacakmış gibi gelen çarpma sesleri, yağışın şiddetinden göz gözü görmez oluşu, evdekilerin telaşı, tam o sırada mı, daha sonra mı geldiğini tam hatırlamadığım, yağış sırasında bir kişinin öldüğü haberi…
Sonra köyün iki bakkalından biri olan Dursun’un evi. Birinci katta, küçük bir bahçesi ve -evet, bahçenin içinde- bir tuvaleti vardı. Önünde, hayatımın sanki en neşeli oyunlarını oynadığım, demirleri kalmış bir eski at arabası parçası duruyordu. Ve elbette bahçedeki nar ağaçları…Okula orada başlamış olabilirim. Oturduğumuz evin arka taraflarındaki bir başka köy evine eşiyle birlikte genç bir mühendisin taşındığını, köy çocuklarının hep seviştiklerini söyledikleri bu çifti görebilmek için çalılardan, ağaçlardan, duvarlardan ve pencerelerden oluşan gölgeleri taradığını, ama herkes neye bakıyor diye ben de denediğimde bir şey göremediğimi hatırlıyorum. O sırada çocukların kullandıkları kelime bu değildi büyük olasılıkla; yani, sevişmek. O evdeyken hatırladıklarım arasında, çay kenarına gidişlerimiz büyük yer tutar. Balık tutmayı ve -denebilirse- yüzmeyi orada öğrendim. İkinci boğulmaya ramak kalma olayım o sıralardadır.
Ve okul: Elbette yürüyerek gittiğimiz, şimdi de hayranlık ve heyecanla hatırladığım öğretmenlerin bulunduğu yer… Anlattıklarına göre, okul başladıktan epey sonra, muhtemelen 2. dönemde, ben de bir hevesle okula gitmeye başlamışım, kendi kendime. Yoksa yaşım küçükmüş, ama gerçekten mi küçükmüş, dedem öyle yazdırdığı için mi öyleymiş, benim için hâlâ bir muammadır. Birçoğumuz için klasik hikâyedir: Bu gidiş gelişlerde öğretmen benim sınıfta otururken okuma yazmayı söktüğümü görünce, bizimkileri de bilgilendirerek benim kaydımı yapmış. Okula bardak ve şeker götürdüğümüzü, okula koşarak gittiğim bir gün şekeri önlüğümün cebinden düşürdüğümü, verilen süt tozunu şekersiz içmek zorunda kaldığımı, ondan sonra uzun bir süre sütten tiksindiğimi hatırlıyorum. Çok güzel sahneler de var, şimdi aklıma gelen: Top oynadığımız bir sırada oradan geçen kadın öğretmenlerin beni “çöp bacak” diyerek kucaklarına aldıklarını; ikinci sınıftayken 4. sınıfın öğretmeni, müdür beyin eşi H. Öğretmen’in beni alıp sınıfına götürdüğünü, dört işlemlerden birini yaptırdığını ve sınıfa dönüp bu kadar basit bir işlemi yapamadıkları için fırça attığını; resim dersinde -ve bazen diğer derslerde- okulun hemen karşısındaki değirmene bakan bahçeye ya da çay kıyısına gittiğimizi, açık havada oynayıp resimler yaptığımızı; H.’yi; öğretmenimizin yanımdan ayrılmayan ve hep beni savunan H.’ye “Sen Hakan’ın avukatı mısın?” dediğini…
Okulu, köyün doğallığını ve karşısındaki değirmeni düşününce, Maupassant’ın Değirmenim’den Mektuplar’ı geliyor aklıma. Milli Eğitim basımı, üçüncü hamura, eski, tırtıllı sayfalı bu kitabı neden o kadar heyecanla okuduğumu bugün daha iyi anlıyorum. Kitap ve köy deyince hemen İnce Memed’i de hatırlıyorum, çünkü o sıralarda İnce Memed Cumhuriyet’te tefrika ediliyordu ve abim gazeteyi yere sererek anneme okurdu. İnce Memed başka anıları çağrıştırıyor: Oturduğumuz köye yakın, portakal bahçeleri dolu Sıtır Köyü; kartal yuvası gibi, yanımızdan uçakların geçtiğini hatırladığım Yılan Kalesi; ve Anavarza… Yaşar Kemal’in benim için neden sadece büyük bir yazar değil, aynı zamanda kendi çocukluğuma çocukluk yıllarımı anlatan bir masalcı da olduğunu -yeniden- görüyorum.
Okulumuzun müdürü, benim ilk öğretmenim de Cumhuriyet kuşağı öğretmenlerindendi; eşiyle birlikte kuş uçmaz kervan geçmez o Anadolu köyünde ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorlardı. Çok sonraları bunun bedelini ödediğini, ilçede vurularak öldürüldüğünü de öğrendim.
Ankara’yı sorduğumda köyün yukarısındaki dağları gösterir, o dağların ötesinde olduğunu söylerlerdi. Ben de hep o renkleri, yükseklikleri ve uzaklıkları değişip duran dağlara doğru yürümeyi, onları aşmayı, Ankara neresiyse görmeyi hayal ederdim. Bir kış otobüsle Ankara’ya gittiğimizi, gece yarısı sersem sepelek bir haldeyken insanların “Kar! Kar!” diye seslendiklerini, ama bakınca -bu kez de- hiçbir şey göremediğimi hatırlıyorum.. Sanırım ben ta en başından beri -nedenini bilmiyorum ama belli ki- gözlerimi içe çevirmiş olduğumdan, etrafımda nelerin olup bittiğini göremiyor(d)um.
Son yıl, baraj biterken biz de lojmanlara taşındık. Orada da “deve” dediğimiz koca araçların sürekli oradan oraya hafriyat toprağı taşıyışlarını, koca tepelerin giderek yarılmasını ve yollara bölünmesini, suyun önünün kesilmesini, “dolusavak”ın ne olduğunu, sudan nasıl enerji elde edildiğini, tamirhaneye girdiğimde hissettiğim kutsal yağ, benzin, ter kokan havayı.. hatırlıyorum. Adana macerası bitip yıldızların yeryüzüne indiğini hissettiğim o mistik Ankara gecelerine kavuştuğumda içimde doğaya ve doğayı değiştiren insan aklına, emek ve tekniğe, uzaklara/dağlara doğru gitmeye, dereye, meyvelere, sıcağa, yazıya ve okumaya, Yaşar Kemal’e, Yılmaz Güney’e, Orhan Kemal’e, Bereketli Topraklar’a,… dair birçok anıyla şekillenmiştim bile. O yıl Ankara’da Deniz Gezmişleri asacaklar, abimden Türkçe öğretmenlerinin sınıfta nasıl ağladığını dinleyecek, niye ağladığınıysa yıllar sonra anlayabilecektim. Burdurlu Köy Enstitülü Fakir Baykurt’u, şiiri ve devrimi ve başka birçok şeyi tanımamsa, kimliğimin şekillendiği Antalya yıllarına rastlar. Ama bunlar başka yazların konusu.
* Uchida Y, Norasakkunkit V, Kitayama S. Cultural constructs of happiness: Theory and empirical evidence. Journal of Happiness Studies 2004; 5: 223-239
* Easterlin RA. Explaining Happiness. PNAS 2003; 19: 11176-11183
* Inglehart R, Klingemann H-D. Genes, Culture, Democracy, and Happiness. Culture and Subjective Well-Being içinde. Ed Diener, Eunkook M. Sulh (eds). MIT Press, 2000.
* Lane RD, Reiman EM, Ahern GL, Schwartz GE, Davidson RJ. Neuroanatomical Correlates of Happiness, Sadness, and Disgust. Am J Psychiatry 1997; 154: 926-933
* Ryan RM, Deci EL. On Happiness and Human Potentials: A Review of Research on Hedonic and Eudaimonic Well-Being. Annu Rev Psychol 2001; 52: 141-166
Tartışma
Yorumlar kapatıldı.