//
Arşiv

Archive for

FREUD’DA ÖLÜM VE YIKIM DÜRTÜSÜ

(Başka Psikiyatri ve Düşünce Dergisi 2009 3)

başka öfke 1
başka öfke 2
başka öfke 3
başka öfke 4
başka öfke 5
başka öfke 6
başka öfke 7
başka öfke 8
başka öfke 9
başka öfke 10
başka öfke 11
Okumaya devam et

FREUD’DA KEDER: “YAS VE MELANKOLİ”

(Başka Psikiyatri ve Düşünce Dergisi 2009; 2(1))

 

Gerçek erinç, durma zamanı geldiğinde devinimsiz durmak, gitme zamanı geldiğinde gitmektir. Böylece, dinlenme ile devinim zamana uygun olur. O zaman yaşamda ışık vardır.

I Ching ya da Değişimler Kitabı

Giriş

Başka’nın geçen sayısı (Kaygı) için Freud’da anksiyete kavramıyla ilgili bir derleme yapmıştım. Konusu “keder” olan bu sayıda, Freud’un 1915’te yazdığı ve Ricoeur’un deyimiyle, “hayranlık duyulası küçük denemelerinden biri” olan “Yas ve Melankoli” başlıklı makalesini özetlemek istiyorum. Bu makalede, genel görünümlerinden psikanalitik açıklamalarına değin, yas ve melankoliye dair anlatılanların büyük bölümünün bugün de önemli değişmelere uğramadan geçerliliğini sürdürdüğünü görmek ilginç olabilir. Freud, biyolojik psikiyatrinin alıp başını gittiği bugünleri önceden görmüş gibi, daha işin başında hemen melankolinin tek bir hastalık olduğunun gösterilemediğini ve klinik olarak çeşitli biçimler aldığını, bu biçimlerden bazılarının ruhsal olmaktan çok bedensel kökenli hastalıkları düşündürdüğünü belirtme gereği duyar ve kendisini ruhsal kökeni tartışılmaz olan az sayıda olguyla sınırlayacağını açıklar. Sonra melankoli ile yasın genel tablolarını karşılaştırır, melankolinin nasıl yasla aynı patolojik süreci paylaştığını ve farklılıklarını gösterir. Ayrıca bu makale, bir klinik tabloya dair açıklamaların ötesinde, Freud’un kimi temel kavramlarının şekillenme sürecini gösteren temel metinlerden biridir. Genel olarak, melankolinin benlik değerinin düşmesi, nesne kaybı ve özdeşleşme süreçleri ile ilişkileri üzerinde durur; üstben’e dair ilk kuramsal öncüllerini ortaya atar. Son olarak da melankolinin mani ile ilişkisine değinir.

freudda keder ilk sayfaPsikopatoloji

Başka Keder

  Freud’un yazının girişinde hatırlattığı gibi, görünüşte yas tutan bir kişi ile melankolik arasında fark yok gibidir: Yas her zaman sevilen bir kişinin ya da onun yerini alan ülke, özgürlük, ideal, vb. gibi bazı soyutlamaların kaybına duyulan tepkidir. Yas da melankoli gibi dış dünyadan ilginin kesilmesini, yeni bir nesneyi sevme yeteneğinin kaybını, o nesneyle ilgili etkinliklerden uzak durmayı içerir. Yas da gündelik hayattan aynı ölçüde uzaklaşmaya yol açar. Bununla birlikte, yas, melankoli gibi bir hastalık olarak değerlendirilmez. Yasın belli bir süre sonra geçeceğine güvenilir ve ona müdahale etmek gereksiz, hatta zararlı bulunur. Bu tablonun hastalık olarak değerlendirilmemesinin tek nedeni, yalnızca, nasıl açıklanacağını bilmemizdir.

Okumaya devam et

FREUD’DA ANKSİYETE KAVRAMI

(Başka Psikiyatri ve Düşünce Dergisi 2008; 1(1))

Psikanaliz, belki de tarihte iz bırakmış ve geniş “kanaat iklimlerini” etki altına almış diğer bir çok bütünsel kuram gibi, Freud tarafından temellerinin atıldığı ilk dönemlerinde, daha anlaşılır bir dile ve günlük hayata ait kavramlara sahiptir. Psikanalizin dili, gene belki diğer bir çok bütünsel kuram gibi, giderek daha teknik, daha ağdalı bir hal alır, sıradan insanın daha güç anlayabileceği bir şekle dönüşür. Hep söylenmiştir, ancak, tekrar örnek verilebilir: Freud’un yazılarında dürtüsel güçlerin temsilcisinden ve buna karşı çıkan örgütlü yapıdan “ego” ve “id” olarak değil; bildiğimiz dilbilgisi zamirlerinden, “ben” ve “o”dan söz edilir. Bizim daha sonra “ego” diye okuyacağımız zihinsel ajansın adı onda Almanca’daki “Ich”tir (Ben), “id” de “Es”tir (O). İngilizceye çevrilirken teknik bir dil kurma kaygısıyla “ben”e karşılık “ego”, “o”ya karşılık “id” önerilmiştir. Freud’un “trieb” şeklinde kullandığı ve daha az biyolojik çağrışımlar içeren “dürtü” terimi, “instinct = içgüdü” olarak çevrilmiştir. Sadece bir çeviri eyleminden başlamış gibi görünen, ancak, elbette psikanalizin gerçek hayatta kendini gösterdiği her alana yayılan; giderek onun tarikatvari bir örgütlenme içinde kendi içine kapanmasıyla sonuçlanan bu “profesyonelleştirme” eyleminin ve bunun sonucunda ortaya çıkan psikanaliz ile geniş okur kitlesi arasındaki büyük yarılmanın -bu sonuca katkıda bulunan sosyo-ekonomik, politik, kültürel etkiler de ihmal edilmeden- başka bir yazıda etraflıca tartışılması uygun olabilir.

IMG_20180116_220249.jpg
başka akaygı

Şimdilik, konumuz olan “anksiyete” kavramının da benzer bir süreçten geçerek benzer bir akıbete uğradığını söylemek yeterli olabilir. Zira, bugün yaygın olarak “anksiyete” terimiyle karşıladığımız duygu halinin Freud’un yazılarında olağan Alman konuşmasında sık kullanılan bir sözcük olan “angst”şeklinde geçtiği biliniyor.”Angst” ise etimolojik olarak “dar”, “kısıtlı” anlamındaki Almanca sözcük “eng”le akraba. Anksiyete, Latince “sıkmak”, “sıkıştırmak” anlamına gelen “engere”den türemiş. (Editör’ün Eki, “Anksiyete Nevrozu Adı Altında Belli Bir Belirti Kümesini Nevrasteniden Ayırmanın Nedenleri Üzerine. Psikopatoloji içinde, s. 56-7) O halde “anksiyete”nin geçtiği yerlerde bunu bir tür sıkışma/boğulma hissi, halk diliyle “daralma” olarak okumak mümkün.

Okumaya devam et

Unutma

unutma 1unutma 2unutma 3unutma 4unutma 5

 

Nefret

(PsikeArt 2015; 42: 24-28)

KENDİNE ACI, ONDAN NEFRET ETME

George Orwell, 2. Dünya Savaşı’nın sonunda, Amerikalıların bir savaş tutsağı kampını ziyaret eder. Orada bir grup korkudan sinmiş, perişan SS subayı görür. Bir asker onlara yaklaşır ve birine sert bir tekme atar. Ayağa kalkmasını söyler. Adam da kesin bir dehşetle ve tekmeden kaçmanın imkansızlığıyla bunu yerine getirir. Orwell şöyle devam eder:

“1940’lara geri dönüp bir SS subayının tekmelendiğini, aşağılandığını gördüğümüzü hayal etsek, bu sahne bizi sevinçten çıldırtmaz mı? Şu var ki, böyle şeyler yapılabilir hale geldiğinde, sadece acıklı ve iğrenç olurlar… Doğrusunu söylemek gerekirse, intikam diye bir şey yoktur. İntikam, güçsüz olduğunuzda ve güçsüz olduğunuz için yaptığınız bir harekettir: İktidarsızlık hissi kalktığında, arzu da buharlaşır gider.” George Orwell, 1945/68. Revenge is sour, In (S. Orwell & Angus, Eds). The Collected Essays, Journalism and Letters of George Orwell. Volume IV. Harmondsworth, Penguin. sa. 184)

Bir Vaka:

11 Eylül Muhammet’in hayatını sonsuza değin değiştirdi, fakat kendisi ya da tanıdığı biri terörist saldırılarda yaralandığı için değil. Muhammet her gün okula korkuyla gidiyordu: insanlar koridordan geçerken sadece kara derisi ve İran kökeninden dolayı onu Usame diye çağırmaya başlamışlardı. Muhammet’in ABD’de doğmuş olmasının ve ebeveynlerinin kendilerininki gibi bir aile kurmak için sıkı bir şekilde çalışmış olmasının onlar için bir önemi yoktu. Tek gördükleri, kendileri ile Muhammet arasındaki farklılıklardı, benzerlikler değil. Onun da teröristlerden kendileri kadar nefret ettiğini kavrayamıyorlardı. Orta Doğu’yla bağlantısı olan herkesin bir avuç tehlikeli aşırı uçla aynı fikirleri olması gerektiğini sanıyorlardı.

psikeart 42

Bu vaka örneği, ABD’de gençleri çeşitli duygusal durumlar konusunda bilgilendirmek için hazırlanan broşür dizisinin Nefret Duygularıyla Başa Çıkmak başlıklı kitapçığından alındı. Kitapçıkta Hoşgörüsüzlük, Önyargı, Benzerlik ve Farklılık, Klişeler ve Günah Keçisi Yapma, Azınlıklar, Ayrımcılık gibi konular işlenmekte ve gençler Nefret Suçları ve Kadına Karşı Şiddet konusunda uyarılmakta. Ülkemizdeki politik, cinsel, kültürel, vs. nedenlerle gelişen yaygın linç girişimlerini ve devletin bu suçlara karşı hoşgörüsünü düşününce, imrenmemek elde değil. Gene de, orayı örnek vermenin burada işleri düzeltmek için bir yararı olabilir, diye düşünerek devam edelim.

Bilgilendirme epey temel bir düzeyde; benzerlik ve farklılıklar üzerinde durarak başlıyor. Her gün ABD’nin her yanında insanlar kendilerinden farklı sosyal gruplara -farklı etnisitelere, milletlere, dinlere, cinsiyetlere ya da cinsel yönelimlere- reddetme ve düşmanlıkla tepki gösteriyorlar. Aslında tüm insanlar benzerdirler; hepimiz Afrika’daki ortak atalardan geliyoruz. Aynı zamanda aramızda ince farklılıklar da var: Kısa ya da uzun, şişman ya da zayıf, açık tenli, kıvırcık ya da düz saçlı, erkek ya da kadın olabiliriz. Konuştuğumuz dil, sahip olduğumuz kültürel değerler açısından değişiğiz. Kişiliklerimiz de farklı olabilir: Bir çocuk çekingen, diğeri dışadönük, biri sporda iyi, diğeri matematikte olabilir.

Okumaya devam et

BİYOLOJİK ÖNCELİK PSİKOLOJİK ÜSTÜNLÜK: Süreç Kuramından Çıkan Yeni Bir Bütünleyici Paradigma

(Şizofrengi için çevirdiğim ve 24. sayıda (1996, sa. 14-21) yayımlanan bu ufuk açıcı makaleden hemen hemen bütün seminerlerimde yararlandım.) 

Makalenin aslı: Sabelli H.C., Carlson-Sabelli L. Biological Priority and Psychological Supremacy: A New Integrative Paradigm Derived from Process Theory. Am J Psychiatry 1989; 146(12): 1541-1551

Süreç kuramı biyolojik, sosyal ve psikodinamik psikiyatrinin bütünleştirilmesine yarayan, fiziksel ve psikolojik süreçlere ilişkin kapsamlı bir kuramdır. Süreç kuramı matematiksel dinamikler ve Heraklitus’un süreç felsefesinden çıkan kavramları kullanır. Klinik olarak da uygulanabilen üç yeni kavram sunar: i) (biyolojik ya da psikolojik üstünlük kuramlarına karşıt olarak) biyolojik öncelik ve psikolojik üstünlük, 2) (psikoanalitik ve diyalektik çatışmalara ve sistemler homeostazisine karşıt olarak) karşıtların birliği ve 3) (belirlenimciliğe ve gelişimsel kuramlara karşıt olarak) yaratıcı çatallanmalar.

Çoğu klinisyen bugün psikiyatrik bakımda biyolojik, sosyal ve kişisel etkenleri bütünleştirme gereksinimini kabulleniyorsa da, (bu yöndeki) çabalar kapsamlı bir kuramın eksikliğinden dolayı kesintiye uğramaktadır. Eklektizm, belli bir bozukluğun nedeninde ya da tedavisinde bir çerçevenin ne zaman ötekinden daha önemli olduğunu göstermeyi savsakladığından, yeterli değildir. Klinik ve sosyal bilimlerde deney yapmanın muazzam ekonomik ve insanî bedeli kuramsal yaklaşımların kullanılması gereğini gösterir. Olası bir bütünleştirici çerçeve olarak bir çok Amerikan psikiyatristi tarafından benimsenen “sistemler kuramı” sorunların ele alınma sırası konusunda yol gösterici olmadığından, bu işi görememektedir. Engel, sistemler kuramına dayanarak ardışık bir biyopsikososyal yaklaşım önerirken, Pribram tedavinin herhangi bir noktadan başlayabileceğini, çünkü herhangi bir parçayı değiştirmenin bütünü değiştirmek olduğunu savunmuştur. Bu kavramların ikisi de sosyolojik ve sosyobiyolojik formülasyonlarla uyuşmamaktadır; çünkü bunlar gerek türün, gerekse tek bir kişinin tarihinde bireyselliğin gelişiminde toplumsal süreçlerin önceliğini kabul eder.  Süreç kuramının işaret ettiği biyopsikososyal yöntem budur. 

Çoğu süreç  kuramı örneğini fizikte (mekanikte) bulmuş ve matematik modeller (örneğin, Newton’un dinamiğini) kullanmıştır. Başkaları toplumsal söylemi (diyalektik, Sokratik, Hegelyan, Marksist) ya da ilkin Heraclitus’u esinleyen biyolojik ve psikobiyolojik modelleri örnek almıştır. Freud üç modelden de yararlanmış; psikolojik süreçlerin mekanik ve biyolojik süreçlerle aynı yasaları izlediğini varsaymış, kendi psikodinamiklerini zamanının dinamik bilimi üzerine kurmuştur. Bu varsayımı benimsemek, psikodinamikleri zamanımızın doğrusal olmayan dinamik bilimi temelinde yeniden formüle etmemize yol açar. 

Klasik dinamik geçmişin bugünü belirlediği mekanik bir model benimsemişti; klasik termodinamik kapalı sistemler üzerinde odaklanmıştı. Her iki nitelik de psikolojik kurama taşınmıştı. Ancak, insanlar açık sistemlerdir, yani, sürekli etkileşim ve değişim içinde olan süreçlerdir. Kapalı sistemler dengeye (“nokta çekicisine”) eğilim gösterirler: Bu kavram Hem Freud’un dürtü kuramında, hem de aile homeostazisiyle ilgili sistem formülasyonlarında mevcuttur. Açık sistemlerin ayrıca iki örüntüleri daha vardır: mevsimsel ve biyolojik ritimlerde olduğu gibi döngüsellik ve fiziksel sistemlerin, biyolojik mutasyonların ve psikolojik yaratıcılığın şekillenmesinde ve ayrımlaşmasında olduğu gibi yaratıcı çatallanmalar (“kaotik çekiciler”). Açık sistemlerde akışın bozulmasının kendiliğinden yeni yapılar yaratabileceğinin keşfedilmesiyle dinamikte devrim olmuştur. Bu “çatallanmalar” evrimin ve insanî yaratıcılık ve özgür istencin olabilirliğini açıklar. Günümüzde çatallanma kuramı fizikten fizyolojiye değin çeşitli uygulamalar dahil, uygulamalı matematiğin en etkin alanlarından biridir.

şizofrengi 24 kapak

Modern dinamikten alınan temel kavramlar klasik homeostazis kavramını dramatik bir şekilde değiştirmiş ve çoktan biyolojik psikiyatriye girmiştir. Bununla birlikte, dinamiklerin psikolojik konulara uygulanmaya uygun kavramsal bir yorumu yoktur. Bu tür yorumların araştırılması bizi M.Ö. beşinci yüzyılda İyonyalı filozof Heraclitus’tan köken alan felsefî süreç kuramlarına götürür. Marmor, Heraclitus’un süreç kuramının modern psikiyatride gerek duyulan bütünleştirici çerçeve olarak kullanılabileceğini öne sürmüştü. Jung, Heraclitus’un kuramlarına açıkça gönderme yaparken, Freud bunları Hegel’in diyalektik modeli aracılığıyla kendine almıştı.

 

SÜREÇ KURAMI

 

Süreç kuramı her şeyin enerji içeren ve enerji alışverişi yapan bir süreç olduğunu öne sürer. Enerji akışı karşıtları farklılaştırır ve yaratıcı evrim, karşıtların evrensel etkileşiminden kaynaklanır. “Süreç” sözcüğü Latince “ilerlemek ya da öne çıkmak”tan türemiştir. Bu, izole olaylar, denge durumları etrafında salınımlar, istikrarlı bir durumun homeostatik devamı, döngüsel yinelemeler ya da rastgele değişmeler gibi diğer değişim görüşlerinden farklıdır.

Okumaya devam et

ZAMANIN İPTALİ

(Bu yazı -ilginç bir zamanlamayla- Şizofrengi‘nin son sayısında (Nisan 1997 Sayı 27: sa. 29-30) yayımlandı.)

“İşte zaman ırmağını tersine yüzmek isterim, dediğimde bunu demek istiyordum: Belli olayların sonuçlarını silip her şeyin başlangıcı olan bir durumu tahtına oturtmak için. Ama hayatımın her anı yeni olgular yumağını da kendisiyle birlikte getiriyor, bu olguların her biri de kendi sonuçlarını; bu yüzden, yola çıktığım sıfır noktasına ne kadar dönmeye çalışsam, ondan o kadar uzaklaşıyorum.”
İtalo Calvino (Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu)

Hayatınızda hiç değilse bir kez belli bir ANı hiç yaşamamış olma, zamanı geriye çevirip o ANın öncesinden yeni den yaşamaya başlama isteği geçmiştir içinizden: Polise enselenme ANı, başka bir arabaya çarpma ANı, sevilen birini yitirme ANı, gibi. Kimisinde bu bir istek olmaktan çıkıp zorlantıya dönüşür. Böyle bir durumda zihin öyle büyüsel bir tarzda işler ki, olmuş bitmiş olan ya da olup bittiği düşünülen bir şey olmamış kılınmaya, etkisizleştirilmeye çalışılır. Pek yerine oturmayan bir Türkçeyle “yapıp- bozma” diye çevrilen bu zihinsel düzenekte kişi, geçmiş düşünceleri, sözleri ya da eylemlerinin olmamış olmasına; gerçekte ya da düşüncesinde yaptığı ya da yaptığını düşündüğü olumsuz bir eylemin etkisini kaldırmaya, yapılmamış gibi saymaya çalışır. Almanca aslı “ungeschehenmachen” (olmuş olanı etkisizleştirmek), Fransızcası “annulation retroactive” (geriye dönük yürürlükten kaldırma) olan “undoing” sözcüğünün yetersiz bir anlatım olduğu çok belli olduğu için hemen her zaman “undoing what has been done” (yapılmış- edilmiş olanı iptal etmek) şeklinde kullanılır. Her durumda anlatılmak istenen, zaman sanki tersine çevrilebilirmiş gibi, geçmişte olup bitenlerin ortadan kaldırılmaya çalışılmasıdır.

şizofrengi 27 kapak2

Düşlemde de olsa bağlantısız bir eylemin çok uzak sonuçları olabileceğine (elektrik düğmesine basmakla babanın ölebileceğine) ya da nazar değmesin diye maşallah diyerek ve ya kötü bir olaydan söz edildiğinde tahtaya vurarak bizim de başımıza gelmesinin önlenebileceğine duyulan büyüsel inanç üzerinde düşünmeyi başka zamana bırakıyorum. (Aslında çok da sağlam durmayan, kayan bir inançtır bu. Hemen ardından karşıtı düşünce/eylem gelir ve böyle yineler durur.) Merak ettiğim şu: Zihnimiz böyle bir düzenek kullanabildiğine (zaman içinde geriye dönüp düzeltmeler yapabildiğine) göre, bildiğimiz anlamda -akıp giden- bir zaman kavramına sahip olduğu söylenebilir mi? En azından bilinçdışı düzeyinde böyle olmadığını biliyoruz. Çünkü bilinçdışı işleyiş zaman tanımaz. Orada ne zamanın bir yönü, ne de düzeni vardır. Düşlerde, sanatta, ruhsal rahatsızlıklarda zamanda geri ye gidilebilir, ama “normal”, “mantıklı” zihinsel işleyişte her şeyin bir sırası, zamanın bir akışı vardır. Gün delik hayatımızı da bu “normal” duruma göre düzenler, hiç bir zaman “dün işimi yapacağım, bugüne bir şey kalmaz” diye düşünemeyiz. Olağan dünyamızda zaman hep ileriye doğru akar, geriye dönmesi düşünülemez.

Okumaya devam et

EREKSİYON UYGARLIĞININ SONU MU?

(Şizofrengi, Şubat 1995 Sayı 17: sa. 33-34)

 

Bu satırları günün ilk ışıkları uzaklardaki bulutların arasından huzmeler halinde süzülürken,  haftalardır çalışmanın yorgunluğundan ağırlaşan göz kapaklarım bana uykusuzluğumu anımsatır, ama bu arada yoğun çabalarım ürünü olan kuramsal buluşumun coşkusuyla boşalan gözyaşlarım ak kağıda  bir şelale gibi dökülürken… yazmıyorum. AkIım duru ve aydınlık; yine de içimde büyük bir karanlığın ardından ışığı görmenin heyecanı…

Yaklaşık dört beş yıldır dünyada olup bitenleri kafamda evirip çeviriyor, bir anlam vermeye çalışıyorum. Hani şu, adı ünlü fıkralardaki uluslararası heyetin Japon üyesini anımsatan Fukuyama diye biri “tarihin sonu geldi” deyince iyice afalladım. Sahiden de bir şeyler dönüyordu ortalıkta, ama ne? Günler, geceler boyu süren uzun düşünmeler sonunda “tarihsel fallus-merkezli gelişme kuramı”nı buldum. Şimdi rahatım. Ama yetmiyor, sizi de rahatlatmak istiyorum. Çünkü biliyorum, siz de anlamakta güçlük çekiyorsunuz. .Oysa insan aklı, anlamak/düzenlemek tutkunu. İşte son zamanlarda olan bitenlerin/söylenenlerin kendi-açım açısından açıklaması:

ereksiyon uygarlığı2

Önce gözlerimizin önündeki olaylara bakalım, neymiş herkesi şaşırtan bu gelişmeler? Söylediğim gibi, bugünler için “tarihin sonu” deniyor. Bu, zamanın/tarihin bir yönü olduğunun yadsınması; toplumsal ilerleme düşüncesinin sona ermesi demek. Özetle, bir yere gittiğimiz yok. Dolayısıyla, sosyalizmde en gelişkin ifadesini bulan tarihsel ilerleme düşüncesi, yerini yönsüz/yansız bir durağanlığa/yayılmaya bırakıyor. Bunun politikadaki en önemli görünümü, “yeşil hareket”in çıkışı ve genişlemesi (genişleme, çünkü yükselme anlam yüklü bir sözcük.) Yeşil hareketin içinde neler var? Anti-otoriter, DİKEY değil yatay örgütlenme yanlısı solcular, doğacılar, teknoloji karşıtları, kadın hareketleri, eşcinseller…

Tarihin bir yönü olduğu düşüncesinin, ilerleme/gelişme anlayışının yadsınmasına, bildiğiniz gibi, şimdilerde “postmodern durum” diyorlar. Postmodern durum anladığım kadarıyla 1-sanatsal, bilimsel, ahlaki politik tercihlerin bir arada, birbiri üzerinde üstünlük taslamadan, yan yana bulunmasını, 2- bunların da özellikle “büyük” olanlarının değil, “küçük”lerinin yeğlenmesini, 3- böylece yalnız politik (ideolojiler), ekonomik (işletmeler), ailevi (iki kişilik) vb. düzeyde değil, coğrafi olarak da “küçük”lerin, yerelliklerin öne çıkmasını anlatıyor.Bir de kafamızın henüz bugünkü kadar karışmadığı dört beş yıl öncesine bakalım, durum nasıldı? Okumaya devam et

Kış Depresyonunun Tedavisinde Parlak Işık Tedavisi: Yeni Ufuklar

(Şizofrengi 1996; sayı 24: sa. 52-54)

 

kış depresyonu 1kış depresyonu 2kış depresyonu 3

 

 

 

Psikiyatrik Açıdan Deliryum

Giriş

Deliryum, özellikle dikkatte bozulmayla birlikte, bilişsel yetilerin zayıflaması ve bilinç düzeyinin akut bir şekilde azalmasıyla kendini gösteren bir bozukluktur. Merkezi sinir sisteminin (MSS) hayatı tehdit eden, ancak geri döndürülme potansiyeli de taşıyan bir bozukluğudur; genellikle algı bozuklukları, psiko-motor aktivitede değişmeler ve uyku-uyanıklık döngüsünde kaymalar eşlik eder. Hastaneye yatan popülasyonda yüksek sıklıkta görülmesi, pek iyi tanınmaması ve yüksek mortalite oranına bağlı olarak deliryum, sağlık bakımının seyrini de önemli ölçüde karmaşıklaştırır. Hastane bakım yükünü, yatış süresini, bilişsel çöküşü ve evde bakım hizmetleri gereksinimini artırır, bakım evine yerleştirilme oranını yükseltir. Olguların önemli bir kısmında beyin işlevleri bir daha asla eski haline dönmeyebilir.

Yaş, ilaç kullanımı ve ek tanılar gibi birçok etken görülme sıklığını (prevalansı) artırır. Ancak, deliryum çoğu zaman sağlık çalışanlarınca tanınmaz. İncelenen ortama bağlı olarak yanlış tanıyla ilgili tahminler %40-60 arasındadır.  Çoğu durumda deliryum merkezi sinir sistemine (MSS: beyin ve omurilik) yönelik travma ya da stres, ilaç zehirlenmesi ya da çekilmesi/yoksunluğu, organ yetmezliklerinden kaynaklanan metabolik bozukluklar gibi bir çok etkene bağlı olarak gelişir. Çeşitli oluş nedenlerinden (etiyolojilerden) söz edilmesine rağmen, deliryumun altında yatan mekanizmalar (patofizyoloji) henüz aydınlatılamamıştır. Güncel araştırmalar nöro-kimyasal anormallikler, iltihabi (enflamatuar) değişmeler, oksidatif stres ve kan-beyin-bariyeri işlev bozukluğu gibi mekanizmaların hepsinin deliryumun ortaya çıkmasına (patojenezine) katkıda bulunabileceğini göstermektedir.

2010_08_28_0012

Tanım

Deliryum terimi, Latince deliro (to be crazy: delirmek) fiilinden gelmektedir: de+lira (çizgiden çıkmak). “Akut konfüzyonel durumlar”,” ensefalit” ya da “ensefalopati”, “akut beyin yetmezliği”, “toksik metabolik durum”, “organik beyin sendromu” gibi isimler de kullanılmaktadır.

2010_08_28_0019

Bütün dünyada yaygın olarak kullanılan Amerikan Psikiyatri Birliği’nin psikiyatrik hastalıklarla ilgili sınıflandırma sistemi Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders’ın 5. versiyonunda (DSM-5) Nörobilişsel Bozukluklar (NBB) deliryumla başlar; onu bunama gibi büyük nörobilişsel bozukluklar (NBB), hafif NBB ve bunların etiyolojik alt tipleri izler. NBB kategorisi birincil klinik eksikliğin bilişsel işlevlerde olduğu, gelişimsel değil de, daha ziyade edinilmiş olan bozukluklar grubunu içine alır.

Okumaya devam et

İletişim

444 7000
Salı: 09:00-18:00
Perşembe: 09:00-18:00

Kategoriler

Blogdaki Yazıların ve Görsellerin Yasal Kullanımı Hakkında

© Hakan Atalay ve hakanatalay.wordpress.com. 2011-2019.

Bu malzemenin bir açıklamada bulunmadan ve yazardan yazılı izin almadan yetkisizce kullanılması ve/veya çoğaltılması yasaktır. Özgün içeriğe uygun ve özgül bir yönlendirme yapılması, [Hakan Atalay]ın ve [hakanatalay.wordpres.com]un tam ve açık kaynak gösterilmesi hallerinde alıntılar ve bağlantılar kullanılabilir.

Akbank Sanat'ta Yapay Zeka ve Aşk üzerine panel.
FB TV'de Depresyon üzerine söyleşi.
Follow Hakan Atalay on WordPress.com