//
Şimdi...
PsikeArt, Psikiyatri

Korku

PsikeArt, Ocak Şubat (19) 2012 (korku), sa. 12-19

GİRİŞ

Bu sayının kapak konusu, korku. Hafta sonunda bu konuyu nörobilimsel açıdan inceleyen bir şeyler okuyup bir derleme yapmayı planlarken, ve aslında yazı için zaten çok geç kalmışken, tutup bir de yeni gösterime girmiş olan bir filme gitmek daha çekici geldi. Martin Scorsese’nin çok övülen, 3 boyutlu yeni filmini (“Hugo”) seyretmeye başladığımda, bir an “déjà-vu” (“bu sahneyi daha önce görmüştüm”) hissine kapıldım. Bir süre daha seyredince zihnim aydınlandı: Filmin ana temasını, Psikeart’ın “Yanılsama” sayısı için okuyup özetlediğim makalelerden birinde geçen bir gerçek hayat hikâyesi oluşturuyordu. Psikeart okuyanlar şanslılar, filme giderlerse, söz konusu yazının şu paragrafını hatırlayacaklardır, ki bu aynı zamanda filmin senaryosu sayılabilir (Psikeart 2010 Kasım Aralık 12: 28-33): “O yıllarda bir Fransız sihirbaz tarafından yapılan bir âlet hâlâ kötü ününü sürdürmektedir. 1888’de kendisi de sihirbaz olan Georges Méliès, Théâtre-Robert-Houdin’i satın aldı.

korku

Birkaç yıl sonra Louis Lumière ona son buluşunu gösterdiğinde kameranın sihir gösterileri için taşıdığı olanakları hemen anladı. Lumière’in aleti satması için yalvardı, olmayınca kendisi yapmaya karar verdi. 1895’te Méliès, Théâtre-Robert-Houdin’de dünyadaki ilk halk sinemasını açtı.

Ekim 1896’ya doğru başkentin hemen dışında Montreuil Sous-Bois’da ilk sinema stüdyosunu kurdu. İlk filmlere sahne teknikleri, yanılsama ve özel efektler sanatını getirdi. 1914’te ünlü tiyatro kapandı ve yeni bir bulvar açılması için yıkıldı. Birinci Dünya Savaşı’na doğru halk sihir gösterilerine ilgisini kaybetti ve şehrin her yanında hızla açılan yeni sinemalara döndü. Cesareti kırılan ve yıkılan Méliès filmlerinin çoğunu yok etti, bir tren istasyonunda kiosk açtı ve orada 1930’daki emekliliğine kadar şekerleme ve oyuncaklar sattı (Lachapelle S. From the stage to the laboratory: Magicians, psychologists, and the science of illusion. Journal of the History of Behavioral Sciences 2008; 4: 319-34).”

“Korku”nun bu rastlantıyla -doğrudan- bir ilgisi yok elbette. Ve “korkarım”, dolaylı olarak da, yok. Fakat böyle garip rastlantılar insanı “korkutuyor” işte. Belki de neden olup bittiğini bilemediğimizden. Bana öyle geliyor ki, çoğu zaman bilgi arttıkça, “korku” azalıyor. Dikkat ederseniz, “çoğu zaman” sözlerini eklemeyi gerekli gördüm, çünkü yanlış anlaşılmaktan “korktum”. Daha çok şey bildikçe “korku”nun arttığı durumlar da var elbette. (Şu anda aklıma gelmiyor, ama zihnimin bir yerinde belli belirsiz bir bilgi var buna dair.) Belki de cehaletin karanlıkla, bilginin aydınlıkla eşlenmesinden doğan bir sezgi bu: O belirsiz, her türlü tehlikeye açık, algılama yeteneğimizin azaldığı meşum karanlık halinden kim “korkmaz”? Güpegündüz, her şeyin net olarak algılandığı, çizgilerin netleştiği güneşli/aydınlık zamanlarla kıyaslasanıza! Bilmek, tartışmasız, “korkuyu” azaltır gibi geliyor.

Buradan “neyi bilmekten, nasıl bir bilgiden söz ediyoruz” sorusuna geçebilir miyiz? Çünkü, duygular, özellikle de korku duygusu söz konusu olunca, “bilmek”ten ne kastedildiğini açıklığa kavuşturmak zorunlu hale geliyor, çünkü “bilmek” beynin yüksek düzey zihinsel işlevleri yerine getiren yapılarıyla ilgiliyken, korkmak beynin daha alt düzey işlevlerini yerine getiren yapılarıyla ilgili. Örneğin, karanlıkta yürürken duyduğumuz bir gürültünün oluşturduğu korku hali hangi “bilgi”ye dayanmaktadır? Ya da arabayla yolda giderken bir arabanın karşı yoldan üstümüze üstümüze geldiğini fark ettiğimizde, o sırada neyi “biliyoruzdur” da korkuyoruzdur? Peki ya, bir sınava girerken alacağımız notun bize bir yıl kaybettirme ihtimali karşısında hissettiğimiz korku, yukarıdakilerle aynı türden midir? Ya da despot bir iktidar gibi düşünmediğinizde, ben de zarar görür müyüm, diye duyulan korku? Aşağıdaki notlar Panksepp ve arkadaşlarının Applied Animal Behavior Science’da (2011; 129: 1-17) yayımlanan makalelerinin geniş bir özetinden ibarettir.

 

KORKUNUN NÖROANATOMİSİ

 

Belli ki korku, tehlikeyi önceden görmeyi öğrenmekle ilgilidir; olası zararı önlemek için kendini savunmaya olanak sağlar. Bu haliyle korkunun, hayatta kalma yeteneğinin ayrılmaz bir bileşeni olduğu açıktır. Bu nedenle de, korkuyla ilgili sinirsel/beyinsel mekanizmalar evrimsel olarak çok eski ve değişmeye dirençlidirler. Bu mekanizmaları anlamak amacıyla yürütülen çalışmalar, giderek artan bir şekilde, amigdala denen badem biçimindeki beyin yapısında odaklanmıştır. Bunun dışında, stria terminalis’in yatak çekirdeğinin (bed nucleus of stria terminalis: BNST), hipotalamus’un, (talamus’un altındadır, beyin omurilik sıvısı kanalının orta beyindeki şişkin kısmı olan üçüncü karıncığın tabanını oluşturur), hipokampus’un (deniz atı biçimindeki, daha çok bellekle ilişkilendirilen beyin yapısıdır), alın lobunun ön ve iç kısmındaki beyin kabuğunun (medyal prefrontal korteks) ve beyin omurilik sıvısı kanalının orta beyinden geçen bölümünün çevresindeki gri maddenin (periaquaductal gray: PAG) korku koşullanmasında (ve sönümlenmesinde) rol aldığı bilinmektedir. Stria terminalis’in yatak çekirdeğinin (BNST) koşulsuz korku uyaranlarının algılanması ve iletilmesinde, beyin omurilik sıvısı kanalının orta beyindeki bölümünün çevresindeki gri maddenin (PAG) ise korkunun işlenmesi, dağıtılması ve yanıt verilmesinde rol aldığı tahmin edilebilir. Hipokampus’un bellekteki daha önceki bilgilerle korku uyaranlarının karşılaştırılması, ön-alın lobunun iç bölgesindeki beyin kabuğunun (medyal prefrontal korteksin) korkunun tanınması, ifadesi ve denetlenmesiyle ilgili olması muhtemeldir.

Olası ilişki ağı şöyledir: Öğrenilmiş (koşullu) korku verici bir uyaran fark edildiğinde, amigdala’nın alt-yan sinir hücreleri (bazolateral nöronlar) etkinleşir ve buradan kalkan iletiler bir yandan amigdala’nın merkezî çekirdeğine (santral nükleus), bir yandan (muhtemelen talamus’tan da geçerek) alın lobunun ön bölgesindeki beyin kabuğuna giderler. Bu iletiler her iki bölgede de uyarıcı ya da baskılayıcı sistemleri harekete geçirebilirler. Beynin yüksek bilişsel işlevleriyle ilgili olan alın lobu muhtemelen gelen iletileri alıp tehlikenin boyutlarını gerçekçi bir şekilde değerlendirmekte, korkunun dışavurumlarını harekete geçirmekte ya da baskılamakta, organizmayı bilinç düzeyinde bir savaşa hazırlamakta ya da yatıştırmaktadır. Amigdala’nın merkezî çekirdeğine gelen iletiler ise, anladığım kadarıyla, ya gama amino bütirik asit (GABA) reseptörlerini uyararak organizmayı yatıştırmakta ya da n-metil-d-aspartat (NMDA: glutamat) reseptörleri yoluyla hipotalamus’a ve beyin sapına giderek, özellikle beyin sıvısı kanalının etrafındaki (periakuaduktal) gri maddede yerleşmiş olan korku merkezlerini harekete geçirmektedirler. Her iki halde de en az iki devrenin bulunduğu tahmin edilmektedir: 1) Tehlikenin çabucak algılanmasını ve hemen yanıt verilmesini sağlayan hızlı devre, ki sağkalım açısından hayatî önemdedir, ve 2) tehlikeye dair algıların diğer bilgilerle bütünleştirilip nasıl davranılacağı konusunda bilinçli bir karara varıldığı daha yavaş bir devre.

Her ne kadar korku çalışmalarında amigdala’nın (beynin şakak lobunun içlerinde yer alan badem biçimli bölümün) rolü daha fazla öne çıkmışsa da, son çalışmalar amigdala’nın da 1) sadece korkulara değil, diğer birçok duyguya karşı verilecek tepkilerin düzenlenmesinde rol aldığı, 2) farklı korku türlerine verilecek tepkiler açısından bölümlenerek farklılaştığı, ve 3) daha çok koşullu (bilinçli?) korku uyaranlarına karşı verilecek tepkiler için gerekli olmakla birlikte, koşulsuz korku uyaranlarına yanıt vermek için o kadar da zorunlu bir beyin bölgesi olmadığı yönündedir. Başka bir deyişle, koşulsuz (her halükarda korku uyandıran) bir uyaranla eşlenen koşullu (normalde korku uyandırmayıp korku uyandıran bir uyaranla eşlenen) bir uyaran için yukarıda sıralanan alın lobu, amigdala, hipokampus gibi yüksek merkezler gerekliyken, koşulsuz uyaranın kendisi için muhtemelen daha alt merkezlerin varlığı yeterli olmaktadır. Bu da korkunun evrimsel gerekliliğini, yani, organizmanın hayatta kalmak için beynin en alt düzeylerini bile -ve hızla- harekete geçirmek üzere planlandığını göstermektedir. Temel duygu sistemlerinin tüm memeli türlerinde hemen hemen aynı olması da sağkalımda duyguların rolüyle ilgili bu düşünceyi desteklemektedir.

Bugüne değin yapılan korku çalışmaları, bir yandan sadece davranışçılığın ve öğrenme kuramının etkisinde olduklarından, öte yandan ve buna bağlı olarak, korkuya alıştırmayı, yani, tekrarlanma sonucunda korkunun sönümlenmesini açıklama gereksinimlerinden ötürü, hemen hemen tümüyle koşullandırma kuramına dayanmışlardır. Burada mantık şöyle işler: Bir hayvanın korkmasının kaçınılmaz olduğu bir uyaran, örneğin, bir elektrik şoku, normalde hayvanı korkutmayacak olan bir uyaranla (diyelim ışıkla) eşlenir. Böylece hayvan, elektrik şoku verilmese de, ışığı gördüğünde, olduğu yerde hareketsiz kalıvermek (donakalmak) gibi korku davranışları gösterir. Bu koşullu uyaran tekrar tekrar verildiğinde, koşulsuz uyaranla bağı koptuğundan ya da korku yaratmayacak bir ortamda tekrarlandığında güven gelişeceğinden, giderek sönümlenir (azalarak kaybolur). Buradaki sorun, insanlar da dahil olmak üzere, tüm hayvanlardaki korkuların hepsinin koşullu uyaranlar sonucunda geliştiği varsayımıdır. Oysa bugün birçok korkunun, bu korkuyla hayatta hiç karşılaşılmamış bile olsa, genetik temelleri bulunduğunu biliyoruz. Örneğin, laboratuar hayvanları kuşaklar boyunca kendilerini avlayan (predator) hayvanlarla karşılaşmaz, fakat yine de onların kokusunu almaları bile korku tepkilerinin ortaya çıkmasına yol açar. Korkuların sadece koşullu bir davranış olarak incelenmesine dayanan bu yanılgı, bir yandan bilimsel araştırmalarda korkunun koşullanmasında rol oynadığı bilinen amigdala’nın çok öne çıkmasına yol açmış, öte yandan korkuların genetik bileşenler taşımaları, koşulsuz uyaranlarla ortaya çıkabilmeleri ve koşullanma ortadan kalksa bile kolayca geçmeyecek olmalarından dolayı, klinik tedavilerin başarısızlıkla sonuçlanmasına katkıda bulunmuştur.

O halde artık korkunun sadece amigdala, alın lobu ya da hipokampus gibi “yüksek” işlevler gören beyin bölgeleriyle değil, hatta onlardan daha çok, beynin derin içgüdüsel sistemleriyle ilgili olduğunu söyleyebilecek durumdayız. Son zamanlara kadar duygular (emosyonlar) konusunda duygulanımsal (afektif) değil, bilişsel (cognitif) görüşlerin egemen olması da, psikolojik kavramları tam olarak açıklayabilecek kadar bilgi sahibi olmadığımız şeklindeki indirgemeci yaklaşıma katkıda bulunmuştur. Farklı bir şekilde söylersek, bu anlayışta korku, dünyanın bazı yönlerinin tehlikeli olduğu şeklindeki bilişsel inanca bağlanmıştı. Buna uygun olarak, insanlara kendilerini korkutan şeyin ne olduğunu sorarak korkunun açıklanabileceği sanılmıştı. Bu teknik, korkunun hayvanlarda çalışılmasının önünde büyük bir engel oluşturmuştur. Kısacası, içsel yaşantıların açık bilimsel ölçümün sınırları dışında görülmesi, duygulanımın beyindeki yerleşimini ve işleyişini araştırmayı güçleştirmiştir. Davranışçılığın beslediği bu yaygın kanı, korkunun incelenmesini onun kolayca nesnelleştirilen, edinilmiş davranışsal göstergeleriyle (örneğin, klasik koşullu tepkiler ve donakalam davranışlarıyla) sınırlamıştır. Bu çalışmalarla da çok şey öğrenilmiş olmasına rağmen, bunlar korkunun özüne (onun yaşantısal dehşetine) değinmekten kaçınmışlardır. Şöyle de diyebiliriz: Bilişler (kognisyonlar) görece “yeni” beyin bölgelerinde üretilirken, korku hissi, yani, korkuyu yaşantısal bir fenomen olarak tanımlayan öznel deneyim, bu iş için tahsis edilmiş, evrimsel açıdan eski beyin devrelerinden kaynağını alır. Bu devreler muhtemelen korkunun içgüdüsel davranışsal niteliklerinin ifadesinden de sorumlu olan ve büyük olasılıkla birbiriyle örtüşen aynı devrelerdir. Öyle ki, hayvanlarda ve memelilerde aynı özgül beyin bölgelerinin uyarılması sırasında ortaya çıkan korku tepkileri, insanlarda da korku ve kaygı yaşantıları oluşturmaktadırlar.

Bu tezin önemli bir sonucu vardır: Beyin araştırmacıları “öznel yaşantının bilimsel olarak soruşturulması kavrayışımızın ötesindedir” diyerek bir bilinemezcilik perdesi ardına saklanamazlar. Hayvanlar “hissetmeyen” yaratıklar değildir, tersine, duygulanımsal bilincin temel biçimleri beynin derinliklerinden doğar ve hayvanlarda da kolayca incelenebilecek olan çeşitli duygusal eylemler sırasında saptanabilirler. Bu tür ham, düşünce-öncesi (unreflective) duygusal durumlar memelilerde beyin kabuğunun altındaki eski sinir devrelerinde üretilirler. (Bir köpeğin sahibi tarafından terk edildiği o üzücü tanıtım filminin sloganını hatırlayın: “Terk edilmek tüm canlılara aynı acıyı verir.”) Başka bir deyişle, duygulanım (afekt) sadece bireysel öğrenme ya da bilişin (kognisyonun) bir yan ürünü değildir, evrim gösteren memeli beyninin doğasında var olan bir işlevdir. Bu açıdan duygulanımlar sadece davranışın hızlı ve koşullanmamış yol göstericisi olmak için değil, öğrenmeyi desteklemek için de evrilmişlerdir. Böylece duygulanımlar hayvanların dünyada yollarını uyum sağlayıcı bir şekilde bulmalarına yardımcı olabilecek çeşitli “ödüller” ve “cezalar” olarak işlev görürler. O halde koşullanmamış duygulanımsal durumlar, evrimin hayvanların sağkalma ihtiyaçlarını öngörmesine olanak sağlayan çok önemli yollar olabilirler. Örneğin, açlık, hayvanlara depoladıkları kaynakların tehlikeli şekilde azaldığını ve enerji rezervlerini doldurmak için önlerindeki fırsatı kullanmalarını söyler. İğrenme/tiksinme, hayvanlara örtük olarak zarar görebilecekleri uyaranlarla karşılaştıklarını söyler. Korku, yaralayabilecek, öldürebilecek fiziksel tehditleri haber verir. Eğer korkuyu öğrenmek, hayvanların, dünyadaki tehlikeli olduğu kanıtlanmış olayları öngörmelerini sağlıyorsa, koşullanmamış korku duygulanımı da bu öğrenmenin temeli olabilir. Böylece apaçık korku öğrenimi; evrimsel olarak eski korku duygulanımları ve içgüdüsel davranışların koşullanmasıyla ve basit öğrenme biçimleriyle içiçe geçer. Bu klasik ve edimsel koşullanma gibi basit öğrenme biçimleri de zihnin daha yüksek bilişsel-düşünsel yönleriyle harmanlanır. Özetle, duyguların (emosyon) çekirdek öznel-duygulanımsal (afektif) yönlerini meydana getiren beynin derinlerindeki KORKU devresinin varlığı ile, bu hisleri (feeling) bilişsel değerlendirmeler için gösterge olarak kullanabilen yüksek beyin işlevleri arasında ayrım yapılmalıdır. Bu, aynı zamanda, korkuyu öğrenme ile yaşantısal kavramlar arasında ayrım yapmak demektir.

Bu bilgiler ışığında korkuyu yeniden tanımlarsak, “bireylerin ve türlerin hayatta kalması için temel olan, doğuştan gelen, türe özgü davranış dağarcığının bir kısmını temsil eden işlevsel savunma sistemi” diyebiliriz. Tehlikeli, tehditkar ve itici durumlara karşı korumak amacıyla canlıları olası tehditler konusunda bilgilendirir. Kendine özgü bir beyin “hali” olan ham korku hissi (feeling) otonomik ve davranışsal uyarılma haliyle birliktedir ve bu hal de korku yaşantısına katkıda bulunur. Beyin kabuğunun altındaki bölgelerde yer alan, sınırları belli ölçülerde belirli bir KORKU sistemi olduğu görülmektedir. Bu sistemin önemli bileşenlerinden biri, amigdala’nın alt-yan ve merkezî bölgelerinden, stria terminalis’in bed nükleusu gibi daha yüksek beyin bölgeleri ve muhtemelen lateral septal area’yı izleyerek iç ve ön hipotalamustan orta beyin ve ona komşu tegmental alanların periakuaduktal gri maddesine gider.

Bunlara ek olarak, korkunun sağkalım için önemli olan ve tehdit edici durum/olgu/kişi karşısında hızla bilgilendirici olan “alt” yolları (“low-road”) mı, yoksa bilinçli değerlendirme yapabilen “üst” yolları (“high-road”) mı kullandığı kadar, beyindeki korku devresinin bütün olarak anlaşılması da önem taşır. Alın lobu ön bölgesinin iç kısmındaki beyin kabuğu (medial prefrontal korteks) gibi yüksek beyin bölgeleri duyguların ayarlanmasında elzemdirler ve belki de korkudan çok “tasa” (worry) gibi bilişle ilgili (kognitize) duygularda rol oynarlar. Ancak, beyin kabuğunun bu yeni bölgelerinin duygulanımsal yaşantının ilk değerlerini (yüklerini) verme gibi bir kapasitesi olduğuna dair pek kanıt yoktur. Aslında bu “yüksek” bölgelerin birçoğu duygulanımı baskılayabilir de. Bu bağlamda, alın lobu beyin kabuğunun beyin omurilik sıvısı kanalının çevresindeki (periakuaduktal) gri maddesi ile yaygın bağlantılar gösterdiğini ve yüksek bilişsel süreçlerin aşağı beyin bölgelerinin uyarılmasını etkileyebileceğini kaydetmeye değer. Öte yandan, beynin diğer duygusal sistemleri gibi KORKU sistemi de hiyerarşik bir şekilde örgütlenmiştir. “Yüksek” beyin bölgeleri algısal bilgiyi işler ve bütünleştirir. Alın lobu iç bölgesi beyin kabuğu, şakak lobunun hipokampal ve amigdalanın çevresindeki işlevleri, diensefalon’un otonomik/hormonal yanıtları denetleyen hipotalamik bölgeleri beden ihtiyaçlarına göre korku tepkilerini değiştirir (örneğin, aç hayvanlar tehlikeli olması muhtemel durumlarda yaklaşmakta olan kaynaklardan daha az korkarlar), beyin omurilik sıvısı kanalının çevresindeki (periakuaduktal) beyin kabuğu gri maddesi (PAG: Peri Aquaductal Gray) ve onu çevreleyen orta beyin bölgeleri davranış ve bedenin birleşik tepkilerini eşgüdümlerken, bireysel tepki unsurlarının çoğu da beyin sapının çok daha alt kısımlarına yerleşmiştir.

 

KORKUNUN FARMAKOLOJİSİ

 

Bu bölümde artık sadece korku ile ilgilenmeyi bırakıp “kaygı”, “stres” gibi kavramlarla tanışıyoruz, çünkü korkunun farmakolojisi işin içine girdiğinde, korkuyu tek başına inceleyen çalışmaların yerini kaygı ve stres ile bağlantılı olanların aldığını görüyoruz. Bu çalışmalara göre, beyinde bazı maddeler korkuyu yatıştırırken, bazıları da kolaylaştırmaktadır. Bunların başında “diazem bağlanma ketleyicisi” adı verilen kaygılandırıcı madde gelir. Korku devrelerinin bağlanma yerlerinde doğal olarak etki gösterdiği düşünülen ve başlıca kaygı oluşturucu madde olarak bilinen “diazem bağlanma ketleyicisi”nin (DBK) dışında, başka birçok nörotransmitter de beyinde kaygıyı kolaylaştırma yeteneğindedir. Örneğin, serotonin ve norepinefrin (NE) sistemleri uzun zamandır potansiyel kaygı oluşturucu (anksiyojenik) sistemler olarak ilan edilmişlerdir. Serotonin ve NE etkinliğini kolaylaştıran bazı ilaçlar (örneğin, serotonin-2c reseptör agonisti m-chloro-phenylpiperazine: MCPP veya ɑ2-NE reseptör antagonisti yohimbin) kaygıyı uyarırlar. Ancak, bu etkilerin bir kısmı özgül duygusal tepkilerden çok, genel uyarılma halinin düzenlenmesiyle ilgili olabilir. Çünkü serotonin ve NE gibi biyojenik amin sistemlerinin kaygı yaşantısına özgül bir şekilde katkıda bulunmaları pek olası değildir. Daha çok, dikkat ve bellek gibi süregiden beyin etkinliklerinin yaygın bir şekilde düzenlenmesiyle (modülasyon) bunu yapıyor olabilirler. Yani, kaygılı düşünüp durmaları azaltabilir ya da uzatabilir veya sinir sisteminin genel uyarılma tonunu değiştirebilirler. Başka bir deyişle, bu sistemler genel olarak tüm duyguları etkileme eğilimindedirler; sözgelimi, serotonin tüm duyguların düzeyini düşürürken, NE genel olarak yükseltmektedir.

Bir başka korku nörotransmitteri, uyarıcı bir aminoasit olan glutamat’tır. Glutamat agonistleri (NMDA ve kainik asit) şiddetli korku tepkileri uyandırır. Bu korku dönemleri çeşitli glutamat reseptör antagonistleriyle tersine çevrilebilir. Korku/kaygı sistemiyle ilgili bir nöropeptit olan kortikotropin serbestleştirici faktör (corticotropin releasing factor: CRF) de huzursuz bir uyarılma halini kolaylaştırır ve beslenmeden sosyo-cinsel etkinliklere kadar uzanan pozitif güdülenmiş davranışları azaltır. Hayvanlar daha önce CRF aldıkları ortamlara korku tepkileri gösterirler ve CRF antagonistleri normal stresörlere yanıt olan donakalmayı azaltırlar.

Korkunun klinik olarak tedavisinde ise benzodiazepinler keşfedilene kadar alkol, opiatlar, barbitüratlar ve meprobamat kullanılırdı. Bu maddeler tolerans geliştirirlerdi, güvenlik aralıkları dardı, bağımlılık yapma ve intihar halinde ölümcül olma gibi olumsuz özellikler taşıyorlardı. Benzodiazepin grubundan ilk bulunan ilaç, klordiazepoksit’tir. Bu grup ilaçların güvenlik aralıkları, zamanın diğer ilaçlarının kat kat ötesindeydi. Birkaç yıl içinde diazepam ve klonazepam çıktı.

Benzodiazepinlerin hepsinin hedefi gama amino bütirik asit-A (GABA-A) reseptörleridir. Bu reseptörlere bağlanarak korku devresinin aktivitesini düşürür ve kaygı belirtilerini azaltırlar. Muhtemelen korku devresindeki sinir hücrelerini hiperpolarize ederek (yeniden uyarılmalarını güçleştirerek) kaygıyı giderirler. Ayrıca, beyin kabuğundaki GABA-A reseptörlerini etkileyerek yüksek beyin bölgelerindeki kaygıyla ilgili düşüncelerin işlemlenmesini doğrudan baskılayabilirler. Yönelim bozukluğu, bellek kaybı, iştah artışı, saldırgan eğilimlerin serbestleşmesi gibi istenmeyen etkileri dışında, bağımlılık oluşturma potansiyelleri de vardır.

Kaygıyı gidermek için kullanılan bir diğer grup olan B-blokerler, kaygının hoş olmayan çevresel fizyolojik belirtilerinin baskılanmasına yardım ederler. Hem çevresel, hem de merkezî norepinefrin sistemi uyarılmasını azaltırlar ve kaygının (topluluk önünde konuşmak ya da müzik icra etmek gibi) dışadönük belirtilerinin denetlenmesini sağlarlar. Ayrıca, korkulu anların pekişmesini bloke ederler.(Bir ara b-blokerlerle ilgili bir çalışma popüler iletişim araçlarında “kötü anıları unutabileceğimiz” neşeli anonsuyla yayılmıştı!)

 

SONUÇ

 

Amigdala’nın korkuyla (ve öfke, cinsel davranış, ilaç arayışı, koku ve tatla ilişkili güdülenmiş beklentiler gibi duygularla) ilişkili olan öğrenilmiş beklentisel süreçlerin dolayımlanmasında önemli bir rol oynadığı kesindir. Amigdala’nın alt bölümleri koşullanma, belleğin güçlendirilmesi, dikkatin ayarlanması, duygu hallerinin bazı belirtileri gibi çeşitli bilişsel işlevlerde rol alır. Ancak, korku verici ve diğer duygusal uyaranlara yanıt olarak amigdala’nın etkinleşmesi genellikle kısa ömürlüdür ve buna hızla alışılır. Demek ki, amigdala etkinliği sürdürmekten çok, başlangıçtaki bilgilendirici bilgi girdisine (input) yantı vermektedir. Amigdala’nın korkunun duygulanımsal bileşeninin üretilmesinde son derece önemli olduğu anlayışı belki de yanlıştır. Belki de amigdala esas olarak duysal bilgilerden duygusal anlam çıkaran bilişsel sistemler ile, korkunun duygulanımsal özellikleri gibi korku çıktılarını (output) üreten daha eski sistemler arasında bir arayüzdür. Amigdala’nın bilişsel enformasyonun bilinçdışı (yaşantılanmamış) bir şekilde işlemlenmesine katıldığına da kuşku yoktur. Ancak, insanlardaki son çalışmalar, amigdala ve hipokampus gibi yüksek limbik yapılar tahrip edildikten sonra da otonomik korku koşullanmasının ortaya çıktığını göstermektedir. Bugün duygulanımsal yaşantının korku sisteminin eski-evrimsel kısımlarında hâlâ üretilebildiği görülmektedir.

Yazıyı, işe yarasın diye, güncel bir soruya yanıt arayarak bitirelim: İnsanlarda davranış değişiklikleri oluşturmayı amaçlayan korkutma taktikleri işe yaramakta mıdır? (Bundan sonraki bilgiler Geller ES. Scared life: How to use fear to motivate safety involvement. Occupational Health & Safety 2003; 6: 6-10’dan alınmıştır.) Siyaset dünyasında egemen kanaat “olumsuz propaganda”nın işe yaramayacağıdır. Öyle ya, korkutucu bir mesajın doğurduğu kaygı, mantıken kişinin dikkatini mesaja yöneltmesini ya da mesajı akılda tutmasını engelleyebilir. Ya da insanlar rahatlarını bozmamak için korkuyu görmezden gelebilir ya da baskılayabilirler. Oysa, reklamcılara bakılırsa, “reklamın iyisi kötüsü olmaz.” Hangisi doğru acaba? 1970’lerde, örneğin emniyet kemerlerinin kullanılmasını teşvik için yapılan çalışmalar aylarca televizyonlarda yayınlanan korkutucu görüntülerin kemer kullanımını artırmadığını gösterse de, o zamandan bu yana bu sonuçları değiştirmeyi gerektirecek verilere ulaşılmıştır. Artık iyi tasarlandıklarında korkutma taktiklerinin de işe yaradıklarını göstermektedir. (Bu arada, bazı önerilere uyulursa zarar verici sonuçlarından kaçınılabileceğini vaz eden bu mesajlara, “sex appeal: seksapel”den (cinsel çekicilik) mülhem, “fear appeal: ferapel (!) (korkutuculuk)” diyebilir miyiz?) Etkili bir korkutma taktiği izleyiciyi bazı davranışlar yapılmazsa belli olumsuz sonuçların ortaya çıkabileceğine inandırmalıdır. Çalışmalar kolektif istatistiklerin bizi bireysel vaka incelemeleri kadar korkutmadığını saptamıştır. İzleyici başına gelen olumsuz sonuçları gözünde canlandırdığında kişisel endişeleri etkinleşir ve korkulan sonuçtan kaçınmak için öğrenme stratejilerine açık hale gelir. İzleyiciye benzeyen bir kişinin şahsî öyküsü, incinme algısını artırır ve tehdidi gerçek gibi gösterir; korkutur. İzleyici artık eylem için hazırdır.

Peki, ne tür tehditler güdüleyicidir; belli bir güvenlik ya da sağlık uygulamasının yararlarını vurgulayan (“kazanç-çerçeveli”) mi, yoksa önerilen davranışlara uymamanın bedelleri üzerinde duran (“kayıp-çerçeveli”) mi? Sınırlı sayıda araştırma kazanç-çerçeveli olanların önleme davranışları açısından, kayıp-çerçevelilerinse ortaya çıkarma (detection) davranışları açısından daha etkili olduğunu göstermektedir. Örneğin, korkutma, önleyici davranışla elde edilebilecek olan olumlu davranışlara odaklandığında izleyicilerin güneş koruyucusu kullanma olasılığı yükselmektedir. Fakat sağlık mesajı, önerilen ortaya çıkarma davranışlarına uymamanın olası olumsuz sonuçlarını vurguladığında kadınların düzenli göğüs taraması yaptırmaları olasılığı artmaktadır.

Ancak, korkutmanın etkisi (ferapel:)) sadece mesajın içeriğiyle belirlenmez. Aynı korkutmanın, mesajı alan kişinin algıları ve kişisel durumuna bağlı olarak farklı etkileri olabilir. Gene, alıcıların gönüllü olup olmaması da önemlidir. Örneğin, bir güvenlik dersine katılanlar ya da televizyonda istemeden bir reklamla karşılaşanlar, korku mesajlarından, bulundukları durumu kendilerinin seçtiğini düşünenlerden daha az etkilenirler. Ayrıca, tehditlere duyarlılığın yaşla arttığı bilinmektedir. “Bana bir şey olmaz” inancı gençlerde daha güçlüdür. Ek olarak, kaygı düzeyi arttıkça korkutmadan etkilenme azalmakta ve verilecek tepkinin bedeli de korkutmanın oluşturacağı davranış değişikliğinin düzeyini etkilemektedir.

Sonuç olarak, korku araştırmalarından elde edilecek olan verilerin, bu alanlarda kalması halinde bile epey ufuk açıcı olmakla birlikte, sadece bilimsel ya da entelektüel bir merak konusu olmaktan öteye geçtiği; kliniğe aktarılabilecek pratik sonuçlarına ek olarak, zihnin anlaşılmasına yaptıkları katkılar sayesinde özellikle reklamcılar ve siyasetçiler için eşi bulunmaz bir bilgi kaynağı olduğu görülmektedir.

 

Bilinmeyen adlı kullanıcının avatarı

About Hakan Atalay

Psikiyatrist, psikoterapist, öğretim üyesi, eş, baba, Ankaralı, ama şu anda İstanbul’da, Yeditepe Üniversitesi’nde. Eposta: hakan.atalay@yeditepe.edu.tr Çağrı Merkezi: 4447000

Tartışma

Yorumlar kapatıldı.

İletişim

444 7000
Salı: 09:00-18:00
Perşembe: 09:00-18:00

Kategoriler

Blogdaki Yazıların ve Görsellerin Yasal Kullanımı Hakkında

© Hakan Atalay ve hakanatalay.wordpress.com. 2011-2019.

Bu malzemenin bir açıklamada bulunmadan ve yazardan yazılı izin almadan yetkisizce kullanılması ve/veya çoğaltılması yasaktır. Özgün içeriğe uygun ve özgül bir yönlendirme yapılması, [Hakan Atalay]ın ve [hakanatalay.wordpres.com]un tam ve açık kaynak gösterilmesi hallerinde alıntılar ve bağlantılar kullanılabilir.

Akbank Sanat'ta Yapay Zeka ve Aşk üzerine panel.
FB TV'de Depresyon üzerine söyleşi.
Follow Hakan Atalay on WordPress.com