//
Şimdi...
Şizofrengi

HALKIN YARARINA PSİKOTERAPİ

(Michael Lemer’in Surplus Powerlessness kitabından alıntı yapan Utne Reader’den alınmış ve Şizofrengi’de (sayı 16; 1994) yayımlanmış bir çeviridir. O dönemin ruhuna uygun bir yazıydı; çeviri de acemilik zamanlarıma denk geldi. )

 

Güncel psikoterapi uygulamasının çok açık çelişkin sonuçları vardır. Bir yandan birçok insan kişisel yaşamlarında karşılaştıkları sorunlarla başa çıkmayı öğrenirken, öte yandan bilerek içine girdikleri sürecin kendisi sonunda onları daha da güçsüzleştirme eğilimindedir.

Psikolojik sorunlara neden olan politik, ekonomik ve toplumsal etkenler üzerine bir fikri olmayan çoğu terapist, ailenin ve kişisel yaşamın düşkırıklıklarını bireysel başarısızlıklar olarak yorumlar. Terapistler müşterilerini bireysel yaşantılarını biçimlendiren daha geniş toplumsal güçler konusunda bilinçlendirmek yerine, alttan alta, sorunların bireysel alanda olduğunu ve bunların bireysel psikelerdeki ya da aile sistemlerindeki değişiklikler yoluyla çözülebileceğini telkin ederler.

şizofrengi 16 kapak

Ancak, bu algılamanın kendisi, Fazladan Güçsüzlük dediğim dinamiğin (insanlara kendilerini güçsüz hissettiren, onların gerçekte de güçsüzlüklerini doğrulayacak şekilde davranmalarına yol açan inançlar kümesinin) önemli bir parçasıdır. Tam da kişisel yaşamlarımızın denetimden çıktığını hissettiğimiz anlarda bize sorunların kafalarımızın içinde yattığını söyleyecek birine yardım için başvurmamız çok ironik, ama anlaşılır da bir şeydir. Çoğu kimse yaşamlarındaki bozgunları ve düşkırıklıklarını değersizliklerinin daha ileri doğrulanması olarak yorumladığından, gerek sorunların kendi psikelerinde yattığına, gerçekten gereksinim duydukları şeyin kendilerini değiştirmek olduğuna inanmaları mümkündür.

Bu mantık bütünüyle yeni bir endüstri doğurmuştur: Dönüştürücüler. Manevî gurular, dinsel önderler, “büyüme grupları” ve hafta sonu eğitim seminerleri hep bireylere kendileri ve dünya hakkında düşünme biçimlerini değiştirme ve böylece yaşamlarındaki düşkırıklıklarının ve acıların üstesinden gelmede yardımcı olmayı vaat ederler.

En yaygın kullanılan tedavi biçimleri hâlâ bireysel ya da grup psikoterapisidir. Psikoterapi kendine özgü birçok iyi sonuca yol açmıştır; bunlar özgül fobilerin iyileştirilmesinden, karmaşık yaşam sorunlarıyla daha iyi boşa çıkma becerilerine değin uzanır.

Sorun, psikoterapinin en belirgin biçimiyle bireysel yaşamlarda karşılaşılan sorunların temelde kişisel ya da bireysel sorunlar oldukları varsayımına dayanmasıdır. Danışanlar terapiye öncelikle bu varsayımla gelirler: Kişisel yaşamlarının yetersizliklerinden sorumludurlar ve kendilerini değiştirmelidirler. Terapistler dikkatleri yaşamlarının toplumsal bir temeli ve çalışma, cinsiyetçilik, yalıtlama, cemaatlerin dağılması ya da rekabetçi pazar sisteminin baskılarıyla ilişkisi olmayan boyutlarına çekerek bu çözümlemeyi onaylar. Danışanlar bu sorunları açmaya çalışırlarsa, kişisel sorumluluktan kaçmaya çalışmakla suçlanırlar.

Çoğu psikoterapistin bu toplumun sınıf yapısıyla çok az, çalışma dünyasının psikodinamikleriyle çok daha az aşinalığı vardır. Genellikle toplumumuzda “başarı”nın ödüllendirilen bir liyakat sorunu olduğu inancını paylaşırlar. Açıkça inançları odur ki, çalışanlar zorlu iş koşullarıyla karşılaşıyorlarsa, soruna katkıda bulunan bir şey yapıyor olmalıdırlar ve terapistin görevi de çalışanların kişisel olarak soruna ne ölçüde katkıda bulundukları üzerinde durmalarına yardımcı olmaktır. Birçok terapist, çalışanlar işyerlerinde karşılaştıkları koşulları anlattıklarında onlara inanmaz, çünkü başkalarına kendilerini güçsüz hissettirmenin, yönetimin ne kadar çıkarına olabileceğini anlamazlar.

Terapistler açıkça danışanlarını iş konusundaki öykülerden uzaklaştırmaya ve sözde “gerçek” alanlara (kişisel yaşama ve çocukluğa) yöneltmeye çalışırlar. Ne beklendiğini öğrenen danışanlar hemen bütün dikkatlerini bu alanlarda yoğunlaştırırlar. Terapistler bu öykülere ilgi gösterir, yorumlar yapar, bağlantılar önerir; danışanlar da hemen terapistlerin kendilerini ilgi ve özenle ödüllendirecekleri yerin burası olduğunu öğrenirler.

Kimi terapistler bu tuzaktan kaçabilirse de, eğitimlerindeki ve toplumsal birikimlerindeki her şey onları bu doğrultuda zorlama eğilimindedir. Terapistlerin toplumsal bir bakış açısıyla eğitilmelerine az rastlanır. Çoğu terapistin kişisel deneyimleri, toplumun genelgeçer varsayımlarını yeniden onaylama yönündedir. Kendi işbitiricilikleri sayesinde “becerdikleri”nden, kişisel deneyimlerinin, toplumun ödüllerinin liyakata dayalı olduğu şeklindeki egemen ideolojiyi doğrulama eğiliminde olduğunu düşünürler.

Ayrıca, terapinin “meşru” ve “bilimsel” bir girişim olarak ele alınmasının ve tanınmasının sağlanması için uzun bir mücadele geçirmesi gerekmişti. Bu mücadelede terapistlerin mesleklerini insanların sorunlarıyla uğraşan dinsel, politik ve diğer etik temellere dayalı yaklaşımlardan kökten farklı olarak göstermeleri gerekti. Böylece bir “yansızlık” ideolojisi geliştirdiler; terapistler her şeyden önce kendi görüşlerini müşterilere empoze etmekten kaçınmalıydılar. Gerçi bu hepten olanaksız bir şeydir (her yorum, her müdahale, sonunda neyin sağlıklı davranış olup neyin olmadığı konusundaki inançlara dayanan bir kuramdan kaynağını alır), ama terapistlere de aslında egemen dünya görüşünü nasıl pekiştirdiklerini sorgulamadan kaçınmaları için iyi bir bahane sağlar. Aynı zamanda onlara, içinde müşterilerin kendi deneyimlerini algıladıkları toplumsal kategorilerde neden meydan okumadıkları sorusuna genel bir yanıt sağlar: “Bunu yapmak bilimsel nesnelliği ve etik yansızlığı ihlal etmek olurdu.” Genellikle terapistlerin yaptıkları şey, sadece insanların – onların değişmez ve kaçınılmaz olarak kabul ettikleri – toplumsal rollere daha iyi uyum sağlamalarına yardım etmektir.

Terapiye bu yaklaşımın sonuçları, uğraşılan sorunun doğasına bağlı olarak ve daha önemlisi, danışanların sınıfsal konumuna göre farklılaşır. Bir danışan, işini değiştirme ve yeni toplumsal ilişkiler deneme özgürlüğü bulunan bir ekonomik kesimden geldiği oranda, terapide yüreklendirilen değişiklik türleri, ciddiye alındıklarında, danışanın yaşam kalitesinde dramatik düzelmelere yol açacaktır. Danışan işini değiştirebilir, baskıcı bir ilişkiden sıyrılabilir ve yeni yaşam tarzları deneyebilir. Sonuçlar gerek terapist, gerekse danışan için dramatik ve yüz güldürücüdür.

Ama birey bu türden hareketlilikler ve denemeler için az özgürlüğün bulunduğu bir ekonomik ve toplumsal yapıdan geldiği oranda, terapi sorunu hepten gözden yitirecektir. Sonuçlar çoğu zaman yıkımdır. Danışanlar yaşamlarının diğer bütün yönlerinde nasıl başarısız oldularsa, terapide de “başarısız” oldukları kanısına varırlar. Bu, sorunun öndeki bir parçası olan kendini-suçlamayı yoğunlaştırır. Yaşam koşullarını düzeltmekte başarısız olmuşlardır, kendilerini yeterli hissetmekte başarısız olmuşlardır, öfke ve düşkırıklığı duygularının gündelik bir temelde üstesinden gelmede başarısız olmuşlardır.

İronik olarak, yine bu sonuçlar çoğu terapist tarafından da yanlış anlaşılır; sorunun daha derindeki kaynağını kavramadan, sonunda danışanlarına yardımcı olamadıkları için kendilerini suçlarlar. Sözde kendi başarısızlığının sorumluluğundan kaçmak için de birçok terapist danışanlarını suçlar; terapi konusunda ciddi olmadıklarını, yaşamlarının sorumluluğunu almaya gerçekten istekli olmadıklarını ya da işlevlerinin terapiden yararlanamayacak denli bozulmuş olduğunu iddia ederler. Geliştirilmiş olan tanı kategorilerinden birçoğu (örneğin, “şizofrenik”, “psikotik” ve en son “borderline kişilik”) terapistlerin gerçekten yapabilecek bir şey olmadığını ve bu nedenle kendilerini kötü hissetmeleri gerekmediğini temin etmeye yardım etsin diye geliştirilen etiketlerdir.

Aile sistemleri terapisinin gelişmesi psikoterapinin yeniden kavramsallaştırılması sürecinde önemli bir ilerlemeydi, çünkü duygusal ya da davranışsal sorunların bütün aile sistemi açısından görülmesi gerektiğinde diretiyordu. O halde görev, aile sistemini değiştirmekti. Bu yaklaşım yalnızca bireyi suçlamaktan uzaklaşan, büyük ama çok sınırlı bir adımdı. Sorunları sistematik olarak görmek doğru, ama sistemi “aile” olarak belirlemek yanlıştır. Ailenin kendisi de temel olarak kökenleri iş dünyasında, toplumsal cinsiyetçi yapılarda, cemaatlerin dağılmasında ve çalışma ve kamu yaşamından bizle birlikte eve getirdiğimiz öfke ve düşkırıklıklarından kaçınmamıza yardımcı olmak için kurulmuş çeşitli toplumsal örüntüler ve yapılarda bulunan bir toplumsal güçler kümesi tarafından biçimlendirilir.

Terapist burada karşı çıkabilir: “Seçenek nedir? Çalışabileceğimiz bir şey var, yani öylece ofisimize gelen birey ya da aileyle çalışmamalı mıyız?” Bu gerçekçi gibi görünse de, aslında çok da makul bir tepki değildir. Irkçılık ve cinsiyetçilik üzerine konuşuyor olsaydık sorunu daha iyi anlayabilirdik diye düşünüyorum. Bugün genel olarak kadınlar ve siyahların son yıllarda kendileri hakkında sahip oldukları kötü duyguların birçoğunun dışsal gerçekliğin uygunsuz bir şekilde içselleştirilmesi (önyargılara karşı içsel tepkiler) olduğu bilinmektedir. O halde varsayın ki, terapist olarak size ekonomik pazarda başarılı olamadıkları için mutsuz olduklarını söyleyen birçok siyahı ya da kadını görmeye başladınız. Yine varsayın ki, başarısızlıklarını kendi kişisel yetersizlikleriyle açıkladılar. Tartışmaya danışanlarınızın düşünmemiş olduğu yeni öğeler (cinsiyetçilik ya da ırkçılık gibi toplumsal kategoriler) sokmanız anlamlı olmaz mıydı? Gerçekten de, en etkili terapi biçimi bir sivil haklar hareketinin ya da bir kadın hareketinin yaratılması olmaz mıydı?

Bu bağlamda, sorunları temel olarak bireysel açıdan yorumlamayı sürdüren bir terapist aslında o kişilerin gerçek sağlık gereksinimlerine ters düşüyor olurdu. Ve terapistler toplumsal bir sorunu böyle bireysel olarak yorumlamayı pekiştirdikleri ölçüde, tam da “fırsatı kaçırıyor” olduklarını söylerdik: Yorumları pekala danışanların kurtuluş aramaya geldikleri acının asıl nedeni olan sorunlar kümesini daha da sağlamlaştırmaya yarıyor olabilir.

Bu, bütün “kişisel sorunlar”ın sadece toplumsal sorunlar olduğu anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır. Aile yaşamını çökerten toplumsal gerçeklikler kişisel yaşamdan çıkarlar. Davranış örüntülerini ve kendimizi hissetme biçimlerini, bunları üreten toplumsal gerçekliklerden bağımsız, kendi yaşamlarını eline almış olarak oluşturmaya başlarız. Psikolojik sorunları yalnız bir etkenler refleksine indirgeme girişimi yanlıştır: Fazladan Güçsüzlük kuramının bütün sorunu, uğraşılması ve dönüştürülmesi gereken, gerçek güçsüzlüklerin ürettiği bir duygusal ve ideolojik gerçeklikler kümesinin bulunmasıdır.

Terapistler danışanlarının sorunlarına büyük oranda katkıda bulunabilen toplumsal örüntüleri pekiştirmekten kaçınmak için çok farklı bir dünya anlayışıyla işe başlamalıdır. Danışanlarını, sınıf yapısının çocukluk, ana baba, aile yaşamı konusundaki yargıları biçimlendirme yolları üzerinde eğitmelidirler. Terapistler insanların ta içlerinden kendilerini suçlamaktan kurtulmalarına ve danışanların kendilerini bugünkü gerçekliklerin yaratılmasından sorumlu görme süreçlerini tersine çevirmelerine yardım etmelidir. Terapistler bastırılmış öfkenin serbestleşmesine, danışanların bu öfkeyi ona neden olan koşulları değiştirmeye kanalize etme yolları bulmalarına yardımcı olmalıdır.

Şimdiye değin yapılan tartışmanın iki önemli boşluğu vardır:

-Bireylerin kendi gerçeklerini yaratmış olma sorumluluğunu üstlenmeleri gerektiği anlayışını reddederken, insanları, koşulları değiştirmek için hiçbir şey yapamayan kurbanlar olarak görme eğilimine de karşı durmalıyız. Burada önemli olan danışanların “Dünyamı değiştirebilirim” diye mi, yoksa “Dünyamızı değiştirebiliriz” diye mi düşünmeye başladığıdır. Evet, bireylerin sorumluluğu vardır, ama bu, diğer insanlarla birlikte olma ve olan biteni değiştirmek için ortaklaşa etkinliklere girme sorumluluğudur. Bu süreçte, birlikte sorun çıkmadan çalışma olasılığını ortadan kaldırmak isteyen bütün güçlerin farkında olmalıdırlar. Toplumsal değişim yönünde çalışmak amacıyla başkalarıyla bir araya gelen her insan, kendi acılarını ve sorunlarını birlikte getirecek, kaçınılmaz hatalar yapacak, korkudan diğerlerini uzak tutacak, çok çabuk vazgeçme eğiliminde olacaktır. Terapi bu açıdan insanların durumlarını anlamalarına yardım etmeli ve danışanların -kaçınılmaz düşkırıklıkları ve ihanetler, zayıflık ve umutsuzluk anları olacağını anlamaya hazırlayan koşulları yaratmak için – sorumluluk almalarına yardımcı olmalıdır. Bu, “sorumluluk alma” terimine aslında çoğu terapist tarafından savunulandan tamamen farklı, yeni ve önemli bir anlam verecektir.

-Tek başlarına psikoterapistlerin toplumu dönüştürebilmelerini ya da başarısızlığın yükünün onların omuzlarına yüklenilmesi gerektiğini beklemek haksızlık olacaktır. Bütün terapistler toplumsal gerçekliğin doğası üzerine gelişkin bir anlayışı paylaşmış, danışanların bu gerçekliği anlamalarına yardım etmiş olsaydı bile, baskı yine de varolmaya devam ederdi. Bu bakış açısını içselleştiren terapistler, toplumu denetleyen insanlardan epey saldırı görürdü. Bu ilerici terapistler sağlık sistemindeki “profesyoneller”in koruması gereken sözde “yansızlık”ı korumamakla eleştirilirlerdi. Kısacası, dürüstlükle konuşma yöntemi, gerçek riskler almayı gerektirirdi.

Öte yandan, bunlar elbette her alanda bir şeyleri değiştirmek için herkesin alması gereken risklerdir. Sürecin bir yerde başlaması gerektiğine göre, bu niçin geçimlerini bireysel sorumluluk va’zetmekten sağlayanlardan olmasın?

Terapi uygulamasına birçok farklı yaklaşım gördüm ve bir doğru yöntem bulunmadığı kanısına vardım. Aynı temel malzeme çok çeşitli teknikler kullanarak elde edilebilir. Her tekniğin üstünlükleri ve eksiklikleri vardır. Teknikleri tartışmamakla birlikte, başarılı bir özgürleşme terapisinde bulunması gereken kimi öğeler olduğuna inanıyorum:

-Danışanların mevcut davranışlarının ve yaşam tarzlarının basit bir toplamı olmadıklarını ve bunların değişebileceğini görmeleri için şimdiki benlikleriyle özdeşleşmekten sıyrılmaları gerekir.

-Danışanların erişkin kişiliklerini biçimlendirmelerine neden olan coşkusal yaşantılarını yeniden geçirmelerine yardımcı olunmalıdır. Bu yaşantılardan bazılarının yanlış kişiliklerin yaratılmasına neden olduğunu anlamaya başlamalıdırlar. Bu yanlış kişilikler gerçekten onlar değildir. Daha çok, durumlarıyla en iyi başa çıkma çabalarının sonucudurlar.

-Danışanlar kendi içlerinde hâlâ varolan yaralı küçük çocukların tarafını tutmalıdırlar. Bu yaralı küçük çocukların duygusal olarak ana babaları ve genelde toplum tarafından nasıl istismar edildiklerini görmelerine yardımcı olunmalıdır. Sonra da kendi içlerindeki bu küçük çocukların çocukken ifade etmelerine ya da hissetmelerine asla izin verilmemiş olan öfkeyi tam olarak ve kısıtlamadan yaşayıp ifade etmelerine izin vermelidirler. Bu öfkenin dışavurumu yaşlanmakta olan ana babalara değil, kendilerinde içselleştirdikleri ana babalarına; çocuk oldukları sıradaki ana babalarına yöneltilmelidir.

-Çocuklar, ana babaların aslında onlara karşı sorumlu olmadıklarını, temelde kendi çocukluklarında öğrenmiş oldukları ve erişkin dünyasındaki deneyimleriyle güçlendirip biçimlendirdikleri bir örüntüler kümesini uygulamaya soktuklarını öğrenmelidir. Bu süreç yani ana babaların savunulması, ancak, çocuk kendi içinde ana-babasını tam olarak ve derinliğine bağışlamaya başladığı zaman tamamlanabilir. Nasıl danışanların içlerinde gizledikleri çocuk için gerçek bir sevgiye sahip olmaları gerektiyse, çocuk da çocuk oldukları sıradaki ana-babası için derin bir sevgi geliştirmelidir. Elbette bu, ana-babalar danışana yıkıcı bir şekilde muamele ettiklerinde gösterdikleri davranış için bir mazeret sağlamak anlamına gelmez. Suçludurlar, ama suçlanmamalıdırlar. Özerk seçimler yapmışlardır, ama o kadar kısıtlayıcı bir bağlamda ki, danışan onları bağışlamamak için katı yürekli olmalıdır.

-Ana-babalarına yönelik sevgiye karşılık ve onun ayrılmaz bir parçası olarak, danışanların şimdi ana-babaları ve kendileri için hissettiklerini toplumsal dünyaya karşı hissedebildikleri yeni bir öfke düzeyi gelir. Burada, terapistlerin ekonomik ve politik güçleri ne oranda anladıkları çok önemli hale gelir. Ancak, danışanlar özel olarak iş dünyasının, ekonominin örgütlenişinin, cinsiyetçilik ve ırkçılığın mirasının, liyakat idaresi ideolojisinin ve kendini suçlamanın dinamiklerinin hepten ana-babalarının yaşantılarını nasıl biçimlendirdiğini anlayabildiği zaman ana-babalarını tam olarak bağışlayabilirler. Çoğu danışanın bu bilgilere kolayca sahip olması beklenemeyeceğine göre, başarılı terapi süreci belki bir oranda bir eğitim süreci olmalıdır. Toplumsal kurumlara yönelik bu öfke yaşandı mı, artık kişinin yeni erişkin varlığıyla bütünleştirilmelidir. Danışan öfkenin yıkıcı olmasının zorunlu olmadığını, aslında (dünyayı değiştirmeye yönelik yapıcı eyleme götürdüğü oranda) sağaltıcı da olabileceğini öğrenmelidir.

-Danışanlar bu noktadan başlayarak kendilerinde olumlu olan her şeyi tekrar kazanmaya doğru ilerleyebilirler. Geçmişlerini bir kez daha, -ama bu kez kendi olumlu güçleri üzerine daha güçlü bir anlayışla- yeniden çözümlemelidirler. Bu bir ölçüde baskıcı bir gerçeklik karşısında seçimler yaparken gösterdikleri gücü onaylamayı gerektirir. Ana-babalarındaki ve yaşamlarında tanıyageldikleri öteki kişilerdeki güçlü olan şeyleri onaylamayı da içine alır.

-Yeni bir benliğin yeniden inşası uzun ve zor bir süreçtir. Bu “anlık bir dönüştürme” ya da “arındırıcı bir deneyim” değil, daha çok yaşamının her yönü üzerinde sancılı bir çalışma, benliğini yeni bir biçimde anlama ve başkalarıyla yeni birliktelikler kurma yollarını deneme sorunudur. Korkuya kapılmaya, kendisi ve başkaları için kendini “daha rahat” hisseden düşünüş tarzlarına, büyüdükçe öğrendiğimiz, kendi yetersizliklerimiz ve kaçınılmaz yalıtlanmamız konusundaki derin korkularımızı somutlayan varoluş ve düşünüş yollarına geri dönmeye yönelik olağanüstü bir eğilim vardır.

Burada asıl önemli olan, terapinin bize sunması gereken şeyin tamamen kendimiz olmamıza izin veren ve bizdeki çocukluk gereksinimlerimizi ve arzularımızı erişkin yaşamlarımızla bütünleştirme kapasitesini kabullenen bir başka insanla içten bir karşılaşmadır. Böyle bir yaşantının ancak birbirine karşı dürüst olan iki kişi arasında ortaya çıkabileceği kanısındayım. “Yansız” ve “edilgin” bir terapist, danışanının anlayışını ne denli derinleştirmeye yardımcı olursa olsun, sonunda bu danışana kendisinin dünyada gerçekten yalnız olduğunu ve bu yalnızlığın kaçınılmazlığını hissettirecektir. Terapistin kimi zaman edilginlik ve yansızlığı bir teknik olarak kullanabileceğine, ama sonunda terapistin profesyonel kopukluğu bırakıp müşteriyle ortak insanlığını kabullenmesi gerektiğine inanıyorum.

-Psikoterapimiz ne kadar tam olursa olsun, bizi belli şekillerde biçimlendiren aynı baskılar devam edecektir. Terapistin eski örüntülerin aşılmasının ne denli mümkün olduğunu doğru olarak yargılayabilmek ve müşterilerini -eski örüntülere geri döndüklerinde- kendilerine karşı sevgilerini korumaya yüreklendirebilmek için onun dünyasının ayrıntıları üzerinde yeterince bilgi sahibi olması gerekir.

Yine herhangi bir toplumsal süreç, daha geniş toplumsal bir dönüşümle bağ kuramadıkça ciddi ölçüde sınırlı olacaktır. Bireysel terapi temelden ve doğal olarak sınırlı olduğundan, acil olarak, düzeyinde, daha geniş bir sürece gereksinim vardır. İdeal olarak, bütün boyutlarıyla toplumsal değişime adanmış bir harekete gereksinim duyuyorum. Yine de böyle bir hareket mümkün değildir ya da kitlesel bir sevgi zemini olmaksızın birkaç yıldan uzun sürmeleri mümkün değildir.

Kitlesel bir terapi süreci gereklidir. Böyle bir terapi herkesin karşılaştığı ve gereken bazı temel sorunlar bulunduğunu kabullenmesiyle, bireysel terapiden kesin olarak ayrılacaktır. Kendini-suçlama ve bunun bir şekilde iş dünyasına biçimlendirmesi, eve taşınması ve sonraki kuşağa aktarılması, böyle bir kitlesel terapi sürecinin baş düşmanıdır.

Bazı kimseler bu konular üzerinde durmayı basitleştirici ya da indirgemeci bulacaktır. Ne denli önemli olurlarsa olsunlar, insanlar bu tür konulara indirgenemeyecek kadar karmaşık değil midir? Buna yanıtım kategorik olarak hayırdır. İnsanlar ne denli farklı olursa olsunlar, bu toplumda, ortak psikolojik sonuçları olan ortak sorunlarla karşılaşırlar. Asıl sorunun bir parçası, insanların kendilerine ilişkin olarak başka herkesten farklı ve kendine özgü (biricik) bir anlayış oluşturmalarıdır. Bu da kendi başına, karşılıklı bir yabancılaşmanın ve başka herkesle aynı sorunları paylaşmanın kabullenilmesine karşı direncin temeli haline gelir. Daha geniş bir toplumsal hareketten yalıtlanmış olarak yapılan bireysel terapi bilinçli olarak ne denli toplumsal bir çözümlemede diretirse diretsin, gerçekte bu sorunu şiddetlendirecektir, çünkü bu biçim, öğretilen herhangi bir toplumsal içeriği zayıflatan ve bireyin başka herkesle ortak olarak sahip olduğu şeyleri görmesine karşı direnci pekiştiren özellik ve biriciklik mesajı taşıyabilir.

Kitlesel terapi süreci zorunlu olarak insanların ailelerinin, okullarının ve işyerlerinin özgül koşullarında biricik ve özel olan her şeyin araştırılmasına da yer verecektir. Ama derin düzeylerdeki ortak yaşantı ve ortak gereksinimleri anlamamıza da yardımcı olacaktır. Eğer milyonlarca insan bu türden bir terapi sürecinden aynı anda geçiyor olsaydı ve de süregiden karşılıklı destek gruplarına katılsalardı, başarısızlıklarının ve “kişisel” kusurlarının aslında başka birçoklarınca da paylaşıldığını hemen öğreneceklerdi. En değerli kısımlarının, yani insanî özlerinin, başkalarıyla ortak sahip oldukları bir şey, dünyayı başka herkesle aynı gereksinimler ve arzular açısından yaşantılayabilir kılan bir şey olduğunu da görebilirlerdi.

Kendilerini kitlesel terapi sürecinin geliştirilmesine yönelik unsurlar olarak gören bütünüyle yeni bir terapistler grubu (“halkın yararına çalışan psikoterapistler”) gereklidir. Kendini kitlesel yetkeye ve fazladan güçsüzlüğün karmaşıklığının anlaşılmasına toplumun bütün düzeylerinde sevginin beslenmesine adayan, halkın yararına çalışan psikoterapist, özgürleşme terapisinin gelişmesinde can alıcı bir rol oynayabilir.

Kitlesel bir sevgi hareketinin varlığı zorunlu olabilir; bu bir ölçüde de kitlesel terapinin gelişmeleriyle ortaya çıkacak olan, çalışan insanların psikoterapi hizmeti ararken kendilerini rahat hissedecekleri bir durum yaratabilir. Terapi aradıklarında kendilerini artık “çılgın” ya da “kişisel sorunlara sahip” biri diye tanımlamadıkları böyle bir iklim yaratılabilirse, o zaman milyonlarca kişinin kendi yaşamlarının daha farklı ve derinden, daha sevecen bir şekilde incelemeye başlayabileceğini anlayabiliriz.

 

Bilinmeyen adlı kullanıcının avatarı

About Hakan Atalay

Psikiyatrist, psikoterapist, öğretim üyesi, eş, baba, Ankaralı, ama şu anda İstanbul’da, Yeditepe Üniversitesi’nde. Eposta: hakan.atalay@yeditepe.edu.tr Çağrı Merkezi: 4447000

Tartışma

Yorumlar kapatıldı.

İletişim

444 7000
Salı: 09:00-18:00
Perşembe: 09:00-18:00

Kategoriler

Blogdaki Yazıların ve Görsellerin Yasal Kullanımı Hakkında

© Hakan Atalay ve hakanatalay.wordpress.com. 2011-2019.

Bu malzemenin bir açıklamada bulunmadan ve yazardan yazılı izin almadan yetkisizce kullanılması ve/veya çoğaltılması yasaktır. Özgün içeriğe uygun ve özgül bir yönlendirme yapılması, [Hakan Atalay]ın ve [hakanatalay.wordpres.com]un tam ve açık kaynak gösterilmesi hallerinde alıntılar ve bağlantılar kullanılabilir.

Akbank Sanat'ta Yapay Zeka ve Aşk üzerine panel.
FB TV'de Depresyon üzerine söyleşi.
Follow Hakan Atalay on WordPress.com