//
Şimdi...
Şizofrengi

MARKSİZM VE PSİKOTERAPİ

Şizofrengi’de (sayı 1996; 21: 5-12) yayımlanmış bir çeviridir. O dönemin ruhuna uygun bir yazıydı; çeviri de acemilik zamanlarıma denk geldi. )

Makalenin aslı: Cohen CI: Marxism and Psychotherapy. Science & Society 1986; 50(1): 4-24

Ruh sağlığı alanında çalışan Marksistler inançlarını mesleki uygulamalarıyla bağdaştırırken esas olarak iki tavır takındılar: ilki düalist bir tavırdır; Marksizm sosyopolitik dünyayı açıklamak için, geleneksel psikolojik kuram (genellikle de psikoanaliz) ruhsal alanı incelemek için kullanılır. Terapistler bu düalizmin üstesinden gelmeye çalışırken ikinci bir tavır benimsediler, tedaviye yaklaşımlarının kuramsal yöneliminden “ilerici” öğeler devşirmeye çalıştılar.

TERAPİYE REHBERLİK EDECEK MARKSİST BİR PSİKOLOJİ KURAMlNIN EKSİKLİĞİ

Lucien Seve’nin “tarihsel materyalizme uygun bir kişilik kuramının bulunmadığı” gözlemi bugün de geçerlidir. Marksistlerin benimsediği bütün kişilik kuramları 1- diyalektik materyalizme bağlılık, 2- bilimsel soruların, gerçekliğin karşısında sınanmasını mümkün kılacak şekilde dile getirilip getirilmemesi, 3- ideolojinin işin içine girip girmemesi, 4- kuramın gerçeklik karşısında uygun bir şekilde sınanıp sınanmaması, 5- kuramda bir eksiklik olup olmaması açılarından sorunlar çıkarmıştır..

şizofrengi 21 kapak

 

KLASİK PSİKOANALİZ (FREUD)

Psikoanalitik kuramı Marksist çözümleme ile en iyi bütünleştirenler Frankfurt Okulu üyeleri ve Wilhelm Reich’ti. Freud’cu kuramın daha ideolojik ve tarihsel olarak koşullanmış yönleri (özellikle kadınlarla ilgili olanlar) iyi bilinmekle birlikte, bunlar genellikle insani gelişime ilişkin doğru bir görünümdeki küçük çarpıklıklar diye gözardı edilmişlerdir. Ancak, klasik Freud’cu kuramda Marksizme ters düşen başka sorunlar da vardır. Örneğin, Freud “içgüdüler”in biyolojik kökenli olduğuna inanıyor (“(içgüdüler) bedenin zihin üzerindeki talebini temsil ederler”), onları “bütün etkinliklerin nihai nedeni” olarak görüyordu.

Gerçi Freud’un belirttiği gibi iki temel içgüdünün (eros ve yıkım) bulunması mümkündür, ama o bizden bütün karmaşık biyolojik, psikolojik ve toplumsal davranışların ardında itici güç olarak bu iki “içgüdünün varolduğuna inanmamızı ister. Bu demektir ki DNA’nın, ATP’nin, Krep Siklusunun, entropi yasasının altında bu iki temel içgüdü yatmaktadır. Bu dürtüler nereden gelmektedir? Bütün canlı maddelerin ayrılmaz bir parçası mıdırlar? Kuramı gerçeklik karşısında sınayacak, yani bu içgüdüleri varsayımlar oluşturacak şekilde sınırlayacak (ölçecek, açıklayacak) yöntemlerimiz olmalıdır, yoksa bunların varolduklarını savlayan bir kuram inanca bağlı olmaktan öteye geçmeyecek ve belirsizliğiyle hiçbir şey açıklamayacaktır.

Luria dürtü kuramının sorununu Marksist bir açıdan şöyle özetlemiştir:

“Psikoanaliz ruhsal süreçleri ve insanın gereksinimlerini toplumsal ve tarihsel bir gelişmenin ürünü olarak kavramak yerine, bunları organizmada içrel olarak bulunan içgüdülerden çıkarır, böylece insanın ruhsal etkinliğinin bütün biçimlerine dar bir biyolojik yorum getirir. Gerçekliğe karşı tutum, tarihsel gelişim sürecinde hep yeni biçimler alan gerçekliğin bir yansıması olarak değil, daha çok, toplumsal etkenlerden bağımsız olan baskılanmış dürtülerin ürünü şeklinde değerlendirilir. Toplumun kendisi yeni ruhsal biçimler yaratan bir şey olarak değil, insanın temel dürtülerini baskılayan olumsuz bir kuvvet şeklinde ele alınır. “

 

NEOPSİKOANALİTİK NESNE İLİŞKİLERİ OKULU VE LACAN

Feministler ve Fransız Marksistler Freudcu içgüdü kuramının vurgularından arındırılmasına ve erken anne-çocuk etkileşimleri ve bunu izleyen simgesel dil yapılarının karşılıklı etkisi üzerinde odaklaşan bir gelişim kuramıyla değiştirilmesine öncülük ettiler. Lacancı kuramda çocuk başlangıçta insanlar ya da insan-imgeleri (esas olarak da anne) ile özdeşim yoluyla, sonra da dil (simgesellik) aracılığıyla bir kendilik duygusu inşa eder. Dil yoluyla yeni özdeşimler kurulur; cinsel roller, toplumsal yasaklar gibi… Kendilik, (yabancı) başkalarından inşa edildiği için, bu durum nörozun taşıyıcısı ve belirtilerin iyileştirilmesine karşı gösterilen bütün dirençlerin merkezidir. Ayrıca Lacan çocukların başlangıçta anne “arzusu” (bakılma, dokunulma, hissedilme arzusu) tarafından yönetildiğini öne sürer. Kendiliğin inşa edildiği bütün nesneler nihayetinde “mutlak anne arzusu”nun yerine geçer. “Bu arzu hiçbir zaman doyurulamaz.” Lacan’a göre, “yitirilen bir şey” yaşantısı varolmanın asıl özüdür.

Benzer bir bakış açısı ingiliz nesne ilişkileri okulu, özellikle de Winnicott tarafından geliştirilmiştir. Winnicott tekil bebek diye bir şey değil, daha çok “bakıcı ikili” (anne ve çocuk) bulunduğunu vurguladı. İnsanlar anneyle ilk bağlanmanın ve ardından ondan ayrılmanın yarattığı gerginlikten asla kurtulamazlar. Sağlıklı gelişim, simgesel oyunların, geçiş nesnelerinin kullanılmasını, çocuk/aile ve kişi/toplum etkileşimlerinde anne/çocuk ilişkisinin yeniden üretilmesini gerektirir. Sağlıksız gelişimse, özgün ikilideki sorunlardan (örneğin, annenin iyi ve kötü nesnelere bölünmesi, annenin yitirilmesiyle başa çıkmada güçlüklerden) kaynaklanır.

Her iki kuram da salt biyolojik düzeye indirgenemeyen, daha çok insanî gelişimin seyrinde ortaya çıkan yönetici kuvvetler (“arzu”, “anne-çocuk etkileşimi) varsayar. Ancak, daha sonraki insanî gelişimde her şeyin nihaî olarak arzu ve nesne ilişkileri açısından açıklandığı kapalı bir sistem kurma eğilimi gözlenir. İkinci olarak, terminoloji o denli bulanıktır ki, bu kuramın sınanabilmesi olanaksızlaşır. Ayrıca, insan gelişimine ilişkin uzunlamasına çalışmalar, kişiliğin ve psikopatolojinin çocukluktaki anababa-çocuk etkileşimi tarafından birçok yönden belirlendiği anlayışının yanlışlığını gösterme eğilimindedir.

Lacan’cı ve nesne ilişkileri modellerinin kimi solcular ve feministler için çekiciliğine karşın, bu kuramların tutucu ideolojik içeriği ortadadır. Örneğin, son yıllarda ABD halkı arasında gözlenen saldırganlık ve narsisizm artışı yaşamın ilk iki yılında oluşan intrapsişik dinamiklere atfedilmiştir. En iyi durumda, bu türden formülasyonlar, toplumsal sistemi özgün çocuksu intrapsişik öğeleri pek düzeltmeyen ya da erişkinlikte bu öğeleri kışkırtan bir şey haline getirir. En kötü durumdaysa, kuram, toplumsal sistemin sorumluluğunu hepten ortadan kaldırır.

 

DAVRANIŞÇILlK

Davranışçılığın gerek bireyi etkileyen dış güçler üzerine vurgusu, gerekse materyalist temeli Marksizmle bir oranda uyuşabileceğini düşündürür. Bununla birlikte, onun diyalektik materyalizmle uyuşmak bir yana, zararına olduğu bile söylenebilir. Mishler’in yerinde betimlemesiyle “(davranışçılık) diyalektiksiz materyalizm”dir. Örneğin; Marx’ta “praksis”, insanları, oluşturdukları ve dönüştürdükleri, anlam verdikleri ve tepki gösterdikleri bir dünyanın etkin özneleri olarak görür. Özellikle Skinner’in sözlüğündeyse, “davranış”, kolayca tanımlanabilir eylemleri yakalamayı amaçlar . Tepki genellikle tek başına fiziksel özellikleri (hız, ses, amplitüde dayalı mekansal hareketleri) anlatır. Kendine özgü bir içeriği ve anlamı yoktur.

Mishler, Habermas’ı izleyerek, davranışçılığın eylemler ve fiziksel hareketler üzerindeki vurgusunun karşısına, anlam oluşturan ve simge kullanan alternatif insan görüşünü koyar. Bu, nesnel yöntemlerle öznel yöntemleri karşı karşıya koymak anlamına gelmez; sorun, betimlemenin nesnesidir. Davranışçılık fiziksel eylemlerde odaklaşıyorsa, onun alternatifi, kültürel, tarihsel ve kişisel bağlamdaki etkinliklere bakmalıdır. Örneğin, dövüşmenin boks ringindeki anlamı sokaktakinden farklıdır. Davranışçılar bir olayı basit olarak fiziksel belirimleriyle tanımlarken, onun içrel gerçekliğini kavrayamazlar.

 

“MERKEZDIŞILAŞTIRILMIŞ” BİREY GÖRÜŞÜ

Fransız Marksist Seve ve Rus psikolog Leontiev’in geliştirdikleri bu görüşe göre, kişinin yetileri ve özellikleri her ne kadar somut bireylerde kendini gösterse de, bunların kaynakları birey dışında, toplumsal ilişkiler bütünündedir. İnsanî yetiler ve özellikler genelde insan etkinliğinin tarihsel ürünleridir. Tekil birey, yetilerini ve özelliklerini bu daha geniş toplumsal ilişkiler sistemi içindeki bireysel etkinliği aracılığıyla geliştirir. Genel-olan ile özel-olan arasındaki ilişki, toplumsal sistemin özgül üretim ilişkilerine bağımlıdır; yani her sistemdeki somut birey, genel olarak insanlığın potansiyelleriyle sınırlıdır. Bu yüzden, Seve’nin öne sürdüğü gibi kişilik eğer “zamanla çok fazla değişen eylemlerin muazzam birikimi” olarak nitelenebilirse, bir bireyin katıldığı etkinliklerin tipi, kişilik gelişimi için can alıcı bir önem taşır. İşgücünü satan işçiler sermaye ile, para ile ve makineler ile bütünsel bir ilişkiler kümesi içine girerler. Bu toplumsal ilişkiler hem genel olarak bireyi oluşturur, hem de tekil bireyin etkinliklerini, gereksinimlerini ve yetkilerini biçimlendirir.

Leontiev/Seve modelinin başlıca güçlükleri, yapısındaki atlamalar ve darlığıdır. Örneğin, bilinç ile bilinçdışı arasındaki farklar, salt bilincin katmanları arasındaki farklar olarak görülür. Seve’ye göre bilinçdışı, kişiliği oluşturan fetişistik (“opak”) toplumsal ilişkilerin yarattığı bir “bilinç eksikliği”dir. Bilinçdışı güdülerin, kimi psikoanalitik düşünce biçimlerindeki gibi psikenin derinliklerinde gizlenmiş özel bir başlangıcı olmadığı, kişinin nesnel dünyadaki etkinliği aracılığıyla ortaya çıktığı konusunda Leontiev’le aynı kanıdayız. Ancak, bu modelin bilinçdışı görüşünün çok tek yanlı olduğuna ve somut klinik deneyimlerle uyuşmadığına inanıyorum. Kökenlerine bakmadan söylersek, bilinçdışı düşüncelerin ve içgüdülerin bilinçli olanlarla çatışabileceğine pek kuşku yoktur. Gerçi Freud’un psişik enerjiye dayalı kuramsal açıklaması yanlış olabilir, ama onun bilinçli arzular ile bilinçdışı arzular arasındaki çatışmalara ilişkin klinik gözlemleri görmezden gelinemez. Üstelik, bilinçdışı düşünceleri ve arzuları bastırmada işin içine giren “etkin” bir psikolojik süreç de vardır. Örneğin, savunmaya yönelik yapılar, kişinin arzularından doğan bunaltı ve çatışmayı gidermek için kullanılan bilinçdışı intrapsişik süreçlerdir. .

Aynı şekilde, coşkular konusuna bakıldığında, bilinçdışı duygulanımların özellikle de kişilik yapısının oluşumundaki rolünü kuramla bütünleştirmede yetersiz kalındığı görülür. Reich cinsel itkilerin ataerkil aile tarafından baskılandığını, bu baskılamanın da karakter biçimlerine yol açtığını, aynı zamanda bu itkileri uzak tutarak kısmî bir doyum sağlandığını söylüyordu. Karakter yapıları, savunma düzeneklerinin de daha incelikli biçimleridir. Bu yüzden bilinçdışı coşkular erken dönem kişilik gelişimini biçimlendirmede önemli bir rol oynayabilirler.

Son olarak, biyolojik süreçlerin bireyin psikolojik gelişiminde oynadığı rol, Leontiev/Seve şemasında büyük oranda ihmal edilmiştir. Seve için beden, insan yaşamının psikolojik biçimlerde görünmesi için “dayanak”tır, bu yaşamın kaynağı değil. Fiziksel organizmanın etkinliği yoluyla kendi başlarına psikolojik bir biçimi olmayan toplumsal ilişkiler psikolojik antitelere dönüşürler. Leontiev belki de psikolog olmanın getirdiği birikimlerden dolayı biyolojik-olanın insanın kişilik gelişiminde oynadığı rolün daha çok farkındadır. “Sarmal” biçimli, iki-yönlü bir hareketten söz eder. Bu hareket daha yüksek düzeylerin oluşmasına ve daha alt düzeylerin “terk edilmesi” ya da değişmesine (yani biyolojik uyarlanmalara) neden olur. Bu da sistemin bir bütün olarak daha ileri gelişimine olanak yaratır.

Burada asıl sorun biyolojik “dayanak” ya da “sarmal” gelişim anlayışlarının daha net tanımlanması gereğidir. Kişiliğin oluşumunda biyolojik süreçlerin gerçek rolleri nedir? Toplumsal fenomenler gerçekte (fiziksel olarak) nasıl psikolojik biçimler halinde içe alınırlar?

 

Zihinsel İşlev Bozukluğunun Doğası Nedir?

Çalışmaları İngiliz pozitivist Gilbert Ryle’ye dayanan Szasz, “zihinsel” belirtilere yaptığımız göndermelerin inançları ve toplumsal normları ifade ettiğini savundu. Örneğin, Napolyon olduğumu iddia edersem, psikiyatristin, nesnel bir fiziksel normdan çok, inançlarıma ters düşen bir tanıyı temel alması gerekir. Bu nedenle, “zihinsel” kavramı yanıltıcıdır, çünkü gerçekte “zihinsel” diye bir şey yoktur; sadece kişinin inançlarına ve davranışlarına ilişkin bir değerlendirme vardır. Szasz daha da ileri giderek, eğer klinisyenler beyin hastalığını gerçekten “zihinsel” hastalık olarak görüyorlarsa, bunu böyle dile getirmeleri gerektiğini öne sürer.

Szasz’ın tavrı bazı sorunlar doğurur: Szasz’a göre sadece iki çözümleme düzeyi vardır: dışsal-sözlü ifade düzeyi ve fiziksel (anatomik) düzey. Psikiyatrik tanının esas olarak hastaların dışsal-sözlü ifade düzeylerine dayandığı doğru olmakla birlikte, bu görüş konuşmanın ve anlamın kökenlerini görmezden gelmektedir. Marksist tavır anatomik düzey ile sözlü düzey arasında üçüncü bir sorun düzeyi gerektirir; dünya üzerinde “sübut”umuzu sağlayan ve buna göre davrandıran düzey. Bu, bilinçlilik düzeyidir. Elbette konuşmanın olması için anatomik olan zorunludur, ama dil (yani anlamlar) anatomik düzeye indirgenemez. Asıl bilimsel soru şu olmalıdır: “Belli bir sözlü ifadeyi yaratan bilinçlilik düzeyinde ne olup bitmektedir?” Örneğin, içsel çatışmalar ve dışsal zorlanmalar depresiflerin olumsuz duygularını, suçluluk hissini ve kendine güvensizliği nasıl oluşturuyor? Dahası, fiziksel hastalıklara yüksek oranda depresyon eşlik ettiğine göre, fiziksel koşulların depresiflerin bilincini nasıl etkilediğini de sorabiliriz.

İkinci olarak, Sedgwick’in belirttiği gibi, “fiziksel hastalıklar değerden uzak bir şekilde ele alınırlar, oysa zihinsel durumların değerlendirilmesi değer-yüklüdür” pozitivist anlayışında sahte bir dikotomi bulunmaktadır. Zihinsel ya da fiziksel açıdan bakılsın, bütün hastalıklar kişinin durumunu kimi bilinen ve kabullenilen normlarla ters düşüren toplumsal bir değer yargısını gösterirler. Örneğin, bütün beden ısılarında normal işlev görseydik, ateşlenmemiz bir sorun oluşturmazdı.

R.D. Laing ve arkadaşları ise “deliliğin aslında akıllılık olduğunu” ileri sürerek akıl hastalığı (özellikle de şizofreni) anlayışını aşırılığa götürdüler. Laing’in iddiasına göre yabancılaşmış olan şizofrenik değildir; tersine, aile ve toplum “normal” kişiyi (içsel ve dışsal varoluş arasında, kendi ile başkaları arasında) çeşitli yarılmalar geliştirmeye zorlamıştır. Bu nedenle şizofrenikler bizim hepten ilişkimizi yitirdiğimiz gerçeklikle ilişki kurmak amacıyla ilkel olana doğru, her şeyin rahmine, geriye doğru bir yolculuğa girmişlerdir. Şizofrenik bu geriye doğru yolculuğu tamamladı mı, o zaman yeni bir gerçeklik ve varoluş duygusuyla geri dönebilir.

Laing’in mistisizmi de birtakım sorunlar yaratır. Bütün bu çözümler dış maddî dünyayı ve gerçekliği değiştirmek için zorunlu olan toplumsal eylemleri ve müdahaleleri ihmal eder. Ayrıca gerek Laing, gerekse Szasz örneklerini birkaç zihinsel durumla sınırlayarak, elde ettikleri gözlemleri diğer zihinsel durumlara genelleştirirler. Örneğin, Laing bugün artık şizofreni tanısı almayabilecek akut psikotik dönemdeki hastaları, Szasz nöroz olgularını kullanmaya meraklıdır. “Akıl hastalığı” çeşitli sorunları içine alan bir kategoridir. Bütün akıl hastalığı tanılarını aynı başlık altında toplarken dikkatli olmamız gerekir. Kimi tanıların gerçekten de toplumsal sorunların yeniden etiketlenmesi olarak açıklanması mümkündür (örneğin, “antisosyal kişilik bozukluğu”, “davranım bozukluğu”), ama kimi durumlar da etiketleme süreçleriyle o denli kolay açıklanamaz. Örneğin mani bütün toplumsal sınıflarda aynı biçimde bulunur ve lityum karbonata son derece iyi yanıt verir.

Kimi psikiyatrik durumlar öncelikle biyolojik kökenli olabilir, ama bu toplumsal etkenlerin bu durumun seyrini hızlandırabilmesine ya da değiştirebilmesine engel olmaz. Üstelik belli bir durumun dışavurumu, ortaya çıktığı tarihsel ve ekonomik ortamlar tarafından dramatik bir şekilde değiştirilebilir. Kapitalizm altında akıl hastaları bir tortu işgücü biçimi olarak görülmelidir. Kapitalist çalışma ortamına uyum sağlama güçlüklerinden dolayı istihdamın dışına çıkarılırlar. Yetersiz barınma, beslenme ve çalışma koşullarının psikiyatrik belirtilerin görünüşünü büyük oranda değiştirmesi bir yana, çoğu zaman psikiyatrik bozukluğun bir parçası olarak görülmeye başlarlar.

Bugün yalnız tıbbî modelin kullanılmasının tehlikeli olduğu yer burasıdır, çünkü akıl hastasının toplumsal koşulları hastalığına atfedilir. Üstelik akıl hastalığını kuşatan olumsuz tutumlar ve mitler, onlara kötü muamele edilmesini ve kapatılmalarını haklılaştıracak bir ideoloji olarak gelişir. Böylece bu kişilerin kapitalist toplumda bir rollerinin olmaması ve bunun yaşamı sürdürme alternatifleri açısından ne anlama geldiği gözlerden saklanır.

 

Kuram ve Terapi Birbirini Nasıl Bilgilendirir?

Terapi bireysel işlev bozuklukları üzerinde yoğunlaşır ve mevcut toplumsal özgürlüksüzlük  dünyasında faaliyet gösterir. Öte yandan kuram toplum ve uygarlık (genel bozukluk) üzerine odaklaşır ve mevcut toplumsal dünyayı aşmak ve eleştirmekte özgürdür. “Bireyi ‘iyileştirmek’ için alınan önlemler, uygarlığı ‘iyileştirmek’ için.alınan önlemlerden farklıdır”. Bireysel terapi, bireysel kurbana yardım etmek için bütünü görmezden gelme eğilimindendir. Brown’un yazdığı gibi, “teknik ancak pratik açıdan yargılanabilir. İşe yarayan her şey gider…” Bununla birlikte, “işe yarayan” şeyi, özgürleşme ya da gelişme olarak görme yanlışına da düşülmemelidir.

Terapinin özgürleştirici olabileceği görüşü genellikle Marksist hümanistler tarafından savunulmuştur. Hümanist model insanların kapitalist toplumda dışavurulmalarına izin verilmeyen kimi içsel yetilere ve gereksinimlere sahip olduğu kanısındadır. Fromm insan doğasının (diğeri insanlarla ilişki kurma, kendini koruma, anlamlı ve istikrarlı bir benlik ve dünya duygusunu sürdürme gereksinimi gibi) son derece özgül bir gereksinimler sistemi olduğunu öne sürer. Fromm birey ile toplum arasında dışsal bir ilişki yaratır; “insandaki etkin ve yaratıcı ilkeyi seçerek ayırır ve onu ‘toplumsal etken’in karşısına koyar; bunun insan gelişimindeki rolünü insan doğasında içkin olmayan değişmez potansiyeller üzerine salt. dışsal bir olumlu ya da örseleyici etkiye indirger”. Böylece Fromm psikoanalizin yardımıyla kimi bireylerin toplumun yarattığı setleri yıkarak gerçek içsel doğalarına girebileceklerini ileri sürer.

Terapinin özgürleştirici etkilerine ilişkin daha doğru, ama daha az iyimser bir görüşün “merkezsizleşmiş” insan kişiliği anlayışını geliştiren Marksistler arasında bulunduğuna inanıyorum (Seve, Leontiev, Frankfurt Okulu’nun kimi temsilcileri). Bunlar insanî gereksinimleri, yetileri ve davranışları anlamak için gerekli anahtarın içsel değil dışsal, toplumsal dünyada olduğuna inanırlar. Öyle ki, bunlara göre Freud’un “biyolojizmi”, ikinci doğa ya da taşlaşmış tarihtir. Başka bir deyişle, Freud’un “içgüdülerin bastırıcı örgütlenmesi” anlayışı içgüdülerin doğasında içrel değildir, onların geliştiği özgül tarihsel koşullardan çıkar. Sonuçta bastırıcı içgüdüler gerçeklikte bireyin içinde tarihsel olarak koşullanmış (ikinci doğa) haline geldiklerinde, biyolojik ya da birincil doğa gibi görünürler.

Aynı şekilde yapısalcılar da (Lacan, Althusser, Deleuze ve Guattari) somut bireyin merkezîleşmiş bir egosunun ya da bilincinin olmadığını savunurlar. Ego daha çok dilsel yapıların empoze ettiği ideolojik bir oluşum olarak düşünülür. Kültür kendini bireye empoze eder; öncelikle simgesellik ve dil aracılığıyla içealınır. Kültürün yasası her çocuğu pusuda bekler, ilk çığlığından önce yakalar onu; bir yere ve role, böylece de değişmez bir yazgıya tayin eder. Sonuçta bu kuramcılara göre, kültür ve toplum kişilik yapısı içine derinlemesine yer etmiştir ve gerçek özgürlük ancak toplumsal yapıda değişim yoluyla mümkündür.

 

Marksist Yönelimli Bir Terapinin Sonucu Nedir?

Terapi bireylerin içinde yerleşen “toplumsal”ı değiştiremediğine göre, Marksist yönelimli bir terapinin amacı ne olmalıdır? Kapitalist toplumdaki herhangi bir terapiye “Marksist” demek anlamlı mıdır? Terapinin amacı bireyin toplumun normlarına uyum sağlayabileceği şekilde acılarının dindirilmesi mi olmalıdır? Belki de amaç kişilik yapısının toplumsal köklerini ortaya sermek olmalıdır. O zaman terapinin sonucu, hastanın Marksist bir politik örgüte katılması gibi görünecektir. Ama terapinin amacı gerçekten her zihinsel sorunu olan hastayı bir devrimciye dönüştürmek midir?

Öte yandan, eğer kimi zihinsel işlev bozukluklarının temelde biyolojik nedenleri varsa, o halde buna uygun bir fiziksel tedavi sunulması katı bilimsel düşünceyle (ve bu yüzden Marksizmle de) uyumlu olacaktır. Eğer bilimsel olarak sınanmış bir tıbbi tedavi psikiyatrik duruma eşlik eden acıları giderebiliyorsa, kullanılamaz mı? Son derece huzursuz, malî kayıpları olan, işini tehlikeye atan, yakınlarına husumet besleyen maniklerden ilaçların esirgenmesinden ne kazanılabilir? Etkili olduğu yerlerde tıbbî tedaviden kaçınmak, tüberkülozun tıbbi tedavisinden kaçınmak kadar anlamlı olur, çünkü bu hastalık da sefalet ve yoksulluktan kaynaklanır.

 

Şeyleşme Olarak Terapi

Terapinin zihinsel sıkıntıyı gidermekteki başarısı bir ölçüde sıkıntının nedeninin bireysel düzeyde bulunmasına bağlı olabilir Eğer zihinsel işlev bozukluğu normal gelişiminden nitel olarak farklı bir şey diye görülürse, bunun kökenleri daha çok (Seve’nin “somut etkinlik” dediği) kişisel etkinlik alanı içinde bulunuyor olabilir. Belki hâlâ dış dünyayla etkileşimlere bağlıdır, ama genel toplumsal ilişkilerden (örneğin, işgücü ile sermaye arasındaki çatışmalardan) daha az etkilenebilir. Gerçekten de kimi zihinsel işlev bozukluklarının kuşkusuz erken çocukluk yaşantılarında kökenleri vardır. Bu işlev bozuklukları bireyin uygunsuz bir koşullu tepki yaşamasından ya da bastırılmış (bilinçdışı) çatışmalardan kaynaklanabilir. Bu nedenle, terapinin tek başına birey ve onun “somut etkinliği” üzerinde odaklaşması meşru olabilir.

Terapiler son zamanlarda etkinliğini genişletmiş, nörotik ve psikotik belirtilerin tedavisinden öteye; kişilik sorunları, sıkıntı hali ve kişisel gelişme gibi alanlara geçmiştir. Bireyin genel toplumsal sistem içindeki etkinliklerinin önemli ama yeterince bilinmeyen bir rol oynayabileceği yer burasıdır. Kapitalizm, daha önceki dönemlerde insanları birarada tutan ilişkileri koparmış, bireylerin bağımsız gibi göründüğü durumlar yaratmıştır. Elbette bu dış görünüm altında, bağımsızlık yanılsaması yaratan kapitalizmin toplumsal ilişkileri bulunmaktadır. Daha da önemlisi, bu toplumsal ilişkiler bireyin içinde yerleşik bir hale gelmiştir.

Modern terapiler genellikle birey sanki gerçekten bağımsızmış ve toplumsal dünya dışsalmış gibi çalışmışlardır. Bireyin içinde yerleşmiş olan temeldeki toplumsal ilişkileri ya görmezden gelmişler ya da bunlardan habersiz kalmışlardır. Sınırlılıkları da büyük ölçüde bireyin dışında ortaya çıkan ilişkileri, içsel bir kökeni varmış gibi (dürtüler, güdüler, vb.) yorumlamaktan kaynaklanır. Ama kuramsal hatalarına karşın, terapötik başarılar göstermişlerdir. Bu çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz? Yanıt bir ölçüde bireyi ayrı ve dışsal olarak tedavi etmenin bir gerçeklik düzeyi taşımasında yatar. Colletti’nin gözlemlediği gibi, “kapitalizm, kafasının üzerinde duran gerçekliktir”. Kapitalizmde bireyler dışsal olarak ilişki kurarlar ve birçok bakımdan bağımsızdırlar. Görünüşte, işgücünü herhangi bir yerde ve en yüksek fiyata satmakta özgürdürler. İnsanlar artık kişisel bağlarla bağlı değildirler. Ama onun yerine dışsal, parasal alışverişler aracılığıyla etkileşime girerler. Tüketiciler olarak görünüşte pazara girip niteliğe, gereksinime ve bedele göre eşyalar seçmekte özgürdürler. Yine burada da bir eşyanın seçilmesi parasal alışverişe dayalı dışsal bir ilişkiyi gerektirir. Kapitalist toplumsal ilişkiler işçiyi yaşamını sürdürmek için işgücünü satmaya zorlar. Çalışma ortamı işçiyle kapitalist arasında eşit bir ilişkinin kurulduğu bir yer değildir. Bu ilişkiden büyük oranda kapitalist kârlı çıkar. Böylece hem işyerinde, hem de pazarda çalışanlara hükmetmeye başlar.

Bununla birlikte, kapitalist sürecin yüzeysel ama yine de gerçek doğasından dolayı, bireyler bağımsız ve dışsal olarak davranırlar. Sonuçta bireyselciliğe dayanan terapötik tekniklerin ve ideolojinin de bir meşruiyeti vardır. Terapinin yapılmasının ve de işe yaramasının nedeni belki de budur. Terapi bir yandan altta yatan toplumsal ilişkileri mistifiye eder, öte yandan kapitalist gerçekliğe uygundur. Belli bir düzeyde onun dili ve inanç sistemi bireyin kapitalist dünyayı görmesine yardım eder. Son olarak, terapinin çekiciliği, yetersiz olmakla birlikte, zamanımızın boğuntusuna yanıt verebilmesinden doğar. Yabancılaşmış, dışsal olarak ilişki kurulan bir toplumda terapi, beslenilecek, yakın bir kişilerarası ilişki yaşanacak, arzuları dışavuracak, ciddiye alınacak, kabullenilecek bir yer sağlar. Her ne kadar terapi, terapinin dışındaki dünyada bu özlemleri doyuracak çok şey yapamazsa da, terapide elde edilen en küçük doyumlar bile kuşkusuz onun çekimini artırır. Üstelik çoğu zaman terapistlerce pekiştirilen terapinin dış dünyada da doyum getireceği fantezisi bu çekime eklenir.

 

SONUÇ

Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci’nde kişisel çıkarın burjuvaziyi gerçekliği tam olarak kavramaktan nasıl alıkoyduğunu göstermişti, Benzer bir şekilde biz soldakiler de kişisel çıkarlarımızın Marksist bir psikoloji anlayışı geliştirme yeteneğimizi engelleyip engellemediğini araştırmaya başlamalıyız. Örneğin, psikoanaliz, davranış terapisi, ilaçla tedavi uygulayarak; psikolojik testler vererek; bireysel ya da ailevî psikopatoloji üzerinde odaklaşarak hayatını kazanan bizlerin, bunların altında yatan kuramlara eleştirel olarak yaklaşması zordur. Geçim tarzımız ile yaptıklarımızın altında yatan kuramlar arasındaki çelişkileri uzlaştırırken ya kuramın en göze çarpan cinsiyetçi, emek karşıtı, tarihdışı öğelerini mahkum edip temel varsayımlarını dokunulmadan bıraktık ya da ikili bir yaşamı götürmeye çalıştık. Bu yaşamda gündüz geleneksel terapi uygularken, gece ve hafta sonları “hareket” için politik çalışma yürüttük.

Bu çelişkilerin çözülmesi kolay değildir. Burada umudum insanların kuramsal dayanaklarını sarsmak ve Marksizmin terapötik pratikle bütünleştirilmesi için kimi ipuçları sağlamaktır. Bu şekilde en azından çelişkileri daha sistematik olarak yüzleştirmeye başlayabiliriz.

Bilinmeyen adlı kullanıcının avatarı

About Hakan Atalay

Psikiyatrist, psikoterapist, öğretim üyesi, eş, baba, Ankaralı, ama şu anda İstanbul’da, Yeditepe Üniversitesi’nde. Eposta: hakan.atalay@yeditepe.edu.tr Çağrı Merkezi: 4447000

Tartışma

Yorumlar kapatıldı.

İletişim

444 7000
Salı: 09:00-18:00
Perşembe: 09:00-18:00

Kategoriler

Blogdaki Yazıların ve Görsellerin Yasal Kullanımı Hakkında

© Hakan Atalay ve hakanatalay.wordpress.com. 2011-2019.

Bu malzemenin bir açıklamada bulunmadan ve yazardan yazılı izin almadan yetkisizce kullanılması ve/veya çoğaltılması yasaktır. Özgün içeriğe uygun ve özgül bir yönlendirme yapılması, [Hakan Atalay]ın ve [hakanatalay.wordpres.com]un tam ve açık kaynak gösterilmesi hallerinde alıntılar ve bağlantılar kullanılabilir.

Akbank Sanat'ta Yapay Zeka ve Aşk üzerine panel.
FB TV'de Depresyon üzerine söyleşi.
Follow Hakan Atalay on WordPress.com