//
Şimdi...
Şizofrengi

EREKSİYON UYGARLIĞININ SONU MU?

(Şizofrengi, Şubat 1995 Sayı 17: sa. 33-34)

 

Bu satırları günün ilk ışıkları uzaklardaki bulutların arasından huzmeler halinde süzülürken,  haftalardır çalışmanın yorgunluğundan ağırlaşan göz kapaklarım bana uykusuzluğumu anımsatır, ama bu arada yoğun çabalarım ürünü olan kuramsal buluşumun coşkusuyla boşalan gözyaşlarım ak kağıda  bir şelale gibi dökülürken… yazmıyorum. AkIım duru ve aydınlık; yine de içimde büyük bir karanlığın ardından ışığı görmenin heyecanı…

Yaklaşık dört beş yıldır dünyada olup bitenleri kafamda evirip çeviriyor, bir anlam vermeye çalışıyorum. Hani şu, adı ünlü fıkralardaki uluslararası heyetin Japon üyesini anımsatan Fukuyama diye biri “tarihin sonu geldi” deyince iyice afalladım. Sahiden de bir şeyler dönüyordu ortalıkta, ama ne? Günler, geceler boyu süren uzun düşünmeler sonunda “tarihsel fallus-merkezli gelişme kuramı”nı buldum. Şimdi rahatım. Ama yetmiyor, sizi de rahatlatmak istiyorum. Çünkü biliyorum, siz de anlamakta güçlük çekiyorsunuz. .Oysa insan aklı, anlamak/düzenlemek tutkunu. İşte son zamanlarda olan bitenlerin/söylenenlerin kendi-açım açısından açıklaması:

ereksiyon uygarlığı2

Önce gözlerimizin önündeki olaylara bakalım, neymiş herkesi şaşırtan bu gelişmeler? Söylediğim gibi, bugünler için “tarihin sonu” deniyor. Bu, zamanın/tarihin bir yönü olduğunun yadsınması; toplumsal ilerleme düşüncesinin sona ermesi demek. Özetle, bir yere gittiğimiz yok. Dolayısıyla, sosyalizmde en gelişkin ifadesini bulan tarihsel ilerleme düşüncesi, yerini yönsüz/yansız bir durağanlığa/yayılmaya bırakıyor. Bunun politikadaki en önemli görünümü, “yeşil hareket”in çıkışı ve genişlemesi (genişleme, çünkü yükselme anlam yüklü bir sözcük.) Yeşil hareketin içinde neler var? Anti-otoriter, DİKEY değil yatay örgütlenme yanlısı solcular, doğacılar, teknoloji karşıtları, kadın hareketleri, eşcinseller…

Tarihin bir yönü olduğu düşüncesinin, ilerleme/gelişme anlayışının yadsınmasına, bildiğiniz gibi, şimdilerde “postmodern durum” diyorlar. Postmodern durum anladığım kadarıyla 1-sanatsal, bilimsel, ahlaki politik tercihlerin bir arada, birbiri üzerinde üstünlük taslamadan, yan yana bulunmasını, 2- bunların da özellikle “büyük” olanlarının değil, “küçük”lerinin yeğlenmesini, 3- böylece yalnız politik (ideolojiler), ekonomik (işletmeler), ailevi (iki kişilik) vb. düzeyde değil, coğrafi olarak da “küçük”lerin, yerelliklerin öne çıkmasını anlatıyor.Bir de kafamızın henüz bugünkü kadar karışmadığı dört beş yıl öncesine bakalım, durum nasıldı?

Toplumsal ilerleme, gelişme, kalkınma düşüncesi gözdeydi. Sosyalist olmayan toplumlar ve bireyler bile toplumsal ilerleme düşüncesine inanıyordu. Bugün yeşil hareket altında toplanan solcular, doğacılar, feministler, eşcinseller kendilerini sosyalizm aracılığıyla ifade ediyorlardı. “Postmodern”in postu yoktu; modernite hali yürürlükteydi. Bu durumda: 1- Politik, sanatsal, ahlaki, cinsel yönelimler daha açıkça tarihsel gelişim çizgisindeki konumlanışlarına göre sıralanıyordu. 2. Bunların özellikle “büyük” olanları’ (büyük ideolojiler, büyük idealler, büyük işletmeler, büyük kentler) yeğleniyordu. 3- Merkez, yerelin önündeydi.

Bugüne nasıl gelindiğini düşünürken, yaşadığımız postmodern durumda bir eğilim; yayılma, gevşeme, genişleme, yatma eğilimi dikkati çeker. Politik hareketler biçimindeki hiyerarşik yapının yerini yatay örgütlenmeler, gökdelenlerin yerini kırsal alanlara doğru yayılan alçak yapılar alıyor; cinsel tercihlerde eski KATILIKLAR’ın yerine daha GEVŞEK tutumlar gözleniyor.

Oysa daha dört beş yıl önce insan gözünü uzayın fethine DİKMİŞ (yıldız savaşlarını anımsayın), birçok kent gökdelenlerle donanmış, toplumsal ilerleme düşüncesi DORUĞA çıkmıştı. Uzayın fethini ve gökdelenleri düşünürken, insanın duruşu canlandı gözümde: İki ayağı üzerinde DİMDİK durmuş, göğe (ve gökdelenlere) bakan bir fallus imgesiydi bu. O an beynimde şimşek çaktı: işte, dedim, olan bitenin biricik açıklaması bu imgede… Yükselme, ilerleme, kalkınma, gelişme hepsi simgesini buluvermişti: DİKELMİŞ BİR FALLUS. İnsan dikelmiş bir fallustan başka neydi ki?

İnsanlığın evrim serüvenini aklıma getiren de bu imge oldu: Bu dikelmiş fallusun öyküsü de zaten HOMO EREKTUS ile başlamıyor muydu? Homo erektus; ayağa KALKAN-DİKİLEN insan demek. Kalkma, sertleşme, dikilme anlamına gelen EREKSİYON, özellikle penisin kanla dolarak sertleşip dikleşmesi için kullanılan bir sözcük. Antropolojide ise ayağa kalkan insan (Homo Erektus), dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış, 700-300 bin yılları arasında yaşayan soydaşlarımıza verilen ad. Bunlar küçük topluluklar halinde yaşıyor, kaba taş aletleri ve ateşi sürekli kullanıyorlarmış. insanın insanlaşma sürecini başlatan da bu ayağa kalkış, yani iki ayak üzerinde yürüme, DİKELME olmuş. Homo Erektuslar sürü-grup-toplum ilişkilerinde önemli aşamalar yapmış; soyutlama, düşünme ve konuşma gibi işlevlerde önemli ilerlemeler göstermişler. İnsan soyu onlarla birlikte ilk kez dünyanın her yerine yayılmış.

İnsan ayağa kalkınca, perspektif algısı da değişmeye başlamış. Artık uzakları görmeye, daha önemlisi gözünü yükseklere DİKMEYE başlamış. Giderek doğadan koparken, dünyadan -fiziksel ve ruhsal olarak- uzaklaşmış. Gelişme, ilerleme, kültürleşme denen her süreç, insanın yerden ayaklarının kesilip göğe daha çok yakIaşmasına neden ol muş. İnsan ayağa DİKİLMİŞ; kentler DİKİLMİŞ; tapınaklar, alanlar, kuleler DİKİLMİŞ.

İnsanın bu dikiIme/ doğadan uzaklaşma ve göğe yakınlaşma çabasının nelere yol açabileceğini Babil Kulesi’nin öyküsü çok güzel anlatır. Her dilden insanın bir araya gelerek göğe doğru yükselme çabası sayısız yıkımla cezalandırılmış; sonunda bir daha yapılmamak üzere… Freud’dan beri bu cezanın adını biliyoruz: Kastrasyon (iğdiş edilme). Bu fallik dikelmenin Baba Tanrı tarafından cezasız bırakılması düşünülemezdi. Ama insanoğulları bunlardan ders çıkarmayı bilemediler; ilerleme, gelişme, kalkınma adına yükselmeyi yeğlediler. Sütunlar diktiler, gökdelenler diktiler, hatta hatta yetinmeyip kendilerine benzettikleri fallusları göğe yollamaktan çekinmediler: Roketler fırlattılar.

Öyle görünüyor ki bu “postmodern durum” da insanın uyarıları sezgisel olarak anladığının bir göstergesi. Sonuçta yaşadıklarımızı artık daha iyi anlıyor ve herkese de şunu öğütlüyorum: “İnsan olarak dikileni değil, yatanı; toplum olarak ilerlemeyi değil, yayılmayı; dünyada gelişeni değil, durmakta olanı tercih edin. Ancak bu şekilde iğdiş edilmekten kurtulur, rahatlar, gevşer, yayılır, toprakla bir olur, yok olursunuz. Evrenin bu görkemli varlığı karşısında sizin o hiç düzeyindeki varoluşunuzun ne önemi olabilir ki?

Değil mi?

Bilinmeyen adlı kullanıcının avatarı

About Hakan Atalay

Psikiyatrist, psikoterapist, öğretim üyesi, eş, baba, Ankaralı, ama şu anda İstanbul’da, Yeditepe Üniversitesi’nde. Eposta: hakan.atalay@yeditepe.edu.tr Çağrı Merkezi: 4447000

Tartışma

Yorumlar kapatıldı.

İletişim

444 7000
Salı: 09:00-18:00
Perşembe: 09:00-18:00

Kategoriler

Blogdaki Yazıların ve Görsellerin Yasal Kullanımı Hakkında

© Hakan Atalay ve hakanatalay.wordpress.com. 2011-2019.

Bu malzemenin bir açıklamada bulunmadan ve yazardan yazılı izin almadan yetkisizce kullanılması ve/veya çoğaltılması yasaktır. Özgün içeriğe uygun ve özgül bir yönlendirme yapılması, [Hakan Atalay]ın ve [hakanatalay.wordpres.com]un tam ve açık kaynak gösterilmesi hallerinde alıntılar ve bağlantılar kullanılabilir.

Akbank Sanat'ta Yapay Zeka ve Aşk üzerine panel.
FB TV'de Depresyon üzerine söyleşi.
Follow Hakan Atalay on WordPress.com