Bu çeviri yazı, Russell Jacoby’nin Social Amnesia (Critique of Conformist Psychology from Adler to Laing. Boston: Beacon Press, 1974) kitabından alınarak (Şizofrengi‘de (sayı 21, 1996; sa: 5-7) yayımlanmıştı. Daha sonra bu kitap Belleğini Yitiren Toplum adıyla Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı.
Sigmund Freud’un kuramlarına ilk karşı çıkan Alfred Adler’di. Adler’in 1911’de Freud’la bozuşmasıyla sonuçlanan psikanalizi yeniden şekillendirme çabası, daha sonra neo- ve post-freudcuların katkılarında bulunan bütün öğeleri içeriyordu. Sonrakiler gibi bu çabada da yeni formülasyonlar daha insanî, liberal ve toplumsal bir bilinç adına ortaya kondular. Sonrakiler gibi burada da kuram ve üstkuramdan pratiğe ve pragmatizme, cinsel ve ruhsal derinlik ve geçmişten cinselliksiz ruhsal bir yüzeye ve bugüne doğru bir kayma meydana geldi. Sonrakiler gibi burada da öznellik “birey” kisvesiyle psikanalize eklendi. Bütün bu liberal revizyonlar psikanalizin devrimci özünü sağduyu ile değiştirdiler. Adler ve ardından gelenler bastırma, çocuk cinselliği ve libido gibi ayrıksı kavramlardan kaçmaya çalıştılar, çünkü bunlar “geleneğin önyargılarına ters düşüyorlardı”.

Freud’un Adler’e tepkisi, Frankfurt Okulu’nun neo-freudculara verdiği yanıtın önhabercisiydi. Her ikisi de psikanalizin önceliklerinin yerine gündelik aklın konmasına; içgüdüsel dinamiğin yerine toplumsal etkenlerin ya da ilginin, bastırma ve cinselliğin yerine güvensizliğin ve amaçların, derinlik psikolojisi yerine yüzey psikolojisinin geçirilmesine karşı çıkıyordu. Freud’a ve eleştirel kurama göre, cinsellik, bastırma ve libido psikanalizden çıkarılacak şekilde revize edildiği anda, psikanalizin kendisi bastırılmış demektir. Adorno, neo-freudcular üzerine yazarken, “yüceltmeyi analiz etmek yerine” diyordu, “revizyonistler analizin kendisini yücelttiler.”
Bireyin ve toplumun içsel dinamiği birbirinden ayrılmış, onun yerine “değerler”e, “normlar”a, “amaçlar”a, vb. uyum gösteren ya da göstermeyen mekanik bir birey modeli geçirilmiştir. Adler bilinçdışının derinliklerine inmek yerine “yüzeysel fenomenlere, yani ego psikolojisine” yapışıp kalır ve egonun kendi bilinçdışını inkârı, bir kurama dönüşür. Basmakalıp, pratiğe dönük, moralistik bir kuramdır bu. Kendi deyişiyle, “sağduyuya dayalıdır. Adler, ” “Deli hiçbir zaman toplumsal ilginin zirvesini temsil eden sağduyunun diliyle konuşmaz” der. Adler “… bireyin hatalı davranışlarının toplumsal ortak yaşantımızın uyumunu nasıl etkilediğini göstermek; ayrıca bireye kendi hatalarını kabullenmeyi öğretmek ve ortak yaşama düzenli bir uyumu nasıl sağlayabileceğini göstermek” amacıyla yazar kitaplarını. Freud’un tutucu, Adler’in ve neo-freudcuların sosyalist ya da liberal olmaları, çalışmalarının politik içeriğinin ve etkisinin onların görünür politik tutumlar tarafından değil, kullandıkları psikolojik ve sosyolojik kavramlar tarafından belirlendiğini ortaya koyar. Kavramların politik, toplumsal ve asıl içeriği ile bu kavramları kullananların politik toplumsal görünüşleri arasındaki ayrımın bilinmesi çok önemlidir:
Marksistlerin sosyalist Adler’e ve izleyicilerine karşı tutucu Freud’un kuramını savunmasındaki görünüşteki gizem, bu ayrım üzerinde temellenir.
Toplumu kolaylıkla görmezden gelmesi açısından tutucu sayılan Freud, mahrem ile aleni, birey ile toplum arasındaki temel burjuva ayrımı kaldırdı; mahrem öznenin nesnel kökenlerini (onun toplumsal içeriğini) açığa çıkardı. Öznenin masum olduğu yalanını sergiledi; onun masumiyetinin her açıdan bozulduğunu gösterdi. Freud’un psikanalitik kavramları, hatta kendisine karşın, ruhsal özel mülkiyet alanını çiğnediler; konformitenin kuvvetleri için Freud, ev-içinin ruhsal mahremiyetine dalıp girmekten suçluydu.
Freud sonunda uygarlığı haklı çıkarmıştı gerçi ama, bu arada onun antagonistik ve baskıcı özü üzerine -onu sorgulamaya yetecek denli- söz de söylemiştir. Revizyonistler içinse tersi geçerlidir: Topluma yönelik eleştirileri ne denli ileri olursa olsun, sağlığa ve uyuma işaret eden kavramlar ve formülasyonlarla temiz-pak edilmişlerdir.
Neo-freudcuların ileri sürdükleri Freud eleştirisi, onun sözde bireysel ve toplumsal etkenlere kapalı olan on dokuzuncu yüzyıl maddeciliği üzerinde yoğunlaştı. Bunu düzeltmek için onlar da Adler gibi toplumsal değerler ve amaçlar, benlik ve benlik-imgesi anlayışlarını eklediler. Eleştirel kuram ise, bu değerlendirmeyi tersine çevirir; Freud’un biyolojizmi, toplumsal değerlere görünürde aldırmaması, onun gücüdür. Bu, burjuva bireyciliğinin eleştirisini oluşturur; Freud’un maddeciliği, içsel toplumsal dinamiği bulmak için toplumsal “normları” ve “değerleri” sıyırır atar.
Revizyonistler bireyin rahatsızlıklarıyla yüz yüze geldiklerinde, onu yalnızca dua ile iyileştirebileceklerini hayal ederler. İçsel ve toplumsal zedelenmeyi aramak için benliği açıp bakmak yerine, onun iyiliğinden ve bütünlüğünden yardım dilerler. Freud’un analizi bir başka düzleme taşınmıştır. Marcuse, “Freud modern kültürün en güçlü ideolojik payandalarından birini (yani özerk birey anlayışını) çökertir” diye yazar. “Onun psikolojisi, mahrem ve kamusal ortamda varolduğu biçimiyle somut ve tam kişilik üzerinde odaklaşmaz, çünkü bu varoluş, kişiliğin özünü ve doğasını açığa çıkarmak yerine gizlemektedir.” O daha çok kişiliği çözer ve “bireyi yapan (büyük oranda egonun bilinçdışındaki) birey-altı ve birey-öncesi etkenleri açığa çıkarır.”
Bireyi tanımlayan “birey-altı ve birey-öncesi etkenler”, arkaik ve biyolojik olanın dünyasına aittir; ama salt doğa üzerine bir sorun değildir bu. Daha çok ikinci doğa’dır, doğaya dönerek katılaşan tarihtir. Birey için ikinci doğa olan şey birikir ve tarihi çökeltir. İkinci doğa yalnız doğa ya da yalnız tarih değil, doğa olarak yüzeye çıkan donmuş tarihtir de. Revizyonistler psikanalize tarihi (toplumsal bir dinamiği) sanki dışarıdan; toplumsal değerler, normlar ve amaçlarla sokarlar. Freud’un sözde biyolojik kavramlarına ondan daha sadakatle tutunan ve bunları (yine ona karşın) açan Marcuse, tarihi, kavramların içinde bulur. Freud’un biyolojizmini ikinci-doğa, taşlaşmış tarih olarak yorumlar. Ona göre “içgüdülerin bastırıcı örgütlenmesi egzojen (dıştan gelen) (içgüdülerin “doğa”sında içkin olmamaları, içgüdülerin çıktığı özgül tarihsel koşullardan gelişmeleri anlamında egzojen) etkenlere bağlıdır.”
Freud’un kendisi de neo-freudcuların reddettikleri üstkuramında içgüdüsel biyolojiyi şiddet ve zorun tarihöncesinden çıkarmıştı. Bu, Freud’un Nietzsche’ye en çok yaklaştığı yerdir: Uygarlık bir şiddet ve yıkım geçmişinden kalan bir nedbeler dokusudur. “Son çözümde insanların gelişiminde işe yarayan her içsel zorlantının, ilk halinde, yani insan soyunun evriminde dışsal bir zorlantıdan başka bir şey olmadığı söylenebilir.” Başka bir yerde Freud bunu daha açar: “… bastırmanın her içsel bariyeri, dışsal bir engellenmenin tarihsel sonucudur. Böylece karşıtlık içe alınır; insanlığın tarihi, bugünün doğuştan gelen bastırma eğilimlerinde billurlaşır.” Freud’a göre “yüksek” uygarlaşmış “değerler”, “aşağı” olanlar üzerinde temellenirler. Toplumsal adalet, yoğunlaşmış toplumsal şiddettir: “Adalet bir toplumun gücüdür. Yine de ona karşı çıkan herhangi bir bireye.. yöneltilmeye hazır bir şiddettir… Tek gerçek fark, geçerli olanın artık bireyin değil, toplumun şiddeti olmasında yatar.” Bireyde içselleşen değerler hem oğulların babaya karşı arkaik çatışmasından, hem de Ödipal çatışmanın yinelenmesinden doğarlar. Süperegonun temeli baskıcı-babaya karşı isyanın başarısızlığından kaynaklanan suçluluktur. “Moral duygusu sarsılmış ve insanda mutlaka yüksek bir doğa bulunması gerektiğinden yakınan herkese bir yanıt verebiliriz. ‘Çok doğru’ diyebiliriz, bu ‘ego-ideal’ ya da süperegoda anababalarımızla ilişkilerimizin temsilcisi olan bu yüksek doğaya sahibiz. Küçük çocukken bu yüksek doğaları biliyorduk, onlara hayran olduk, ve onlardan korktuk; sonra da içimize aldık onları.” Psikanalizin devrimci yanı budur; erkekler ve kadınların kendilerine ve doğaya karşı somut mücadelelerinden soyutlanan toplumsal ve bireysel değerleri kabullenmeyi reddeder. Revizyonistlerin basit birey-toplum etkileşim modeli yerine, bireyin psikesinde toplumu (tikelde evrenseli) keşfeder; özerk bireyin üzerindeki kabuğu soyar. Toplumun birey içindeki ve üzerindeki ağırlığını açığa çıkarır. Horkheimer’in dediği gibi: “… monadın mikrokozmosunda, yani bireyin zihinsel çatışmalarında toplumun tarihsel dinamiklerini bulur.”
Ancak, “klasik” psikanalizin bireyi nispeten azgelişmiş bir pazar ile varoluşunu sürdürüyordu. Bu, özgür birey, özgür ve rekabetçi pazar üzerine ilk burjuva kuramlardaki gerçekti, yani orta sınıflarla sınırlı olan bir gerçek. Proletarya için özgür birey anlayışı her zaman bir sahtelikti. Pazarın merkezîleşmesi ve senkronize olmasıyla birey nispeten bağımsız ve mahrem yaşam kaynaklarını yitirdi. Malî sermaye liberalizmden farklı olarak “rekabetin anarşisinden tiksinir ve örgütlenme arar.” (Rudolf Hilferding) Doğrudan egemenlik ister. Pazarın kıyısında köşesinde yaşamış olan birey, örgütlü sermaye tarafından ortadan kaldırılır. Erken rekabet biçimleri doğrudan denetim ve manipülasyona çevrildikçe, birey sahneden çıkar. “İnsanlar arasında hemen hemen hiç dolaysız temasın bulunmadığı, her insanın salt bir kolektif işlevine indirgendiği, tümüyle şeyleşmiş bir toplumda psikolojik süreçler her ne kadar bireyde yaşamaya devam etseler de, artık toplumsal sürecin belirleyici güçleri olarak görünmezler.” (Adorno)
Tartışma
Yorumlar kapatıldı.