(Başka Psikiyatri ve Düşünce Dergisi 2008; 1(1))
Psikanaliz, belki de tarihte iz bırakmış ve geniş “kanaat iklimlerini” etki altına almış diğer bir çok bütünsel kuram gibi, Freud tarafından temellerinin atıldığı ilk dönemlerinde, daha anlaşılır bir dile ve günlük hayata ait kavramlara sahiptir. Psikanalizin dili, gene belki diğer bir çok bütünsel kuram gibi, giderek daha teknik, daha ağdalı bir hal alır, sıradan insanın daha güç anlayabileceği bir şekle dönüşür. Hep söylenmiştir, ancak, tekrar örnek verilebilir: Freud’un yazılarında dürtüsel güçlerin temsilcisinden ve buna karşı çıkan örgütlü yapıdan “ego” ve “id” olarak değil; bildiğimiz dilbilgisi zamirlerinden, “ben” ve “o”dan söz edilir. Bizim daha sonra “ego” diye okuyacağımız zihinsel ajansın adı onda Almanca’daki “Ich”tir (Ben), “id” de “Es”tir (O). İngilizceye çevrilirken teknik bir dil kurma kaygısıyla “ben”e karşılık “ego”, “o”ya karşılık “id” önerilmiştir. Freud’un “trieb” şeklinde kullandığı ve daha az biyolojik çağrışımlar içeren “dürtü” terimi, “instinct = içgüdü” olarak çevrilmiştir. Sadece bir çeviri eyleminden başlamış gibi görünen, ancak, elbette psikanalizin gerçek hayatta kendini gösterdiği her alana yayılan; giderek onun tarikatvari bir örgütlenme içinde kendi içine kapanmasıyla sonuçlanan bu “profesyonelleştirme” eyleminin ve bunun sonucunda ortaya çıkan psikanaliz ile geniş okur kitlesi arasındaki büyük yarılmanın -bu sonuca katkıda bulunan sosyo-ekonomik, politik, kültürel etkiler de ihmal edilmeden- başka bir yazıda etraflıca tartışılması uygun olabilir.


Şimdilik, konumuz olan “anksiyete” kavramının da benzer bir süreçten geçerek benzer bir akıbete uğradığını söylemek yeterli olabilir. Zira, bugün yaygın olarak “anksiyete” terimiyle karşıladığımız duygu halinin Freud’un yazılarında olağan Alman konuşmasında sık kullanılan bir sözcük olan “angst”şeklinde geçtiği biliniyor.”Angst” ise etimolojik olarak “dar”, “kısıtlı” anlamındaki Almanca sözcük “eng”le akraba. Anksiyete, Latince “sıkmak”, “sıkıştırmak” anlamına gelen “engere”den türemiş. (Editör’ün Eki, “Anksiyete Nevrozu Adı Altında Belli Bir Belirti Kümesini Nevrasteniden Ayırmanın Nedenleri Üzerine. Psikopatoloji içinde, s. 56-7) O halde “anksiyete”nin geçtiği yerlerde bunu bir tür sıkışma/boğulma hissi, halk diliyle “daralma” olarak okumak mümkün.
Freud’un çalışmalarına sıkı bir biyolojici olarak başladığını biliyoruz. Nitekim yazılarının -şimdi hatırlayamayacağım- bir yerinde, ironiyle karışık bir şekilde, beyin soğanının ne kadar hoş bir organ olduğundan, onu kavrayabilmek için üzerinde nasıl uzun uzadıya çalıştığından söz eder. Zaten uzun yıllarını fizyoloji laboratuarında geçirmiş, bu süre içinde o zamanlar çok daha yeni olan zihnin “nöron”al işleyişini ilk keşfedenlerden biri olmuştur. Tüm bu çalışmaların sonucunda ortaya çıkan “Bilimsel Bir Psikoloji Taslağı” bir yandan onun zihni biyolojik/fiziksel bir temelde açıklama çabasının zirvesini oluştururken, öte yandan bu yöndeki çabalarının ulaşabileceği sınırları çizer ve daha “sosyal” bir zihin tasavvuruna geçme ihtiyacının başlangını gösterir. Ardından da Breuer’le birlikte yazdıkları Histeri Üzerine Çalışmalar gelir. Bu kitap Freud’un nevrotik belirtinin ortaya çıkışı, boşalım ve dirençle ilişkisi, bilinçdışı ve bastırma, bu süreçlerde cinselliğin önemi, hatta serbest çağrışım yöntemi gibi temel psikanalitik kavramları ilk kez kullandığı ve geliştirdiği bir metin olarak, -hiç yayımlanmamış olan ve onun ölümünden sonra ortaya çıkarılan- “Bilimsel Bir Psikoloji Taslağı”nın psikanalitik düşünceye çevrilmiş hali olarak kabul edilebilir. Burada Freud (ve Breuer) histerik belirtinin, belirtiyi başlatan olay hasta tarafından anımsanıp o sıradaki duygu durumuyla birlikte ayrıntılı olarak söze dökülünce nasıl yok olduğunu şaşkınlıkla gözlemlediklerini anlatırlar (Histeri Üzerine Çalışmalar. s. 55). Başka bir deyişle, belirtiye yol açan şey, hastanın hekim tarafından görüldüğü sırada bilincinde olmadığı, fakat bazı yöntemlerle hastaya hatırlatılınca (bilince çıkarılınca) etkisini yitiren, hastalandırıcı bir güç gibi görünmektedir (Histeri Üzerine Çalışmalar. s. 319). Fakat hasta bu bağlantının neden farkında değildir ve kendisinden hastalandığı sırada yaşadıklarını anlatması istendiğinde neden bu kadar zorluk çekmektedir? Demek ki, hastanın bilincinden uzak tutmaya çalıştığı düşünceler onun açısından rahatsız edici, utanç verici, suçluluk hissi ya da acı doğurucu bir doğada olmalıdır (Histeri Üzerine Çalışmalar. s. 319). Sonuçta bilince girmesi yasaklanan bazı düşüncelerin zorlamasından ve bilincin bu zorlamaya karşı koymasından kaynaklanan bir çatışmadan söz edilebilir. Histeri bu çatışmanın sonucunda ortaya çıkar.
Histeri, Breuer’le birlikte izledikleri Anna O. olgusunun Freud’da uyandırdığı merakın kışkırtmasıyla, psikanalizin çıkışını başlatan, tarihsel temellerini kuran hastalık sayılabilir. Freud histeriden edindiği bilgileri, -elbette kazandığı diğer içgörülerin ve bilgilerin; kendi içinde ve dışarıyla yaptığı tartışmaların genişlettiği ufkundan da yararlanarak- fobi ve saplantılı bozukluklar gibi diğer nevrotik rahatsızlıkların, sonra da zihnin düş görme, birincil ve ikincil süreç, savunma mekanizmaları gibi çeşitli işlevlerinin ve bizzat zihnin kendisinin, hatta giderek bütün bir insanlık tarihinin anlaşılmasında manivela olarak kullanır. İlk başlarda bu içgörüler daha yüzeysel, dış etkenlerin gözlemlenmesine dayalı kuramsallaştırmalara yol açarken, özellikle Düşlerin Yorumu ile başlayan süreçte Freud’un anlayışı zenginleştikçe kuramı da derinleşmeye başlar. Anksiyete konusunda geliştirilen görüşler bu tarihsel sürecin iyi bir örneğidir.
Freud 1894’te yayımlanan “Anksiyete Nevrozu Adı Altında Belli Bir Belirti Kümesini Nevrasteniden Ayırmanın Nedenleri Üzerine” başlıklı yazısında anksiyete nevrozunun genel tedirginlik, endişeli bekleyiş, serbest dolaşan anksiyete, anksiyete nöbeti ve nöbet-eşdeğerleri gibi belirtilerle seyreden klinik tablosunu çizer, ayrıca anksiyete nöbetinin çarpıntı, nefes daralması, terleme, titreme, baş dönmesi, uyuşmalar gibi –bugün de pek değişmemiş olan- belirtilerini sıralar. Anksiyete nevrozunun sebebini ise, tereddütsüzce açıklar: “cinsel yaşamdan gelen bir takım zararlı etkiler”. Bu etkiler kadınlarda bakirelik anksiyetesi (veya ergenlerdeki anksiyete), yeni evlenenlerdeki anksiyete, kocalarında erken boşalma ya da ciddi iktidar sorunları bulunan ve kocaları geri çekilmeli ya da korunmalı cinsel ilişkide bulunan kadınlardaki anksiyete olarak ortaya çıkar. Ayrıca anksiyete nevrozu dullarda ve isteyerek cinsel perhiz yapan kadınlarda, adetten kesilmeden önceki son büyük cinsel istek dalgası döneminde görülür. Erkeklerde anksiyete nevrozunun nedeni ise, isteyerek cinsel perhiz yapmak, giderilmemiş bir uyarım hali (örneğin, nişanlılık dönemi), korunmak için geri çekilme yöntemini uygulamak, yaşlanırken libidonun artması gibi durumlardır (“Anksiyete Nevrozu Adı Altında Belli Bir Belirti Kümesini Nevrasteniden Ayırmanın Nedenleri Üzerine”, Psikopatoloji içinde. s. 40-42). Freud hastalığın, sevilenlerin kaybı gibi, başka sebeplere bağlı gibi göründüğü olgularda bile, cinsel sorunların en azından anksiyete nevrozuna yatkınlaştırıcı rol oynadığını öne sürer. Çünkü, örneğin, sürekli geri çekilerek kendisini koruyan bir erkekte ya da bu yoksunluk koşullarında yaşayan kadınlarda cinsel uyarılmanın doyurulmamış enerjisi birikerek kendisine uygun bir çıkış arar ve olması gerektiği gibi ruhsal alanda bir boşalım kanalı bulamadığında, anormal bir şekilde kullanılır. Anksiyete nevrozunun belirtilerini ortaya çıkaran şey, bu yolundan sapmış libidinal (enerji yüklü cinsel düşüncelerle ilgili) gerilimden başka bir şey değildir. (Psikopatoloji. s. 48) Ortaya çıkan hastalık belirtileri (solunumun hızlanması, çarpıntı, terleme, kızarma, vb.) ile cinsel ilişkinin bedensel eşlikçileri arasındaki benzerlik dikkat çekicidir: bunlar, özgün eylemin vekilleri olarak görülebilirler (Psikopatoloji. s. 51). Freud aynı yazıda daha sonra korku ve anksiyete ile ilgili tartışmalarında üzerinde duracağı dışsal ve içsel tehlike durumlarına da değinir: Dışsal tehlikenin –geçici niteliğinden dolayı- sadece bir anksiyete duygulanımı yarattığını, oysa içsel tehlikenin –süregen bir durum olmasından ötürü- bir nevroza yol açabileceğini belirtir (Psikopatoloji. s. 52).
“Ketvurmalar, Belirtiler ve Anksiyete”de Editör, Freud’un güncel nevrozları incelerken geliştirdiği yukarıda aktarılan anksiyete görüşünün büyük ölçüde nörolojik çalışmalarının etkisi altında olduğunu; o sırada psikolojinin verilerini fizyolojik açıdan ifade etmeye çalıştığını açıklar. “Haz ilkesi”nin de temelini oluşturan “değişmezlik ilkesi”ne göre, sinir sistemi, doğasında bulunan uyarım miktarını azaltmaya ya da sabit tutmaya yönelik bir eğilime sahiptir. Bu koşullar altında, biriken cinsel uyarımın biçim değiştirerek anksiyete şeklinde çıkış bulması düşüncesi kendi içinde tutarlı bir varsayımdır. Histeri Üzerine Çalışmalar‘da uyarımın birikmesinin nedeni “bastırma” olarak adlandırılmıştı. Freud bu görüşünü 30 yıla yakın bir süre devam ettirmesine karşın, daha ilk zamanlardan itibaren dışsal tehlikelere bağlı olan anksiyete ile içsel tehlikelere bağlı olan anksiyete arasındaki ayrımı aklından çıkarmaz. Yaşanmış bir travmaya (örselenmeye), yani dışarıdaki gerçek bir tehlikeye karşı otomatik olarak ortaya çıkan anksiyete ile böyle bir travmanın yaklaştığını haber veren, yani içsel uyarımlardan kaynaklanan (sinyal) anksiyete arasındaki ayrımla birlikte anksiyete sorunu kafasında büyük ölçüde açıklık kazanır. (Psikopatoloji. s. 218) Üstelik, nevrozlar anksiyete, savunma (bastırma ve diğer mekanizmalar) ve belirti oluşumu kavramları temelinde yeniden tanımlanır bir hale gelirler. Yukarıda söz edildiği gibi, başlangıçta geliştirilen anksiyete kuramında, bastırılan libidonun yarattığı gerilim boşalamadığında anksiyeteye dönüşüyordu. Burada içgüdüsel bir doyumun nasıl bir hoşnutsuzluk hissine dönüştüğü sorusu açıklanamıyordu. Şimdi yeniden düzenlenen anksiyete kuramında ise, anksiyetenin bastırmanın bir sonucu değil, onun nedeni olduğu gösterilerek kuram ayakları üzerine oturtulmuş oldu.
Geliştirilen bu ikinci anksiyete varsayımına göre, anksiyete tehlike durumuna karşı bir tepkidir. Bu tehlike genel olarak dışarı çıkmak için zorlayan yasaklanmış libidinal isteklerdir. Algılanan tepki durumu “ben”in savunma önlemlerini harekete geçirmesine yol açar. Savunma önlemleri, olağan günlük işleyişi aksattıkları, kişiyi abartılı bir davranış biçimi sergilemeye zorladıkları, hatta zaman zaman kendileri anksiyete nedeni olmaları nedeniyle, aslında hastalık belirtilerinden başka bir şey değildirler. O halde, belirtiler de anksiyete üretimini önlemek amacıyla, diğer bir deyişle, anksiyetenin haber verdiği bir tehlike durumunu önlemek için yaratılmışlardır (Psikopatoloji. s. 264). Bu haliyle anksiyete her ne kadar bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunu gösteren bir duygu durumu ise de, her zaman apaçık ortada (serbest dolaşan anksiyete şeklinde) hissedilmez, ancak, belirtileriyle tanınır. Saplantılı nevroz buna iyi bir örnektir. Bu hastalıkta “anksiyete sanki hiçbir rol oynamaz gibi görünmektedir. Ortada sadece karşı konulması güç düşünceler ve eylemler var gibidir. Ancak, bu saplantılı düşünceler ve eylemler durdurulmaya çalışılırsa, anksiyete bütün heybetiyle görünür hale gelir.” Demek ki, belirtiler anksiyeteyi “bağlı” bir hale getirmektedirler.
Bu yeni anksiyete anlayışının vurgulanması gereken bir yönü, sadece biyolojici çağrışımlar içeren “biriken libidinal enerjinin dönüşmesi” varsayımından, anksiyetenin bir zamanlar yaşanmış olan dışsal bir tehlike durumuna karşı geliştirilen ilk tepkiyle “öğrenildiği”ni öne süren daha toplumsal/tarihsel bir anlayışa geçilmesi olmuştur. “Tehlike durumu, kişinin tehlikenin büyüklüğüne kıyasla kendi gücünü değerlendirmesi ve bunun karşısında çaresizliğini (tehlike gerçekse fiziksel çaresizliğini, içgüdüselse ruhsal çaresizliğini) kabul etmesini gerektirir. Gerçekten yaşanmış böyle bir tehlike durumuna travmatik durum dersek, birey çaresizliğe yol açan böyle bir travmatik durumun sadece ortaya çıkmasını beklemek yerine onu önceden tahmin edebilirse kendini koruma becerisinde önemli bir ilerleme kaydetmiş olacaktır. Böyle bir beklentinin belirleyicisini içeren duruma da tehlike durumu dersek, anksiyete sinyali bu durumda verilir.” (Psikopatoloji. s. 300-1). Bu modelde anksiyete, artık, bastırmada yeni yaratılan bir şey değil, “önceden varolan bir bellek imgesine uygun olarak” “yeniden üretilen bir duygulanım durumu”dur (Psikopatoloji. s. 229). Bu “duygulanım durumu zihne ilk travmatik yaşantıların tortuları olarak alınmış”tır ve “benzer bir durum ortaya çıktığında bellek simgeleri gibi yeniden canlandırıl”maktadır (Psikopatoloji. s. 229). Yeniden canlandırılan bu travmatik yaşantıların ilkörneği doğumdur (Psikopatoloji. s. 268). Doğum bebeğin anne karnında nispeten korunmalı, sessiz, loş bir ortamda, annesiyle arasındaki kordondan beslenerek mutlu mesut yaşadığı bir hayattan birdenbire uyaranlarla dolu, kaotik bir ortama çıkmasıdır (“cennetten düşüş!”). “Bebek kendisini ansızın başa çıkılması zor bir hoşnutsuzluk ve çaresizlik duygusu içinde bulur. Doğduğunda henüz kendisinden ayıramadığı annenin ihtiyaçlarını karşılamasına bütünüyle bağımlı bir haldedir. Gereksinimleriyle birlikte doyumsuzluk hissi arttıkça içsel gerilimi de artar.” (Psikopatoloji. s. 272). “Doğumdan sonra bebeğin hissettiği ilk tehlike bu çaresizlik hissidir. Zamanla annesini kendisinden ayrı bir varlık olarak algıladıkça sonraki tehlike durumu kendisini hissettirmeye başlar: Anneyi kaybetmek. Annenin kendisine bakmasına, dolayısıyla ilgisine ve sevgisine çok büyük bir ihtiyaç duyan bebek için bu dönemde anneyi kaybetmek ile onun sevgisini kaybetmek arasında pek fark yoktur. Gene de, dışarıdaki bir nesne ile ilişkide ortaya çıkan bu ayrım yeteneği, anksiyeteyi otomatik bir şekilde gelişen bir duygulanım olmaktan çıkarır; bir tehlike sinyali olarak işlev gören bir duygulanıma dönüştürür.” (Psikopatoloji. s. 273). “Ben”in gelişimi süresince, her dönemin kendine uygun anksiyete belirleyicileri de ortaya çıkar: bunlar ben’in henüz olgunlaşmamış olduğu yaşam döneminde çaresizlik tehlikesi ve çocuğun hala başkalarına bağımlı olduğu bebeklik döneminde nesneyi ya da onun sevgisini kaybetme tehlikesi iken, anneye yönelik cinsel niyetlerin farkına varılmaya başlandığı ve babanın rakip olarak görüldüğü fallik evrede kastrasyon tehlikesidir. Gizillik döneminde bu tehlike durumunun üstben korkusu olduğu kabul edilir (Psikopatoloji. s. 277, 282).
Peki, “uyaranlara egemen olmaya yönelik bütün bölümler uzun bir süre önce zihinsel aygıtında gelişmiş, kendi gereksinimlerinin çoğunu karşılamaya yetecek kadar büyümüş ve kastrasyonun artık bir ceza olarak uygulanmadığını uzun süre önce öğrenmiş olan” (Psikopatoloji. s. 282) bir yetişkin nasıl olmaktadır da bu tehlike durumları ortadan kalktığı halde anksiyete duymaktadır? İşte burada nevrotik yapının temel özelliklerinden biriyle karşılaşıyoruz: Nevrotik kişi, -yüksek bir olasılıkla bünyevi nedenlerin de katkısıyla, fakat büyük ölçüde karşılaştığı dışsal tehlikelerin oransal büyüklüğünden dolayı- hayatının belli ve belki de bir çok döneminde tehlike durumları yaşayan ve buralarda ortaya çıkan anksiyeteyle başa çıkmak için enerjisinin büyük bir bölümünü kendini savunma önlemleri almaya ayıran kişidir. Hayatının sonraki dönemlerinde, erken evrelerdeki bu yaşantılara yeterince benzeyen durumlarla karşılaştığında tehlike durumlarının anısı yeniden canlanacak, tehlike durumlarını yaratan içgüdüsel itkiler daha büyük bir güçle dışarı çıkmaya zorlayacak, “ben”in ördüğü duvarlar sallanmaya başlayacaktır. Bu tür durumların anksiyete uyandırdığını artık biliyoruz. Anksiyete de belirtilere yol açar. Belirtiler, hastalığın klinik tablosunu oluştururlar. O halde, tekrar görülüyor ki, “belirtiler “ben”i tehlike durumlarından uzaklaştırma amacıyla yaratılırlar.” (Psikopatoloji. s. 279). Belirtinin kökeni bastırmadan zarar görmüş olan bir içgüdüsel itki olabilir, ancak, bu içgüdüsel itkinin belirti oluşturabilmesi için “ben” tarafından dışarı çıkmaya zorlandığının algılanması ve bu algının bir tehlike durumunu haber verecek olan bir sinyale (anksiyeteye) dönüşmesi gerekir. “Ben” bir örgütlenme olmasının gücüyle, zihnin hem anksiyete üreterek tehlike durumunu haber veren, hem de bu tehlikeye karşı savunmaları geliştiren bölümü olarak işlev görür.
Peki, “ben”in algıladığı tehlike gerçek bir tehlike midir, yoksa nevrotik bir tehlike midir? Bu soru bizi otomatik anksiyete ile sinyal işlevi gören anksiyete ayrımına geri götürür. Gerçek tehlike bilinen bir tehlikedir, buna karşı gerçekçi bir anksiyete (korku?) gelişir. Nevrotik anksiyete ise, bilinmeyen bir tehlikeye ilişkin anksiyetedir. Dolayısıyla nevrotik anksiyete henüz keşfedilmemiş bir tehlike durumuna işaret eder. Freud’a göre, analist “ben”in bilmediği bu tehlikeyi bilince çıkararak onu gerçekçi anksiyete olarak ele alınabilir hale getirir (Psikopatoloji. s. 300).
Freud 1932’de yayımlanan Psikanalize Yeni Giriş Konferansları’nda anksiyete sorununa geri dönerek ayrıntıları işlemeye devam eder. Anlaşılır nedenlerle, libido yerine duygu kotası terimini kullanarak bastırılan düşünceye bağlı duygu kotasının anksiyeteye dönüştürüldüğü şeklindeki ilk tezini hatırlatır ve anksiyeteyi gerçekçi, nevrotik ve ahlaki olmak üzere üçe ayırır: gerçekçi anksiyeteyi “ben”in dış dünya ile, nevrotik anksiyeteyi idle ve ahlaki anksiyeteyi de üstbenle ilişkileriyle bağlantılandırır. Ayrıca, kızlarda kastrasyon korkuları olamayacağını hatırlatarak bunun yerini sevgiyi yitirme korkusunun aldığını belirtir. Böylece, kuramının temelini oluşturan ödipal karmaşa fikrinden vazgeçmeden onu bir yandan kanıtlanması oldukça güç ilkel sürü efsanesinden çıkarmaya devam eder, öte yandan ise daha toplumsal çağrışımları olan sevgiyi yitirme korkusu gibi kavramlarla bütünleştirmeye çalışır: Ferenczi’den yararlanarak, kastrasyonun sadece bir organ kaybı olmadığını, başka şeylerle birlikte, aynı zamanda anneden başka bir ayrılma biçimini de temsil ettiğini, çünkü erkeklik organı kaybının cinsel eylemde anneyle bir kez daha bütünleşme imkanlarını ortadan kaldırdığını söyler (Psikanalize Yeni Giriş Konferansları. s. 107). Dahası, anne rahmine geri dönme fantazisini de bu çiftleşme arzusunun ikamesi olarak yorumlar.
Sonuç olarak, Freud anksiyete kavramının gelişim sürecinde kendi deyişiyle “iki yeni şey” öğrendiklerini vurgular: ilki, eskiden bildiklerinin tersine, anksiyetenin bastırmayı yarattığı ve ikincisi de korkulan içgüdüsel durumun bir dış tehlike durumuna geri gittiği (Psikanalize Yeni Giriş Konferansları. s. 108) düşüncesi.
Buraya kadar anlatılan anksiyete anlayışında bu tehlike durumları, bastırma, sinyal, belirti, vb. kavramların tümü libidonun genetik, ekonomik, dinamik, hatta yapısal çeşitli özellikleriyle ilişkilidirler. Oysa “Haz İlkesinin Ötesinde”den başlayarak Freud tek başına libido kavramının açıklayıcı gücünün yetersizliğini görmüş ve nihayet kuramında libidonun, yani Yaşam İçgüdüsü ya da Eros’un karşısına, hayatın başından beri işleyen bir Yıkım İçgüdüsü koymak zorunda kalmıştır: “Yaşayan maddeyi koruyan ve onu daha da büyük birimlere ulaştıran içgüdünün yanında bu birimleri çözmeye ve onları geriye en baştaki inorganik haline götürmeye çalışan bir başka, karşıt içgüdü var olmalı”dır. (Uygarlık Toplum ve Din. s. 285-6) Bu yeni durumun anksiyete anlayışına getirdiklerine bakıldığında, bir yandan giderek daha toplumsal ve tarihsel, öte yandan daha evrimsel bir içerik kazanmış olan anksiyete kavramının o güne kadar ihmal edilen temel bir yüzünün –bütün dirençlere rağmen- tanınmaya başlandığı, böylece anksiyetenin daha tam bir resminin oluşturulması imkanının ortaya çıktığı görülebilir. Örneğin, annenin sevgisini kaybetme tehlikesi sadece libidinal bir yoksunluktan, kendisine ilgi gösterilmemenin doğuracağı tehlikelerle ilgili bir kaygıdan ibaret olmaktan çıkarak anneye duyulan saldırganlık ve buna karşı ondan gelecek tehditlerle de ilgili bir kaygı haline gelir. (Bu yeni bakış açısıyla başlayan çalışmalar Melanie Klein’ın tezlerinde ve nesne ilişkileri kuramının sonraki gelişim sürecinde izlenebilir.) Gene, kastrasyon kaygısı artık sadece anneye duyulan sevginin baba tarafından cezalandırılması ihtimalinden duyulan korkuya bağlı olmaktan çıkarak, babaya yönelik yıkıcı dürtülerden de doğan bir kaygı haline gelir. Hatta, üstben’in cezalandırma tehdidinin ve buna bağlı suçluluk duygusunun nedeni artık sadece karşı cinsten ebeveyne duyulan ilgi ve buradan çıkan ensest tabusu değildir; insan neredeyse doğuştan, filogenetik olarak getirdiği yıkıcı dürtülerinden ötürü de korkar, suçluluk ve kaygı duyar. Buradan şu sonuç çıkar: İnsanlığın kaçınılmaz kaderi olan nevroza yol açan şey, sadece cinselliğin bastırılması değildir, hatta uygarlık açısından ondan daha da önemli ve güç olan, yıkıcı içgüdülerin bastırılmasıdır: “Uygarlık insanın saldırgan içgüdülerine sınırlamalar koymak ve onun dışavurumlarını tepki oluşturmalarla kontrol altında tutmak için en üst düzeyde çaba harcamak zorundadır.” (Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları. s.279)
Freud’un anksiyete anlayışıyla ilgili bir derlemede, ona göre insanlığın kaçınılmaz yazgısı olan anksiyeteye ve anksiyetenin göstergesi olan nevroza karşı muhtemel çözüm önerilerini tartışmamak bir eksiklik olurdu. Zira Freud’un temel fizyolojik çalışmalardan kliniğe, oradan psikolojiye, sonra da antropoloji ve tarihe, hatta felsefeye doğru yaptığı yolculuk birçok ara duraklardan geçerek ilerlerken bir çok tema, tıpkı yollar gibi, birbirinden uzaklaşır gibi görünse de, bir yerlerde kesişirler. Bu yollardan biri, derinliklerden (“id” psikolojisinden) yüzeye (“ego” psikolojisine) doğru olanıdır: Bu yolun sonunda anksiyetenin kaynağı “id”den “ben”e doğru yer değiştirir. Bir diğer yol, daha biyolojici bir anlayıştan daha psikolojik bir anlayışa doğru olanıdır. Bu yolda anksiyete, bir tür dönüşmüş libido anlayışından “sinyal anksiyete” kavramına doğru ilerler. Yollardan bir başkası, tıptan başlayarak Freud’un “gençliğinden beri ilgisini çok çeken” kültürel sorunlara geri döndüğü “Bir Yanılsamanın Geleceği” (1927), “Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları” (1929), “Musa ve Tektanrıcılık” (1939) gibi geç dönem yazılarına doğru gider. Bu son yapıtlarında Freud uygarlığın (veya kültürün) temelleri, şimdiki hali ve geleceği; hayatın anlamı; mutluluğun olanakları gibi ezeli insanlık sorularına yanıt arar. Bu arayışın anksiyete kavramıyla ilişkisi “uygarlığın bedeli nevrozla ödenir” mottosunda özetlenmiştir: Nevroz uygarlığın kaçınılmaz bir sonucuysa, nevrozun temel göstergesi de ister serbest dolaşan, isterse bağlı olsun anksiyete ise, uygarlık sorunuyla uğraşan herkes anksiyete sorunuyla da yüzleşmek zorunda kalacaktır. Ancak, açıktır ki, tüm bu soruların anası, “yaşamın anlamı nedir?” sorusudur. Freud şimdiye kadar sayısız kez ortaya atılmış olan bu soruya yanıt vermenin güçlüğünü vurgular ve bu nedenle onu şöyle formüle etmeyi önerir: “İnsanlar yaşamdan ne beklerler ve neyi elde etmek isterler?” (“Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları”. Uygarlık Toplum ve Din içinde. s. 243) Yanıt aslında nettir: İnsanlar “mutluluğun peşinde çabalarlar; mutlu olmak ve mutlu kalmak isterler.” (Uygarlık Toplum ve Din. s. 243) “Bu amaca ulaşmak için bir yandan acı ve hazsızlığı ortadan kaldırmak isterler, öte yandan güçlü haz duyguları yaşamayı.” Demek ki, “yaşamın anlamını belirleyen şey basit olarak haz ilkesidir.” (Uygarlık Toplum ve Din. s. 243) Freud’a göre mutluluk “üç yönden acı çekmeyle tehdit edilir”: “Çürüme ve ayrışmaya mahkum olan ve uyarı sinyali olarak ağrı ve anksiyetesiz olamayan kendi bedenimizden; boğucu ve acımasız yıkıcı güçleriyle üzerimize saldıran dış dünyadan ve son olarak bizim başka insanlarla ilişkilerimizden. Bu son kaynaktan gelen acılar belki de bizim için diğer herhangi birinden daha acı vericidir.” (Uygarlık Toplum ve Din. s. 244)
Freud başka insanlarla ilişkilerden kaynaklanan ve bize diğer kaynaklardan gelenlerden daha fazla acı veren durumlardan kurtulmak için bulduğumuz çeşitli çarelerden örnekler sıralar: Kendini diğer insanlardan tecrit etme, kimyasal (uyuşturucu, uyarıcı, vb.) maddeler kullanma, içgüdülerinden vazgeçme, libido yerdeğiştirmeleri (örneğin, entelektüel/bilimsel uğraşlara yönelme), yanılsamalardan yararlanma (sanat çalışmaları gibi), dünyayı yeniden yaratma, sevgiyi her şeyin merkezi haline getirme, estetik hazlar, vb. (Uygarlık Toplum ve Din. s. 246-50) Ancak, tarih, mutlu olma programının uygulanabilirliğini en hafif deyimle tartışmalı olduğunu göstermiştir. Çünkü, büyük bir dünya savaşının acı verici deneyimlerinden sonra artık sadece insanlığın potansiyelini körelten cinselliği baskılayıcı yönüyle değil, insanlığın potansiyelini koruyan saldırganlık eğilimini baskılayıcı yönüyle daha nesnel, olumlu yanları da olan bir görünüm kazanan uygarlık, “tek tek insan bireylerini bir araya getirmek ve bundan sonra aileleri, sonra ırkları, halkları, ulusları tek büyük bir birlikte, insanlık birliğinde birleştirmek olan Eros’un hizmetinde” olmakla birlikte, “insanın doğal saldırgan içgüdüsü” onunla “dünya egemenliğini paylaşan ölüm içgüdüsünün türevi ve ana temsilcisidir.” (Uygarlık Toplum ve Din. s. 289) Böylece Freud çalışmalarının ve yaşantılarının sonunda, başlangıçtan daha trajik bir insan anlayışına ulaşır. Tehlike içimizdedir, ondan kaçınılmaz. Peki, o halde, bizden, kendimizden, ruh sağlığı denen şeyle uğraşanlardan ne beklenebilir?
Freud Histeri Üzerine Çalışmalar‘ın sonunda “Eh, siz kendiniz bana hastalığımın belki de koşullarım ve yaşam olaylarımla ilişkili olduğunu söylüyorsunuz. Bunları hiçbir biçimde değiştiremezsiniz. O zaman bana nasıl yardm etmeyi öneriyorsunuz?” diye soran hastasına, “Hiç kuşkusuz yazgı sizi hastalığınızdan kurtarmayı benden daha kolay bulurdu. Ama sizin histerik acınızı genel bir mutsuzluğa dönüştürebilirsek çok daha kazançlı olacağınıza kendinizi inandırabilirsiniz. Sağlığına kavuşmuş bir zihinsel yaşamla bu mutsuzluğa karşı daha iyi silahlanmış olurdunuz.” (Histeri Üzerine Çalışmalar. s. 355) yantını vermişti. Freud “Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları”nı ise şöyle bitirir: “İnsan türü için yazgısal soru, kültürel gelişiminin (…) saldırganlık ve öz-yıkım gibi insan içgüdüleri tarafından bozulmasına egemen olmayı başarıp başaramayacağı ve ne ölçüde başarabileceğidir.” (Uygarlık Toplum ve Din. s. 313)
Kaynaklar:
1) Freud S. Ruhçözümlemesine Yeni Giriş Konferansları. (Çev: Emre Kapkın, Ayşen Kapkın) Payel Yayınları, İstanbul, 1998.
2) Freud S. Psikopatoloji. (Çev: Hakan Atalay) Payel Yayınları, İstanbul, 1999.
3) Freud S, Breuer J. Histeri Üzerine Çalışmalar. (Çev: Emre Kapkın) Payel Yayınları, İstanbul, 2001.
4) Freud S. Uygarlık Toplum ve Din. (Çev: Emre Kapkın) Payel Yayınları, İstanbul, 2004.
Tartışma
Yorumlar kapatıldı.