Psikeart’ın Temmuz-Ağustos 2018 (Empati) sayısında yayımlandı.
İnsanlar dünyada giderek çoğalsalar da, çeşitli nedenlerle birbirlerine daha çok yaklaşmak zorunda kalsalar da, toplumsal ilişkiler açısından daha fazla uzaklaşıyor gibi görünüyorlar. Teknoloji kıtalar arası ilişkileri kolaylaştırırken, komşular birbirini tanımaz hale geliyor. Çok uzun zamandır birbirine temas ederek, birbirini görerek, duyarak hemcinsini anlama yeteneğini geliştiren insanların empati yeteneğine ne olduğu/olacağı sorusu da giderek daha çok önem kazanıyor. Sözgelimi, gözünün önünde arkadaşlarının, sevdiklerinin acı çektiğini görerek ona göre duygu dünyasını oluşturan insanın, ekranda gördüğü hemcinslerinin acılarına karşı nasıl bir duygu içinde olduğu, daha önemlisi, gelişmeler bu şekilde seyrederse, gelecekte bütün bunların insanın duygu dünyasını nasıl etkileyeceği, üstünde düşünmemiz gereken bir soru olarak önümüzde duruyor. Sinir-bilimin bu konuda neler söylediğine bakarak, hemcinslerimizden neler bekleyebiliriz, herkeste ve kendimizde, mümkünse, bu yetimizi ne ölçüde geliştirebiliriz, onu görelim:
Toplumsal Biliş ve Duygular
En başta şunu söylemek gerek: İnsana dair Robinsoncu anlayış hem ekonomi politikte, hem de doğal bilimlerde aşılmıştır. Öyle görünüyor ki, insan toplumsal bir varlıktır ve insanı toplumsal bağlamından soyutlayarak anlamaya çalışan her çaba eksik kalacaktır. İnsan zihnini, ister bilinç, duygu, algı gibi tek tek ayrı yetileriyle, isterse bütün bir çalışma aygıtı olarak anlamaya çalışalım, kalkış noktamız toplumsal zihin ya da toplumsal beyin olmak zorundadır. Zihin araştırmalarının geçmişinde ihmal edilen bir diğer önemli alan da, duygu dünyamızdır. Aslında, en biyolojik gibi görünen duygularımız ile en toplumsal gibi görünen kişilerarası ilişkilerimiz bir madalyonun iki yüzü gibi birbirini tamamlarlar, çünkü, kısaca söylenirse, dünyaya uyum sağlayabilmemiz için toplumsal zihnin sağlıklı çalışması, başka bir deyişle, diğer insanları ve dünyayı anlamamız gerekmekte; bu süreçte de duygularımız yol gösterici bir rol üstlenmektedir. Nitekim, duyguların işlenmesinde önemli oldukları gösterilmiş olan çoğu yapının toplumsal davranışlar için de önemli oldukları ortaya çıkmıştır. Birkaç örnek vermek gerekirse: toplumsal görme sinyalleri hem yüz konusundaki bilgiler (yüz ifadesi, bakışın yönü), hem de beden konumu ve hareketlerine dair bilgiler içerir.

Son zamanlarda tanımlanan, duysal yolaklardan biri olan yavaş iletici C-aferent lifleri, insula’ya hoş, hafif dokunuşlar konusunda bilgi taşırlar ve bunlar şefkat gibi toplumsal duysal sinyallerin işlenmesinde işlev görüyor olabilirler. Konuşmanın tınısı çeşitli duyguları haber veriyor olabilir. Amigdala, ön şakak bölgesinden son derece işlenmiş görsel bilgiler alır ve bu tür algısal bilgilerin diğer beyin bölgelerinde işlenmesi için gerekli kodları depolar. Böylece, işlenmekte olan uyaranların toplumsal önemine dayanarak bellek, dikkat, karar verme ve diğer bilişsel işlevleri etkileyebilir. Korku ve ilişkili duyguların, muhtemelen daha kapsamlı bir şekilde işlenmesinde rol alır. Amigdala temel duyguların tanınmasının ötesinde, daha karmaşık toplumsal yargılarda da rol alır. Örneğin, diğer ırktan insanların yüzleri gösterildiğinde, etkinlik düzeyi farklılaşır. Tehdit değerlendirmesi açısından da önemlidir: İki yanda da amigdala’sı hasar görmüş hastalarda kişilerin yüzlerine bakarak ne kadar güvenileceğine dair yargıları bozulmuştur, şöyle ki, bu yüzleri olduklarından daha güvenilir bulurlar. Yüksek düzey korteksler ise, bu modüller arasında ilişki kurarak bilgilerin bütünleşmesine yardımcı olurlar.
Özet: Araştırmacılar hayatınızı belgelemek için Instagram ya da Snapchat gibi sosyal medya hizmetlerinin kullanılmasının belgelediğiniz olayları tam olarak hatırlama yeteneğinizde azalmaya neden olabileceğini söylüyorlar.
Anılarınıza ne kadar değer veriyorsunuz? Bir dahaki büyüleyici Instagram resmi gelene kadar mı?
UC Santa Cruz doktora öğrencisi Julia Soares’in araştırması, fotoğraf çekme hareketinin insanların olaya dair anılarını zayıflattığını buldu.
Soares “İnsanlar fotoğraf çekmenin bir şeyi daha iyi hatırlamalarına yardımcı olacağını düşünüyor, oysa tam tersi”
dedi.
Bir takım deneyde insanları görsel bir müze turu için laboratuvarına çağırdı ve bilgisayar ekranındaki resimlere bakmalarını istedi. Denekler ne gördüklerinin test edileceğini biliyorlardı.
Katılımcıların şu üç senaryoyu (sadece resimlere baktıkları zamanı, resimlere bakıp kameralı bir telefonla resim çektikleri zamanı ve Snapchat kullanarak resim çektikleri zamanı) takiben resimleri ne kadar iyi hatırladıklarını karşılaştırdı.
Resim çekenler ne gördüklerine dair çoklu seçme testlerinde sürekli olarak en kötü puanı (%20 kadar) aldılar.
Soares sonucun “bilişsel boşaltma” [cognitive off-loading] olarak bilinen fenomene bağlanabileceğimi düşündü; yani, hatırlamanız için kameranın orada olduğunu bildiğiniz için de hazırlayamıyordunuz.
İmajların sadece 10 saniye sürdüğü Snapchat kullanarak resim çeken insanlar daha az hatırladılar. Resim çekip sonra imajı silmeleri istenen kişiler de hatırlamada kötüydü.
“Nasıl ki bakıp geçtiğinizde az hatırlıyorsanız, kamera kullandığınız her seferinde de hatırlama olasılığınız gene öyle azalıyordu.”
(Not: Bu yazıyı yayımlanması için Birgün Pazar ekine gönderdim. “Polemik yazıları yayımlamayı tercih etmediklerini” belirterek reddettiler. Burada yayımlıyorum, belki birkaç kişiye ulaşır.)
1 Temmuz 2018’de Birgün Pazar’da “Bir Sahte Sığınak Olarak Antidepresanlar” başlıklı bir yazı çıktı. Son yıllarda gerek tıp camiasında, gerek kamuoyunda, gerekse şarlatanlar arasında antidepresan ilaçların etkililiği çokça tartışılmaya başlandı. Popüler yayınlara bakılırsa, bu tür ilaçların bir yararları yok, hatta zararlılar. Yazı da bu genel kabulleri ve halk arasında bu tür tedavilere yönelik genel kuşkuyu arkasına alarak “bildiğini okuyor”. Yazar “Neden İlaçlar?” altbaşlığı altında özetle şöyle diyor: Birey düzen karşısında direnç gösteremez, bekleyen sorunlar karşısında ne yapacağını bilmeden sendeler. Sendeleyince bekleyen sorunların altında kalır. Başa çıkamadığı bir eşikte de DANIŞMAN’a başvurur. [Bir de bu var: DANIŞMAN. Ben bunun hekim olmayan ruh sağlığı çalışanlarının hekim gibi hasta bakabilmeleri için uydurdukları bir terim olmasından kuşkulanıyorum. Dikkatinizi çekerim, sorunların altında kalan birey hekime değil, DANIŞMAN’a gidiyor.] Arada ancak felsefecilerin anlayabileceği bir cümle: “Bireyin zihninde beliren böylesi bir yardım düşüncesi, söz konusu sorunlara rağmen, verili ilişkilerle barışık kalmanın bir ısrarıdır aslında.” Anladığım kadarıyla, birey şöyle diyor kendine: “Sorunlarım var, ama ben bu hayata nasılsa öyle devam etmek istiyorum.” Birey yardım istediği danışmanın “alternatif bir bilinç” taşımamasını beklemektedir. Taşımasın ki, sorunlarla kendisinin başa çıkmasını ya da düzeni değiştirmesini istemesin. Danışman (yasalara göre Türkiye’de bu ilaçları sadece hekimler reçete edebildiklerine göre, dürüst olalım, hekim) bu durumda anlaşmaya uyar, alternatif bilinç taşımaz ve bireye ancak “sahte bir sığınak olabilecek olan sentetik ilaçlar” sağlar. [Tüm ilaçlar bir kimyasal sentezle üretildiklerine göre, sentetik ilaçlar dışındaki ilaçlar nelerdir? “Doğal” ilaçlar. Örneğin, St. John’s Wort (sarı kantaron) mu? Gene bir hile: Ben aslında “doğal” ilaçlara karşı değilim. Tipik bir kamuoyu önyargısı daha: “Doğal” ilaçlar kimyasal ilaçlardan daha az tehlikelidir.” Oysa, tam tersine, ilaçlar bin türlü araştırma ve denetimden süzülerek piyasaya sürülürken ve çıktıktan sonra belli prosedürlere uygun olarak takip edilirken, doğal ilaçlar, içerikleri -büyük ölçüde- bilinmeyen ilaçlardır. Örneğin, depresyonda kullanılan St. John’s Wort (sarı kantaron otu) bitkisel bir ilaçtır, ancak, ölümcül karaciğer harabiyeti yapabilir.]
Sorunların altında kalan birey ile (danışman değil) hekim karşı karşıya geldi. Anlaşma gereği, hasta birey ilacını alıp gitti. Peki, sorun ne? Sorun şu: Yazara göre, “bireyin karşılaştığı sorunların hemen hepsi, doğrudan ya da dolaylı olarak, meta bağımlı toplumsal ilişkilerin yapısından kaynaklanan sorunlardır.” Bu nedenle, “sorunların çözümünün biricik yolu düzenin, yani koşulların değiştirilmesidir.” Koşulları değiştiremiyorsa (çünkü “değişim henüz bütünsel anlamda gerçekleştirilememiştir”, biz bunu “henüz devrim olmamıştır!” diye anlayabiliriz), yapılması gereken, hekime koşup ilaç almak değil, “birey nezdinde bir karşı oluşun ortaya koyulmasıdır. Bu karşı oluşun sağlanması, değişimin bireyin düşünce ve eylemlerinde var kılınması, eşdeyişle değişimin parçada gerçekleşmiş olması anlamına gelir.” Af dileyerek anlaşılır bir dile çeviriyorum: “Birey sorunlarını hemen devrimle çözemeyeceğine göre, şimdilik düzene karşı çıkmalıdır.” Burada birey, devrimci bütünün bir “parça”sıdır, gördüğünüz gibi! Elbette “bireyin sorunlar karşısında benliğini güçlendirmesi” de bir olanaktır, ama “uyumu salık veren bir danışan ve danışılan ilişkisinde, başka bir seçeneğin, danışman eşliğinde benliğin yanıltılmasının benimsenmesi daha olasıdır.” Böylece “bireyin mücadele seçeneğini reddetmesi, onu bu noktada [yani, tam mücadeleyi reddettiği noktada] antidepresanlara iter.” Sonuç: “Kendisine tutunmak için belirlediği gerekçeleri ilaçlar yardımıyla pekiştirir ve düzenle olan uyumunu sürdürür.” Yazar daha sonra hem dünyada, hem de Türkiye’de antidepresan kullanımının artışına dair rakamlar vererek son bölümde “ilaçların tahakküm araçlarına dönüşümü”nden söz ediyor.

Bu yazının Pazar Eki’nin politik yazılarıyla hemen görülmeyen ama yakın bir ilişkisi var. Anlatmaya çalışayım: İlk yazı Bülent Forta’dan: “Seçim Sonuçlarına İlişkin 10 Saptama”. Ne yazmış? Parlamenter demokrasinin sonu, Suriye faktörü, ekonomik riskler, iktidar gücü, AKP-MHP koalisyonu ve siyasal dengeler, egemen güçlerin muhtemel yönelimi (“daha baskıcı bir yönetim tarzı”), muhalefet tablosu, AKP ile HDP, yeni durum (“bütün toplum bir mücadele alanı olarak kurgulanmalıdır”) ve “mücadeleyi yükseltmek gerek”. Yeni bir şey? Bir öneri? Yok. Her gün gazetelerde okuduğumuz haberleri başlıklar halinde sunarsam, benzer bir tablo ben de çıkarırım. Mücadele nasıl yükseltilecek? Nasıl bir hedefle? Bunun araçları ne olacak? Bir yanıt yok.
Okumaya devam et