PsikeArt Kasım-Aralık 2018 (Nörobilim)
Teknoloji öyle ilerledi ki, Mars’a yolculuklar planlanabiliyor ve belki de yakında gerçekleştirilebilir hale gelecek. Hatta güneş sisteminin yakınlarından geçen gök cisimlerine gözlem aracı gönderebilecek durumdayız. Ancak, hala dünyada epey bir insan Dünya’nın düz olduğundan emin. Ya da başka bir kısım insan da aya gidilmediğine inanıyor. Teknolojinin ulaştığı düzeyi ve bulgularını kabul etmekte güçlük çekenlerin önemli bir bölümü geleneksel düşünce biçimlerinden kopamayanlar olabilir, ancak, öyle sanıyorum ki, küçük de olsa, bir başka kısmını bu gelişmelerin Dünya’nın büyüsünü bozabileceğine inananlar oluşturuyor. Örneğin, bazıları eğer aya gerçekten gidildiyse ve astronotlar o koca ayaklarıyla ay yüzeyinde dolaştılarsa, sevgilisiyle bir akşam vakti aya bakarak şiir okumanın yaratacağı romantizmin bozulacağı kanısındalar. Bu bakış açısının altında bir yönüyle beyin ile kalp ya da akıl ile duygu arasındaki yarılmanın yattığı düşünülebilir. Dolayısıyla, aşk gibi kalple doğrudan bağlantılandırılmış bir olgu söz konusu olduğunda, yaşantıyı değil de bilgiyi işin içine sokmanın yaratacağı rahatsızlık da bu fasıldan sayılabilir. Dünya giderek büyüsünü yitirir ve mekanikleşirken, böylece doğa giderek hayatımızdan çıkarken, sonuçta koşmak yürümeye, fotoğraf çekmek seyretmeye, bilmek yaşamaya ve anlamaya giderek daha fazla üstün gelirken, elimizde kalan son iyi şeylerden birini daha, yani, sevgiyi, sadece yaşamaya bırakmak yerine, bilgi nesnesi haline getirmekte gerçekten de sakınca yok mu?
Bu soruya 12 Eylül Cuntası’ndan sonraki o boğucu karanlıkta bana mum ışığı olmuş Bilim ve Sanat dergisinin yayımladığı kitaplardan birinde okumuş olduğum bazı ifadelerle yanıt vermek isterdim. Ama ne yazık ki, şu anda elimde değil; bir şekilde kitaplığımdan kaybolan bu kitabı daha sonraki aramalarımda piyasada da bulamadım. Bu yüzden, ancak hatırladığım kadarıyla söyleyebilirim: Orada kendisi de bir bilim adamı olan yazar, yukarıdaki meseleyi tartıştıktan sonra konuyu bilimin güzelliğine getiriyor ve bir fizik formülünden örnek vererek bilimin aslında ne kadar şiirsel bir dili olduğunu, insana ne kadar yüksek bir estetik haz verebileceğini anlatıyordu.
Ben de bu yazıda, şiirsel bir dille olmasa da, kendisi bir şiir olan sevme eyleminin aslında nasıl milyonlarca yıl süren şiirsel bir örgütlenmenin ürünü olduğunu, o sırada bedenimizde nasıl şiirsel işler döndüğünü kısaca anlatmaya alışacağım. İngilizce “love” sözcüğünün dilimizde en az iki karşılığı var: sevgi ve aşk. Her ikisi birbiri yerine kullanılabilirse de, annenin çocuğa duyduğuna sevgi, kadınla erkek arasında gelişen duygusal bağa ise aşk demek daha uygun gibi görünüyor. Bu yüzden, yazının birçok yerindeki sevgi sözcüğü yerine aşkı, aşk yerine de sevgiyi koymak mümkündür.
![]()
GİRİŞ
Daha önce bir yerde yazmış olabilirim, ama yineleyeyim: Aşk üzerine bir yazıda Freud’dan söz etmemek, Marx’sız sosyoloji yazmaya benzer. Freud’a göre aşık olmak, bazı durumlarda, cinsel içgüdüler açısından doğrudan cinsel doyum arayan nesne yüküdür ve bu yük bu amaca ulaşıldığında, tekrar ortaya çıkmak üzere, tükenir. Buna “şehevi sevgi” diyebiliriz. Çocuk ilk sevgi nesnesini ebeveynin birinde bulur. Daha sonraki bastırma, çocuğu cinsel hedeflerin pek çoğundan vazgeçmeye zorlar. Çocuk hala ebeveynine, ama “amaçlarına ket vurulmuş” içgüdülerle, bağlı kalır. Bu da “sevecenlik” olarak adlandırılabilir.
Ergenlikte cinsel amaçlara yönelik yeni ve çok güçlü itkiler oluşur. Şanssız olgularda, şehevi bir akım biçiminde, sürmekte olan “sevecen” duygu eğilimlerinden ayrı kalırlar. Bu durumda bir adam derinden saygı duyduğu, ama kendisini cinsel olarak uyarmayan kadınlara duyarlı bir heyecan gösterecek ve yalnızca “sevmediği”, pek az düşündüğü, hatta aşağıladığı kadınlara karşı güçlü olabilecektir. Ancak, daha sık olarak, ergen şehevi olmayan/ulvi sevgiyle şehevi/dünyevi sevgi arasında belli derecede bir bireşim oluşturmayı başaracak ve cinsel nesneleriyle ilişkisi, ket vurulmamış içgüdülerle amaçlarına ket vurulmuş içgüdülerin etkileşimi tarafından belirlenecektir.
EVRİMSEL AÇIDAN AŞK
Aşk, tarih boyunca çeşitli kültürlerde değişik biçimlerde ele alınmıştır. Ancak, aşkın kültürdeki değil de doğadaki yeri ve yapısı son yüzyıllarda, hatta son on yıllarda, o da ancak beyin bilimlerinin gelişmesi sayesinde, bilimsel inceleme konusu olabilmiştir. Bu gecikmede romantik aşkın çok uzun bir süre boyunca “ailenin dağılması”nda önemli bir etken olarak görülmüş olması önemli bir rol oynamış olabilir. Bu yüzden, ailede istikrarı sürdürmek gayesiyle, aşkın baskılanması gerekmiştir. Yirminci yüzyıl başında araştırmalar da daha çok aile içindeki çatışmalara odaklanmıştır, oysa aileleri bir arada tutan ya da dağılmasına yol açan şey, çatışmalar değil, göz teması, sarılma, birbiri hakkında olumlayıcı ifadeler kullanmak gibi pozitif duyguların olup olmamasıdır. Yirminci yüzyıl boyunca ilgi odağı evlilik memnuniyetinden giderek romantik aşka doğru kaymıştır. Buna rağmen aşk gene uzun süre beyin etkinliğini inceleyerek açıklanamayacak bir duygu olarak görülmüştür. Temelde her duygunun sinirsel karşılıkları olduğu, aşkın istisna oluşturmadığı ancak son zamanlarda gösterilmiştir. İnsanların duygu ve güdülenmeyle ilgili beyin sistemlerinin memeli atalarından doğdukları kabul edilirse, memeli beynindeki kur yapma davranışı, eş seçme, vb. mekanizmaların Homo sapiens’te de etkin olduklarını düşünmek mantıklıdır. Gene de aşağıdaki sonuçları değerlendirirken hayvanların eş seçmesi ile insanların romantik aşkında işin içine giren biyolojik mekanizmalar arasında önemli farklar olduğu akılda tutulmalıdır.
Aslında memelilerdeki kur yapma davranışları, romantik aşkta görülen enerji artışı, dikkatin odaklanması, saplantılı talep, yakınlaşma jestleri, sahiplenme ve tercih edilen partneri kazanma güdüsü gibi özelliklerin çoğunu paylaşır.
Romantik aşk, daha eski bir evrimsel sistemden geliştiğine inanılan erişkin bağlanma sisteminin, yani, anne-çocuk bağlanmasının bir parçasıdır. Kısaca ikisi de işlevsel bir amacı paylaşır: İki sistem de ki bireyi hayatlarının belli bir dönemi boyunca bir arada tutmak üzere evrilmiştir. Dahası, her iki bağlanma sisteminde işe karışan beyin devreleri büyük ölçüde aynıdır ve OT/VP iki bağlanma sisteminde de başlıca hormonal oyunculardır. Annelik sevgisi ile romantik aşkın ortak evrimsel amacı şöyle de ifade edilebilir: Türün devamını sağlamak. İkisi de bu davranışı ödüllendirici bir yaşantı kılarak bireyler arasında sıkı bağlar kurulmasını güvenceye alır. Bu yüzden, benzer bir evrimsel kökene sahiptirler ve benzer bir biyolojik işlev görürler. En azından ortak bir sinirsel mekanizmalar çekirdeğini paylaşmaları da olasıdır. Kemiricilerden primatlara uzanan çeşitli memeli türleriyle ilgili nöro-endokrin, hücresel ve davranışsal çalışmalar vazopressin ve oksitosin (OT/Vp) nöro-hormonlarının bireyler arasında bağlanmanın oluşması ve sürdürülmesinde işin içinde olduklarını göstermekte ve bağlanma süreçleri ile ödüle yönelik sinirsel sistemler arasında sıkı bir eşleşmeyi düşündürmektedir. Aynı nöro-hormonların anne ile çocuk arasındaki (iki yönlü) bağlanma ile erişkinler arasında uzun süreli çift bağlarının kurulmasında rol alması ilginçtir.
Her iki bağlanma biçiminin de hem negatif duygularla ilişkili bölgelerde, hem de “zihinselleştirme” ve sosyal muhakemeyle ilgili bölgelerde etkinliği baskılaması da ilginçtir: Diğer kişiye yönelik güçlü duygusal bağlar sadece negatif duyguları ketlemekle kalmaz, o kişi hakkında sosyal yargılarda bulunmayla ilgili ağı da etkiler.
AŞKTA ENDOKRİN ETKENLER
Nörobiyolojik olarak aşkın üç bileşeni olduğu kabul edilir ve her biri kendine özgü kimyasal ileticilerle, şöyle ki, şehvet (ya da cinsel arzu) cinsiyet hormonlarıyla; çekim (ya da eş seçme, peşine düşme davranışı) dopamin, noradrenalin ve serotonin ile; bağlanma (yani, barınağı, ebeveynlik görevlerini paylaşma, güvenlik hissi) ise oksitosin, vazopressin ile ilişkilendirilir.
Oksitosin (OT) ve Vazopressin (Vp)
OT doğum sırasında kasılmaları tetikler ve emzirme sırasında süt salgılanmasını uyarır. Vp kalp-damar işlevleri ve kan basıncının korunması için önemlidir. Nöropeptid olarak da işlev görürler. Beynin sevgiyle ilgili, dopamin ödül sistemi alanları da dahil, birçok kısmında bulunurlar. Ödül sisteminin etkinleşmesinin çift bağlarının oluşması ve özellikle sevmeyi ödüllendirici bir deneyim haline getirmek için önemli olduğu kabul edilir.
Tekeşli olan çayır fareleri ile önüne gelenle yatan dağ farelerinde sevmeyle ilgili çalışmalar yapılmıştır. Çayır farelerinin beyninde, özellikle dopamin ödül sisteminin parçaları olan prelimbik beyin kabuğu ve akumbens çekirdekte ve duyguyla ilişkili bellek oluşumuyla ilişkili olan amigdaloid kompleksin yan tarafında dağ farelerinden daha yüksek yoğunlukta OT reseptörleri bulunur. Çayır fareleri amigdala’nın (badem) yan tarafı ve ventral pallidum’da (karınsal soluk bölgede) yüksek Vp reseptör yoğunluğuna sahiptirler. Ventral pallidum güdülemede rol oynar ve dopamin ödül sisteminin bir parçasıdır. Dağ fareleri ise, iki yanlı olarak septumda (bölme) yüksek Vp ve OT reseptör yoğunluğuna sahiptir.
Çayır farelerinde OT/Vp salınması engellendiğinde, önüne gelenle yatar hale gelirler ve partner tercihi ortadan kalkar. Çayır farelerinin Vp reseptörü dağ farelerinde ifade edildiğinde, bu fareler tekeşli hale gelirler ve kalıcı bağlılıklar oluştururlar.
OT/Vp’in bağlanma ve çift kurma üzerine etkileri en azından kısmen dopamine bağımlıdır: dopamin antagonistleri bu etkileri önleyebilir, agonistleri, eşleme yokken bile, partner tercihlerini tetikleyebilir. OT ve Vp’in amigdaloid çıktılar üzerine zıt etkileri vardır: OT’in kaygı giderici ve stres azaltıcı etkileri varken Vp korku ve stres yanıtlarını artırır. OT reseptörleri esas olarak amigdala’nın merkezi çekirdeğinin yan kısımlarında bulunur ve orada merkezi çekirdeğin iç kısımlarına uzanan GABAerjik sinir hücrelerini etkinleştirirken Vp doğrudan merkezi çekirdeğin iç kısmındaki sinir hücrelerini uyarır ve amigdaloid çıktıları ve korku yanıtlarını çoğaltır. OT ayrıca “güven hormonu” olarak da bilinir; güven hislerini tetikler, neophobia’nın (yeni olandan korku) üstesinden gelmeye yardım ederek romantik aşkın ilk evrelerinde önemli bir etkisi olur.
Seks sırasında da salınan ve ten-tene temas sırasında yükselen oksitosin; bağlanma hislerini artırır ve çifti seksten sonra birbirine daha da yakınlaştırır. Aşk hormonu olarak da bilinen oksitosin memnuniyet, sükunet ve emniyet hislerini teşvik eder. Ancak , oksitosin’in bir de karanlık yüzü bulunur: Grup içi işbirliğini, ancak gruplar arasında saldırganlığı teşvik eder. O halde, bir hormonun insanı iyiden kötüye dönüştürmediği, iyiyken kötü yapmadığı unutulmamalıdır!
Dopamin
Romantik aşkın ödül sistemiyle bağlantısı uzun süredir bilinmektedir. Ödül sisteminin de iki yönü olduğu söylenebilir: 1) Dopamin (“isteme”): Romantik aşk ve 2) Opiat sistemi (“hoşlanma”). Çift bağları oluşturan türlerin dopaminerjik sistemi ve yayıldığı bölgeler özellikle akumbens çekirdek, ventral tegmental (karınsal koyu) alan, paraventriküler (beyin boşluklarının yanlarındaki) hipotalamik çekirdek ve beyin kabuğunun ön-alın bölgesi, yüksek yoğunlukta OT ve Vp reseptörleri içerirler. Çayır farelerinde tekeşli çift bağlarının oluşumunda akumbens çekirdekteki dopamin salımı merkezi bir rol oynar. D1 reseptörünün uyarılması zıt etki gösterir ve çift bağlarının oluşmasını engellerken D2 etkinliği partner tercihini kolaylaştırır. Çift bağı oluştuktan sonra D1 reseptör yoğunluğundaki artış çift bağlarının gelişmesini önler ve varolan bağı korur. Aşk birçok bakımdan bağımlılığa benzetilebilir ve aşkta ve çift bağının oluşmasında işin içine giren dopaminerjik yolaklar bağımlılık davranışında işe karışanlarla büyük ölçüde benzerdir. D2 reseptörü bağımlılık davranışını uyarırken D1 ketler.
Serotonin
Romantik aşkın erken evrelerinde serotonin düzeylerinde bir eksilme olur. Bu açıdan romantik aşk saplantılı-zorlantılı (obsesif-kompülsif) bozukluğa (OKB) benzer. Aşık olanlar ile OKB olanlarda trombosit serotonin taşıyıcısı düzeyleri azalmıştır. İlişkinin başlangıcından 12-18 ay sonraki yeniden değerlendirmede bireyin partner konusunda artık saplantılı düşünceleri kaybolmuştur ve trombosit serotonin taşıyıcısı düzeyleri de kontrol düzeylerine geri dönmüştür.
Hipotalamus-pituiter-adrenal (HPA) ekseni ve kortizol
Romantik aşkın erken döneminde HPA ekseni etkinliği artmıştır. İlginçtir, 12-24 ay sonraki yeniden değerlendirmede bu artış artık gözlenmemiştir. Demek ki, HPA ekseni etkinliği aşkın erken evrelerine özgüdür. Romantik aşkın erken evrelerinde bilinen coşkulu hislerin yanısıra, aşık olma durumu ilişkinin başlamasına dair güvensizlik ve stres (dolayısıyla kortizol) düzeylerinde artışla birliktedir. Bu kortizol düzeyi yüksekliği başlangıçtaki neophobia’yı (yeni olana duyulan korkuyu) yenmek için gereklidir. Öte yandan, uzun süreli ilişkiler stres düzeylerini azaltma ve güvenlik hislerini artırma eğilimindedir. Ayrıca, stres hormonlarının düzeylerinin yüksekliği çift oluşturma ve bağlanmayı teşvik edebilir. Çift bağlarının, özellikle kadınlarda, plazma kortizol düzeyleri üzerinde olumlu bir etkisi olur. OT/Vp de HPA eksenine zıt etkiler gösterir: OT HPA ekseni etkinliğini azaltır, Vp yükseltir. Erken evrelerde Vp HPA ekseni etkinliğinin artmasında rol oynayabilir, fakat OT de uzun süreli ilişkilerde bu etkinliğin düşmesine katkıda bulunur.
Sinir büyüme faktörü (SBF)
SBF sinir hücrelerinin yaşaması, temizlenmesi, ayrımlaşması ve olgunlaşması gibi süreçlerde işin içine giren bir nörotrofindir (sinir besleyici). Hiyerarşik örgütlenmenin korunmasında rol oynar. Stresli durumlarda hipotalamik SBF üretimi artar. Yakınlarda aşık olan kişilerin plazmasında SBF yüksek bulunmuştur, ama tek bekarlarda ya da uzun süreli ilişkilerdeki kişilerde yüksek değildir. Dahası, SBF düzeyleri romantik aşk hislerinin kuvvetiyle orantılıdır. İlginç bir şekilde, ilişkinin başlangıcından 12-24 ay sonraki ikinci değerlendirme sırasında SBF düzeyleri düşer; tek bekarlar ile uzun süreli ilişkideki kişilerden ayırt edilemez hale gelir. SBF hipotalamik Vp salımını yukarılarda olacak şekilde ayarlayabilir ve çift bağlarını kolaylaştırabilir.
Testosteron
Üreme sistemindeki etkilerinin yanısıra, toplumsal saldırganlık ve cinsel yakınlaşma gibi bazı sosyal davranışlarda da işe karışır. Yeni bir ilişkinin başlangıcında erkeklerde testosteron düzeyi düşerken kadınlarda yükselir. Bu farklılıklar 12-24 ay sonra azalarak kaybolur. Aynı kentteki bir adamla ilişkisi olan kadınlarda testosteron düzeyleri, uzun mesafeli ilişkide olan kadınlardan daha düşüktür. Demek ki, partnerin fiziksel mevcudiyeti testosteron düzeylerini etkilemektedir. Kadınlarda cinsel yakınlaşmanın sıklığı büyük rol oynarken, erkeklerde daha fazla/yeni ilişkilere duyulan ilgi testosteron ile partnerlik arasındaki bağlantıyı etkileyebilir.
AŞKIN NÖROANATOMİSİ
Romantik aşkta etkinleşen beyin bölgeleri insula’nın (adacık) iç kısmı, beyin kabuğunun ön singulat (kuşak) bölümü, hipokampus (deniz atı), striatum (çizgili bölge: [putamen (kapçık), globus pallidus (soluk küme), kaudat (kuyruklu) çekirdek] dahil), akumbens çekirdek ve hipotalamus’tur (thalamus: zifaf yatağı, hypothalamus: zifaf yatağını altı). Bu bölgeler beyin ödül sisteminin önemli bileşenleridir ve hepsi yüksek yoğunlukta dopamin içerirler. Dahası, birçok bölge cinsel uyarılma sırasında etkinlik artışı gösteren bölgelere yakındır, hatta hipotalamus düşünüldüğünde, bu bölgelerle örtüşürler. Annelik sevgisinde etkinleşen bölgeler ile romantik aşkta etkinleşen bölgeler de neredeyse aynıdır. Romantik aşkta özel olarak hipokampus (deniz atı) ve hipotalamus (zifaf yatağının altı) da etkinleşir. Annelik sevgisine özgü etkinlik göz küresinin üstündeki alın bölgesinin yan kısmını (lateral orbitofrontal korteks) ve beyin kanalı çevresindeki boz maddeyi (periakuaduktal gray: PAG) de içerir.
Bu bölgelere bakıldığında, striatum (çizgili bölge) yiyecek ve içecek ödülüne yanıt veren ve para ödülüyle, kokainle ve cinsel uyarılmayla da etkinleşen hücreler içerir. Hipotalamik (zifaf yatağının altındaki bölgedeki) etkinlik, erotik uyarılma bileşenini yansıtır. Beyin kanalının çevresindeki boz madde (PAG: Peri Aquaducatal Gray) annelik sevgisinde özel olarak işin içinde olabilir; yüksek yoğunlukta Vp/OT reseptörleri içerir. PAG’in göz küresinin üstündeki alın bölgesiyle (orbitofrontal korteks) doğrudan bağlantıları vardır. Beyin kabuğunun göz küresinin üstündeki alın bölgesinin yan tarafları (lateral orbitofrontal korteks) zevk veren uyaranlarla etkinleşir. Beyin kabuğunun ön singulat (kuşak) kısmının corpus callosum’un (sert cismin) dirseğinin altındaki bölümü (subgenual anterior singulat korteks) üzüntü ve kaygı ile ilgili bölgelere yakınken, romantik aşkta sırt (dorsal) kısmı tercihli bir etkinlik gösterir ve “zihinselleştirme” ile ilgili bölgelerin karın kısmında ve toplumsal dışlanma yaşantısıyla ilgili bölgelerin önünde uzanır. Sadece uyaranın zevk vermesi değil, arkasındaki pozitif niyetin bilgisini de yansıtıyor olabilir. Orta insula (adacık) zevk verici dokunma hisleri uyandıran “limbik dokunma” yoluyla etkinleştirilir. Bu uyaranlar bireyler arasında sevecen, ten-tene temasa yönelik duygusal, hormonal ve yakınlaştırıcı tepkileri düzenlerler.
Romantik aşkta beynin bazı bölgelerinin etkinliği artarken, bazı bölgelerin etkinliği de devre-dışı bırakılır. Bu bölgeler iki kümedir: 1) Beyin kabuğunun ön-alın bölgesinin ortası (middle prefrontal cortex), yan beyin lobunun alt kısmı (inferior parietal cortex) ve şakak lobunun orta kısmı ile beyin kabuğunun arka kuşak bölümü (posterior cingulate). Bu bölgeler bilişte (dikkat, bellek) ve (çoğu kez negatif) duygularda rol oynar. 2) Badem (amygdala), şakak lobunun kutupları (temporal poles), yan ve şakak loblarının bileşkesi (temporoparietal junction) ve ön-alın lobunun orta bölümü (mesial prefrontal cortex) negatif duygular ile toplumsal, moral ve “zihin kuramı” görevleriyle ilişkilidir.
Buradan, biriyle yakından tanıdık olunduğunda, o kişinin toplumsal geçerliliğini değerlendirme ihtiyacının azaldığı anlaşılmaktadır, belki de bu yüzden “aşkın gözü kördür” denir. Amigdala’nın (badem) devre-dışı bırakılması sevilen birine yakın olunduğunda yaşanan korkunun azalmasını yansıtıyor olabilir.
Özetle, bağlanma bir çekme-itme mekanizmasıdır; negatif duygular, kaçınma davranışları ve toplumsal değerlendirmeye aracılık eden bölgeler devre-dışı kalırken, ödülde rol alan mekanizmalar tetiklenir. Çalışmalarda görmeyle ilgili arka lob bölgesinde (occipital) ve yüz tanıma işlevi olan şakak lobunun mekik şeklindeki bölgesinde (fusiform) etkinlik olmaması ilginçtir.
Sonuç olarak, annelik sevgisi ile romantik aşk arasında beyin etkinliği açısından büyük bir örtüşme vardır. İkisi de dopaminerjik ödül sistemini etkinleştirir ve beynin devre-dışı bırakma örüntüsü büyük ölçüde benzer. Bu gözlemler erişkin bağlanma sisteminin çocuk-bakıcı bağlanma sisteminden evrildiği varsayımını destekler. Bazı farklılıklar da vardır. Örneğin, romantik aşk ve cinsel uyarılmada hipotalamus etkinliği bulunurken, annelik sevgisinde bulunmaz. Bu yüzden, romantik ilişkinin cinsel yönünü oluşturuyor olabilir. Gene annelik sevgisinde yüz tanıma ve yüz ifadesine özgü bölgelerde güçlü etkinlik bulunması annelerin çocukların yüz ifadelerini okumaya yönelik evrimsel gerekliliğe bağlanabilir.
AŞK İLİŞKİSİNİN SEYRİ
Romantik ilişkilerde üç evre tanımlanmıştır: “aşka düşmek”, “tutkulu aşk” ve “sevecen aşk”.
Ancak, her ilişkinin farklı olduğu unutulmamalıdır.
1. evre (Aşka düşmek): Yüksek tutku, yakınlıkta hızlı bir artış ve taahhütte artış. Bu evre görece kısa sürer: yaklaşık 6 ay. Bu evrede aşk heyecanlı ve streslidir. Stres güvensizlikten kaynaklanır ve duygu durumu değişikliklerine neden olabilir. Kortizol düzeyleri yükselirse de, stresli durumlarda olduğu gibi, folikül uyarıcı hormon (FUH) ve testosteron düzeyleri alt düzeyde ayarlanır. SBF yüksek, serotonin düşüktür.
2. evre (Tutkulu aşk): Birkaç ay ile bir yıldan sonra ilk coşku, heyecan ve stres evresi “tutkulu aşk”a doğru evrilir ve güvenlik, sükunet ve denge hisleri hakim olur. SBF, serotonin taşıyıcısı ve HPA eksenindeki anormallikler normale dönmüştür. Tutku yüksek kalır; yakınlaşma ve taahhüt istikrarlı bir şekilde artmaya devam eder. Stres azalır. Bu evrede OT ve Vp başlıca etkenlerdir.
3. evre (Sevecen aşk): Tutkulu aşk evresi sevecen aşka evrilmeden önce genellikle yıllarca sürer. Bu evre tutkuda azalmayla karakterizedir, yakınlık ve taahhüt ise yüksek kalmaya devam eder. Bu evrede aşk ilişkisi arkadaşlıklara çok benzer. Ot ve Vp’in başat hormonlar oldukları düşünülmektedir.
Tüm ilişkiler sonunda sevecen aşka evrilmez. Tutkulu aşktan sevecen aşka geçiş ilişkide özellikle kırılgan bir dönemdir. Yakınlık düşük olduğunda, tutkunun azalmasından sonra kalan tek şey taahhüt olabilir: buna “boş aşk” denir. Ancak, bazı çiftler evliliğin 20. yılından sonra bile birbirlerine hala aşık olduklarını iddia ederler; demek ki, bazı ilişkiler hiçbir zaman sevecen aşka evrilmeyebilir.
Fisher’in “Dördüncü yıl kaşıntısı” kuramı, farklı kültürlerde boşanma oranlarının incelenmesi ve evliliğin dördüncü yılında bu oranlarda önemli bir artış görülmesi sonucunda geliştirilmiştir. Bu verilere dayanarak insanlarda çift bağının yaklaşık dört yıl sürdüğü belirtilmiştir. Bu süre, yavrunun da en fazla incinebilir olduğu dönemi gösterir. Bu dört yıldan sonra erişkin çift bağları çözülebilir. İnsan eşlenme sistemi seri tekeşli bir sistemdir. Bu da sadece bir yetiştirme dönemi çift bağları oluşturan bazı seri tekeşli hayvanlardaki eşleme (mating) sistemlerine benzer. Tek fark, yavrunun bağımsız hale gelmesi için gereken sürenin insanlarda daha aşağı memelilerden çok daha uzun olmasıdır. Nitekim eğer çiftin birden çok çocuğu varsa, dört yıllık zaman dilimi yedi yıla kadar uzayabilmektedir, çünkü ikinci çocuğun bakımı için ebeveynlerin işbirliği süresinin daha uzun olması gerekir.
AŞK BİR BAĞIMLILIK MIDIR?
ABD’de binden fazla Adsız Seks ve Aşk Bağımlıları grubu vardır. Bu gruplara erkekler daha çok seks bağımlılığı için devam ederken kadınlar aşk (ilişki) bağımlılığı yüzünden katılmaktadır. Aşkın kimi özellikleri madde bağımlılığına benzer:
-
-
Coşku ve hayata neşeli bakış: Her şey güzel ve mümkündür.
-
Duygusal bağımlılık: Sevilen kişi hayat için mutlak gerekli olarak algılanır.
-
Duygusal değişkenlik: Sevgi nesnesinin mevcudiyetine bağlı olarak vecd halinden derin umutsuzluğa kadar çeşitli duygu durumu kaymaları yaşanır.
-
Sevilen kişinin yokluğunun, özellikle de belirsizliğin madde yoksunluğu belirtilerine benzer nöropsikolojik tezahürleri vardır: negatif duygu durumu (tedirginlik, kaygı, çöküntü, öfke), acı çekme ve boşluk hisleri, uyku düzensizlikleri, zihnin ötekini aramayla /onunla buluşmayla uğraşıp durması, öteki için yanma (craving).
Arzu, saplantılı bir ihtiyaç olduğunda; acı çekmek hazzın yerini aldığında; (aşağılanma ve utanç dahil) kötü sonuçların bilinmesine rağmen ilişkide kalmakta ısrarcı olunduğunda; durum bağımlılık olarak tanımlanabilir. Normal tutkudan “aşk bağımlılığı”na geçmekle; daha önce memnuniyet verici ve renkli olan hayat boş, karanlık, çekiciliğini kaybetmiş ve ilginç olmayan bir hale gelir. Zevk alma hissi ve daha önceki ilgiler yitip gider. Sevilenle ilişkili dışsal işaretler (yer, koku, vücut şekli, ortam) ilişkiye dair güçlü anılar uyandırır. Aşk bağımlısı bu yıkıcı ilişkiyi haklı çıkarmak için madde bağımlısı gibi ilişkiye ödenen bedelleri olduğundan az gösterir.
Son beyin görüntüleme verileri de cinsel arzu, orgazm ve aşk ilişkilerinde madde bağımlılığı ile benzer beyin mekanizmalarının çalıştığını düşündürmektedir. Kokain ya da mü-opioid-agonistlerinin neden olduğu coşkuyla ilgili çalışmalar bu çalışmada etkinleşen tüm odaklarla örtüştüğü görülen aynı odaklarda etkinlik göstermiştir: Beyin kabuğunun ön kuşak bölümü (anterior cingulate cortex), insula (adacık), caudate (kuyruklu) çekirdek ve putamen (kapçık). Bunlar romantik aşk ile coşkulu durumlar arasındaki yakın sinir bağlantılarını akla getirir. Beyin görüntülemelerde tutkulu aşk ile annenin çocuğuna yönelik koşulsuz sevgisi, yani, annelik sevgisi arasında da koşutluklar bulunur.
Kalbi kırık kişilerde ise, tutkulu aşkın ters simetrisi; ventral striatum’da, göz küresi üstü ve ön alın beyin kabuğunda ve insula’da (adacıkta) etkinlik azalması, “zihinselleştirme” ile ilgili beyin kabuğu bölgelerinde ise, etkinlik artışı gösterilmiştir.
BİTİRİRKEN
Bu yazı alt-düzeyde-olanla, başka bir deyişle, temel-olanla ilişkilidir. Ancak, aşağıda-olanın yüce-olanla bağı çoğu kez gözden kaçar. Bu yüzden, yazıyı -çoğu kez yaptığım gibi- Kovel’le bitirmekte yarar olabilir. Kovel’e göre cinsellik ontolojik olarak Eros kavramının, varlıkların birbirlerine ve evrene bağlanmasını sağlayan büyük evrensel kuvvetin içinde yer alır. Arzu, istenen şey benlik için Öteki olduğunda, yani başlangıçta var olan ama artık kopmuş bir birliğe ait olarak algılandığında ortaya çıkan bir istektir. Bir kişi sadece ötekini istemekle kalmaz; ötekinin arzusunu arzular. Ötekinin kendisini arzulamasını ister; daha sonra sayısız arzuya parçalanan esas arzu budur. Beden de, evrenin hem benlik, hem de doğa tarafından sahiplenilen bir parçasıdır: yani “ten”. Ten varlığın saydamlık kazandığı maddesel yerdir. Erotik arzu, nesnesi ten olan arzudur. Erotik bakış evreni ten olarak görür. Cinsiyetler arasındaki uzun savaşta erkek ve kadın, her biri kendisindeki Öteki’ni reddederek birbirinden kopmuştur. Bu tür yarılmayı yaşayan bireyler, erotik olarak ya da cinsel kimlik açısından gelişemezler. Yaşam bir erkek ya da kadını içlerindeki Öteki’ni keşfetmeye ittiğinde, hem çatışkıya, hem de gelişmeye yol açan zengin olasılıklar beliriverir. Aile ve toplum bir kişiyi ne yapmaya çalışırsa çalışsın, kişi hangi şekle girmeye zorlanırsa zorlansın, insanda başka bir yerden gelen ve kişinin, doğasını sahici olarak gerçekleştirmek istiyorsa, sadık kalması gereken bir öz vardır.
Oraya daha çok bakmaya çalışalım.
KAYNAKLAR
Acevedo et al. Neural correlates of long-term intense romantic love. SCAN 2012; 7: 145-59
Bartels, Zeki. The neural correlates of maternal and romantic love. NeuroImage 2004; 21: 1155-66
Bartels, Zeki. The neural basis of romantic love. NeuroReport 2003; 11(17): 3829-34
Beauregard et al. The neural basis of unconditional love. Psychiatry Research 2009; 172: 93-8
de Boer, van Buel, Horst. Love is more than just a kiss: A neurobiological perspective on love and affection. Neuroscience 2012; 201: 114-24
Earp et al. If I could just stop loving you: Anti-love biotechnology and the ethics of a chemical breakup. American Journal of Bioethics 2013; 13(11): 3-17
Fisher, Aron, Brown. Romantic love: A mammalian brain system for mate choice. Philosophical Transactions of The Royal Society 2006; 361: 2173-86
Marazziti, Canale. Hormonal change when falling in love. Psychoneuroendocrinology 2004; 29: 931-6
Reynaud et al. Is love passion an addictive disorder? American Journal of Drug and Alcohol Abuse 2010; 36: 261-7
Tartışma
Yorumlar kapatıldı.