//
Şimdi...
Nöropsikanaliz, PsikeArt, Sinir-Bilim

Geçmişi Beklemek

Bilinçsiz tahmin bir olayın sonucunu değiştirirken, bilinçli tahminler değiştirmez. Örneğin, hava durumu uzmanı yağmur yağacağını tahmin ettiği için yağmur yağmaz. Bilinçsiz tahminler ise, beyin etkinliğini beklenenlerin doğrultusunda değiştirirler. Bu değişme, tahminlerin güncel deneyimi geçmişe doğru eğmesi yönünde olur. Bir anlamda, gelecek için ne tahmin edeceğimizi geçmişten öğrenir ve sonra beklediğimiz geleceği yaşarız.

Elbette tahminler her zaman doğru olmadığından, tahminleri denetleyen bir sistem de bulunmalıdır. Nitekim, bilincin, tahmin hatalarının takibini ve düzeltilmesini artırmak için evrilmiş olabileceği öne sürülmüştür. Çünkü tahmin hataları, daha fazla dikkat tahsis edilmesine yol açarlar, ilgimizi daha fazla çekerler ve birçok beyin yapısının belleğine daha kolay kaydedilirler (böylece öğrenmenin de ana temellerini oluştururlar).

Bilinçsiz tahmin, “tekrar” (repetition) fenomeninin biyolojik mekanizmasını da açıklar. Psikanalitik anlamıyla, “tekrar”, insanların erken bakım verenlerle ilişkilerinin bazı yönlerini güncel ilişkilerde bilinçdışı olarak yineleme (aktarım) eğilimidir. Ebeveynin çocuğun yakınlık ve güvenlik ihtiyacına yanıt verdiği tekrarlayan deneyimler, işlemsel bellekte kendimizi güvende hissetme biçimimize dair beklentiler olarak kodlanır. Çocuğun erken dönemde gördüğü bu muamele tarzı, hayatının sonraki dönemlerinde başkalarından nasıl muamele göreceğine dair tahminlere yol açar. Bu yüzden, tekrarlar (aktarım dahil), çocuk küçükken ve hayatta kalmak için bakım verenlere çok fazla bağımlıyken derinlere kodlanan, bilinçsiz olarak işleyen tahminler olarak kabul edilebilir. Küçük çocuğun erken bakım verenlerle ilişkilerinin gidiş biçimi konusunda öğrendikleri, “genelde” insanlarla ilişkilerin nasıl gideceğine dair çocuğun bilinçsiz beklentisi üzerinde kalıcı bir etki bırakır.

Tahminler, önceki deneyimlerden öğrendiklerimize dair belleğimize dayanır. Beyin hayat boyu çevredeki düzenlilikleri öğrenir. Bazı duysal özellikler bir araya gelme ve bazı olaylar da birbirini izleme eğilimindedir. Örneğin, dişlerimizi fırçalarken kapağı açar, tüpü sıkar, fırçaya macun süreriz. Topa vurursanız hareket eder; ağlarsanız anneniz sizi sakinleştirmeye gelir. Bu geçmiş düzenlilikler bellekte depolanır ve ne zaman benzer deneyimlerle karşılaşılırsa tahminler biçiminde kullanılır. Beyin güncel bir olaydan yola çıkarak ondan sonra büyük olasılıkla ne olacağını tahmin eder ve ona hazırlanır. Kısacası, eskiden düşünüldüğü gibi, beyin önce algılayıp sonra harekete geçmez; algı eylemin bir parçasıdır. İşte o yüzdendir ki, yürüyen merdivene adım attığımda, orada yürüyen merdiven olduğu tahminî algısıyla hareket etmişimdir, fakat merdivenin durmuş olması nedeniyle, ne olduğunu daha bilinçli bir şekilde algılamadan ve otomatik bir şekilde beyin şaşırmıştır; daha doğrusu, “tahmin hatasını” saptamıştır.

Tahminler geçmiş öğrenmeye dayandıkları ve beyin etkinliğini tahmin edilenler doğrultusunda değiştirdiği için, fiziksel dünyada olduğu kadar kişilerarası dünyada da, işitmeyi beklediklerimizi işitmeye, görmeyi beklediklerimizi görmeye eğilimliyiz. Sonuç durum için makul görünürse doğru kabul edilir, öyle ki, tahmini doğru olmayan ama makul bir dünya bile, gerçek dünya olarak yaşanabilir. Bu, düzenli bir şekilde yanlış anlaşılmayı, eleştirilmeyi, düş kırıklığına uğratılmayı, istismar edilmeyi ya da terk edilmeyi bekleyegelen insanların neden hayatlarındaki insanlarla ilişkilerde bunu sürekli yaşadıklarını açıklamaya yardımcı olur. Bu düzenliliklere dayalı tahminler beyin işlevleri üzerindeki toplam yükü azaltır.

Tahmin hız ve etki sağlarken, hataya da zemin hazırlar. Hep eleştirilerek büyüyen bir kişi, başkalarının ifadelerinde hiçbir eleştiri yokken bile, eleştiri “duyma” eğiliminde olur.

Beyin uyumlu bir şekilde işlev görmek için tahmin edilenlerin gerçekleşip gerçekleşmediğini belirlemeye de gerek duyar. Hataların takibi esas olarak bilinçsiz biçimde çalışır, fakat beklenenler gerçekleşmediğinde, bilinç otomatik olarak durumu değerlendirmek ve gerektiğinde düzeltmeler yapmak için devreye girer. Bilinçsiz olan, ezbere ve istemsizdir. Ancak bilinç istemli denetim ve seçime olanak verir ve böylece bilinçsizce işleyen tekrarlardan kurtarır. Bu, psikanalizde desteklenen bilinçli öz-düşünümün terapötik değişim için neden o kadar önemli olduğunu açıklamaya yardımcı olur.

Beyin dış dünyayı doğrudan bilmediğinden, ona dair algımızı etkin bir şekilde “kurar”/inşa eder. Evlere, insanlara, hatta bu sayfadaki sözcüklere dair algımız beynin bir kurgusudur. Beynin aldığı her şey tek tek duysal işaretlerin kırıntılarıdır. Dışsal duyu organları yoluyla alınan çizgiler, renkler ve sesler gibi işaretler birbirleriyle ve bedenin içinden gelen (örneğin, kan basıncı, mide-barsak faaliyeti, kas gerilimi) işaretlerle, ayrıca bilgi işleme hiyerarşisinde yukarıya çıktıkça da duygusal etkenlerle birleştirilir. Beyin güncel durumun geçmiş durumlara benzemesini beklediğinden, bellekte depolanan bilgiler, güncel duysal girdileri, geçmiş duysal girdiler doğrultusunda çoğaltır. Bu nedenle, geçmiş, güncel olayların şu anda öznel olarak yaşanma biçimini şekillendirir.

Ağrı, tahminin rolünü dramatik biçimde gösteren türden bir algıdır. Bir özneye koldan hafif bir şok verildiğinde fMRI’daki bazı beyin bölgeleri etkin olur: “beden-duysal korteks” (BDK), “anterior singulat korteks” (ASK), “talamus”. Öznelere bu aynı duyumu beklemeleri söylendiğinde ağrı beklentisiyle, ama herhangi bir uyaran verilmeden önce, aynı beyin bölgeleri “yanar.” Plasebo etkisi, bu kez tersine, beklentileri değiştirerek ağrının giderilmesine neden olur. Öznelere taramadayken kollarına sürülen kremin güçlü bir ağrı kesici olduğu ve şoktan acı duymayacakları söylenir. MRI’da ağrı bölgeleri etkinlik göstermez. Onun yerine prefrontal kortekste (PFK) etkinlik artmıştır. PFK “acı yok”u bekler ve ASK’te ve BDK’te etkinliği ketler. Bu yüzden, kişi şok verildiğinde artık acıyı algılamaz.

Memelilerin hayatta kalmayı öğrenmelerinin bir yolu, doğumdan itibaren, klasik ya da Pavlovian koşullu öğrenmedir. Koşullanmada, başka durumlarda “yüksüz” olan bir uyaran (örneğin, bir görüntü ya da ses) ile “doğuştan” bir tepkinin bulunduğu doğal bir “tehlike” ya da “ödül” arasında bilinçsiz bir ilişki kurulur. Koşullanma olur olmaz, yüksüz uyaran şimdi tehlikeyi ya da ödülü tahmin eder ve birey önceden yüksüz olan uyaranlara özgün halinde tehlikeye ya da ödüle gösterdiğiyle tamamen aynı tepkiyi gösterir. Örneğin, sıçana hafif bir şok verilir. Sıçan önce donakalır, sonra da kaçmaya çalışır. Ardından sıçana şok verilmeden hemen önce bir “ses” çalınır. Şimdi ses, şoku tahmin eder. Sıçan sesi duyar duymaz artık donakalır ya da kaçar. Sadece şoktan önce değil, şok verilmeden de önce. Bu savunmalar kolayca diğer bağlamlara da genelleşir.

Koşullu öğrenme bilinçsizdir. Oysa koşullu bir tepkiyi “öğrenmeme” (öğrenmekten çıkarma: unlearning) ya da söndürme ve eski tüm tepkilerin yerine geçecek yenilerini öğrenmek için kullanılabilecek olan teknikler bilinci gerektirirler. “Öğrenmeme” gerçekte PFK’te yeni beyin bağlantılarının gelişmesine neden olur; bu da özgün koşullu tepkinin ketlenmesine yarar. Eski tepki kaybolmaz. Sadece ketlenmiştir. Stres altında yeniden ortaya çıkabilir. Koşullanma ne kadar sık ortaya çıkarsa, hayatta kalmayla ne kadar yakından ilişkiliyse ve yavrunun hayatının ne kadar erken dönemlerinde olursa, koşullu bir tepki o kadar güçlü ve kalıcı; “öğrenmeme” de o kadar zor olacaktır. Bu nedenle, ihmal, fiziksel ve cinsel istismar gibi çocukluk olayları güçlü koşullanma kaynaklarıdır. Örneğin, istismara uğramış çocuklarda ömür boyu amigdala faaliyetinde artış ve tehlikeyi “tahmin etme” eğilimi olur; tetikte olma halindedirler, tehlikeye karşı alarm hali ve masum olaylara karşı bile irkilme tepkileri çoğalmıştır, ayrıca, başkalarının eylemlerini ve yüz ifadelerini tehlikeli olarak yorumlama olasılığı yükselmiştir.

Başlangıçta yeni bir rutini öğrenme bilinçli dikkati ve çabayı gerektirir ve PFK’i işin içine katar. Birçok tekrardan sonra davranışsal rutin subkortikal olarak, otomatik bir şekilde ve tümüyle bilinçsiz olarak işleyen bazal ganglionlarda işlemsel bellek olarak depolanır. Bu, bilinci ve PFK’i yeni davranışlar edinmesi için özgür bırakır. Çoğu alışkanlıklar, basit olanları bile, tek hareketten değil, bir hedefe ulaşmayı amaçlayan bir dizi ardışık adımlardan oluşur: “bir fincan kahve içmek için elimizi uzatır, kulpunu kavrar, fincanı ağzımıza doğru kaldırır, yudumlar ve yutarız.” Bazal ganglionlarda dizideki her adım uygulanırken bilinçsiz bir tahmin dizideki sonraki adımı otomatik olarak seçer ve etkinleştirir, bu da ayrı ayrı adımları tek bir düz hareket şeklinde bağlar. Fiziksel bakım ve sözsüz duygusal alışverişler sırasında anne ile bebek arasındaki yineleyen etkileşimlerin bazal ganglionlarda bu alışverişlerin bilinçsiz işlemsel belleği olarak depolandığı ileri sürülmüştür.

Tahmin davranışın düz işlemesini kolaylaştırsa da, değişmeyi de zorlaştırır. Eski bir davranışı değiştirmek için bilinç ve PFK hem yeni davranışsal dizilişi öğrenmek, hem de eski alışkanlığı ketlemek üzere tekrar devreye girmelidir. Tahminle ilgili mekanizmaların sonucu olarak insan öğrendikçe beyin eski davranışları etkinleştirmeyi otomatik olarak sürdürür. Gereksinimleri doyurmaya ve hedefleri gerçekleştirmeye yönelik çalışırken dopamin salınır ve bu, sebatın temelidir. Gereksinim doyurulduğunda ya da hedefe ulaşıldığında endorfin salınır. Örneğin, çocuk yerde ebeveyne doğru emeklerken dopamin salınır. Çocuk ebeveyn tarafından kaldırılıp kucaklandığında endorfin salınır. Dopamin ve endorfinin toplumsal öğrenme üzerine etkisi, epey kalıcı olan uyumsuz toplumsal etkileşim örüntülerine yol açabilir. Örneğin, kişi, çocuklukta biraz sevgi aldığı, ama genelde kendisine kötü davranan kişilerle ilişkilerini, erişkinlikte de benzerlerini arayarak ve onlardan aynı davranışı “bekleyerek” sürdürür.

“Zihin kuramı” da normal toplumsal etkileşim için çok önemli olan tahmin mekanizmaları gerektirir. Beyin öteki kişinin gözlemlenebilir davranışlarını, güncel bağlamı ve bu kişiyle geçmiş deneyimleri alır ve bilinçsiz bir şekilde ötekinin zihninin muhtemel içeriği konusunda tahminde bulunur. Bu tahminler başkalarının bizimle nasıl etkileşim kuracağını önceden görmemize ve bizim de onlara otomatik, hızlı ve düz bir şekilde nasıl tepki göstereceğimize dair bir plan yapmamıza imkan verir. Örneğin, bir kişinin yüz ifadesinden ve duruşundan mutlu mu öfkeli mi olduğunu, bize yönelik niyetlerinin dostça mı düşmanca mı olduğunu çıkarsarız. Niyetlerini önceden sezerek, onlar yaklaşırlarken plan yapabilir ve tepkimizi daha kolay etkinleştirebiliriz. Bebek bir oyuncak alıp annesinin kolunu çekiştirdiğinde “zihin kuramı” annenin bebeğin oyuncağı anneye göstermek istediğini varsaymasına yardım eder ve hemen gülümseyerek “Ooo, ne güzel oyuncak!” der. Toplumsal etkileşimlerde bir başkasının davranışına değil, tahmin ettiğimiz niyetine tepki gösteririz. Bu yüzden, “zihin kuramı”ndaki tahmin hataları insanlar arasında yanlış iletişimlere yol açar. Örneğin, tüm konuşmalarda biz dinlerken beyin otomatik olarak tahminlerde bulunur ve diğer kişi söylediklerini bitirmeden yanıtımızı planlar. “Önceden-planlanmış-yanıtımız” daha diğer kişi son sözünü söylemeden önce bile dile getirilebilir.

“Zihin kuramı” büyük olasılıkla “eylem-gözlem” sisteminde ya da ayna nöron sisteminde verili olan tahminlerden çıkar. Premotor ayna nöronlar amaca yönelik davranışların arkasındaki niyetleri üreten limbik bölgelerle bağlantılı olduklarından, beynimiz diğerlerinin biz aynı eylemi yapıyor olsaydık sahip olacağımızla aynı niyete sahip olduklarını tahmin ettiğinden, başka birinin neye niyetlendiğini “biliriz.” Bir anlamda başkalarının zihnini, başkalarının da bizim gibi olduklarını tahmin ederek okuruz. Empati de aynı şekilde çalışır. Bir başka kişinin yüz ifadesinde, duruşunda ya da başının konumunda insan duygularıyla ilişkili sözsüz davranışları gözlemlediğimizde, kendi premotor bölgesindeki ayna nöronlar biz aynı sözsüz duygusal davranışları yapıyor olsaydık nasıl olacaklarsa aynı şekilde etkinleşirler. Beynimiz onun da yüzümüzü ve bedenimizi aynı şekilde hareket ettiriyor olsaydık hissedeceğimiz şekilde hissettiğini tahmin ettiğinden, onun da ne hissettiğini biliriz.

Beyin faaliyetinin büyük bölümü bilinçsizdir. Bir anlamda çoğu zaman “otopilot”ta çalışırız. İşler tahmin ettiğimiz gibi gittiği sürece bu bilinçsiz süreçler yeterlidir. ASK tahmin hatalarını tespit etmeye yardımcı olur ve PFK’e uygun olmayan yanıtı ketleyecek ve onun yerine uygun yanıtı seçecek şekilde sinyaller gönderir. ASK hataların (duysal girdiler pek alışık olmadığı, müphem, belirsiz ya da çelişkili olduğu zamanlarda olduğu gibi) çok muhtemel olduğu durumlarda etkinleşir. ASK’teki etkinliğin yükselmesi PFK’e sinyal gönderir ve bu durumlara daha fazla dikkati çeker. Bu PFK’in, deyim yerindeyse, durumu netleştirmek ve ilk hatalar ortaya çıktığında düzeltmeler yapmak için daha iyi bir konumda olmasına imkan verir.

Buraya kadar anlatılanlardan çıkan ve pratikte de uygulama alanı bulan bir kavram, psikanalitik yoruma nazire olarak geliştirilen, “nörobilim yorumu”, yani, hastaya sorunlarının belli bir yönünü açıklamaya yardımcı olmak üzere ilgili nörobilim mekanizmasının kullanılmasıdır. Tahminin nörobilimi, psikoterapistin hastayı yeni ve farklı varoluş yolları denemeye etkin bir şekilde yüreklendirmesi gerektiğini gösterir. Bir kişi çocukluk yaşantılarının böyle uzun bir tedaviden sonra bile hala bu kadar acı verici bir şekilde etkinleşmesinden utandığında ya da umutsuzluğa kapıldığında, ona bilinçsiz tahminleri ve güncel öznel deneyimleri nasıl etkilediklerini açıklamak yararlı olabilir. Bu eski hislerin ve ilişki kurma yollarının kişisel kusurlarının ya da zaaflarının sonucu olmadığını bilmeleri hastalara iyi gelebilir. Ayrıca, tahminin nörobilimi bazı durumlarda tam iyileşmenin neden mümkün olmadığını da açıklar. Eski hisler ve davranış eğilimleri her zaman belli bir düzeyde bilinçli düşünüm ve kontrol altında tutma çabası gerektirir. Beyin böyle çalışır. Beynin biyolojisini tanıyan psikoterapist, hastanın bu mücadelede ömür boyu karşılaştığı meydan okumalarla empati kurmak için daha iyi bir konumda olur ve terapötik etki konusunda cesareti daha az kırılmış hisseder. Bazı hastalar da yapılan işlerin (psikoterapi denen şeyin)  arkasındaki bilimi anladıklarında, daha işbirliğine yatkın olup analitik çalışmayı daha kolay yürütürler.

Özetle, beynin, sürekli olarak çevreye ve bedene dair modeller inşa eden, gelecekteki halleri tahmin etmeye olanak veren bir “Bayesian çıkarsama makinesi” olduğu ileri sürülebilir. Beynin tahmine dayalı çalışmasının dünyaya uyum sağlama bakımından hız, akışkanlık gibi birçok üstünlük getirdiği açıktır. Ancak, en az iki dezavantaj yaratır: beyin çevreden işine yarayan bilgileri toplar ve bu yeni bilgilerin işlenmesine de geçmişin gölgesini düşürür. Böylece, edilgin bir şekilde beklemekten kurtulup dünyaya hızlıca ve proaktif bir müdahalede bulunabiliriz, fakat bu müdahale seçilmiş bilgilere dayandığından menzil açısından kısıtlı, önceki deneyimlerimize dayandığından değerlendirme açısından yanlı olabilir.

Kaynaklar:

Bubic A et al. Prediction, cognition and the brain. Frontiers in Human Neuroscience 2010; 4: 1-15

Clark A. Whatever next? Predictive brains, situated agents, and the future of cognitive science. Behavioral and Brain Sciences 2013; 36: 181-252

O’Callaghan C et al. Predictions penetrate perception: Converging insights from brain, behavior and disorder. Consciousness and Cognition 2017; 47: 63-74

* Pally R. The predicting brain: Unconscious repetition, conscious reflection and therapeutic change. International Journal of Psychoanalysis 2007; 88: 861-81

Yu R, Zhou X. Brain potentials associated with outcome expectation and outcome evaluation. Neuroreport 2006; 15: 1649-53

“… kendimi öldürmedimse, biraz daha fazla matematik öğrenmek istediğim içindir.”

Bertrand Russell, Mutluluk Yolu, sa. 11

“Freud’un Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları kitabına Editör’ün Girişi’nden Freud’un seçtiği özgün başlığın “Das Unglück in der Kultur” olduğunu öğreniyoruz. Sonradan başlık Das Unbehagen in der Kultur olmuş. Yani, Talihsizliği (Unglück), Rahatsızlığa (Unbehagen) dönüştürmüşler, nedense: “Kültürdeki Talihsizlik”, “Kültürdeki Rahatsızlık” olmuş. Sanki yazgısal bir şey, iradi bir şey haline getirilmiş. Bir an Unglück’ün Unbehagen’e değiştirilmesini bir yana bıraksak bile, Kultur’un Civilisation’a dönüşmesine ne diyeceğiz? Kitabın İngilizce’deki acı verici başlığını biliyorsunuz: Civilisation and Its Discontents! Kültür değişmiş ve Uygarlık olmuş! Talihsizlik de Hoşnutsuzluklar… Belki de birbirinin yerine kullanılabilecek kavramlar, ama sanki aralarında küçük de olsa kimi farklılıklar var gibi. Ayrıca, bu sözcüklerin çıkışlarından bu yana ikisi de, yani, kültür de uygarlık da  giderek çeşitlenmiş. Örneğin, ilk başta uygarlık, sayılmayan bir ad iken, tek bir şeyi anlatırken, zamanla sayılır olmuş: “uygarlıklar” sözcüğü ortaya çıkmış: İlkel uygarlıklar, gibi. Sayılmayan bir ad olarak uygarlık,  “bir toplumun merkezileşmiş, kentleşmiş, katmanlaşmış bir yapıya doğru gelişmesini anlatır.” Bir başka tanımlamayla, uygar toplum, doğal ortamdan ayrılmış ve doğa üzerinde egemenlik kurmuş toplum olarak kabul edilir. Latince civitas (kent, şehir) ve civis (yurttaş) ile ilişkilidir. Burada, kent anlamındaki “medine”den gelen “medeniyet” sözcüğünün civilisation’la ilişkisinin daha belirgin olduğuna değinmeden geçmeyeyim. Üstelik, “uygarlık” sözcüğünün erkenden kent yaşamına geçen Uygur Türklerinden geldiğine dair doğrulanmamış bilgiler bulunduğunu da ekleyeyim. Uygarlık, “doğadan kopma ve onun üzerinde egemenlik kurma” halini anlattığına göre, “tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü” olan kültürle örtüşen birçok yönü olması doğaldır. Nihayetinde bunlar, yani, uygarlık ve kültür, “nihai” gerçeklikler değil (öyle bir şeyler varsa elbette). Hatta bunlar, daha çok, biz insanların algıladıklarımıza ve olup bitenlere verdiğimiz adlar. O halde, uygarlık ve kültür üzerine değinmeleri kısa kesip mutluluğa geçeyim.

Mutluluğu geniş anlamda “iyi bir hayat yaşamak” olarak alırsak, entelektüel tarihin en başından beri “iyi hayat”ı neyin oluşturduğu konusunda epey tartışma olmuştur. İlk çağlardan bu yana iyilik haliyle ilgili araştırmaların iki ana eksen etrafında döndüğü söylenebilir: 1) HedonizmE göre, iyilik haz ya da mutluluktan oluşur. 2) Yudemonizm’e (eudaimonism) göre ise, “iyilik sadece mutluluk değildir, onun daha fazlasıdır. Aslında iyilik hali, insanın potansiyelinin (demon’unun ya da hakiki doğasının) gerçekleşmesinde bulunur.” Bu iki gelenek, insan doğasına ve iyi bir toplumu neyin oluşturduğuna dair farklı görüşler üzerine kurulmuştur. M.Ö. 4. yüzyılda yaşayan Aristippos hayatın amacının azami miktarda haz yaşamak olduğunu ve mutluluğun hedonik anların toplamı olduğunu öğretiyordu. Hobbes mutluluğun insani iştihalarımızın peşine düşüp onları elde etmekte yattığını savunuyordu, DeSade duyumsama ve haz peşine düşmenin hayatın nihai amacı olduğuna inanıyordu. Bentham gibi faydacı filozoflar da iyi bir toplumun bireylerin hazlarını ve öz-çıkarlarını azamiye çıkarma çabası yoluyla inşa edileceğini savunuyordu.

Bilinmeyen adlı kullanıcının avatarı

About Hakan Atalay

Psikiyatrist, psikoterapist, öğretim üyesi, eş, baba, Ankaralı, ama şu anda İstanbul’da, Yeditepe Üniversitesi’nde. Eposta: hakan.atalay@yeditepe.edu.tr Çağrı Merkezi: 4447000

Tartışma

Yorumlar kapatıldı.

İletişim

444 7000
Salı: 09:00-18:00
Perşembe: 09:00-18:00

Kategoriler

Blogdaki Yazıların ve Görsellerin Yasal Kullanımı Hakkında

© Hakan Atalay ve hakanatalay.wordpress.com. 2011-2019.

Bu malzemenin bir açıklamada bulunmadan ve yazardan yazılı izin almadan yetkisizce kullanılması ve/veya çoğaltılması yasaktır. Özgün içeriğe uygun ve özgül bir yönlendirme yapılması, [Hakan Atalay]ın ve [hakanatalay.wordpres.com]un tam ve açık kaynak gösterilmesi hallerinde alıntılar ve bağlantılar kullanılabilir.

Akbank Sanat'ta Yapay Zeka ve Aşk üzerine panel.
FB TV'de Depresyon üzerine söyleşi.
Follow Hakan Atalay on WordPress.com