Euthymia’yı (ötimi: ruhun iyi durumda olması) mutluluğun son ereği yaparak Yunan etiğinin başlıca anlayışı olacak olan yudemonizm’in (mutçuluk) kurucusu olan Demokritos, aynı zamanda “Gerçek, atomlar ve atomların hareketleridir” diyen tarihin ilk maddeci filozoflarındandır. Demokritos’a göre, algı ve düşünme gibi, duygular ve istekler de atomların hareketleridir. Bu hareketler durgun, ölçülü iseler insanı mutlu yaparlar, çok kızışık iseler mutsuzluk yaratırlar. Onun için mutluluk ruhun dinginliğidir (euthymia). Ruh dinginliğine erişmek için de insan, dışarıdan bağımsız olarak, sevinçlerini kendisinden devşirebilecek durumda olmalı, her türlü sarsıcı tutkulardan, duygulanımlardan kaçınmalıdır. Bunun en iyi yolu da bilgeliktir. Sokrates de erdem ile mutluluğu, yani ruhun esenliğini bağlantılandırır ve erdemin de bilgi ile özdeş olduğunu söyler: Öyleyse, bilgi mutluluktur. Yine de Sokrates, içinde bir Daimonion (bir tür ruhsal güç) barındığını, hayatının önemli anlarında onun uyarıcı sesine (vicdan?) kulak verdiğini belirterek, rasyonel tarafını mistik bir öğe ile bütünlemiştir.
Eros’u bütün ölümlülerdeki ölümsüzlük çabası olarak tanımlayarak erdem arayışının temeli yapması ve bedeni ruh için bir hapishane olarak görmesiyle de psikanalitik düşünceleri önceden haber veren Platon, üç kısma böldüğü ruhu, biri beyaz, öteki yağız iki atın çektiği bir arabayı kullanan sürücü simgeleriyle canlandırır: Beyaz at soylu, güçlü, iradeli eylemlere; yağız at maddi, duyusal isteklere karşılık gelirken; sürücü de arabayı yönlendiren akıldır. İşte ruhun ‘idealar dünyası’ndan yeryüzüne düşerek bir vücutla birleşmesine neden olan şey, onun bu maddi, duyusal isteklere yönelik kısmıdır. Eros, Güzel’e yönelir. Güzel’e yönelen Eros da insanda felsefi bir coşku uyandırır, ideaların bilgisine giden yolu açar.
Aristo ise, iyiliğin birincil ölçütü olarak tek başına mutluluğun alınmasını yetersiz bulan Doğu’dan ve Batı’dan birçok filozof, mutasavvıf ve düşünür gibi, hedonik mutluluğun insanları arzularının kölece takipçisi yapan kaba bir ideal olduğunu düşünüyordu. Onun yerine, hakiki mutluluğun erdemin dışavurumunda, yani, yapmaya değer olan şeyin yapılmasında bulunduğunu ileri sürüyordu. Fenomenler dünyasındaki her şey, maddede bir gizil güç olarak bulunan özün form kazanarak kendini gerçekleştirmesidir (entelekhia). Öyleyse bir form olarak ruh da bedenin bir entelekhiasıdır. Üç tabakalı bir yapı gösteren ruhun ilk katmanında, yani, bitkilerde, ruh sadece üreme ve özümsemeyi biçimlendirir. Hayvanlarda buna, kendiliğinden hareket, istek ve duyum özellikleri olan hayvan ruhu eklenir. İnsan ruhunun özelliği ise akıldır (nous). Her varlık kendi özünün gerçekleşmesinden mutlu olacağına ve insanın özü de akıl olduğuna göre, insan ancak akının etkinliği ile mutlu olabilir. Aristo’da mutluluğa götüren ahlaki erdemler için genel olarak yatkınlık, alışkanlık ve doğru görüş gereklidir ve bu erdemlerin özü de eylemde ‘doğru olan orta’yı bulmaktır. İtkilerimiz bizi hep kötü olan aşırılıklara doğru sürükler, bu arada doğru görüş bize iki aşırılık ortasındaki doğruyu, ‘pek çok’ ile ‘pek az’ın ortasını buldurur ve doğruyu yapa yapa edinilen alışkanlık da, hep bu ‘doğru orta’yı bulacak gibi irademizi ayarlar. Bu Aristocu görüşe dayanan Fromm da optimal iyiliğin a) “sadece öznel olarak hissedilen ve doyumları geçici hazlara götüren ihtiyaçlar (arzular) ile” b) “kökleri insan doğasında bulunan ve gerçekleşmesi insanı mutluluğu götüren ve yudemonya’ya neden olan ihtiyaçlar arasında, başka deyişle, salt öznel olarak hissedilen ihtiyaçlar ile nesnel olarak geçerli ihtiyaçlar arasında” ayrım yapmak gerektiğini savunuyordu. “İlkinin bir bölümü insanın gelişmesine zararlı olurken diğeri insan doğasının gerekleriyle uyum içinde”ydi.
Psikolojideki dar anlamıyla mutluluk, pozitif bir duygu durumu olarak tanımlanabilir. Darwin duygu gösterileri gibi bazı davranış örüntülerinin bireyin ve türün hayatta kalma gereksinimlerine hizmet etmek üzere evrilmiş olan genetik kökenli biyolojik mekanizmalar olduklarına inanıyordu. Daha sonraki çalışmalar bazı duygular için yüz ifadelerinin tüm kültürlerde evrensel olarak sergilendiğini ve tanındığını buldular. Modern araştırmacılar mutluluğu ölçtüğü varsayılan “öznel iyilik hali” (ÖİH) kavramını geliştirmişlerdir. Öznel iyilik hali, “kişinin hayatının niteliğine ilişkin bütün bilişsel değerlendirmesi” olarak tanımlanır; mutluluk da bu değerlendirmeye eşlik eden duygudur. Böyle tanımlandığında, mutluluğun evrensel olması ve farklı kültürlerde az ya da çok değer verilmesi beklenir. Ancak, iyi ve değerli olanın ne olduğu konusunda kültürler arasında önemli farklar olduğuna göre, mutluluğun anlamı (yani, mutluluğu neyin oluşturduğu) da kültürden kültüre değişecektir. Nitekim kültürel yönelimli kuramcılar duyguların fizyolojik ya da nörolojik mekanizmaların doğrudan sonucu olmadıklarını savunurlar. Daha çok, duygular her zaman özgül kültürel bağlamlarda yerleşmişlerdir. Buna uygun olarak tamamen kültürel anlamlarla doludurlar. Bu yüzden, farklı kültürlerdeki insanlar tümüyle farklı pozitif olay ve yaşantı türlerini mutluluk anları olarak kategorize edebilirler. Sözgelimi, Amerikan orta sınıf kültürü gibi Avrupa ve Kuzey Amerika kültürlerinde kendiliğin bağımsızlığına ve özerkliğine güçlü bir inanç vardır. Kendiliğin düşünce, eylem ve güdülenmenin merkezi olduğuna inanılır. Mutluluk da buna uygun olarak kişisel başarım olarak tasavvur edilir. Doğu Asya kültürlerindeyse, tersine, ortak düşüncenin esası, kendiliğin başkalarıyla bağlılığı ve karşılıklı bağımlılığıdır. Diğerleriyle-ilişki-içindeki-kendiliğin düşünce, eylem ve güdülenmenin yeri olduğuna inanılır. Doğu Asya kültürlerinde mutluluk olasılıkla kendiliğin bir parçası olduğu pozitif toplumsal ilişkilerin gerçekleştirilmesine büyük ölçüde bağımlıdır. Kişisel mutluluk genellikle toplumsal ilişkiye zarar verir. Örneğin, bir kendiliğin başarısının vurgulanması, başkalarının kıskançlığına ve hasedine neden olabilir. Kişisel mutluluk biçimi bu yüzden genellikle eksiktir ve sonuç olarak toplumsal ahenk pahasına kişisel mutluluk peşinde koşmaya dönük güçlü bir arzu yoktur. Onun yerine, mutluluk karşılıklı sempati, merhamet ve desteğe dayanan özneler arası bir durum olarak görülür. Kısaca, mutluluk toplumsal ahengin gerçekleşmesi olarak inşa edilir.
Anlam meselesine gelince… Yıllarını çeşitli toplama kamplarında geçirip hayatta kalmayı başarmış bir nöro-psikiyatrist olarak Frankl’ın “insanın anlam arayışı” üzerine söylediklerine kulak vermek öğretici olabilir. Ona göre, yaşamda, insanın dışında, soyut, orada bekleyen bir “anlam” yoktur. Kişinin yaşamın anlamının ne olduğunu sormaması, bunun yerine bu sorunun muhatabının kendisi olduğunu kavraması gerekir. Üstelik, insandan insana ve an be an değişen bu anlamı keşfetmenin üç yolu vardır: 1) Bir eser yaratmak ya da bir iş yapmak, 2) Bir şey yaşamak ya da bir insanla etkileşime girmek, 3) Kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirmek. Bir iş yapmak ya da yaratmak ile doğayı/kültürü yaşamak ya da birileriyle etkileşimde olmak yöntemleri yeterince açıktır, ancak, acıya karşı tutum meselesi, biraz daha açıklama gerektirir. Burada anahtar kavram, acının “kaçınılmaz”lığıdır, yoksa mazohist olmak değildir kastı. Bu anlayışın ikinci yönü de, hayatın sevinçler kadar, acı ve ölüm gibi tatsız olayları da içeren bir bütün olduğudur. Özetle, hayat her yönüyle kabullenilmeli ve her durumda en uygun kişisel tutum belirlenerek eylem içinde olunmalıdır. Frankl’ın yaşamın anlamına dair söyledikleri büyük ölçüde yol gösterici olmakla birlikte, zaman zaman psikanalistlerin ona söylediği gibi, bu fikirlerin yüceltmeler, tepki oluşturmalar, vs. oldukları eleştirilerini göz ardı etmek de zor görünmektedir. Çünkü Frankl kimi zaman dini bir vaiz konumuna girmekten kaçınmaz ve hatta “Peki ya insanın, kozmosun evrimindeki bitiş noktası olduğundan emin misiniz? Başka bir boyutun daha olduğu, başka bir dünyanın, insan acısının nihai bir anlam bulacağı bir dünyanın olduğu düşünülemez mi?” diyerek topu taca attığı da iddia edilebilir.
Epey dolaştıktan sonra Freud’a dönersek… Freud duygularla uğraşmayı hep zor bulmuştur, bence bunun kişisel nedenleri olabilir, ama kendisi “bilimsel olarak duygularla uğraşmanın kolay olmamasıyla” açıklar ve böyle zamanlarda “duyguyla kolayca ilişkilendirilebilen düşünsel içeriğe geri çekilmekten başka çare bulamadığını” kabul eder. Yazılarının bir çok yerinde saptanabileceği gibi, bu düşünsel içerik o kadar da iyimser sayılmaz: “…yaşam bizim için çok zordur; bize çok fazla acı, düş kırıklığı ve olanaksız görevler getirir” der Freud, ve “onu taşıyabilmek için geçici önlemlerden vazgeçemeyiz.” Bu yüzden başlangıçta en iyisi belki de “yaşamın amacı” gibi soyut ve tanımlanması zor hedefler belirlemek yerine, “insanların kendi davranışlarıyla kendi yaşamlarının amacını ve niyetini ne olarak gösterdikleri sorusuna” geri dönmektir. Yalın haliyle soru şudur: İnsanlar “yaşamdan ne beklerler ve neyi elde etmek isterler?” Bu da en yalın yanıttır elbette: “Mutluluğun peşinde çabalarlar; mutlu olmak ve mutlu kalmak isterler.” Ancak, bu, söylendiği kadar kolay bir iş değildir. Yaşamın “kaçınılmaz acılarıyla” başa çıkmak, uğraş gerektirir, hem de olumlu ve olumsuz olmak üzere en az iki yönlü bir uğraş: Bunun bir yönü hazzı bulmak, diğer yönü de acıdan kaçınmaktır. Her halükarda, “yaşamın anlamını belirleyen şey, basit olarak haz ilkesidir.” Sorun şu ki, haz ilkesinin “gerçekleştirilmesinin hiçbir olasılığı yoktur; evrenin tüm düzenlemeleri ona karşı çalışır. En dar anlamıyla mutluluk diye adlandırdığımız şey, epey baskılanmış ve doğası gereği ancak gereksinimlerin (tercihan ansızın) doyurulmasından gelir”, o da zaman zaman. Oysa “Mutsuzluğu yaşamak çok daha kolaydır. Üç yönden acı çekmeyle tehdit ediliriz: 1) çürüme ve ayrışmaya mahkum olan ve uyarı sinyali olarak ağrı ve anksiyetesiz olamayan kendi bedenimizden; 2) boğucu ve acımasız yıkıcı güçleriyle üzerimize saldıran dış dünyadan ve son olarak 3) başka insanlarla ilişkilerimizden. Bu son kaynaktan gelen acılar belki de bizim için diğer herhangi birinden daha acı vericidir.” Çare de soruna uygundur. Örneğin, insanlardan gelebilecek acıya karşı en kolay başa çıkma yolu, kendini diğer insanlardan uzak tutmaktır. Bu, dinginlik getirebilir, ama topluluktan tecrit olmaya neden olur, yalnızlaştırır. Bir diğeri, “kimyasal” çözümlerdir. Geçici olmaları bir yana, giderek iradeyi tutsak kılar, köleleştirir; acıların en büyüklerini yaşatırlar. Dahası, insan, dürtülerinden vazgeçerek de yaşamın zorluklarıyla başa çıkabilir, ancak, “bunda başarılı olursa tüm öteki etkinliklerinden de vazgeçmiş, yani, yaşamını feda etmiş olur.” Acıdan kurtulmanın bir başka yolu, libidonun başka kanallara yönlendirilmesidir. “İnsan zihinsel çalışma kaynaklarından aldığı hazzı çoğaltabilirse, çok şey kazanır. Ancak, bu yöntemin zayıf noktası, genel olarak uygulanamaz oluşudur; yalnızca az sayıda insan ona ulaşabilir.” Bir başka mutluluk yolu olan “sanat çalışmalarından alınan zevk”e gelince.. Sanat, yarattığı uyuşukluk haliyle, sadece yaşamsal ihtiyaçların baskısından geçici bir süre kurtulmaktan daha fazlasını sağlayamamakla kalmaz, ayrıca gerçek sefaleti unutmamıza yetecek denli güçlü de değildir. Tamamen doyurucu bir mutluluk yolu olarak işlev görebilecek olan “sevgiyi her şeyin merkezi haline getiren, tüm doyumu sevme ve sevilmede arayan yaşam biçiminin.. zayıf yanı ise, bizim hiçbir zaman aşık olduğumuz zamankinden daha fazla acıya karşı savunmasız, sevdiğimiz nesneyi ya da onun sevgisini yitirdiğimiz zamankinden daha umarsızca mutsuz olmamamızdır.”
Görüldüğü gibi, Freud için “haz ilkesinin bize dayattığı mutlu olma programı doyurulamaz.” Fakat bu gerçek, mutlu olma çabalarımızı terk etmemize yol açmamalıdır. Dikkat edilmesi gereken şey, “herkese uygulanabilecek bir altın kural”ın olmamasıdır. “Her insan hangi özel tarzı koruyabileceğini kendisi bulmalıdır.” Peki, mutlu olma konusunda psikanalizin bize önerebileceği bir şey var mıdır? Bu sorunun yanıtı belki de daha mesleğinin ilk yıllarında “eh, siz kendiniz bana hastalığımın belki de koşullarım ve yaşam olaylarımla ilişkili olduğunu söylüyorsunuz. Bunları hiçbir biçimde değiştiremezsiniz. O zaman bana nasıl yardım etmeyi öneriyorsunuz?” diye soran hastaya Freud’un verdiği yanıtta gizlidir: “Hiç kuşkusuz yazgı sizi hastalığınızdan kurtarmayı benden daha kolay bulurdu. Ama sizin histerik acınızı genel bir mutsuzluğa dönüştürebilsek çok daha kazançlı olacağınıza kendinizi inandırabilirsiniz. Sağlığına kavuşmuş bir zihinsel yaşamla bu mutsuzluğa karşı daha iyi silahlanmış olurdunuz.”
Kaynaklar
Csikszentmihalyi M, Nunter J. Happiness in Everyday Life: The Uses of Experience Sampling. J Happiness Stud 2003; 4: 185-99
Easterlin RA. Explaining Happiness. PNAS 2003; 19: 11176-11183
Freud S, Breuer J. Histeri Üzerine İncelemeler. (Çev: Emre Kapkın) Payel Yayınları, 1. Basım, İstanbul 2001.
Freud S. Uygarlık, Toplum ve Din. (Çev: Emre Kapkın) Payel Yayınları, 1. Basım, İstanbul 2004.
Inglehart R, Klingemann H-D. Genes, Culture, Democracy, and Happiness. Culture and Subjective Well-Being içinde. Ed Diener, Eunkook M. Sulh (eds). MIT Press, 2000.
Lane RD, Reiman EM, Ahern GL, Schwartz GE, Davidson RJ. Neuroanatomical Correlates of Happiness, Sadness, and Disgust. Am J Psychiatry 1997; 154: 926-933
Ryan RM, Deci EL. On Happiness and Human Potentials: A Review of Research on Hedonic and Eudaimonic Well-Being. Annu Rev Psychol 2001; 52: 141-166
Uchida Y, Norasakkunkit V, Kitayama S. Cultural constructs of happiness: Theory and empirical evidence. J Happiness Stud 2004; 5: 223-239
Waterman AS. Two Conceptions of Happiness: Contrasts of Personal Expressiveness (Eudaimonia) and Hedonic Enjoyment. J Pers Soc Psychol 1993; 64: 678-91
Tartışma
Yorumlar kapatıldı.