Anasognosia diye bir durum var; hastalığını bilmeme, daha doğrusu kabul etmeme hali. Diyelim, beyninizin bir damarında bir tıkanma ya da kanama oluyor ve bedenin diğer (karşı) yarısı felç geçiriyor. Kolunuzu, bacağınızı oynatamıyorsunuz, ama soruduğunda hiçbir sorun yokmuş gibi, uzuvlarınızı rahatça kullanabiliyormuşsunuz gibi yanıt veriyorsunuz. Hekim felç olan kolunuzu hareket ettirmenizi istediğinde yapamıyorsunuz, ama bunu çeşitli bahanelerle açıklamaya çalışıyorsunuz: “Hareket ettirdim ya işte” ya da “Bugün biraz tembellik ediyor” gibi.
Bu klinik tablo daha çok, hatta neredeyse istisnai olarak, beynin sağ yarısında meydana gelen hasarlarda ortaya çıkıyor. Nöropsikanalistler bunu beyin-zihin-beden ilişkisinin çok iyi bir örneği olarak okuyorlar: Beyindeki hasar “inkar” denen psikolojik savunma mekanizmasını harekete geçiriyor; kişi, hayatın birçok alanında olduğunu gibi, kabul etmek istemediği gerçekliği doğrudan reddetme, kabul etmeme, inkar yolunu seçiyor, bilinçdışı olarak. Ancak, psikanalistleri asla işin içine katmak istemeyen sinirbilimciler alternatif açıklamalar da getiriyorlar. Bu açıklamalardan birine göre, beynin sağ yarısı ham duyguların gelip yüksek düzeyde işlendiği bir yer. Orada beden şemasıyla ilişkileniyor ve biz bedenimizin duygusal hali konusunda bu yolla bilgi sahibi oluyoruz. Sol yarısı ise, bu bilgilerin akılcı bir şekilde değerlendirdiği yer. Dolayısıyla, hasara uğrayan sağ beyin yarısından duygularla ve beden şemasıyla ilgili bilgilerin sağlıklı bir şekilde aktarılamaması, sol yarının beden sağlammış gibi davranmasına yol açıyor.
Ancak, bugün okuduğum bir makale bu işlerin hiç de öyle olmayabileceğini gösteriyor. Şöyle ki: Hepimiz ebeveynlerin çocuklarını diğer tüm çocuklardan daha değerli, daha güzel, daha zeki gördüğüne tanıklık etmişizdir. Bu tutum “Kargaya yavrusu kuzgun görünürmüş” atasözünde ifadesini bulur. Ancak, bu tutum kimi zaman ebeveynlerin çocuklarındaki ciddi sorunları görmezden gelmelerine yol açıyor. Makalede anılan böyle bir olguda, 8 yaşındaki bir çocuktaki ilerleyici beyin hastalığına 3 yıl geç tanı konabilmiş. Oysa çocuk bu üç yıl boyunca zihinsel işlevlerinde çok ciddi düşüş sergilemiş, fakat bu düşüş çocuğun davranışlarına da yansımasına rağmen, ailenin hiç dikkatini çekmemiş. Sonunda da tanı konduğunda da ne yazık ki kemik iliği nakliyle geri dönebilecek hastalık için çok geç kalınmış ve çocuk tanıdan yaklaşık 6 ay sonra kaybedilmiş.
İşte bu durum, beyin hasarı geçirdiği halde hareketlerindeki ve hissetmesindeki kusurların farkında olmayan anozognoziyalı hastaların yakınlarında da gözlemlenmiş: Hastaya yakınlık düzeyiyle orantılı olarak, çevresindeki kişilerin, aynı hasta gibi, ciddi nörolojik kusurların farkında olmadan uzun bir süre geçirdikleri saptanmış, söz gelimi 6 ay, bir yıl… Bu neden önemli? Eğer hastanın hastalığını fark etmedeki kusuru salt nörolojik bir nedene bağlı olsaydı, örneğin, yukarıda değinildiği gibi, sadece beynin sol yarısının sağdan bilgi alamadığı için durum normalmiş gibi davranmasına bağlı olsaydı, hastanın yakınlarındaki bu farkındalık eksikliği nasıl açıklanabilirdi? Demek ki, hasta nasıl inkar savunmasını kullanarak kabul edilemez bir gerçekliği görmezden gelmeye çalışıyorsa, aynı şeyin yakınları için de geçerli olduğunu düşünebiliriz.
Sonuç olarak, beynin sadece bir bilgisayar gibi çalışan, salt bilgi işleyen bir makine olmadığını; anlam dünyasını (duygularını), fiziksel ve toplumsal çevresini (kendi niş’ini), geçmişini (belleğini) hesaba katmadan yapılacak tüm çözümlemelerin eksik kalacağını bir kez daha görüyoruz. Bir kez daha yüzümüzü sinirbilim ile psikanaliz arasındaki işbirliğinin sağlayabileceği olanaklara doğru dönüyoruz.
Clarici A, Guiliani R. Growing Up with a Brain-Damaged Mother: Anosognosia by Proxy? Neuropsychoanalysis 2008; 10(1): 59-79.
Tartışma
Yorumlar kapatıldı.