Britanya’da Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki dönemde psikanalizin temel ilkeleri iki okul (“eklektik” denenler ile “ortodoks Freudcu” psikiyatristler) arasında tartışılıyordu. Muhaliflerin ayrıldıkları ana nokta, Freud’un Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme‘de öne sürdüğü şekliyle, kişilik gelişiminde çocukluk cinsel travmasının rolüydü. Birinci Dünya Savaşı sırasında bu tartışma çok sayıda “şarapnel şoku” olgusuna, yani, savaşta nörotik bozukluklar geliştiren askerlere dair betimlemelerle alevlenmişti. Öncelikle tıp doktorları bu belirtilerin tamamen fiziksel kökenli olduklarını düşünüyorlardı; diğerleriyse sadece korkaklık işaretleri olarak görüyorlardı. Uzmanlar zamanla savaş nörozlarının psikolojik kökenli olduğuna ikna olmaya başladıklarında ise, bu travmaları Freud’un önerdiği gibi, çocukluktaki ya da bebeklikteki çözülmemiş cinsel çatışmalara kadar izlemeleri olanaksız gibi görünüyordu. Freud’un kuramında hissedilen bu boşlukla uzlaşmak için hem eklektik, hem de ortodoks psikanaliz okullarının yeni açıklamalar bulmaları gerekiyordu.


Freud’un kendisi de şarapnel şoku üzerine tartışmaların bir sonucu olarak Haz İlkesinin Ötesinde monografında kuramının bazı bölümlerini gözden geçirdi. Şarapnel şoku fenomenini açıklamak için “yineleme zorlantısı”, “ölüm içgüdüsü” ve “yaşam içgüdüsü” gibi kavramlar kullandı. Ancak, herkes bu varsayımsal yapının klinik önemine ikna olmadı. Bowlby’nin psikanalitik eğitiminde daha sonra süpervizörü olan Melanie Klein (şarapnel şokuna neden olduğu varsayılan etkenlerden biri olan) erişkin yasının, bebeklerin ve küçük çocukların ayrılık yaşantılarıyla (yani, sütten kesilmeyle) başa çıkma yolları tarafından koşullandığı şeklinde bir tutum geliştirdi. Bu ve başka konular İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce Klein ile Anna Freud arasında farklılıklara yol açtı. Klein, Sigmund Freud’un klinik pratiği üzerinde dururken, Anna Freud babasının çocuk gelişimi üzerine kuramsal fikirleri üzerinde odaklandı. Ancak, hem Klein, hem de Anna Freud kendi yöntemlerince ortodoks Freudcular olarak kabul edilebilirler.
1930’larda eklektik okul (İngiliz Okulu) Tavistock Kliniği etrafında kümelenen bir okula dönüştü. Bu okul güvenliğe yönelik birincil gereksinimin önemini vurguluyor ve “çocuğun hayata tamamen çaresiz ve bağımlı başladığını ve anne kaybına her türden dehşet ifadesiyle tepki gösterdiğini” ve bu yüzden “kendiliğinden sevgi ve güvenlik arama eğilimi” olduğunu düşünüyordu. Bowlby anneye yönelik birincil gereksinim düşüncesini belli ki bu bağlamdan almıştır.
Yeni bir kuramsal çerçeve olarak büyük ölçüde etolojiye ve Harlow’un yavru maymunlarla yaptığı ayrılık deneylerine dayanarak 1960’ların başında birkaç makalede anne ayrılığı ve yas konusunu işleyecek olan ve kateksis, libido, çocukluk narsisizmi yerine; bağlanma davranışı, yakınlık arayışı ve evrimsel uygunluk çevresi gibi terimler kullanması diğer psikanalistlerce pek hoş karşılanmayan Bowlby giderek daha çok eklektik okulun taraftarı olurken, Robertson daha ortodoks psikanaliz okulunun bir izleyicisiydi ve Anna Freud’un düşüncelerine bağlanmıştı.
Ailesinin yedi çocuğundan biri olan James Robertson, Glascow yakınlarında yoksul bir İskoç işçi sınıfı ailesinde doğdu. Çocukların ihtiyaç ortaya çıktığında kucaklandığı, rahat ettirildiği ve korunduğu bir ailede büyüdü. Sonuç olarak Robertson “küçük çocukların annelerine ya da onları seven bir başkasına ihtiyaç duyduklarını ve ayrılığın neden olduğu acıya duyarlı olduklarını” biliyordu. 14 yaşından 28 yaşına kadar çelikhanelerde çalıştı. İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde gençliğinden beri bir Quaker (bir Hristiyan mezhebi üyesi) olan Robertson vicdani redçi oldu ve bir alternatif sivil hizmeti yürütmek üzere Londra’ya taşındı. Londra’da ağır bombardımana uğramış olan mahallelerdeki ailelere yardım etti ve çocukların Britanya’nın uzak bölgelerine taşınmasına eşlik etti. Hemen ardından, 1941’de Anna Freud’un Hampstead Wartime Nurseries‘inde eşi Joyce’la birlikte çalışmaya başladı. Eşi, öğrenciydi ve görevi Londra’nın bombalanmasından dolayı ailesini yitirmiş olan çocukların bakımını üstlenmekti. Bu dönemde Anna Freud eğitimleri ya da arkaplanları ne olursa olsun, tüm ekip üyelerinin çocukların davranışlarına dair gözlemlerini kartlar üzerine kaydetmelerini istiyor; bu kartlar daha sonra haftalık grup tartışmalarında kullanılıyordu. Böylece Robertson sahada gözlem yaparken ve haftalık oturumlar sırasında, doğal gözlem konusunda kusursuz bir eğitim görmüş oldu.
James daha sonra 1947’de London School of Economics‘te psikiyatrik sosyal çalışmacı yeterliliği aldı ve psikanalizde eğitime başladı. Aslında James Robertson eğitimini otuzların sonlarında tamamlayan ve yoksul işçi sınıfından gelen, kendi kendini yetiştirmiş bir adamdı. Kendisini akademik olarak geliştirmesine fırsat ve teşvik verdiği için Anna Freud’a minnettarlık duyduğu tahmin edilebilir. Aynı zamanda 1950’lerin ve 1960’ların sınıf bilincine sahip Britanya tıp dünyasında zaman zaman kendisini pek rahat hissetmemiş olması da şaşırtıcı olmayacaktır.
Bowlby’ninse, Robertson’dan çok farklı bir arka planı vardı. Londra’da üst-orta sınıf bir ailede, Mostyn ve Anthony Bowlby’nin altı çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya gelmişti. Babası Kral VII. Edward’ın ailesine, sonra da Kral V. George’a ordinaryus cerrah olarak hizmetle görevlendirilmiş bir askeri cerrahtı. Anthony Bowlby 1923’te şövalyelik nişanı aldı ve Bowlby baronluğu bugüne kadar varlığını sürdürdü. Bowlby sosyal sınıfının çoğu çocuğu gibi, geleneksel bir şekilde büyütüldü. Yetiştirme işini, günde ancak bir kez, çay saatinden sonra 1 saat görebildiği annesinin yerine bir dadı üstlendi. (Çok sevdiği dadısı da 4 yaşında aileyi terk etti!) Babasını ancak ara sıra görebildi. 11 yaşında (wikipedia’ya göre 7 yaşında) Bowlby ağabeyi Tony ile birlikte yatılı okula gönderildi. Bowlby’nin orada iyi anıları olmadı ve daha sonra “o yaşta bir köpeği bile yatılı okula göndermeyeceğini” söyledi. Yatılı okuldan sonra Dartmouth’daki Royal Navy College‘de deniz harp okulu öğrencisi olarak eğitimine başladı, fakat birkaç yıl sonra “toplumu bütün olarak düzelteceği” bir kariyer izlemek istediğine karar verdi. 1920’lerde Cambridge Üniversitesi’nde psikoloji çalıştı ve Londra’da University College Hospital‘den MD (tıp doktoru ünvanı) aldı. 1933’den sonra da Melanie Klein’ın süpervizyonu altında psikanaliz alanında eğitim gördü.
1938’de, psikanalitik eğitimi sırasında, haftada beş kez olmak üzere, kaygılı, hiperaktif bir çocuğu görüyordu. Bir oturum sırasında oğlanda özel bir kaygı hali fark etti. Annesinin üç gün önce onu terk ettiğini öğrendi. Bu önemli bilgiyi anlattığında, Klein ona “Dr. Bowlby, biz gerçeklikle ilgilenmiyoruz, sadece fantaziyle ilgileniyoruz” şeklinde yanıt verdi. 50 yıl sonra Bowlby küçük bir çocuğun kaygısını açıklayıcı etkenler konusunda Klein’la çatışmasını anlatırken, hala öfkesine engel olamıyordu. Klein’ın tepkisi uç bir tepki olmuş olabilir, ama Anna Freud da psikanalistlerin “dünyada olup bitenlerlele değil, onların zihindeki yansımalarıyla” ilgilenmeleri gerektiğine inanıyordu. Nesnel olarak aynı durumun farklı çocuklar tarafından farklı biçimlerde yaşanabileceği kuşkusuz doğru olmakla birlikte, Bowlby de bu nesnel durumlara, örneğin, olguların çoğunluğunda zarar verici olduklarında, daha fazla dikkat gösterilmesi gerektiği kanısındaydı. Bowlby’nin psikanalitik araştırmalar konusundaki eleştirilerine yukarıda değinmiştik. Diğer şeylerin yanısıra, gerçek hayat deneyimlerinin ve ampirik verilerin kullanılması konusundaki uyuşmazlıklar da Bowlby’yi İngiliz (British) psikiyatrisindeki egemen psikanalitik görüşe bilimsel bir meydan okumaya götürdü. Bowlby’nin bundan sonraki kariyeri tek bir tema temelinde gelişecekti: Anne ile bebek arasındaki ilişki ile çocuğun gelişimsel süreci üzerine erken dönemde belirlenen örüntünün etkileri. Şubat 1946’da Bowlby Londra’daki Tavistock Kliniği‘nin ekibine katıldı ve profesyonel kariyerinin kalanını orada geçirdi.
Dolayısıyla, Bowlby’nin Robertson’un küçük çocukların kendilerini güvenilir bir şekilde seven birine ihtiyaç duydukları ve ayrılığın neden olabileceği acıya duyarlı oldukları görüşünü paylaştığı ortadadır, çünkü kendisi de ayrılığın vahim etkilerini kişisel olarak hissetmiş, bunlara tanıklık etmişti. Robertson’dan farklı olarak o kendisini Melanie Klein ve Anna Freud gibi kişilerin ortodoks psikanalitik yaklaşımlarından koparmaya başlamıştı ve giderek daha fazla İngiliz okulunun eklektik yaklaşımına doğru yönelmişti. Gene yetişme biçimi ve eğitimi sayesinde İngiliz tıp ve akademi dünyasında başarıyla işlev görecek donanıma fazlasıyla sahipti. Bu farklılıklar başarılı bir işbirliğini engellemedi, fakat akademik başarıya ve tanınmaya ulaşma şansının çok eşit olmadığını da gösterdi.
Bowlby’nin Tavistock Kliniği‘ndeki görevi Çocuk Departmanı’nı kurmaktı ve üç farklı konuyla ilgileniyordu: “öncelikle… klinik servisleri geliştirmek, ikinci olarak eğitimi geliştirmek… üçüncü olarak da araştırmayı geliştirmek.” Fakat Bowlby istediği araştırma desteğini 1948’e kadar alamadı ve elde ettiği ilk ufak bağış (grant), erken dönem ayrılık ve yoksunluğun etkilerini ampirik olarak incelemek için Sir Halley Stewart Trust‘ten geldi. Bu araştırma için Bowlby bir psikiyatrik sosyal çalışmacı bulmak istedi ve “hastaneye yatırılmış, kurumda kalan ya da başka şekillerde anne babasından ayrılmış olan küçük çocuklara dair gözlemler” yapmak üzere Robertson’u işe aldı.
Belli ki Bowlby, deneyimli bir gözlemci olduğu ve kendisinin “ilgilendiği sorunlar konusunda çok fazla deneyime sahip olduğu için ve başka büyük meziyetlerinden dolayı” Robertson’u işe almıştı. Ancak, Robertson’un çocuk gözlemi alanında Anna Freud’un kendisiyle kapsamlı bir eğitim gördüğünü ve ortodoks Freudcu bir arka plan edindiğini belirtmek gerekir. Anna Freud’a ve Bowlby’nin artık paylaşmadığı Freudcu psikanalitik düşüncelere sadıktı ve sadık kalmaya devam etti. Bowlby kendisi Anna Freud’la ilişkisini şöyle nitelemişti: “çok tuhaf, çünkü pratik tüm konularda tam olarak uyuşuyoruz; ayrılık üzerine tüm çalışmalara büyük değer verdi. Fakat kuram konuşmaya başladığımızda, düşüncelerimden hiç hoşlanmıyor.” Robertson Anna Freud’un görüşlerini paylaştığından, bu tanımlama Bowlby ile Robertson arasındaki ilişkinin de güzel bir tanımı olabilir: pratik meselelerde uyuşma, fakat yorumlarında uzlaşamama.
Gene de farklı toplumsal arka planlarına ve farklı (psikanalitik) bakış açılarına rağmen, Robertson ile Bowlby arasındaki işbirliği son derece başarılı olacaktı, çalışmalarının ilk meyveleri 1950’lerin başlarında görünmeye başladı. Robertson 1948 Şubat’ında Tavistock Kliniği‘nde çalışmaya başladığı zaman görevi “küçük çocukların annelerinden ayrıldıkları yerlere” gitmek ve “onların davranışları üzerine ilk elden gözlemlerini Dr. Bowlby ve meslektaşlarına geri getirmek”ti. Robertson’un gözlemleri Bowlby’nin “sanatoryum projesi” denen projesinin bir parçasıydı; hastaneye ya da bakım yurduna kabul edilmiş olan 1 ila 3 yaşındaki çocukları izlemek üzerine tasarlanmış bir projeydi bu. Robertson ve Bowlby, Robertson’un gözlemlerinin sonuçlarını küçük çocukların anneden ayrılmaya tepkileri üzerine etkileyici bir makalede yayımladılar ve anneden ayrılmaya yanıt olarak üç evreli tipik bir düzen betimlediler: protesto, umutsuzluk ve inkar. Aynı yıl Robertson (1952) A Two-Year-Old Goes to Hospital adlı etkileyici filmini çıkardı; film erken ayrılığın sonuçlarını dramatik bir şekilde gösteriyordu.
Robertson 1948’de gözlemlerine başladıktan hemen sonra “hayatının en büyük şokunu yaşamıştı.” Ona göre en başından beri çocuk koğuşlarında gözlemlediği çocuklar sıkıntı içindeydiler, fakat doktorların ve hemşirelerin de küçük hastalarının kötüleşen duygusal durumlarını görmeye isteksiz oldukları apaçık ortadaydı. Robertson “bağırıp çağıran çocukların yatışıp şikayet etmez hale gelene kadar uyumsuz olarak görülmelerinden” şaşkınlığa uğramıştı. Hastane ekibinin onun açık bir şekilde gördüğü şeyleri neden göremediğini ya da görmek istemediğini anlayamıyordu. Çocukları yıllarca hastanede gözlemledikten sonra 18-24 ay civarında annelerinin bakımından uzak kalan ve “kişisiz” bir ortamda bakım gören çocuklar için nispeten tipik olduğu görülen belli bir tepki dizisi belirlemişti.
Robertson ve Bowlby yayınlarında ilk kez çocuğun “üç evreli bir duygusal tepki sürecinden geçiş biçimini” kaydettiler. İlk protesto evresinde kaygılı çocuk annesine güçlü bir gereksinim duyar ve onun yanıt vereceği beklentisiyle ağlar. Tanımadığı bir çevrede çocuğun kafası karışmış ve korkmuştur ve “sınırlı kaynaklarının hepsini harcayarak onu yeniden ele geçirmeye çalışır”. Bu evreyi tedrici bir şekilde ikinci umutsuzluk devresi izler, bu evre çocuğun umutsuzluğunun giderek artmasıyla karakterizedir. Artık annesini aktif bir şekilde aramamaktadır ve ağlaması “tekdüze ve aralıklıdır.” Hemşireler ve doktorlar bu dingin evreyi “yanlış bir şekilde, sıkıntının azalmasının göstergesi olarak düşünürler.” Üçüncü ve son inkar evresinde çocuk çevreye daha fazla ilgi göstermeye başlar ve bu “ekip tarafından bir iyileşme işareti olarak sevinçle karşılanır”; fakat görünürdeki bu iyileşme sadece çocuğun bir başa çıkma yoludur.
Geriye dönüp bakıldığında, Robertson Tavistock Kliniği‘ndeki meslektaşları raporlarına ilgi gösterse de, bunların gerçek anlamını kavrayanın sadece kendisi olduğu, çünkü “pediatrik durumun insanlıkdışılığıyla her gün kendisinin karşılaştığı” kanısındaydı. Acil olarak “pediatriyi insanileştirmesi” gerektiğini düşünüyor ve sıkıntı içindeki “küçük bir hastayı nesnel olarak betimlemek için doğru sözcükler” bulma olasılığından kuşku duyuyordu. Bu yüzden, sonunda küçük bir çocuğun hastanedeki kısa kalış süresini filme almaya karar verdi ve A Two-Year-Old böyle ortaya çıktı.
Robertson ve Bowlby’nin, Robertson’un gözlemlerine dayanan, çocukların ayrılığa karşı tepkileri üzerine ortak makalesi epey ses getirdi. Ancak, makalede dile getirilen fikirler bağlanma kuramıyla o kadar iç içe geçti ki, Bowlby her ne kadar bu evrelerle bağlantılı olarak her zaman Robertson’dan alıntı yapıp onun katkısını kabul etse de, bunlardan dolayı takdiri Bowlby kazandı. Robertson bu yüzden daha sonra bilimsel öncelik iddiasında bulunarak “Dr. Bowlby’nin daha sonra yazılarında üstüne aldığı” tepki dizisini kendisinin formüle ettiğini belirtecekti. Bu büyük bilimsel gözlemin birincil olarak Bowlby’ye atfedilmesi bu tür hisleri anlaşılır kılacaktı.
Robertson hastane koğuşlarında eriyip giden çocukları birkaç yıl gözlemledikten sonra psikanalitik, pediatrik ve psikiyatrik çevrelere sunumları sırasında karşılaştığı sonsuz dirençlerden “o kadar çileden çıkmış bir hale gelmişti” ki, Bowlby’ye “onlara göstermek için bir film yapacağını” söyledi. Kimsenin daha sonra taraflı bir sunum nedeniyle Robertson’u suçlamaması için filmin dikkatli bir şekilde planlanmasında ısrar eden Bowlby oldu: Diğer şeylerin yanısıra, filmdeki çocuk rastgele seçildi ve zaman örnekleminin gerçekleştiğini göstermek için her zaman bir saat görünür hale getirildi. 1952 Ağustos’unda Robertson minimal eğitimle, minimal kaynakla ve yapay ışıklandırma olmaksızın, Bell and Howell 16 mm’lik bir el kamerasıyla dokunaklı bir film çekti: A Two-Year-Old Goes to Hospital. Filmin kahramanı Laura bir göbek fıtığı operasyonu için hastaneye yatırılan son derece sakin bir kız çocuğudur. Film onu dokuz gün boyunca izler. Laura büyüleyici küçük bir kızken, sessiz ve tepkisiz bir çocuğa dönüşür. Film son derece tartışmalıydı, fakat hastanelerdeki çocukların bakımı üzerine çok büyük bir etkisi oldu.
Birkaç yıl sonra Robertson ilkine ters bir filmle devam etti: Going to Hospital with Mother. Bu kez 2 yaşındaki Sally göbek fıtığından ameliyat edilmek üzere hastaneye yatırılmıştı, fakat annesiyle birlikte. Bu filmle Robertson “bu yaşta bir çocuk için önemli olanın annenin varlığı ya da yokluğu olduğunu” gösterdi, çünkü “hiçbir zaman Sally, Laura gibi refakatçisi olmayan küçük hastalarda sık görülen bir huysuzluk ve içe kapanma işareti göstermemektedir.” Etkili tıp dergisi Lancet’in editörleri filmle ilgili bir tartışmada “en kuşkucu izleyicilerin bile bu ikinci filmden etkilenmekten kendilerini alamayacaklarını” belirtti.
O halde 1950 sonlarına kadar Robertson ve Bowlby “birlikte hastanedeki hasta çocuklara daha nazik bir yaklaşımı öneren” samimi ortaklardı. Ancak, farklı kuramsal bakış açılarının öne çıkması ve işbirliklerini olumsuz bir şekilde etkilemesi de bu dönemde başladı.
Geriye bakıldığında Robertson, Bowlby’nin yas ve üzüntü üzerine makalesini “olanları Bowlby ile farklı bir şekilde görmeye başladıkları nokta” olarak görüyordu. O makalede büyük ölçüde Robertson’un gözlemlerine dayanan Bowlby, çok küçük çocukların bile annelerinin yokluğunun yasını tuttuklarını, bu üzüntülerinin uzun süreli olabileceğini ve bu sürece dair psikanalitik açıklamaların çok yararlı olmadığını savunuyordu. Çocuğun üzüntüsünün süresi konusunda bu yasın “kısa süreli.. otuz altı ila kırk sekiz saat” olduğunu söyleyen Burlingham ve Freud’dan alıntı yapmıştı. Bowlby’nin düşüncesine göre, bunun doğru olmadığı ortadaydı. Kurama gelince… Bowlby, Anna Freud ve Rene Spitz gibi araştırmacıların annelerini yitiren çocukların tepkilerini ilk kez betimlediklerini kabul ediyor, fakat “yeni gözlemleri varolan kuramların, özellikle de primer narsisizm ve birincil bedensel ihtiyaçlarla ilgili bir çerçeve içine sıkıştırmaları”ndan şikayet ediyordu. Bowlby Fairbairn, Klein, Spitz ve Winnicott gibi psikanalistlerin kuramlarını kapsamlı bir şekilde tartıştı ve kanaatine göre çocukların üzüntüsünün “göğüslerin kaybı”ndan değil, bütün kişinin kaybından kaynaklandığını ve “çocukluk narsisizmi”, “oral sadizm”, vb. kavramların anlayışımıza pek bir katkılarının olmadığını ortaya koydu. Elbette bu görüş psikanaliz içindeki eklektik okul tarafından çocuğun birincil güvenlik gereksinimine dair ileri sürülen ve ortodoks okula karşı yönelen fikirlerle uyum içindeydi. Bowlby’nin kendi görüşünün içinde etolojik terimler yatıyordu; “bağlanma davranışına aracılık eden tepkilerin her aktive oluşunda ve anne figürünün ortada olmadığı her durumda, çocukta yas ve üzüntünün ortaya çıktığını” iddia ediyordu.
Bu sonuç ve Bowlby’nin tüm savı doğal olarak (ortodoks) psikanalistler için lanetlenmiş şeylerdi. Dahası Bowlby, Anna Freud gibi eski meslektaşlarını açıkça eleştirmiş, önyargılı fikirlerle kuram oluşturma kusurları olduğunu iddia etmişti. Bu durum Anna Freud tarafından eğitilmiş olan ve kendisini onun “sadık evladı” olarak gören Robertson’u zor durumda bıraktı. Çok daha sonra Robertson Bowlby’nin sonuçlarını “fazla genelleştirme”den başka bir şey olarak görmediğini söyleyecekti, fakat o sırada herhangi bir eleştiri seslendirip seslendirmediğini bilmiyoruz. Ancak, başkaları yaptılar: Bowlby’nin makalesine 40 sayfaya ulaşan ve en az üç eleştirel yanıt geldi. Eleştirmenlerin tümü Bowlby’nin temel psikanalitik kavramları yanlış yorumlamış olduğu konusunda hemfikirdi. Bugün de bazı psikanalistler tarafından yinelenen bir savdır bu.
Anna Freud çok yatıştırıcı bir tutum takındı; kendi ekibi ile Bowlby’ninkinin “her iki ekibin de değerli ve önemli bir üyesi olan James Robertson” tarafından toplanan olgular üzerinde temelde uzlaştıklarını vurguladı. Ancak, “analist olarak… olduğu şekliyle dış dünyada olan bitenlerle değil, onların zihindeki yansımalarıyla uğraştıkları” ve Bowlby’nin psikanalitik kavramsal çerçeveyi tamamen yanlış anlamış olduğu gözleminde bulundu. Annelerinden ayrılmış küçük çocukların ikame bir anne tarafından bakıldıklarında çok daha az üzüntü gösterdikleri ya da hiç göstermedikleri ve Bowlby’nin ayrılık üzerine bu üzüntünün kaçınılmaz olduğu varsayımının kanıtlanmamış olduğu kanısındaydı.
Sigmund Freud’un eski hekimi olan Schur, Bowlby’nin söz konusu makalesini tümüyle görmezden geldi ve Bowlby’nin önceki makalelerini etolojik kavramların uygunsuz ve yetersiz kullanılmasıyla eleştirdi. Bowlby’nin “psikanalizin… temel kavramlarına hiç uymayan” kavramlar ileri sürmesinden yakındı ve “Bowlby’nin neden kendisini psikanalizin en temel kavramları ve formülasyonlarının bir bölümünü az ya da çok yeniden kurmak zorunda hissettiğini” sorguladı.
Üçüncü ve son yanıtta, Spitz, Bowlby’nin “anne figürünün kaybının… çocuk tarafından üzüntüyle karşılandığı” konusunda onunla hemfikirdi, fakat “Bowlby’nin yaklaşımıyla kendisininki arasındaki temel bir farklılığa” dikkati çekti. Spitz’e göre Bowlby bulgularını yanlış yorumlamıştı ve “altı aylık çocuklar ile üç ila dört yaşlarındaki çocuklar arasında varolduğu belli olan aşikar gelişimsel düzey farkları”nı görememişti. Kuramsal düzeyde, Anna Freud gibi Spitz de Bowlby’yi sadece betimleyici terimler kullanmak ve kendisini çocukların tepkilerini tartışırken davranışsal düzeyle sınırlamakla suçladı. Böyle yaparak Bowlby “epey bir süredir psikanalitik kuramın köşe taşları olarak kabul edilmiş olan yapısal ve dinamik bakış açılarını” dikkate almamıştı. Bowlby’nin arkadaşı ve meslektaşı Winnicott bile onun düşüncelerinden bir miktar dehşete düşmüştü. Winnicott aslında Bowlby’nin British Psychoanalytic Society‘ye kabulüne karşı çıkan birçok kişiden biriydi. Her ne kadar Bowlby amacının sadece “psikanalizi etolojik kavramlar ışığında yeniden yazmak” olduğunu savunduysa da, düşünceleri genel olarak (ortodoks) Freudcu kurama bir tehdit olarak görüldü.
Özetle, Bowlby’nin makalelerinin psikanalitik meslektaşları tarafından eleştirisi başlıca üç temeldeydi: 1) çocukların davranışlarına yönelik (metapsikolojik yerine) betimleyici yaklaşımı, 2) (iç dünya yerine) çevrenin rolüne verdiği önem ve 3) çok uzun bir süredir ortalıkta olan ve psikanalitik kuramın temellerini oluşturan (çocukluk narsisizmi, oral sadizm gibi) kavramları zayıflatması.
Bowlby’nin makalesinin ardından bu kırk sayfalık eleştirinin gelmesi çarpıcıydı, ama daha da çarpıcı olan, Bowlby’nin önceden haberdar edilmemesi ve aynı sayıda yanıt verme şansının tanınmamasıydı. Bu “Freudcu saldırı”yı kimin planladığı konusunda kesinlik yoktur, fakat iyi hazırlanmış olduğu açıktır. Bowlby’nin olayların bu şekilde seyretmesinden memnun olmaması şaşırtıcı olmayacaktır ve aslında çok daha sonra bağlanma kuramı tarihçisi Inge Bretherton’la özel bir konuşmada derinden yaralandığını itiraf etti. Üstelik, Bowlby bu kombine ataktan kimin sorumlu olduğunu bildiğini iddia etti, fakat kimliğini açıklamayı reddetti. Bretherton onun Robertson olduğundan kuşkulanır; Bowlby’nin kendisinin ve Anna Freud’un fikirlerine karşı çıkmak için verilerini kullanmasından rahatsız olmuştur.
Robertson’un bu olaylardaki rolü konusunda ancak spekülasyon yapılabilirse de, onun ve Joyce’un Anna Freud’un fikirlerini paylaştıkları açık gibi görünmektedir. Aslında sonraki araştırma projeleri de Anna Freud’un iddialarını destekleme çabası olarak görülebilir ve iki adam arasındaki ayrılığın büyümesini ateşlemiş olabilir. Young Children in Brief Separation adlı bu projede Robertsonlar anneden ayrılığın etkisinin, eğer ayrılık sırasında çocuğa iyi bir vekil bakım sağlanırsa, daha az derin olacağını göstermek istediler.
Robertsonlar 1964’ten itibaren yeni projeye başladılar ve “anneden on günlük bir ayrılığın sağlıklı küçük çocukların davranışları üzerine etkilerine daha yakından bakarak konuyu aydınlatmaya çalış”tılar. Robertson proje için (17 ila 29 ay arasındaki) beş çocuğu annelerinden ayrılıkları sırada filme aldı. Annelerin o sırada uzun süreli bir hastaneye yatışın zorunlu göründüğü ikinci bir çocukları da vardı. Joyce Robertson bir süt anne gibi davrandı ve çocuklara en uygun düzeyde ikame bakım verdi. John adlı çocuk için bu destek mevcut değildi ve o bir bakım yurduna gönderilmişti. Çalışmanın sonuçları süt anne bakımındaki çocukların John’dan çok daha az sıkıntı çektiklerini gösteriyordu. John filminin özellikle tıp mesleği üzerinde epey etkisi oldu; Lancet’in editörleri filmin “bir dönüm noktası” olduğunu, “A Two-Year-Old‘un pediatri için yaptığını John’un muhtemelen bakım yurtları için yapacağını” belirttiler. Robertsonlar’ın yorumu, süt anne bakımı verilen çocukların gösterdikleri tepkilerin sürekli kurumda kalan çocuklardan nitel olarak farklı ve Bowlby’nin ayrılığın sonuçlarına dair varsayımlarının yanlış olduğuydu.
Üzüntü ve yas üzerine daha önceki birkaç kopukluktan sonra Young Children in Brief Separation‘un finanse edilmesi bir başka engel oluşturdu. Bowlby “[projeye] [Robertsonlar’ın] istediği kadar duyarlı değil”di. Başlangıçta fonları bulunsa da, daha sonra bütçe dengesi bozuldu, bu da Robertson’un girişimini erken sonlandırmakla tehdit ediyordu. Elbette öneri Bowlby’nin projeden parasını çekmesiydi, çünkü onun yanlış olduğunu kanıtlamayı tasarladıklarını hissetmişti. Robertson’un konuyla ilgili kırgınlığı Bowlby’ye mektuplarda hala yankılanıyordu:
Temel güçlük senin mevcut projeye başından beri duyduğun antipatiydi.
***
Neredeyse projemiz 1964’te başladığından beri onun bilimsel değerine dair tutumun açıkça küçümseyiciydi. Devam edebilecek ve böylece özgün çalışmamızı daha da geliştirecek bir işbirliği sürmedi, çünkü sen böyle olmasını istemedin.
Bowlby Robertson’a yanıt mektubunda “son yılların olaylarını farklı bir perspektiften” gördüğünü söyledi. 1962-1963’te Medical Research Council‘den mali destek alamadığını ve “çok zor bir sorunla karşı karşıya olduğunu” ileri sürüyordu. Robertson’a “kaynakların çok büyük bölümünü kullanma hakkı verilmişti, fakat Bowlby diğer projeler ve diğer insanlar için de dengenin korunması gerektiğinde” ısrarcıydı. Bowlby tüm bunlarda “sorumlu ve adil bir şekilde hareket etmeye çalıştığını” söylüyordu, fakat ona göre Robertson “bazen… geleceği konusunda kaygının o kadar esiri olmuştu ki, başka hiç şeyin ağırlığı kalmamıştı.”
Notlarını yeniden okumak… farklılıklarımızın bilimsel olmaktan çok daha fazla kişisel düzeyde olduğunu inanmama yol açtı. Şimdi gecikerek de olsa anlıyorum ki senin ve Joyce’un 1963’te başlattığınız projeye karşı tutumum ikinizi de çok derinden yaraladı ve bugünkü uçuruma neden oldu.
Bowlby uzun bir süre James ve Joyce Robertson’la ilişkisinin düzeleceğini umdu. İlk mektup alışverişlerinden sonra meslektaşı Heinicke’ye “olup bitenlerin yatışmış olduğu izlenimi”nde olduğunu yazdı. Fakat Robertson’un sonraki bir reddinin ardından “Jimmy’nin (Robertson) barış yapmamaya kararlı göründüğü” sonucuna vardı.
Böylece, 1960’ların başlarında ortaya çıkan görüş farklılıkları 1971’in sonuna doğru karşılıklı anlayışsızlık ve kırgınlıkla sonuçlanmıştı. Bowlby’nin Robertson’dan bir mektup aldığı 1971 Haziran’ında çatışma kamuoyuna mal olmamışsa da, iyice görünür hale gelmişti. Bu mektupta Robertson Bowlby’nin kendi verilerini sunuş biçimine itiraz ediyordu.
Başlıca yayınlarında bugüne kadar küçük çocuklardaki yas ve üzüntüye dair kuramlaştırmanın temel olarak benim gözlemlerinden kaynaklandığını nezaketle kabul ettin. Bu kimi zaman erken ayrılığa tepkiler konusunda senin kuramsal görüşlerini paylaştığım şeklinde anlaşıldı ve belki bir süre sen de bu kanıdaydın. Fakat artık senin için de açık olmalı ki benim erken kurumsallaşmayla ilgili verilerimi kullanma biçimin konusunda uzun süredir çekincelerim vardı ve çekincelerim mevcut projemiz Young Children in Brief Separation‘un bulgularıyla güçlendi. Bu yüzden gelecek yayınlarda erken verilere göndermede bulunurken onlar üzerinde yaptığın kuramsallaştırmalara katılmadığımı açıklarsan memnun olurum. Bu beni bazı sıkıntılardan kurtaracaktır.
Robertson’un, epey bir süredir ayrılıkla ilgili topladığı verilerin Bowlby tarafından yorumlanma biçimine karşı eleştirel bir tutum takındığı açıktır. Fakat Bowlby yanıt verirken bundan tamamen habersizmiş gibidir; onun biraz soğuk kişiliğiyle uyumlu bir şeydir bu.
Kimseye uzlaşmadığımız konularda hemfikirmişiz gibi izlenim vermek istemesem de, aynı şekilde açık bir şekilde uzlaşmaz olmadıkça insanlara uzlaşmıyoruz izlenimi de vermek istemem. Bana öyle geliyor ki son yıllarda görüşlerimizin bizi nereye getirdiğini açıklamaya zaman ayırmamız gerekiyor. Kuşkusuz ikimiz de bazı bakımlardan değiştik, fakat benim izlenimim değişikliklerin genellikle aynı doğrultuda olduğudur… Son çalışmanız beni çok etkiledi elbette. Öğrencilerin ve diğer insanların ikimize atfedebilecekleri şeyleri kullanırken çok daha dikkatli olmam gerektiğini düşünüyorum. Bu bir takım nedenlerle yanıltıcı olabilir, ister yazdığımız bir şey olsun, isterse söylediğimiz, isterse bugün gözden geçirmek isteyebileceğimiz bir yayından kaynaklansın. Senin uyuşmadığın hangi görüşleri bana atfediyor olduklarını bilseydim, bana yardımı olurdu. Bana bildirebilir misin?
Robertson yanıtında “görüş farklılıklarının son yıllardaki ilgili yayınlarda görünür olduğunu” ve “bu yüzden [Bowlby’nin] ayrılığa işaret eden konuları hiç hatırlayamamasının tuhaf” olduğunu tekrar vurguladı. Robertson eski verilerini kullanmaya devam ettiği, ama “davranışları onun kuramlaştırmasına uygun düşmeyen Jane ve Kate’i görmezden geldiği” için Bowlby’yi kınadı.
O halde Robertson açısından görüş farkları nelerdi? Aynı mektupta Young Children in Brief Separation‘un bulgularının Bowlby’nin “protesto, umutsuzluk ve kopmanın (detachment) per se (tek başına) anneden ayrılmaya karşı alışıldık tepkiler oldukları” ve “altı aydan itibaren çocukların ayrılığa benzer biçimde tepki gösterdikleri… ve bunun içerik ve biçim bakımından yasa karşı erişkinlerin yaşadığı tepkilerin benzeri oldukları” iddiasını desteklemediği görüşünü savunuyordu. Robertson geri dönerek 1960’ların başlarında Anna Freud ile Bowlby arasındaki tartışmanın ana konusuna açıkça göndermede bulunuyordu. O da Anna Freud’la birlikte protesto, umutsuzluk ve kopmanın anneden ayrılığa karşı kaçınılmaz reaksiyonlar olmadıklarına ve daha küçük çocukların kelimenin erişkin anlamında yas tutamayacaklarına inanıyordu.
Geriye dönüp bakıldığında Bowlby’nin Robertson’un mektuplarına gösterdiği reaksiyonun talihsiz olduğu ve sadece Robertson’un öfkesini ve kırgınlığını artırdığı görülebilir. Yazışmaları boyunca Bowlby’nin tutumu büyük kuramsal uyuşmazlıkları inkar etmek ve varolan yanlış anlayışların bir fincan çayla çözülebileceklerini öne sürmekti. Hatta Bowlby protesto, umutsuzluk ve kopma reaksiyonlarının kaçınılmaz olduğunu her zaman iddia ettiğini kabul etmedi. Robertson yanıtında “kuramsal bir çerçeveyi paylaşmadığımız artık birçok insan için ortada, ama öyle görünüyor ki sizin için değil” diye yazdı ve Bowlby’nin kendi çerçevesine uygun düşmedikleri için son filmlerini görmezden geldiği suçlamasını yineledi. Bowlby izleyen mektuplarında gene büyük kuramsal uyuşmazlıklar görmediğini ve farklılıklarının kişisel bir düzeyde olduğunu vurguladı. Bu tutum, öyle görünüyor ki, mektuplarında artık giderek daha açık ve talepkar olan Robertson’u öfkeden küplere bindirdi. 20 Aralık 1971’de Bowlby’ye “her zaman olumsuz davranışlarınızın farkında olmama ve güç ve manipülasyon kullanımınızı ortak yarar olarak akılcılaştırma eğilimindesiniz” diye yazdı. 7 Şubat 1972’de de alaycı biçimde ekledi:
Kuşkusuz yeni kitabınız için didik didik edeceğiniz bu zengin yeni Robertson verileri kaynağının, filmlerin yanısıra, masanıza getirilmiş olmasından dolayı talihli olduğunuzu düşünüyoruz. Ancak belli ki burada bir ikilem var. Joyce ve benim seçerek yanlış sunabileceğimizi düşünüyorsanız, verilerimize nasıl güvenebilirsiniz?
Robertson, eğer Bowlby küçümseyici ifadelerini ortaya dökerse, eşiyle birlikte “gerekli olan her türlü şikayette bulunacağı”nı da ekledi. Artık Bowlby’nin kendisinin yeni bulgularına dayanarak görüşlerini değiştirmesinde ve halkın önünde Robertson’a kuramsal borcunu kabul etmesinde ısrar ediyordu.
Mektuplarda (esas olarak Robertson’a ait) giderek artan düşmanca tona rağmen, iki adam, diğer kişinin görüşlerini sundukları her seferinde taslakları birbirlerine göndermekte uzlaştılar. Ancak, Bowlby üçlemesinin (Attachment Trilogy şu ciltlerden oluşur: 1. cilt Attachment [Bağlanma], 2. cilt Separation [Ayrılık] ve 3. cilt Loss [Kayıp]) ikinci cildinin 1. Bölümü’nü Robertson’a gönderdiğinde, ikincisi neredeyse patladı. “Koltuğunuzun bakış açısından… bizim çocuklarla doğrudan ve sürekli çalıştığımız konuları siz göremezdiniz!” Robertson Bowlby’nin görüşlerini kendi verilerine dayanarak önemli ölçüde değiştirdiğini de kaydetti. Bunun metinde kabul edilmesini ve kendi görüşlerinin adil bir şekilde sunulmasını talep etti. Eğer Bowlby bu isteğe uymayacak olursa, “ne kadar üzücü de olsa, Joyce ile birlikte bu konuyla uğraşmak için başka yollar bulması zorunlu olacaktı.”
Bowlby Robertson’un eleştirilerini kabul etmediği, ama “çalışmalarını doğru ve adil bir şekilde sunmaya hala hazır” olduğu yanıtını verdi. Metninin önemli değişiklikler içeren yeni taslaklarını ekleyerek gönderdi. Bu bölümün basılı halinde Robertson’un vekil anne bakımıyla ilgili verilerini kapsamlı bir şekilde tartıştı, fakat gene de şu sonuca vardı: “bir çocuk ya da erişkinin güvenlik, kaygı ya da sıkıntı durumunda olup olmadığı büyük ölçüde temel bağlanma figürünün ulaşılabilirliği ve duyarlılığı tarafından belirlenir.” Bu sonucun Attachment‘ın 2. Bölümü’ndeki sonuçtan temelde bir farkı yoktu.
O halde, çok muhtemeldir ki Bowlby’nin bu bölümünün yeni versiyonu Robertsonları tümüyle tatmin etmemiştir ve bu, yazışmanın neden bu noktada sona erdiğini de açıklayacaktır. Gene de Robertson’un elde ettiği şey, Bowlby’nin uyuşmazlıklarından yazılı olarak söz etmeye artık kendini zorunlu hissetmesidir. Bowlby artık “Robertsonlar’ın kuramsal konumları, özellikle erken çocuklukta yas ve üzüntü konusunda benim benimsediğim konumla ters düşüyor” diye kabul etti, ama “kuram konusunda Robertsonlar ile benim aramda ne tür farklılıklar olursa olsun, pratikte farkımız yok” diye de aceleyle vurguladı.
Toparlarsak, James Robertson ile John Bowlby arasındaki işbirliği genellikle sanılandan çok daha karmaşık ve rahatsızlık vericidir. Başlangıçta işbirlikleri yakın ve uyumluydu: savaş zamanında küçük çocukların savaştan uzaklaştırılması üzerine aynı görüşleri paylaşıyorlardı. Ayrıca, ikisi de hastanedeki küçük çocukların kaderini iyileştirmek için yoğun bir mücadele verdi. 1950’lerin sonuna kadarki erken dönem ortaklıkları anneden ayrılmanın etkileri üzerine birçok yayın, bu görüşleri destekleyen filmler ve ayrılığa karşı tepkiler dizisi üzerine gerçekten önemli bir formülasyon (protesto, umutsuzluk ve inkar ya da kopma) ile sonuçlandı. Bu ortak çalışma (gelişimsel) psikoloji alanında çok etkili oldu, hala da etkilidir.
Ancak, 1960’da bir dönüm noktasına ulaşıldı: Bowlby o zamanlar Anna Freud’un fikirlerini eleştiriyor, 1) protesto, umutsuzluk ve kopmanın tek başına anneden ayrılmaya alışıldık tepkiler olduğunu ve 2) altı aydan itibaren çocukların erişkinler gibi üzülüp yas tutma yetenekleri olduğunu belirtiyordu. Bowlby ile Anna Freud arasındaki bu farklılık, Freud’un konumuyla özdeşleşen Robertsonlar ile Bowlby arasında bir çatlağa neden oldu. Bowlby’nin yas ve üzüntüye dair makalesi The Psychoanalytic Study of the Child‘da yayımlandığında, makalesine üç tane yıkıcı yorumu görünce şaşkınlığa uğradı.
Bu tartışmalı olaydan sonra kuramsal farklılıklar ve kişisel gerilimler artmış gibi görünüyor. Robertson’un patronu olarak Bowlby Robertsonlar’ın yeni araştırma projesine fon bulmakta isteksiz olmuş olabilir, onun yanlışlığını kanıtlamak üzere tasarlanmış gibi görünen bir projeydi bu. Robertson ise, protesto, umutsuzluk ve inkardan oluşan üç evrenin keşfinden dolayı sırf Bowlby’nin takdir görmesinden giderek artan bir üzüntü duymuş olabilir. Bowlby ile son yazışmasında verilerini kullanmasından çok üzgündü ve Bowlby’yi koltuğunda oturup spekülasyon yapmakla suçluyordu. Mektupları okurken Robertson’un salt bir veri toplayıcısı olarak değil, kendince bir kuramcı olarak da değer görmek istediği hissedilir. Bowlby’nin sürekli olarak herhangi bir kuramsal uyuşmazlığı inkar etmesi, bu hissi güçlendirmiş olabilir. Toplumsal arka planlarındaki farklılık da olumsuz bir rol oynamış olabilir, her ne kadar bu elbette sadece bir spekülasyon olsa da.
Ne olursa olsun, işin aslı şu ki, tartışmaları 1970’lerin başında zirveye ulaştı: Robertson Bowlby’nin benzer kuramsal görüşleri savundukları izlenimi vermemesini istediği bir yazışma başlattı. Bowlby onu yatıştırmaya çalıştı; ortak bir dava uğruna savaştıklarını ileri sürdü, ama nafile. Ondan sonra ikisinin arası açıldı. Robertson ile Bowlby arasındaki husumet hayatlarının sonuna kadar, hatta daha da uzun sürdü. Bu husumet o kadar ileri gitti ki, Mary Ainsworth 1990’da Bowlby’nin cenazesinde bir anma konuşması yapacakken Joyce Robertson açıkça kocası James’den bahsetmemesini istedi.
Tartışma
Yorumlar kapatıldı.