“Gerçeklik ile bizim gerçeklik hakkında düşünüp söylediklerimiz arasında büyük bir boşluk vardır. (…) Bilgelik, zihnin gerçekliği yalnızca temsil ettiğini, gerçek olanla değil, sözcük-imgelerle çalıştığını ve hiçbir insanın gerçek olanı bilemeyeceğini kavrayarak başlar.” (Kovel, Tarih ve Tin)
Uzağı görme, kehanet, telepati, falcılık gibi parapsikoloji konularının akıldışı (irrational) oldukları tartışma götürmez. Ancak, aklı (ve bilimi) bugünkü dar sınırları içine hapsetmenin, Kovel’i izleyerek söylersem, akli-olmayan (non-rational) ile akıldışı-olan (irrational) arasındaki sınırları bulanıklaştırarak “dünyanın büyüsünü yitirmesine” büyük ölçüde katkıda bulunduğunu, oysa her alanda, örneğin, ezilenleri özgürleştirmeyi gündemine alan her sosyolojide ve psikolojide, bu eksikliği giderilmiş bir tinsellik hareketinin hepimiz için geleceğe dönük umutları yeniden besleyeceğini düşünüyorum. Bu yazıda, böylesine devasa bir işe kalkışmayacağım elbette. Sadece, psikolojinin iki büyük figürü (Freud ve Jung) üzerinden akıl ve akıl-dışı diyalektiğinin tarihsel bir örneğini kısaca öyküleştirmeye çalışacağım. Başlamadan önce, yanlış anlamaları önlemek için, tin (spirit) derken, orada, ötede, öbür tarafta, öylece bizi bekleyen, dünya-dışı, mistik, sabit bir “şey”den çok, Kovelci anlamda “diyalektiğin hareketinde ve doğanın özgürleşmesiyle ilişkili olarak tarihsel kopuşların (tahakkümlerin) aşılması sürecinde ortaya çıkan” bir “şey”i kastettiğimi belirteyim. Buradaki tahakküm ilişkisi, Kovel’e göre, “doğanın yenilgiye uğratılışı, kutsal olanın kaybedilişi ve bütünün birbirinden kopmuş parçalara ayrılışı” ile birlikte ortaya çıkmıştır. O halde, anladığım kadarıyla, özgürleşme de, doğayla organik bütünlüğün yeniden kurulması, kutsallığın hayatın içine alınması ve bütüne yönelme, onu sezmeye, anlamaya, bilmeye çalışma çabası olacaktır.

Tartışma
Yorumlar kapatıldı.