//
Arşiv

Archive for

Psikiyatrik Hastalıkların Kriminalizasyonu

Psikiyatrik rahatsızlıkların kriminalize edilmesinin arkasında ne var?

Fiziksel dünya gibi toplumsal hayatın, kültürün de kendine özgü işleyiş kuralları vardır. Örneğin, ilişkilerde yaşadığınız herhangi bir duygusal sorunu görmezden gelirseniz ve bu görmezden gelme tavrı alışkanlığa dönüşürse, o sorun kendini bir şekilde, ama bu kez semptom olarak gösterir. Toplumlar ve onların yöneticileri de sorunları analiz edemeyebilir ya da sınıfsal, politik çıkarlarından dolayı görmezden gelebilirler. Nasıl ki çözülmeyen bireysel sorunlar insanın karşısına semptom olarak çıkıyorsa, göz ardı edilen toplumsal sorunların da kendilerini gösterme biçimleri, yani, semptomları vardır.

Ancak, insan çoğu zaman kendi çıkarları, kendine özgü bakış açısı, bulunduğu bağlam, hayat dönemi, psikolojik yapılanması, vb. nedenlerle kendini en azından bir süre kolayca kandırmaya yatkın bir türdür. Toplumlar da öyle. Buna uygun olarak, yüzyıllardır insanlar yaşadıkları fakat anlayamadıkları sorunları yine bilmedikleri, tanımadıkları başka güçlere, başka insanlara, özellikle başka gruplara yükleme eğiliminde olmuşlardır. Bunlar bazen komşu kabile, bazen cadılar, bazen komünistler, vs. olabilir. Toplumun kendi gelişim evresinin, kendi işleyiş dinamiklerinin sonucu olarak ortaya çıkan bu yansıtmacı savunma biçimi, yönetenler tarafından da kullanılmaya elverişlidir ve nitekim çeşitli dönemlerde başarıyla kullanılmıştır da. Örneğin, Selanik’te Atatürk’ün evine adam gönderip bombalattıktan sonra İstanbul’da insanları kışkırtıp azınlıkların üzerinde saldırtmanın, sonra da bu olaylardan komünistleri sorumlu tutup onları yargılamanın ne kadar keskin bir zekanın ürünü olduğu üzerinde düşünmeye değer.

Psikiyatri hastaları toplumsal bir kesim olarak baştan itibaren böyle bir yansıtma için en uygun adaylardan biridir. Bilinen tarihin başından beri psikiyatrik sendromların yol açtığı davranışlar, bunları anlamlandıramayan insanların “hasta”lardan çekinmelerine ve onları dışlamalarına neden olmuştur. Foucault’nun “büyük kapatılma”sının mekanları olan tımarhaneler ile cüzzam hastanelerinin -Bakırköy’deki gibi- yan yana inşa edilmiş olması bile bu insanları toplumdan dışlama politikasının somut örneklerindendir. Dolayısıyla, sorunları üstüne yükleyecek bir grup arandığında psikiyatri hastaları elverişli bir gruptur. Enflasyonun nedeni olarak suçlanamasalar da, aksine bütün kanıtlara karşın, toplumun gözünde şiddet olaylarının failleri haline kolaylıkla getirilebilirler.

Peki, bugünlerde neden psikiyatri hastaları suçlamaların odağı haline geldiler? Tıpkı 6-7 Eylül olayları gibi, bu olgunun altında yatan “akıllıca” mantık şudur: Nasıl ki Türk lirasının değerinin düşmesinin nedeni ekonomik yapı ve uygulanan politikalar değil Geziciler ve dış güçlerse, yurttaşların büyük bölümünü tedirgin eden yaygın şiddet olaylarının nedeni de ekonomik eşitsizlik ve yoksullukla paralel giden bir yasasızlık, birlikte yaşama sözleşmesi olan anayasa metnine uyulmaması, işine geldiğini yasayla korkuturken işine geldiğine yasalar yokmuş gibi davranılması değil, psikiyatri hastalarının kliniklerden dışarıya salınmasıdır.

Bu rahatsızlıklar toplumsal ve kamusal olarak nasıl giderilebilir?

Öyle olmasalar da, ikisi ayrı kategorilermiş gibi, ister psikolojik, isterse biyolojik açıdan düşünülsün, hastalık denen şey, mutlak, tarihsellikten, toplumsallıktan, kültürden kopuk bir olgu değildir. Patolojik şişmanlık (obezite), şeker hastalığı, yüksek tansiyon gibi hastalıklar bunun en iyi örnekleridir. Bu “hastalık”lar kapitalist toplumun dayattığı hayat tarzından, çalışma koşullarından, beslenme biçimlerinden bağımsız düşünülemez. Yoksulluk, trafik sıkışıklığı, zamansızlık, dinlenememe, sağlık açısından nitelikli yiyecekler yerine ucuz, fakat enerji veren endüstri ürünleriyle beslenme, vs. gibi nedenler patolojik şişmanlığa, o da şeker hastalığına ve çoğu zaman yüksek tansiyona yol açar. Ancak, kimsenin kapitalist üretim ve bölüşüm biçimlerinin değiştirilmesi, gönüllülerin severek üretim yapabilecekleri, adil, dayanışmacı, doğayla uyumlu bir dünya kurulması üzerine konuşması istenmez. Sermayenin beslediği medyada yer alan “uzmanlar” şişmanlık ve zayıflama üzerine konuşur; zayıflatan ve tansiyonu düşüren ilaçlar üzerine konuşur, çeşitli diyetler, fitness salonları, vs. üzerine konuşur. 

Çok büyük oranda genetik olarak aktarılanlardan en az genetik olup en çok çevresel etkenlere bağlı olanlara kadar psikiyatrik “hastalıklar” da tıpkı patolojik şişmanlık, şeker hastalığı ya da yüksek tansiyon gibi belli bir tarihsel kesitte, belli bir toplumsal ve kültürel bağlamda daha yaygın biçimde ortaya çıkarlar. Böyle bakıldığında depresyon ile şeker hastalığı arasında çok fazla fark olmadığı görülebilir. Nasıl ki farklı bir dünyada; rekabetin ve geçim kavgasının yarattığı stresin daha az olacağı, insanların severek üretim yapacakları, doğayla uyumlu biçimde yaşayacakları adil bir dünyada şeker hastalığına zemin hazırlayan çevresel etkenler daha az olacaksa, böyle bir dünyada kendisi de yaşantılardan beslenen beynin hastalıkları, yani psikiyatrik hastalıklar da daha az görülecek, belki kökleri de kazınacaktır.

Ülkede şiddet mi artıyor, yoksa görünürlüğü mü?

Ne yazık ki bu soruyu yanıtlamak için elimizde sağlıklı, yeterli istatistiksel veriler yok. Ancak, günlük konuşmalara ve medyaya yansıdığı kadarıyla, toplumun şu anda ikili bir şiddet sarmalının içinde kendini çok çaresiz hissettiği sonucuna varılabilir. Bu sarmalın bir yanını ekonomik ve politik şiddetin yoğunlaşması, ikincisini de gündelik hayatın şiddete teslim edilmesi oluşturmaktadır. Ekonomik ve politik şiddet geniş kitlelerin derin biçimde yoksullaştırılması ve bununla yakından ilişkili olmak üzere bu duruma itiraz edenlerin zorla susturulması şeklinde kendini gösteriyor. Yine bununla birçok noktadan ilişkili olan gündelik hayatın şiddeti ise mafyalaşma, insanlara yönelik rastgele saldırılar, kadınlar ve çocuklar gibi toplumun görece zayıf kesimlerine yönelik taciz, tecavüz ve cinayetler şeklinde ortaya çıkıyor. Yöneticilerin herhangi bir yasaya tabi olmadıkları düşüncesinin bu tabloya katkısı ne kadar vurgulansa azdır. Eklemek gerekir ki, toplumsal patlama her zaman grevler, direnişler, gösteriler şeklinde ortaya çıkmaz, şiddetin toplumun kılcal damarlarına kadar yayılıp olağanlaşması da toplumsal patlamanın bir versiyonu sayılır.

Evet, elimizde istatistiksel veriler yok, fakat medyaya yansıyanların nesnel olarak gözlemlenmesinden ve zaman zaman bize çok iyi yol gösteren öznel hislerimizden yola çıkarsak, toplum olarak kendimizi yoğun bir şiddet atmosferinde hissettiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durum, soğuk rakamlardan tanık bulmaya ihtiyaç duymayacağımız kadar açık olup elimizden geldiğince alternatif hayat biçimleri üzerinde daha yoğun olarak düşünme ve bu yönde çaba gösterme sorumluluğumuzu da artırmaktadır.

Aldatma

Aldatmayı Saptama Algoritması İşe Yarar Mı?

Ebeveyn ve evlat sevgisi de dahil olmak üzere, belirgin toplumsal içgüdüler bahşedilmiş herhangi bir hayvan, kaçınılmaz olarak bir ahlak anlayışı ya da vicdan kazanacaktır. 

(Darwin, İnsanın Kökeni)


Kurallara uymamak bir marifet midir? Kurulu düzene başkaldırı mıdır? Devrimci bir eylem midir? Örneğin, İstanbul’un kaotik trafiğinde gıdım gıdım ilerlemeye çalışırken yanımızdaki emniyet şeridinden 90 km hızla geçen arabayı bu devrimci eylemi için alkışlamalı mıyız? Görüyoruz, kimi arkasında Arapça Besmele yazan bir Doblo, kimi KAtatürk imzalı bir Astra olabiliyor. Yani, ideolojik bir mesele değil, belli ki. Bir Müslüman sıkışık trafikte kurallara uyarak beklerken yanından kurallara uymadan geçen, hatta emniyet şeridine çok yaklaştığı için korna çalıp kenara çekilmesini isteyen besmeleli bir Doblo sürücüsü hakkında ne düşünür acaba? Ya da aynı durumdaki bir Atatürk hayranı, arkasına KAtatürk imzası yapıştırmış bir arabanın emniyet şeridinden -muhtemelen bir suçluluk da hissetmeden- ilerlemesini nasıl yorumlar? 

Kısa da olsa bir dönem göz ağrımız olan Psikodiyalektik Araştırmalar Derneği’nde Gönül Yarası filmi üzerine yönetmen Yavuz Turgul’un da katıldığı bir söyleşide, filmdeki Halil (Timuçin Esen) karakteri dolayımıyla solcuların psikopati meselesini çözmeleri gerektiğini, 12 Eylül öncesinde olduğu gibi, bazı toplumsal hareketlerin psikopatlara açık olması yüzünden değerinden kaybettiğini, ileride de kaybedeceğini, vs. söylemiştim. Sonlara yaklaşmıştık sanırım, çok fazla tartışmaya zamanımız yoktu, ancak, tarihsel ilerlemede psikopatların rolünü göz ardı etmemek gerektiği, birçok ilerlemede başı çektikleri, vs. şeklinde uyarılar geldiğini hatırlıyorum.

Öte yandan, herkes emniyet şeridinden gitse, yol boş kalırdı elbette. Buradan, birilerinin yararlanabilmesi için en azından çoğunluğun kurallara uyması gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. Nitekim, insanların birbirlerini öldürmelerini, işkence çektirmelerini istemiyoruz; özellikle çocuklara, zayıf durumda olanlara, hastalara kötü muamele edilmesi halinde genel bir itiraz yükseliyor, vs. Neyse ki, ortak karşı çıkacağımız birçok konu var. Daha önce Psikeart’ın bazı sayılarında insanın toplumsal bir varlık olduğundan, bu durumun insanı toplumsal zihinle düşünmeye mecbur bıraktığından, dolayısıyla, insanı her zaman ilişkileri içinde değerlendirmenin temel bir ilke olması gereğinden söz etmiştim. Bu yazıda, söz konusu toplumsallığı aşındırması beklenen, ama doğal tarihte bunca süre geçmesine karşın insan hayatındaki mevcudiyetini sürdürme başarısı gösteren Aldatma’dan söz edeceğim.

İnsanlar birçok sosyal tür gibi ortak yaşamanın yararları yüzünden baştan itibaren toplumsal işbirlikleri ve iletişim biçimleri geliştirmiş olmalarına karşın, toplu yaşamanın bu özelliklerine uymayan aldatma davranışı sosyal hayatta nasıl kendine yer bulmaktadır? Her gün haberlerde kurumsal dolandırıcılıklardan, vergi kaçırmalardan, hırsızlıktan ve bunun gibi etik olmayan bir sürü davranışlardan söz ediliyor. Akademide bile ünlü hocaların intihal, veri manipülasyonu ve bilimsel suistimalle suçlandığı skandallar oluyor. Bazı çalışmalar aldatmanın sadece arılar, karıncalar ya da insanlar, hatta üniversite hocaları gibi gelişkin organizmalarda değil, bakteri düzeyinde bile işlediğini düşündürüyor. Örneğin, bakteri dünyasında “Çoğunluğu Algılama” (Quorum sensing) adı verilen olguyu ele alalım: Çoğunluğu algılama, bakterilerden arılara kadar sosyal ortamlarda bir tür karar verme yöntemidir. Merkezi yönetimi olmayan yapılarda işe yarar. Çoğunluğu algılama halinde bakteriler grup davranışının eşgüdümüne olanak veren, ortama yayılabilen sinyal moleküller üretirler. Hücreler büyüdükçe bu sinyaller hücre içinde ve dışında birikirler. Belli bir eşik düzeyinin üstünde (çoğunluk yeter sayıya ulaştığında) sinyaller hedef genlerin ifadesini etkinleştirmek üzere aynı kökten transkripsiyon faktörlerine bağlanırlar. Çoğunluk yeter sayısının kontrol ettiği 30’dan fazla gen hücre dışı enzimleri, ikincil metabolitleri ve toksinler gibi virülans (hastalandırma gücüyle ilgili) faktörleri kodlarlar. Bu virülans faktörlerinin enfeksiyonlara katkıda bulundukları düşünülmektedir. Ancak, bazı enfeksiyonlarda çoğunluk algılama yetileri eksik olan mutant bakteriler de saptanmıştır. Örneğin, Pseudomonas aeruginosa. Bazı mutantları hücre erimesine ve ölümüne dirençli olan, enfeksiyonda çoğalma avantajları bulunan bu türlere “sosyal hilebazlar” (cheaters) adı verilmektedir.

Herhangi bir canlı grubunun üyelerinin diğer üyelerle işbirliğine girerlerse, tek başına yaşamaya göre daha iyi bir hayatları olacağı açıktır, fakat bu tür topluluklarda ya herkes başkaları daha çok verirken kendileri daha çok almaya çalışırsa? Herkes bencilce davranırsa sömürülecek işbirliği eğilimli üyeler azalır, işbirliği sistemi çöker. Onun için, evrim sonucunda ortaya çıkan ahlak ilkeleri karşılıklı yarar sağlayan, işbirliğine dönük ilişkiler geliştirmenin en etkili araçlarını oluşturdukları için evrililirler. Böyle bakıldığında, tüm normal insanlar bir ahlak duyusuna (sense of morality) sahiptir. Başka bir deyişle, ahlak türe özgü ve kültürel açıdan evrenseldir; insan doğasının ayrılmaz bir parçasıdır. Ahlak, ortak yaşamı kolaylaştırmak için süzülerek gelen toplumsal yaşama ilkeleri olarak kabul edilebilir. O halde her yerde geçerli bir ahlaktan söz edebilir miyiz? Evrimsel psikoloji alanında çalışan bilim insanlarına göre, evet. Tür olarak biz insanlara, hatta memelilere özgü belli evrensellerden, ön-toplumsal ilkelerden söz edebiliriz.

Peki, biz bu ilkelere mantıksal yöntemlerle, akıl yürüterek mi ulaştık? Onları matematik yasaları gibi her yerde, her zaman geçerli mi kıldık? Ahlak ilkeleri, önerme mantığı gibi, içerikten bağımsız biçimsel kuralları içeren akıl yürütme süreçleri mi, yoksa yaşantımız için önemli uyum sorunlarını çözmek için tasarlanmış olan akıl yürütme süreçleri mi? Bunlar genel amaçlı olan ve her probleme uygulanan kurallardan mı, yoksa ilgi alanına özgül olan ve sınırlı problem grupları için tasarlanmış olan kurallardan mı oluşur? İnsanlar tarih boyunca bu kuralları belirleyen açık ya da gizli toplumsal sözleşmeler (ya da toplumsal düzenlemeler) yapmışlardır. Toplumsal sözleşme, kısaca, bir alışveriştir: bir birey, diğer birey ya da gruptan bir yarar elde edecekse, o bireye ya da gruba bir bedel ödemesi gerekir. Oysa aldatma, gelen yararı kabul ederken, toplumsal sözleşmenin yürümesi için gerekli olan bedeli ödememektir.

İnsan topluluklarında (açık ya da örtük) toplumsal sözleşmeler mevcut olmuştur, çünkü türümüz tarihinin %99’dan çoğunu avcı-toplayıcı olarak geçirdi. Avcı-toplayıcılar için toplumsal sözleşmeler, yani, karşılıklı yarar için işbirliği, hayatta kalmak için zorunluydu. Buna uygun olarak, insan zihni toplumsal olan kurallar ile olmayanlar arasında ayrım yapar. Fakat aldatanları saptayamadıkça, işbirliği (karşılıklı fedakarlık) evrilemez. Bu nedenle, kişinin aldatanları etkili bir şekilde saptamasına olanak veren bir “akıl yürütme prosedürleri kümesi” (aldatanı-saptama algoritması) da evrim göstermiştir. Buna göre, bir kural toplumsal sözleşme olarak algılanırsa, aldatanları saptayabilecek bilgileri araştıran bir “aldatanı-saptama algoritması” faaliyete geçer. Başka bir deyişle, eğer bir özne toplumsal sözleşmede bir tarafı temsil ediyorsa ve öteki tarafın bir aldatma seçeneği varsa, aldatanı saptama algoritması (yani, öteki tarafın sağladığı yarar ile ödenmeyen bedel konusunda bilgileri araştıran bir sistem) etkinleşir. Toplumsal ilişkilerde aldatmanın saptanması, tıpkı küçük gruplarda dedikodunun oynadığı rol gibi, evrim mirasımızın yaşamsal bir parçasıdır.

İnsanlar çıkarları gereğince başkalarını aldatma seçeneğiyle, yani, bir tür etik ikilemle karşılaştıklarında, rekabet halindeki iki arzuyu dengelemeleri gerekebilir: Kendi anlık bireysel çıkarlarına hizmet etmek arzusu ile uzun vadeli toplumsal iyilik için ahlaki standartlarını korumak arzusu. Bu etik ikilemi kendilerini kandırma stratejileri kullanarak, yani, ahlakla ilişiği keserek ve akla uydurarak çözerler. Bu strateji, hem kuralları esnetmekten kaynaklanan negatif sonuçlardan kaçınmaya, hem de dürüst olmamanın yararlarından istifade etmeye imkan verir.

Kendini kandırmanın en bilinen yollarından biri, “görmezden gelme”dir. Dürüst olmamak kazandırdığı zaman, insanlar istenmeyen bilgilere pek dikkat etmeme eğilimindedirler. Böylece bir yandan davranış ile ahlaki standart arasındaki tutarlılık hissi sürdürülür, bir yandan da dürüst olmamaktan yararlanılır. Aldatmanın görmezden gelme ile ilişkisini özlü bir şekilde ortaya koyan ve göz hareketleri kaydedilerek yapılan bir çalışmada, deneklerden, üstünde Joker ya da 1’den 9’a rakamlar olan kartlar gösterilip Joker çıktığında bir düğmeye, rakam çıktığında başka bir düğmeye basması istenir. Her J’ye bastıklarında başlangıçta verilen ödülden kalan kısımları kendilerine kalacaktır. Deneklere verilen 60 doların, sonuçların dürüstçe bildirilmesi halinde, 120 deneme sonunda 0’a inmesi gerekmektedir. Fakat herkes belli bir düzeyde kazanır. İlginç olan, rakamlı kartlarda hiç hata yapılmazken J’li kartlarda %30 oranında yanlış bildirilmiş olmasıdır, yani, para kaybetmemek için hile yapılmıştır. Deneklerin göz hareketlerinin analizi sonucunda odaklandıkları bölgeler saptandığında, katılanların dürüst davranmadıkları denemelerde Joker’de takılıp kalma süreleri daha kısayken, rakamlı kartlarda takılma süreleri daha uzun bulunmuştur. Yani, istenmeyen bilgilere daha az dikkat ayırmışlar, istemedikleri bilgiyi görmezden gelmeyi yeğlemişlerdir. Oysa aynı çalışma eğer doğru yanıtlarlarsa ödül alacakları söylenerek yinelendiğinde, denemelerin %99.5’unda doğru yanıtlar vermişlerdir.

Sosyal psikoloji literatürü aldatmanın hem eylemin farkında olmaktan, hem de aynı durumlarda diğerlerinin ne yaptığından etkilendiğini göstermiştir. Başka bir deyişle, grubun diğer üyelerinin etik olmayan eylemleri gerek aldatmanın bir seçenek olduğu mesajı verdiklerinden, gerekse de bu seçeneğin izlenecek bir norm olmasından dolayı bireysel aldatmayı artırabilir. O halde, iyi örnekler yayıp kötüleri saklı mı tutmalıyız? Bir toplumda yüksek düzeyde dürüstlüğün olmamasını açığa vurmak iyi bir fikir mi? Normun dürüstlük olduğu öğrenilirse, insanların buna uyup daha az aldatmasını bekleyebilir miyiz?

Evet, araştırmalara göre, insanların sorumluluk duygusunun değiştirilmesi, davranışlarını değiştirebilir. Örneğin, kişisel sorumluluk duygusunu hatırlatmak, insanların davranışlarını tutumlarıyla aynı olacak şekilde düzeltmelerine neden olur. Sonuçların çabadan çok doğuştan gelen özelliklere dayandığına inanmak da davranışı ters yönde etkiler.

Üniversite öğrencilerinin katıldığı bir çalışmanın birinci aşamasında Francis Crick’in Şaşırtan Varsayım kitabından özgür iradeyi reddeden bir pasaj, kontrol grubuna bilinçle ilgili, özgür iradeye değinmeyen bir yazı okundu. Sonra Özgür İrade ve Belirlenimcilik Ölçeği ve Pozitif ve Negatif Duygulanım Ölçeği doldurtuldu. Deneklere bilgisayardan bir aritmetik testi verildi. Bilgisayarda bir programlama hatası olduğu ve her problemi çözmeye çalışırlarken doğru yanıtın ekranda göründüğü, ama problem göründükten sonra boşluk tuşuna basarak yanıtın görülmesini engelleyebilecekleri söylendi. Ayrıca, deneyci boşluk tuşuna bastıklarını bilmeyecek olsa da, soruları kendi başlarına dürüstçe çözmeleri istendi. Aslında bilgisayar sadece yanıtları göstermeye değil, boşluk tuşuna basma sayılarını da hesaplamaya ayarlanmıştı. Katılanlar özgür iradeye karşı olan denemeyi okuduktan sonra daha çok aldattılar: boşluk tuşuna daha az bastılar. Yani, kişisel davranışların kendi dışından belirlendiği anlayışının benimsenmesi, aldatma örneklerinin artmasıyla orantılıydı.

Çalışmanın ikinci aşamasında aldatmanın olası olduğu 3 durum belirlendi: özgür irade durumu, belirlenimcilik (determinizm) durumu ve yüksüz durum. Katılanlar inançları değiştirmesi amaçlanan bir dizi fadeyi okuyup değerlendirdiler. Her sayfada bir yazı olacak şekilde 15 yazılık bir broşür verilip her sayfanın üstünde 1 dakika düşündükten sonra sayfayı çevirmeleri istendi. Katılanlara 15 okuma-anlama, matematik, mantık ve akıl yürütme problemi verildi. Deneycinin insanların ödevlerden zevk almasını araştırdığı ve doğru çözdükleri her problem için 1 dolar alacakları söylendi. Bu noktada deneyci telefonuna bakıp birden katılması gereken bir toplantı olduğunu fark ettiğini söyledi. Katılanların en fazla 15 dakikaları olduğunu, sonra kendi problemlerini puanlayıp her doğru cevap için kendilerine 1 dolar ödemelerini istedi. Cevap kağıtlarını ve dolar içeren zarfları gösterdi. Cevap kağıtlarını parçalamak için mekanik bir kağıt öğütücüyü kullanmalarını, bunları saklamalarına izin verilmediğini anlattı. Sonra odadan çıktı, fakat dışarıda bekleyip çıkanları bilgilendirdi.

Katılanlar ne kadar çok özgür irade ifadelerini benimsiyorsa, kendileri puanladıkları bilişsel testler için kendilerine o kadar az ödediler. Çalışmanın iki aşamasında da özgür irade inançlarının zayıflaması aldatmayı artırdı. 

Bu sonuçlar eldeki sayısal verilerle birlikte düşünüldüğünde karamsar olunabilir, çünkü 1960’lardan 1990’lara kontrol odağı (yani, “hayattaki sonuçlardan içsel (kişisel) faktörler mi, yoksa dışsal (çevresel) faktörler mi sorumludur?”) puanlarında önemli değişmeler olduğu bulundu. İnsanların kendi akıbetlerini kontrol etmedikleri (dışsal kontrol odağı) inancı bu on yıllarda ¾ standart sapma yükselmiş gibi görünüyor. Sınavda sahte kağıt kullandıklarını söyleyen öğrencilerin yüzdesi 1969’da %34 iken, 1989’da %68’e çıkmış. Özetle, özgür iradeye inancın azalması, aldatmada artışa katkıda bulunuyor olabilir. Kendisinin dışındaki güçlerin davranışlarını belirlediği inancı, aldatmanın cazibesine direnme isteğini zayıflatıyor, “niye canımı sıkayım ki?” zihniyetini tetikliyor olabilir. 

O zaman, aldatmanın yerine işbirliği ve dayanışmanın egemen olduğu bir toplumsal hayat için önerilebilecek yollardan biri, herkese her şeyin mükemmel olacağı bir başka dünyaya ulaşana kadar bireysel sorumluluk duygusunu yeniden hatırlatmak ve aldatmanın güncel toplumsal hayatı nasıl tehlikeye sokabileceğini yeniden ve yeniden anlatmak olabilir.

Kaynaklar:

Bucciol A, Piovesan M. Luck or cheating? A field experiment on honesty with children. J Econ Psychol 2011; 32: 73-78

Coricelli et al. Cheating, emotions, and rationality: An experiment on tax evasion. Exp Econ 2010; 13: 226-247

Cosmides L. The logic of social exchange: has natural selection shaped how humans reason? Studies with the Wason selection task. Cognition 1989; 31(3): 187-276

Crofoot MC, Gilby IC. Cheating monkeys undermine group strength in enemy territory. PNAS Early Edition.

Fosgaard TR, Hanzen LG, Piovesan M. Separating Will from Grace: An experiment on conformity and awareness in cheating. J Econ Behav Organiz 2013; 93: 279-284

Gigerenzer G, Hug K. Domain-specific reasoning: Social contracts, cheating, and perspective change. Cognition 1992; 43: 127-171

Krebs DL. Morality: An evolutionary account. Pers Psychol Sci  2008; 3: 149-172

Pittarello A. et al. The relationship between attention allocation and cheating. Psychon Bull Rev 2016; 23: 609-616

Sandoz KM, Mitzimberg SM, Schuster M. Social cheating in Pseudomonas aeruginosa Quorum sensing. Proc Nat Acad Sci USA 2007; 104: 15876-15881

Shermer M. İyiliğin ve Kötülüğün Bilimi. (Türkçesi Sinem Gül) Varlık, 2007.

Vohs KD, Schooler JW. The value of believing in free will: Encouraging on beliefs in determinism increases cheating. Psychol Sci 2008; 19: 49-54


PsikeArt Ocak Şubat 2019.

Abluka

“Hayat sanatı taklit eder.”

Oscar Wilde

Haziran seçimlerinin hemen öncesinden başlayarak bombalı günler yaşadık; parti binaları, Diyarbakır, Suruç, sonra da Ankara… Gerçi şiddet memleketin gündeminden hiç çıkmamıştı, ama bombalı şiddetin bu kadar öne çıktığı bir dönem de olmamıştı. Özellikle de Ankara katliamı ile birlikte, hepimiz parçalanmıştık. Böyle ağır bir havanın da etkisiyle, film başından beri beni içine çekti, sonuna kadar aldı götürdü: Şartlı tahliyeyle hapisten salınan Kadir’e çöp toplayıcılık yaparak çöplerde bomba yapımına dair ipuçları arama işi verilmişti, film boyunca şehrin çeşitli yerlerinde bombalar patlıyor, bomba sesleriyle uyanılıyor, televizyon ekranlarından bombalama görüntüleri akıyordu. Oysa filmin çekimine başlandığında bütün bunlar henüz olmamıştı. Demek ki, sanat hayatı gene önceden görmüştü.

Kadir, 20 yıl içerde yatmış, kendisini istihbaratçılara öneren kişiye göre, “çalışkan ve güvenilir” bir kişidir. Çıkar çıkmaz geceyi geçirdiği salaş depoda bomba sesiyle uyanır ve gittiği mahallede ilk karşılaştığı şey, yolları kapatıp kimlik denetimi yapan polis noktaları olur. İçeri girdikten sonra kopan hayatını yeniden birleştirmek ve tekrar hapse geri dönmemek için elinde ta o zamanlar edindiği hayat bilgisinden ve giderken bıraktığı en önemli şeyden, yani, küçük kardeşi Ahmet’ten başka bir şeyi yoktur. Dolayısıyla, daha 7 yaşlarında, belki daha da küçükken, sahipsiz bıraktığı Ahmet’le yeniden bağ kurmaya çalışmak iyi bir başlangıç gibi görünmektedir. Ancak, filmin kasvetli başlangıcının haber verdiği gibi, bu çabalar trajik bir sona giden ilk adımları oluşturacaktır.

Daha en başından, Ahmet’in evine gittiğinde bir duvarla karşılaşır; Ahmet onu tanımamıştır, daha da kötüsü, yeni başlangıçlara, yeni ilişkilere onun kadar hevesli görünmemektedir. Evine girdiğinde fark ettiği gibi, gündüz vakti perdelerini kapatarak karanlık bir evde yaşamayı tercih etmektedir. Daha sonraları da çalınan zillere yanıt vermeyecek, telefona çıkmayacak, baş başa “sohbet”lerinin kritik yerinde birdenbire konuları değiştirecektir. Kadir’in içerdeyken bıraktığı hayatla yeniden bağ kurmaya yönelik çabaları sadece Ahmet’le ilişkisinde, ta işin başında değil, zaman geçtikçe başka alanlarda da boşa çıkacaktır: Evlerini kiraladığı, Ahmet’in arkadaşı Ali, ve eşi Meral’le yeni filizlenen dostlukları genç çiftin polisten kaçmalarıyla boşluğa düşecek, ne olduğunu anlamaya çalışırken sorduğu sorular eve karakol kuran polisin soğuk “Sen işine bak” yanıtlarından geri dönecektir. Üstelik tüm gayretine rağmen yeterli istihbari bilgi bulamamış, bomba yapımında kullanılan sülfat kokusunu bile öğrenememiştir.

Kadir hapse girdikten sonraki yıllarda birdenbire ortadan kaybolan ortanca kardeş Veli ise, bir hayalet gibi, yüzü atkılarla, şapkayla sarılmış bir şekilde mahallenin puslu karanlık sokaklarında mobiletiyle bir görünüp bir kaybolan “mühim bir örgüt elemanına” dönüşmüştür. Kadir’in onu bulduğunu sandığı an ise, onu sonsuza kadar yitirdiği an olur.

Ayrıca hayat 20 yıl önce hapse düştüğü zamanki gibi değildir artık: İlişkiler, mekanlar, insanlar… değişmiştir. “Herkes can derdine düşmüştür”. Büyük bir özlemle ve hevesle, elinden geldiğince çalışarak yeni hayatına tutunmaya çalışan Kadir, çırpındıkça daha da çaresizleştiği bir ağa yapışıp kalmış bir böcek gibi sonunu hazırlayan hezeyanlı bir dünyaya doğru sürüklenmekte, yazgının ağları örülmektedir.

Aktör Mehmet Özgür sayesinde Kadir karakteri filmi alır götürür, ancak, filmin ana karakterlerinden biri de, şehrin kendisidir. Fakat iki şehir vardır: Biri, uzaklarda yükselen gökdelenlerle hayal meyal seçilen, zaman zaman bombalama görüntüleriyle televizyon ekranlarına gelen, silik bir şehirdir. İkincisi ise, tek ya da birkaç katlı gecekonduları, zulalardaki meyhaneleri, “çekirdek çitleyen” bakkalları, “örgüte bilgi aktaran” manavları, karanlık sokakları, geceleri yaşayan gerçeküstü bit pazarları, giriş çıkışları ablukaya alınmış mahalleleri, vs. ile filmin geçtiği ana sahneyi oluşturur. Buradaki insanlar belediyede köpek öldürme işleri bulduklarına şükretmekte, hatta köpeklerin etini satarak para kazanmakta, perde arkalarında intiharlar planlamakta, örgütlenmekte, gizli meyhanelerde sohbet edip eğlenmektedir. İki şehri, belediye yöneticisi Vahap örneğinde simgesel olarak görmek mümkündür: Köpekleri yeterince öldüremedikleri, zehirleyemedikleri için çalışanları fırçalayan, ezen, “Bir hafta içinde ortada bir köpek bile görmeyeceğini” haykıran Vahap ile, televizyon ekranlarında köpekleri “ksilazin ve ketamin”le uyutup barınaklara aldıklarını söyleyen ve bir barınakta köpekleri severken görülen Vahap. İki şehir, iki hayattır aslında; steril ve pis, şedit ve huzurlu, yoksul ve varsıl, aydınlık ve karanlık gibi.

Nitekim Ahmet’in de benzer ikilikler arasında sıkışıp kendisini kapatmış olması muhtemeldir. Sadece kendisiyle yeniden bir bağ kurmaya çalışan ağabeyi Kadir’e karşı değil, tüm dünyaya karşı. Kadir’in hapisten çıkıp onun evine geldiği gün anlarız bunu: Gündüz olmasına rağmen evin perdeleri kapalıdır. Kadir bunu fark edip perdeleri açtığında Ahmet’in gözleri kamaşır, ağabeyinin evin ortaya çıkan güzelliğine yönelik övgüsüne kayıtsızdır. O zaten içine bakmaktadır ve orada belli ki koyu bir karanlık vardır. Yaptığı işte iyi olduğunu düşünmektedir, attığı kurşun hedefini bulmakta, köpekleri birer birer düşürmektedir, ama öldürdüğü tüm köpeklerin kabusuna dönüşmesine engel olamaz. Yaraladığı bir köpekle kurduğu ikircimli sevgi ilişkisi, hayata dair bir umut ve “başka kapılar” açma fikri uyandırsa da, bu karanlığın azalmasına katkıda bulunmaz. Kadir çok küçükken hapse girdiğinde ortanca kardeş Veli ile yalnız kalıp yetiştirme yurduna gittiklerine göre, anne babaları yoktur, Kadir hapse girmiştir, ardından Veli ortadan kaybolur ve ardından eşi çocuklarıyla birlikte terk edip başka birine kaçmıştır. Tüm dünya onu yalnız bırakır ve sonunda tehdit eder bir hale gelir. Nitekim, Vahap’ın çıkışma sahnelerinden sonra arkadaşlarıyla kamyonda giderken kafasında bir şey aydınlanır: “Bunlar bizi test ediyorlar” der kendi kendine. Çıkış yoktur, trajik son onu da beklemektedir.

Film ilerledikçe, kahramanların zihinlerinde olduğu gibi, dış dünyada da gerçek ile gerçek-dışı karışmaya başlar. Zaman algısı kaybolur. Hangi olayın; düşün mü, gerçekliğin mi önce meydana geldiği anlaşılmaz hale gelir. Mekanlar yer değiştirir: Daha önce iç mekandan gördüğümüz olay daha sonra dışarıdan tekrarlanır, ve tersi. Özellikle geceleyin uzayan sokak boyunca yanan çöp konteynırları ve bit pazarında geçen sahneler filmin gerçek-dışılık etkisini artırır. Ama zaten, böyle bir mahalle gerçek midir ki? Orada, uzakta, gökdelenlerin yükseldiği “asıl” kenttekiler için, böyle hayatlar var mıdır ki? Orada, abluka altındaki bir mahallede, bakkal arkalarında gizli gizli içki içen, sokaklarda gördüğümüz, okşadığımız köpekleri vurarak para kazanan, hatta etlerini satan, sıra sıra dizilip gözaltına alınan, muhbirleri infaz eden insanlar mı yaşamaktadır? 

Sonunda 20 yıl önce terk ettiği bu hayatı anlamlandırmakta güçlük çeken Kadir’in de gerçekle bağlarının giderek kopmasına şaşırmalı mıyız? Gözden kaçmasını istemem; Kadir’in hayatı anlamlandırma çabasının sekteye uğradığı yerlerden biri, belki de birincisi, filmdeki tek kadın karakter olan Meral’le ilişkisidir. Daha ilk tanıştıkları gün, Meral’in evlerine girerken Ahmet’i öylesine öpmesine yönelik bakışları, bu ilişkinin seyrine bir giriş niteliğindedir. Polislerin evlerine karakol kurmalarından, Ali ile Meral’in devrimci bir çift olduklarını anlarız. Ali rahat, kolay ilişki kuran, esprili, iyi bir insandır. Fakat Meral şaşırtıcıdır: Kocasının yanında Ahmet’e sevgi gösterilerinde bulunur, yemeğe gelemediği için içemediği çorbayı alıp onun evine götürür, kocası yandaki kanepede uyurken Kadir’le gece vakti oturup tavla oynar, daha da ötesi, eli yanan Kadir’in ellerine merhem sürüp sarar. Gerçek olanla gerçek-dışı karışmaya başlarken, bu haliyle Meral de hezeyan sisteminin içine girmeye başlar. Çöpte bulduğu toka, tüm olan bitenlere açıklama getiren bir nesneye dönüşür, çünkü tokayı Ahmet’in evinde görmüş, alıp Meral’e verdiğinde de samimi bir “Aa, orada mı bırakmışım? Ben de yarım saattir onu arıyordum” yanıtıyla karşılaşmıştır. Oysa bir şaşkınlık, yüzünde bir itiraf beklemektedir. Böylece toka da kendisini bu işe alan istihbaratçı Hamza’ya her şeyi açıklamak için göstereceği kanıtlar arasına katılır. 

Film, bir yandan insanların arasında -ve içlerinde- olup bitenleri anlatırken, öte yandan arka planda yarattığı atmosferle de hayatımızın nasıl bir kuşatılmışlığın, şiddetin ve karanlığın gölgesinde yaşandığını gösteren sahnelerle doludur. Karanlık, gerçekten karanlıktır: Sokaklar, evler… Eve dönen Kadir sadece filmin başında değil, başka bir sahnede de, gece vakti polis ablukasına rastlar. İlerde elleri başlarında gençler gözaltına alınmaktadır. Karanlıkta evine dönerken gürültüye duraklar, biraz sonra, arkasında maskeli askerler bulunan araçlar görünür. Az ilerde siren sesleriyle bir ambulans geçmektedir. Bu sırada Ahmet de yürüyerek evine dönmektedir, ötelerden silah sesleri ve “Teslim olun!” bağırışları gelir. Eve döndüğünde gürültüler gelmeye başlar, giderek çoğalır, sokaktan askeri araçlar geçmeye başlar, Ahmet’in korkulu gözleri önünde camlar sarsılır ve çatlar. İçsel karanlıklar dışarıdaki karanlıklarla karışır, Ahmet köpekleri öldürmekle kalmaz, bir ölçüde bağ kurduğu köpeğini pataklar, televizyonlarda sürekli şiddet görüntüleri geçer, vs.

Bütün bu karanlığa rağmen film bittiğinde az önce büyük bir yapıtla karşılaştığınız hissiyle içiniz dolar, fakat bir soru akıllarda kalır: Peki, bu abluka nasıl kırılacaktır? Yanıt belki de ozan Ali Asker’in türküsündedir:

Duru düşlediğin gökyüzünü

Kara kara bulutlar nakışlıyorsa

Umutların kuşatılmasın

Acılarımın gözbebeği

Bak bahar nasıl da hoyrat

Dağlar nasıl da açmış kollarını

Görkemli bir ana kucağı gibi

Kasırgalı vuruşlara hazır

Nasıl da yükseliyor gökyüzüne

Davran hele davran hele

Acılarımın gözbebeği

Senin sesin yenilgi tanımaz

Bu abluka dağılacak.


PsikeSinema Kasım Aralık 2015.

Zihin, Zihinsiz Maddeden Nasıl Çıkabildi?

Özgün metin: Ralph Lewis. How could mind emerge from mindless matter? Psychology Today Posted Jan 2019. Downloaded on January 30, 2019.

(Ref. Bu makalenin bölümleri şundan uyarlandı: Ralph Lewis. Finding Purpose in a Golden World: Why We Are Even If the Universe Doesn’t (Amherst, NY: Prometheus Books, 2018)

Ben bir psikiyatristim (metnin yazarı Ralph Lewis’i kast ediyor:-), beyin ve davranış arayüzünden çalışıyorum. Hastalarımı sinir ateşlenmesi ve bağlantıları olarak mı, yani, kimya ve biyoloji olarak mı görmeliyim, yoksa diğer bireylerle ve toplumla ilişkiler içinde yaşayan zengin içsel zihinsel hayatları olan psikolojik varlıklar olarak mı? Reçete ettiğim ilaçlar kimyasal ve biyolojik düzeyde çalışırken, uyguladığım psikoterapi ve salık verdiğim çevresel değişiklikler psikolojik ve sosyal düzeylerde iş görüyor. Bu düzeyler arasına gerçekten bütünleşmiş bir biçimde bağlantı kurmak insanın tam olarak anlaşılmasında meydan okuyucu olabilir.

2019’da bile birçok insan hâlâ zihnin ve kendiliğin sadece fiziksel parçacıkların ürünü olmayan bir ruha sahip olduğunu savunuyor. Sinirbilimciler hâla yağmurun nereden geldiğini çözmeye çalışan bilim-öncesi insanlar tarafından hayal edilen köhne dinlere dayandığını düşünerek bir tür tuhaf halk psikolojisiyle alay etse de, gerçekte akıllı insanların bu tür şeylere hâlâ inanması tamamen anlaşılabilir. Nihayetinde zihin ve öznel öz-farkındalık bilinci (kendinin farkında olan bilinç) maddenin fiziksel özelliklerine (her ne iseler) nitel bir benzerlik taşımaz. Beynin işleyişini devrelere, nöronlara ve nörotransmiterlere dayanan salt maddî bir temelde açıklamaya yönelik indirgemeci bilimsel yaklaşım inanılmaz ilginç ve aydınlatıcı olmakla birlikte, henüz bilinçli bir kendilik olmanın nasıl bir şeye benzediği ya da neden böyle olduğunun gizemini çözememektedir. Fakat durum şu: Bilimden öğrendiğimiz her şey bizim ve dünyanın salt fiziksel madde ve enerjiden oluştuğumuzu doğrulamaktadır.

Tahayyülümüz dışında herhangi bir yerde tinsel bir alemin varolmasının bilimle uyuşmasının kesinlikle bir yolu yoktur. Ruhlar ve doğaüstü veya normaldışı kuvvetler gibi tinsel fenomenlerin gerçek olması için bilimin çoğunun yanlış olması gerekir. Başka bir sonuca varmak istersek, bütün bir bilimsel bilgi ve kanıt toplamının epey bir kısmını reddedip en baştan başlamaya hazır olmalıyız. (Bunun mobil telefonumu çalıştıran aynı bilgiler ve kanıt tabanı olduğunu düşünün; bilim yanlış olsaydı, çalışmazdı.)

Beynin ya da zihnin işleyişinin sadece parçalarının (fiziğin yalın yasalarına göre birbirleriyle etkileşen temel parçacıklardan yapılmış atomlardan oluşan sinir hücreleri devrelerinin) toplamı olduğunu öne süren geleneksel bilimsel indirgemecilik yöntemi (karmaşık şeyleri sistemin en küçük unsurlarını ya da parçalarını belirleyip çözümlemek) insan zihni ve onu üreten beyin için eksik bir açıklama getiriyor.

Her Şey Bu Kadar Mı

Bilimsel indirgemecilik (beyin dahil) dünyanın anlaşılmasına yönelik çok önemli ve şık bir yaklaşımdır ve şaşırtıcı içgörülere yol açmıştır, ama bazı insanlara doyurucu gelmeyebilir, iç karartabilir. Her şey nihayetinde parçacıklara ve fiziğe indirgenebilirse, o zaman her şey nihayetinde amaçsız ve boşuna görünebilir. “Hepsi bu kadar mı?” diye sorulabilir. Öyleyse, insanlığımız nereden geliyor? Karmaşık öznelliğimiz olmadan, böyle bir evrene nerede uyduğumuzu anlamaya ihtiyacımız var.

Karmaşıklık ve Ortaya Çıkış – Parçaların Toplamından Daha Büyük

Yaklaşık son otuz yılda karmaşıklık kuramı (karmaşık sistemler kuramı) denen etkileyici bir yeni disiplin gelişti. Bu bilim karmaşık sistemlerin özelliklerinin daha yalın bileşenlerin etkileşiminden nasıl çıktığını açıklamaya yönelik modeller tasarlamaya odaklandı. Karmaşık sistemler gerek nicel, gerekse nitel olarak daha yalın bileşenlerinden ayrılan özellikler kazanırlar. Bunlar bileşenlerinin doğasında bulunmayan ve onlardan çıkarsanamayan ya da yordanamayan / öngörülemeyen özelliklerdir. Karmaşık sistemin bu yeni özelliklerine ortaya çıkan (emergent) fenomenler denir. Ortaya çıkış (emergence), indirgemeciliğin zıttıdır. Bütün, parçalarının toplamından büyüktür. Söz konusu olan ‘büyü’ değil, sadece karmaşık fiziksel etkileşimlerdir. Ortaya çıkış, kendiliğinden, aşağıdan yukarıya, kendini-örgütleyen bir karmaşıklık fenomenidir, herhangi bir dışsal neden, hiçbir yukarıdan aşağıya tasarım, hiçbir merkezî sistem denetimi gerektirmez. Karmaşıklık bilimi standart indirgemecilik yaklaşımının yerini almaz. Onu tamamlar. İndirgemecilik hâlâ karmaşık sistemlerin anlaşılması için son derece yararlı ve güçlü bir yöntemdir.

Ortaya Çıkış: Yenilik Evrene Girebilir

En temel örnek olarak suyun özelliklerini düşünün. Suyun bazı temel özellikleri vardır: Yapıştırıcı (cohesive) davranış, ısıyı ılıtma yeteneği ve donunca genişleme… Hatta daha yalını, suyun ‘ıslaklığını’ düşünün. H2O’yu oluşturan tek tek hidrojen ve oksijen atomları bu özelliklerin ve davranışların, hiçbirine sahip değildir. Bu özellikler tek tek atomların özelliklerinden yordanamaz ya da çıkarsanamaz; bunlar ortaya çıkmışlardır (emergent).

Su, basit bir örnektir. Ortaya çıkmış olandan çok daha görkemli yenilik, doğanın tümü, aslında. Bunu evrenin kendiliğinden rehbersiz yaratıcılığı olarak düşünün; en mucizevi olan şey, bilinçli niyetin hiç olmaması.

Beyin Uyumlu Karmaşık Sistemlerin En Karmaşığıdır

Beynin, bütünün parçalarının toplamından büyük bir fenomen olduğu açıktır ve onun ürünü olan zihin ya da öznel kendilik duygusu parçalarından nitel açıdan kökten farklıdır; ortaya çıkan bir özelliktir.

Aslında bu sadece beyin için değil herhangi bir karmaşık uyumsal (adaptive) sistem için geçerlidir; dünyada bunun sayısız örneği vardır. Sadece birkaçını sayarsak: Bireysel organizmalar, bir organizmanın içindeki bağışıklık sistemi ya da beyin gibi sistemler, sosyal böcek kolonileri, kuş sürüleri, hayvan sürülerinin göçleri, trafik akışı, kentler, malî piyasalar, internet, ekosistemler, iklimler… Bunların her biri birçok failin/bileşenin etkileştiği bir ağa sahip olan bir sistemdir.

Ortaya çıkış fenomenlerini üreten karmaşık uyumsal sistemler bileşen parçaları arasında dinamik etkileşim ağları oldukları için karmaşık olarak değerlendirilirler. Değişen ortamlarına yanıt olarak değiştikleri ve kendilerini örgütledikleri için uyumsal olarak değerlendirilirler.

Bilinç Evrende Kökten Yeni Bir Fenomen Olarak Ortaya Çıktı. Hayat da Öyle.

İnsan beyni bildiğimiz en karmaşık uyumsal sistemdir. Bir fenomen olarak bilinç de bildiğimiz tüm fenomenlerin fiziksel maddesinden en kökten farklı olandır. Fakat elbette bilincin her zaman çok zengin ve karmaşık olmadığını unutmayın; farklı türlerde ve insanlarda farklı beyin sağlığı hallerinde derece derece ortaya çıkar, çok sayıda minimal ve yalın bilinç halleri bulunur.

Bilinçten başka sıradan maddeden ortaya çıkan bildiğimiz çok farklı diğer fenomen, hayatın kendisidir. Bir zamanlar canlıların mutlaka canlı olmayan maddenin yoksun olduğu bir tür gizemli hayat verici öze, bir tür hayati kuvvete (élan vital) sahip oldukları varsayılırdı. Fakat bir şeyi neyin canlı yaptığına dair gizem yirminci yüzyılda çözüldü. Bir şeyi canlı yapan şey, atomlarının örgütlenmesidir.

Karmaşık Uyumsal Sistemlerin Kendiliğinden ve Kendi Kendine Örgütlenmesi ve Bunları Yöneten Kurallar

Canlılar karmaşık uyumsal sistemlerin özel bir sınıfıdır. Karmaşık Uyumsal Sistemlerin merkezî bir karakteristiği, örgütlenmedir. Göze çarpan bir şekilde bu sistemler kendini-örgütleme ya da kendiliğinden bir düzen süreciyle oluşurlar. Başlangıçta düzensiz olan bir sistemin parçaları arasında yerel etkileşimlerden bütün düzeni yaratırlar. Süreç, herhangi bir dış failin ya da merkezî denetimin tasarımını gerektirmez.

Karmaşık uyumsal bir sistemin bileşenlerinin etkileşimlerini yöneten ‘kurallar’ genellikle çok elementerdir ve bireysel bileşenler arasında yerel bir düzeyde çalışırlar. Karmaşık uyumsal sistemler mahalle sakinleri arasındaki etkileşimlerden yerel bir düzeyde doğan yeni politik örgütlenmelere kadar benzer şekilde ortaya çıkarlar. Basit ve yerel etkileşim kuralları kendi kendine örgütlenmeyi olası kılar. Kimse ‘zorunlu’ değildir, süreç yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğrudur. Fakat bu etkileşimlerden kaynaklanan karmaşık bütün sistem, yeni ortaya çıkan özellikleriyle birlikte, tek tek bileşenler üzerinde sınırlayıcı bir etkiye sahiptir, geriye dönük olarak da onları etkiler. Bileşenler ile bütün arasında karşılıklı ya da yansıtıcı geri bildirim halkaları kurulur, örneğin, termitler ile bütün olarak koloni arasında ya da bireysel nöronlar ile bütün olarak bireyin arasında…

Tasarlanmış Gibi Görünecek Kadar “Akıllı”

Doğadaki Karmaşık Uyumsal Sistemler çok girift olabilirler ve o kadar ‘akıllı’ görünebilirler ki, bir kopyaya ya da master plana göre birleşik süreç aracılığıyla dikkatle yönlendirilmiş ve zekice tasarlanmış olmaları gerektiğini düşünmek affedilebilir. Fakat karmaşıklık bilimi bütün bunların doğal, kendiliğinden, kendini-örgütleyen süreçler aracılığıyla, hiç yol gösterilmeden, nasıl olduğunu açıklayabilir. (Zeki bir Tasarımcı Olarak Her Şeye Gücü Yeten’i çağırmakta özgür hissedin, fakat bunu yapmak tamamen gereksizdir ve süreçlerin kusurlulukları, yetersizlikleri ve eksiklikleri düşünülürse, Tasarımcı ne yazık ki her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ya da hep iyi olmayabilir.)

Tasarım gereği dayatılan sınırlamaları olan insan yapımı Karmaşık Uyumsal Sistemler bile insan tasarımcıları tarafından tamamıyla denetlenemez ya da yordanamazlar (malî piyasaları yordayabilen biri var mı?)

Canlı organizmalar söz konusu olduğunda doğal seçilimle ve cinsel seçilimle evrimin iyi anlaşılmış süreçleri doğada gördüğümüz mucizevî ve girift karmaşıklığın daha fazla şekillenmesinde ilaveten muazzam güçlü bir rol oynar, zeki tasarımın görülmesini büyük oranda pekiştirir. Fakat Karmaşık Uyumsal Sistemlerin kendini örgütleyen süreçleri evrimden bağımsız olarak ortaya çıkar ve hem canlı, hem de cansız sistemler için geçerlidir. Evrimsel kuvvetler karmaşıklığın artmasını yönlendirmekte denetimi almadan önce, hayatın başlangıçtaki köklerinde neredeyse kesin olarak merkezî bir rol oynadılar.

Bilincin Nasıl Ortaya Çıktığını Bilimsel Olarak Daha Yeni İncelemeye Başladık

Karmaşıklık kuramı bilimcilere nihaî bir bilinç kuramının olabileceği konusunda önemli ipuçları verir. Karmaşıklık kuramı bugün artık sinirbilimin bilgi-işlemin ve döngüsel denetimin beyin-sinir ağlarında nasıl çalıştığını anlama arayışının ayrılmaz parçasıdır. Bu ağlar tek bir bölgenin tamamen denetlemediği sibernetik halkalar olarak iş görürler.

Şurası muhakkak ki bilincin bilimsel açıklanmasından epey uzağız. Bilinci açıklamaya yönelik ciddi bilimsel çabalar ancak 1990’larda başladı -ondan önce bilinç çok zorlu bir konu olarak düşünülür ve bilimselden çok felsefî bir sorunun parçası olarak görülürdü. Gerçekten de sinirbilim disiplin olarak birkaç onyıl yaşındadır. 1990’ların başlarında psikiyatri eğitimine başladığımda zihni ve beyni az çok paralel konular olarak inceledik, genellikle nasıl tamamen bütünleştirileceklerinden emin değildik. O zamandan bu yana zihin-beyin ilişkisinin bilimi büyük ilerlemeler kaydetti. Buna gelişkin beyin görüntüleme gibi yeni teknolojiler yardımcı oldu. Sinirbilimciler algıların, düşünce süreçlerinin ve öznel kendilik duygusunun her biri binlerce bağlantıya sahip milyarlarca nöronun yoğun ve karmaşık etkileşimlerinden nasıl ortaya çıktığı; karmaşık ağları ve geri bildirim halkalarını nasıl oluşturduğu, yüz milyonlarca yıllık, rehberi olmayan doğal seçilim süreçleriyle nasıl şekillendiğinin gizemini istikrarlı bir şekilde çözüyorlar.

Bilinci bilimsel olarak açıklama sürecine gerçekten ancak yeni başladık ve şaşırtıcı ilerlemelere ve fantastik içgörülere rağmen açıklamalarda hâlâ doldurulması gereken büyük boşluklar var. Fakat belli bir boşluğun sonunda bilim tarafından kapatılamayacağını iddia etmek akıllıca bir iddia olmazdı.

RxP Hareketi: Psikologların Reçete Yetkisi Üzerine Tartışmalar

Bu yılın başlarında, ABD’nin Utah eyaleti uygun eğitim alan psikologların psikotrop ilaçları reçete etmelerine izin veren yedinci eyalet oldu ve bu uygulamayı destekleyenlerin kapsamın genişletilebileceği yönündeki umutlarını artırdı.

Psikologların reçete yazmasına izin verilip verilmemesi konusundaki tartışma, 1990’ların başında başlayan RxP denen hareket1 kadar eskidir.

Ancak, Amerikan Psikiyatri Birliği ve bazı psikologlar, psikologlara bu ayrıcalığın verilmesine karşı çıkıyor ve sunulan eğitimin yetersiz olduğunu ve bu uygulamanın hasta güvenliğini tehlikeye atabileceğini savunuyor.

Psikologlar lisanslı reçete yazan kişiler olmak için akın etmediler. Clinical Psychology: Science and Practice dergisinde yeni yayımlanan bir araştırmaya göre, otuz yılın ardından, Amerika Birleşik Devletleri’nde lisanslı olanların yalnızca %0,14’ünü temsil eden tahmini 226 psikologa yasal olarak altı eyalette ve bir bölgede ilaç yazma yetkisi verildi: Colorado, Idaho, Illinois, Iowa, Louisiana, New Mexico ve Guam. Çalışmadan elde edilen veriler, 2002’de yetkilendirilen New Mexico’da sadece 73 psikoloğun reçete yazdığını göstermektedir. Savunma Bakanlığı, Yerli Sağlık Hizmetleri ve ABD Halk Sağlığı Hizmetleri’nde ruhsat altında  reçete yazan psikolog sayısı hakkında daha az şey bilinmektedir.

Okumaya devam et

İletişim

444 7000
Salı: 09:00-18:00
Perşembe: 09:00-18:00

Kategoriler

Blogdaki Yazıların ve Görsellerin Yasal Kullanımı Hakkında

© Hakan Atalay ve hakanatalay.wordpress.com. 2011-2019.

Bu malzemenin bir açıklamada bulunmadan ve yazardan yazılı izin almadan yetkisizce kullanılması ve/veya çoğaltılması yasaktır. Özgün içeriğe uygun ve özgül bir yönlendirme yapılması, [Hakan Atalay]ın ve [hakanatalay.wordpres.com]un tam ve açık kaynak gösterilmesi hallerinde alıntılar ve bağlantılar kullanılabilir.

Akbank Sanat'ta Yapay Zeka ve Aşk üzerine panel.
FB TV'de Depresyon üzerine söyleşi.
Follow Hakan Atalay on WordPress.com