Psikiyatrinin Biyomedikalizasyonu (devam)
Biyolojik indirgemeciliğin temeli, her biri önceden verili ve kendi başına varolan bir şey olarak tasarlanan tek tek parçalarla işe başlayan, doğal dünyaya ilişkin Kartezyen görüşten çıkar. Daha sonra bu kendilikler (antiteler) işleyen bütünsel bir sistem oluşturacak şekilde bir araya gelirler: “Nedensellik çizgileri parçadan bütüne, atomdan moleküle, molekülden organizmaya, organizmadan topluluğa doğru gider. Toplumdaki gibi doğanın tümünde de parça ontolojik olarak bütünden öncedir” (Levins-lemontin, 1985). Bilimsel çalışmalarda nesneleri incelemek için çoğu zaman yalıtlamak ve soyutlamak zorunlu olmakla birlikte, sonunda bu nesneler diğer nesnelerle ve bütünle etkileşimlerini anlamak için tekrar bütünleştirilirler. Örneğin, bir araştırmacı, limbik sistemi tek başına inceleyebilir, ama edinilen bilgi daha sonra diğer sistemler bağlamına yerleştirilmelidir. Bu nedenle, çoğu zaman “pozitivizm” denen Kartezyen yaklaşıma alternatif bir konum, nesneleri birbiriyle geçişmesi ve bütünle ilişkileri içinde gören “ilişkisel” (ya da “diyalektik”) yaklaşımdır.
Kuşkusuz insanî gereksinimler ve davranışlar temel olarak, -tarihten ve kültürden geçerek gelen gereksinim ve davranış çeşitliliğiyle kendini gösteren -toplumsal dünyaları tarafından belirlenir. Ancak, insan doğasına ilişkin değişmez, atomistik bir görüşü savunanlarla, değişebilir, evrilen bir yapıdan yana olanlar arasındaki kavga son bir kaç yüzyıldır süregitmektedir. İlk görüş, statükoyu desteklediği için Batı toplumunda kapitalizm iyice yerleşir yerleşmez, mevcut toplumsal yapı tarafından teşvik ve finanse edilmiştir.
Psikiyatride biyolojik indirgemecilik bir kaç işlevi yerine getirmektedir:
1.Sorunları toplumsal/bağlamsal kökenlerinden saptırarak bireysel olana yöneltir. Bireysel ya da biyolojik öğelerden, çıkış noktası olarak yararlanılarak, insan davranışları “dürtüler”, içgüdüler, nörokimyasal maddeler ve genler gibi değişmez içsel niteliklere atfedilirler.
Dış dünya sadece önceden var olan bu öğelerde düzeltmeler yapar.
2. İnsanî ve toplumsal sorunlar bilimsel bir kisve altında profesyonelleştirilir; kamuya açık tartışma alanından uzaklaştırılarak, burada uzmanlarca tartışılır (Conrad 1980).
3. Araştırma nesneleri seçici olarak belirlenir. Diyelim nörokimya meşru bir araştırma nesnesiyken, işyeri olmayabilir. Bourdieu (Thompson, 1984’te aktarılmış) bu fenomene “Simgesel Şiddet” adını vermiştir. Dikkatler bazı bilgilere çevrilirken diğer kaynaklar görmezden gelinir. Çoğu zaman bazı bilgi kaynakları, bazı mantık türleri,( bağlam ve anlam gibi) bazı informasyon tipleri küçümsenir. Özgül bir talebi karşılamayan informasyon “yumuşak” ya da “öznel” oldugu için dışlanır ve bir takım seçenekler önemsenmez.
4. Biyolojik bileşenlerin görece daha etkili olabileceği bazı zihinsel bozukluklarda bile indirgemeci model, çevrenin etkilerini en aza indirme eğilimindedir. Örneğin, ciddi akıl hastalıkları olanlar arasında görülen evsizlik, aslında onların hastalıklarından kaynaklanan bir şey olarak görülür. Aynı şekilde, şizofrenisi olan kişilerde görülen işsizlik oranı yüksekliğinin genel işsizlik oranlarının yüksekliği ya da üst düzeyde verimli çalışanlara duyulan gereksinim gibi ekonomik etkenler yerine, onların hastalıklarına bağlı olduğu düşünülür.
İlk bakışta insan davranışlarına ilişkin biyolojik indirgemeci model saldırılması kolay bir hedef gibi görünebilir. Ancak bu bakış açısı birkaç nedenle yaşamını sürdürmekte ve gelişmektedir. Birincisi, her ne kadar “insan davranışları” tanım gereği normlar ve rollerle ilişkili konuları akla getirse de, biyolojik modelin iddiası, nesnellik ve bilimsel kesinlik olmuştur. Bilim; dinsel ve politik otoritenin çökmesiyle geride kalan bir kaç meşru otoriteden biridir. Fiziksel bilimlerin yöntemlerini izleyen herhangi bir model, meşruiyet iddiasını da taşır. Nozolojik sınıflandırmaların, esoterik terminolojinin ve istatistik işlemlerinin kullanılması, kültür ya da sınıf önyargılarından bağımsız bir nesnellik görünümü verir.
Biyolojik bakış açısının egemenliğinin ikinci nedeni, Colletti’nin (1975) gözlemlediği gibi, “Kapitalizmin kafası üzerinde durmasıdır.” Bu yüzden kapitalizmde bireyler çoğu zaman işgüçlerini satmakta ve pazarda mal satın almakta görünüşte özgür, artık kişisel bağlarla değil parasal alışverişler yoluyla bağlanmış tek tek atomlar olarak hareket ederler. İnsanî etkileşim, şeyler arasındaki ilişkiler biçimini alır -insan düşüncesi ve fiziksel güç alınıp satılır. İnsanlar kendilerini her türden kurumsal ürünün (örneğin, para, rütbe, mevki) birikimi aracılığıyla kavramsallaştırmayı öğrenirler. Bununla birlikte, bu yüzeysel bağımsızlık düzeyinin altında geniş toplumsal, ekonomik ve politik bağlantılar yapısı bulunur. Örneğin, bu güçler kişileri yaşamak için işgüçlerini satmaya zorlar; iş ortamı eşit bir ekonomik alışveriş değil, patronun büyük oranda işçiden yararlandığı bir ortamdır.
Bu bireysellik anlayışı egemen ideoloji tarafından beslenir ve reklamlar, politik söylem ve medya yoluyla pekiştirilir.
Son olarak, bir toplumda süregiden şeyler temel toplumsal üretim tarzını, yani kapitalizmi destekledikleri oranda (destekleme düzeylerine göre) seçilir ve kuramsal olarak pekiştirilirler (Kovel, 1980). Bu egemenlik çoğu zaman gizli, örtük bir egemenliktir. Biyomedikal bakış açısı da toplumsal gerçekliğin bazı yönlerini mistifiye etmenin, inandırıcı bir yolu olmuş ve ödüllendirilip özendirilmiştir.
Nesnellik Efsanesi
Gerçi fiziksel bilimler dahil bütün bilimlerin toplumsal faktörlerden etkilendiği açıktır (Aronowitz, 1988), ancak, insanî bilimler ideolojik çarpıtmalara özellikle yatkındırlar. Barthes (1968) masum bir dünya okumasının olamayacağını belirtir. Fiilen bütün algılar yorum gerektirirler. Toplumlar bir ölçüde dilin koşulladığı toplumsal anlamları gerektiren normlar, kurallar ve yasalarla bir araya gelirler. Bu nedenle bütün bilgiler dilin tam ortasında dururlar (Vega -Murphy, 1990). Klinisyen, birine “paranoid” tanısı koymak için davranışları bağlam içinde incelemeli ve akla uygunluğunu saptamak için karmaşık kültürel normlara başvurmalıdır (Ingleby, 1980). Bu, delilik göndermelerinin ister istemez gündelik kültürel anlayışlar içine kök saldığı anlamına gelir ve bunun sağduyuyu aşan bir yerde (yani, “nötral” bilimsel otoritede) yerleşebileceğini kurmak yanıltıcı olur (Coulter, 1973). Üstelik, yukarıda belirtildiği gibi, bilimsel girişimler hangi soruların sorulacağını ve hangi değişkenlerin kullanılacağını seçerler. Belli değişkenler yaratma eylemi, dünyanın nasıl algılandığına ve bölündüğüne ilişkin bir önermedir. Bu apaçık sınırlılıklara karşın biyomedikal model nesnellik görünümü vermek için sıklıkla karmaşık sınıflandırmalardan ve istatistik işlemlerinden yararlanır.
Biyolojik “Tetikleyiciler” Yanıltmacası
Biyomedikalciler davranışsal fenomenlerin moleküler düzeyden “kaynaklandığı” ya da “tetiklendiği” şeklindeki Kartezyen konumu savunmakla, herhangi bir davranış açısından, fenomenlerin aynı zamanda farklı düzeylerde ortaya çıkma olasılığını gözardı ederler (Rose, 1982). Örneğin konuştuğum zaman aynı zamanda hem kimyasal, elektrofizyolojik, motor değişmelerden, düşünce süreçlerinden, v.b. geçiyorum, hem de yakın çevrem üzerinde etkide bulunuyorum. Sözel düşünceyi yaratan da çeşitli düzeylerdeki eş zamanlı süreçlerin bu bütünselliğidir.
Tedavinin Nedenselliği Gösterdiği Yanıltmacası
Tedavinin nedenselliği gösterdiği varsayımı psikiyatrik literatürde geniş olarak kabul görmüştür. Örneğin, önde gelen bir psikofarmakolog olan Jerrold Bernstein (1984) şöyle yazmaktadır: “İlaçlara verilen klinik ve biyokimyasal yanıtlar, duygulanım hastalıklarında biyokimyasal bir etiyolojiyi destekleyen bir çok yararlı bilgi sağlamıştır.” Bazı durumların biyolojik müdahaleden yarar görecekleri doğru olsa da, bu müdahalelerin patojenle bir ilişkileri olup olmadığı konusunda bir anlayışa sahip değiliz. Yani, tedavi nedenselliği göstermez (nedenlere işaret etmez). Örneğin kafaya gelen bir darbeden kaynaklanan ağrıyı tedavi etmek için de, aybaşı ağrılarını tedavi etmek için de aspirin kullanabiliriz. Üstelik depresyon gibi bazı örneklerde psikoterapi de farmakoterapi (ilaçla tedavi) kadar etkili olabilir (Goleman,1989). Biyolojik varlıklar olduğumuz ortadadır; bu yüzden, depresyonun bir ölçüde fiziksel temelleri de vardır. Ancak, onun sadece biyolojik olduğunu savunmak, mermi yarasının derideki bir delikten kaynaklandığını ya da veremin bir basilden kaynaklandığını savunmak kadar anlamlıdır. Bu fenomenler çevresel bağlamdan ayrılamazlar.
Kategorik Hatalar
Biyomedikal araştırmacılar Ryle’nin (1949) “Kategorik Hatalar” dediği şeylere de duyarlıdırlar. Bu toplumsal fenomenlerin yanlış biyolojik kategoriler içine sokulduğu bir indirgemecilik şeklidir. Örneğin son zamanlarda kişilik özelliklerini altta yatan biyolojik (genetik) bir özelliğin gösterimi gibi görme eğilimi vardır. (Presidential Lecture, 1989). Bununla birlikte, tanım gereği kültürel ve toplumsal betimlemeler içeren ve tamamen oturması yıllar alan karmaşık insan davranış paternleri ve yatkınlıkları kümesinin altta yatan bir biyolojik etkene bağlanıp bağlanamayacağı (ciddi) bir mantık sorunudur. Bu yüzden, kişilik gibi daha yüksek örgütlenme düzeylerine doğru gittikçe diğer düzeylerle bir ilişkisi olmayan bütünsel yeni bir ilişkiler kümesi gözönüne alınmalıdır. Saldırgan, özgeci ya da edilgin genlerden söz etmenin anlamı yoktur. Ayrıca insanları bir özellik açısından pozitif ya da negatif diye ikiye ayırmak net ve derli toplu olsa da, gerçek dünyada varolan bütün değişim aşamalarını karanlıkta bırakır (karş: Mirowsky-Ross, 1989).
İstatistiğin Yanlış Yorumlanması
İstatistikler çoğu zaman nedenselliği göstermek için kullanılmışlardır. Örneğin, benim yaşımla ulusal borç miktarı son derece bağlantılıdır. Ama benim yaşımın borcun artmasına neden olması olanaksızdır. Bir başka çarpıtma, ortamın “denetlendiği” ve böylece hiçbir etkisinin olmadığının varsayılmasıdır. Diyelim, gerçekte yalnızca belli ortamlarda genetiğin etkilerini gösteren evlat edinilmiş ikiz çalışmaları, “yetiştirme ile doğa”nın karşılıklı etkilerini göstermek için kullanılır. Bu ikizler bir başka ortamla karşılaşsalardı, genetik etkiler tamamen farklı olabilirdi. Sorun, ortamın genler üzerinde karşılıklı ve derin etkilerinin olabilmesidir. Çoğu zihinsel hastalıkta önemli ama görece düşük varyans yüzdelerinde genetik faktörlerin sorumlu olduğunu gösteren kanıtlara rağmen (Lewontin, Rose-Kamin, 1984; Weiner, 1985), şöyle ifadelere sık rastlanır: “Zihinsel hastalıkların büyük oranda genetik olarak belirlenmeleri mümkündür” (Lamb-Zusman, 1979). Bu sorun genetiğin ya da biyolojinin zihinsel hastalıkla birlikte olup olmaması sorunu değildir; biyoloik yaratıklar olduğumuza göre, bunların kesinlikle bir rolleri olmalıdır. Sorun istatistiksel bir birlikteliği nedensel olarak degerlendirerek çarpıtmak ya da açıklanan değişkenlerin % 90 kadarından sorumlu olan diğer faktörleri görmezden gelmektir. Ortamın ve biyolojininı karşılıklı etkilerinin gözlenebilecegi yer, kesinlikle çoğu zaman “gürültü” olarak ele alınan bu son durumlardır.
Araştırma Gereçlerinin Taraflılıkları
Bir çok araştırma gereci biyoloik müdahalelerle düzeltilen öğeleri öne çıkarma ve düzeltilmesi o kadar kolay olmayanları da en aza indirme ya da gözardı etme eğilimindedir. Üstelik hedeflenen öğeler bile (istatistiksel olsa da) ancak kısmî bir düzelme gösterebilirler. Örneğin, farmakolojik araştırmalarda sık kullanılan Kısa Psikiyatrik Derecelendirme Ölçeği hezeyanlar ve varsanılar gibi belirtileri araştırır, ama ilacın kişilerarası ve meslekî işlevleri, yaşam kalitesini, diğer organ sistemlerini, v.b. nasıl etkileyebileceği (yani, yan etkiler) konusundaki soruları ihmal eder. Bazı belirtileri hedeflemenin yanlış bir tarafı olmayabilir, ama böylece klinisyenler ve halktan kimseler çoğu zaman ilacın daha geniş alanda etkili olabileceğine inanmaya yönelirler. En son “drug du jour” (günün ilacı) olarak Prozac’ın yükseliş ve düşüşü bu noktayı göstermektedir,
Bu yüzyılın ilk iki onyılı boyunca psikiyatrinin biyomedikalizasyonunda nihaî sürükleyici güç olarak hizmet eden bir kaç olay oldu. Sağlıkta ev devaları ve patentli ilaçlardan hekimler, hastaneler ve eczacılarca sağlanan profesyonel bakıma doğru bir dönüşüm oldu. Ehrenreichs’e (1979) göre “çalışan sınıf kültürünün içsel bir parçası olan hizmetler, sınıfın dışında düşünülüp tasarlanan metalara yenik düştüler” (sa, 15). Yeni egemen biçim olan allopatik tedavinin hegemonyası tıp eğitimi ve ruhsatlama üzerinde sıkı bir denetim kuran ve aslında homeopati ve osteopati gibi rakip tedavi biçimlerini ortadan kaldıran 1910 Flexner raporuyla güvenceye alındı. Hekimler arasındaki bu değişikliklerin ardından, reçeteli ilaçların kullanımında ve ilaç endüstrisinde dramatik bir gelişme oldu. 1930 ile 1960 arasında ilaç satışı on kat arttı. Bu dönemde kişi başına gerçek profesyonalize tıp harcaması ikiye katlandı (Caplan, 1989).
Psikiyatri diğer tıp dallarının gerisinde kalsa da, bir kaç tarihsel olay tıptaki değişmelere koşut seyretti. Kovel (1980) Amerikan Psikiyatrisinin modern biçimini aldığı dönemi 1905-1910 yılları olarak belirler. Psikoanalitik kuramın tıbbın denetlediği egemen ruh sağlığı ideolojisi olacak şekilde Ruh Sağlığı Hareketiyle kaynaşması bu dönemde oldu. Bu iki hareket “zihin”in nesneleştirilmesine; zihnin geliştiği tarihsel ortamdan ve bağlamdan koparıldığı yeni bir psikoloji söylemi yaratılmasına yol açtı. Bu süreç zihin metalaşmasına da neden oldu. Buna göre, eğer A durumunun B durumundan daha kötü olduğu ölçülüp saptanırsa, bu ayrımlar zaman ve/ veya para olarak nicelleştirilebilirdi.
Ayrıca Freud’un 1909’da Birleşik Devletler’i ziyareti, psikiyatri dünyasını akıl hastanelerinden gündelik hayata doğru genişletme çabasına tam zamanında eklenen bir unsur oldu, Böyle bir genişleme; terapötik başarısızlık anıtları işlevi gören ruhsal kurumların kasvetli durumlarının sonucu olarak –zaten- bekleniyordu (Grob, 1983). Böylece örgütlü psikiyatri bu kurumlar dışındaki ruh sağlığı klinikleri, çocuk rehberlik merkezleri, poliklinik birimleri ve araştırma kurumları gibi yerlerde meşru bir temel oluşturmaya başladı (Seull, 1990). Ancak, bu ülkede Freudcu kuramın daha radikal içerimleri, dikkatler duygusal bozuklukların bilinçdışından bilince çıkarılarak tedavi edilmesine yöneldikçe, ivme kazandılar (Kovel, 1980). Daha önemlisi, Freudcu kuramın biyolojik temeli, onun tıbbî merkezi olarak korundu: “Psikoanalizin üzerinde kurulduğu temel model hastalık modelidir, çünkü nörotik davranışı beden içinde bulunan kusurlu bir psikolojik sistemin insafsızca açılıp oraya çıkması olarak betimler” (Scheff, 1966, sa.9.). 1920’lere doğru psikoanalitik hareket ruh sağlığı kategorilerine uyum sağladı ve Amerikan Psikoanalitik Birliği tıbben egemen dernek haline geldi (Kovel, 1980).
1960’larda psikiyatride ortaya çıkan toplumsal yönelimli felsefe, daha geniş toplumsal hareketin bir parçası olarak gelişti. 1970’lere doğru yönetim vites değiştirdi ve toplumsal yönelimli programlara verilen önem giderek azaldı. Psikiyatri de epey değişikliğe uğradı. Toplum ruh sağlığı hareketinin elim “başarısızlığı”na dayanarak, biyomedikal modele dönüşü meşrulaştıran ikna edici bir mitoloji uyduruldu. Biyomedikal yönelimli psikiyatri yeni ideolojiye çok uygundu; dış toplumsal etkenlerden çok içsel mekanizmaları vurguluyordu.
Bu dönüşüm ekonomik olarak üç düzeydeki kuvvet tarafından yönetildi: üçüncü-kesim ödemeleri, ilaç sanayi ve hükümet fonları. İlkine bakarsak, 1970’ler sırasında pahalı psikiyatrik servislerin maliyet-verimlilik oranları giderek artan bir şekilde psikologlar, sosyal çalışmacılar ve danışmanlar tarafından sunulan, benzer daha ucuz servislerle karşılaştırılıyordu. Psikiyatristler, zihinsel hastalığın biyolojik temellere dayandığını savunarak hem psikiyatriyi tıbbın ana gövdesine yeniden bütünleyebildiler, hem de biyomedikal bir durumu tedavi ettikleri için daha yüksek ücretler talep ettiler (Bader, 1992). Sigortacıları, biyolojik durumları dışlamak için ilk değerlendirmelerin psikiyatristlerce yapılmasının zorunluluğuna inandırarak, ruh sağlığının bütün boyutlarında hekim-psikiyatristlerin merkezî bir rol oynamasını sağlayacak girişimlerde bulundular,
Biyomedikal model aynı şekilde ilaç sanayisinin büyük malî desteğinden de yararlandı. İlaç şirketleri tıp merkezlerinde çok sayıda araştırma finanse ettiler ve bu onların hekimleri hastane tabelalarında bulunan ilaç listelerine kendi ürünlerini eklemeye yönlendirmelerini sağladı. Bir satış yöneticisinin dediği gibi: “Herhangi bir ilacı üniversite hastanesi tabelasına sokabilirim . Verimli araziyi -biraz araştırma parasına aç olan doğru kişiyi- hemen bulurum. Araştırmacının bu para karşılığında ilacı tabelaya sokmakta bana yardımcı olacağını bilirim” (Wilkes-Shuchman, 1989). Kessler (1991) önde gelen 6 ilaç şirketinin desteklediği sempozyum sayısının 1974’te 7519 iken 1988’de 34688’e çıktığı (ki bunun bedeli 85.9 milyon doları aşmaktadır) gözleminde bulunur ve bu sempozyumların -denetlenmemiş çalışmalar sunmak, destekleyicinin (sponsor) ürünü üzerinde gereğinden çok durmak ya da bu ürüne ilişkin el ilanları gibi ek özendirici etkinliklerle bir araya getirmek gibi yollar nedeniyle- taraflılıklara özellikle duyarlı olduklarını ekler. Gerçi araştırmacı ile ilaç şirketi arasında karşılıklı bir ilişki olmalıdır, ancak araştırma fonlarının kıtlığı akademik hekimleri kolayca endüstriyel manipülasyonun kurbanı yapar.
Tıp dergileri de ilaç şirketlerinden önemli oranda reklam desteği alırlar. Bir çok dergide çoğu zaman içindekiler tablosundan önce reklamlar gelir. Messinger (1990) Amerikan Psikiyatri Birliği’nin resmi dergisi American Psychiatric Journal’ın 4.65 dolara satılıp 51 sayfa reklam içerdiğine; aynı şekilde Archives of General Psychiatry’nin 41 sayfayı reklamlara ayırdığına ve 4.15 dolara satıldığına dikkati çeker. Buna karşılık, sırayla sıfır ve üç reklam olan Biological Psychiatry ve Comprehensive Psychiatry 24.85 ve 19.50 dolara satılmaktadır. Özellikle yaşamak için ilaç gelirlerine ihtiyaç duyan küçük dergilerde makalelerin ağırlıklı olarak reklamcıların saldırısını önleyecek şekilde yayınlandığına ya da sanayi destekli çalışmalar olan ve emsal bir gözden geçirmesi olmayan özel ek sayılar içerdiğine ilişkin bildiriler vardır (Kessler, 1991; Wilkes-Shuchman, 1989).
Doktorun vizitin sonunda bir reçete yazacağı beklentisi (gerçekten genelde böyle olur), psikiyatride biyomedikal egemenliğin sürmesine yardımcı olur. Reçete yazma davranışı, sorunun biyolojik temelini gösterir. Hastayı psikolojik zorlukların bağlamsal nedenlerinden uzaklaştırmakla kalmaz, aynı şekilde reçeteyi yazanları da psikososyal etiyolojileri küçümsemeye götürür. Kleinman ve Cohen (1991) bunun -hekimleri akıl hastalığını bireyselleştirmeye ve ekonomik/toplumsal etkenlerin önemsiz olduğunu varsaymaya yöneltecek şekilde- ilaç reklamları tarafından nasıl pekiştirildiğine işaret etmişlerdir.
Yönetimdeki biyomedikal yaklaşımlara doğru dramatik kaymayı temsil eden ve 1990’ları “Beyin Onyılı” diye adlandıran NIMH’ın (Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü) o zamanki yöneticisi Lewis Judd enstitünün zaten “çok sayıda nörosayns (sinir-bilim) ve psikoloji araştırmasını desteklediğini” kaydederek, kendisinin de bu temele dayanacağını, onu genişletip ileri götüreceğini belirtmişti (Sargent, 1988). Bunun somut anlamı, örneğin 1987’de şizofreni araştırmalarındaki 97 NIMH ödülünden sadece 6’sının psikososyal rehabilitasyon ya da biyoloji-dışı önleme stratejilerine verilmesidir (Schizophrenia Bulletin, 1989). Iowa Senatörü Harkin’in açıkladığı gibi, “Sağlık harcamalarına yılda 700 milyar dolar ayırıyoruz, ama bunun % 1’den azı önleme çalışmalarına yöneliktir” (Psychiatric News, Nisan 5, 1991, sa.1 ).
Psikiyatride teknoloji tıbbın diğer dalları kadar hızlı gelişmediyse de, PET, BEAM, Uyarılmış Potansiyel gibi çeşitli yeni teknikler için büyük bir pazar potansiyeli vardır. Bu yöntemlerin bir çoğunun tanısal değeri çok az olmakla birlikte, uygulamacılar arasında çoktandır yaygın bir pazar bulmuşlardır.
Psikiyatrinin yirminci yüzyıl boyunca büyümesinin ve gücünün kaynağı, bir ölçüde Batı biliminin (insanî ve insandışı) doğayı denetim ve egemenlik altına alma hedefleriyle kurduğu ittifaka kadar götürülebilir (Aronowitz, 1988). Bu hedefler, sosyoekonomik sistemin gereksinimlerini de yansıtır. Örneğin, bu yüzyıl süresince kapitalizm, kârları azamiye çıkarmak için, tüketimi ve toplumsal gerçekliğin teknik denetimini arttırma gereksinimi duymuştur. Bu, sonuçta tüketimin de artması için, moralitenin izin vericiliğinin gevşemesi gibi bir paradoks yaratır. Buna alternatif olarak hem toplumda, hem de işyerinde isyanı önlemek için denetimin de artması gerekir, çünkü çalışanlar karar-verme sürecinden kopmuş; basit, can sıkıcı, akıldışı işlere verilmişlerdir. İdeal olarak bu denetimin mümkün olduğunca görünmez kılınması gereklidir. Ruh Sağlığı ethosu, insanları ahlakî açıdan uyumsuz (yani, kötü) biri değil de, hasta olarak yeniden tanımlayarak sapkınlığın teknik denetiminin güvenceye alınmasına yardımcı olmuştur (Kovel, 1980).
Bilimsel akıl yürütme ve denetim, tanı kategorilerinin ve “nesnel” (dışsal) belirtilerin hastalık göstergeleri olarak kullanılmasında da kendini gösterir. Bu yüzden DSM-III özneler-arası (intersubjective) bir diyalogdan çok, “nesnelleştirici bir bakış” ister (Kovel, 1980). Gerçekten de, ondalık noktasının sağındaki iki rakamı bile hesaba katan beş rakamlı DSM-III tanı kodları, tanıların her birinin yüzde bir sınırları içinde kesinlik taşıdığı izlenimi verir (Brown, 1987). Mirowsky ve Ross (1989) tanı kategorilerinin unsurlarını yıldız kümelerine benzetirler; yani ayrı ayrı (sınırları belli) bir şey oluşturuyor gibidirler, ama birbiriyle gerçek bir bağlantıları yoktur. DSM-III’ün tekbiçimliliği, öngörülebilirliği ve düzeni vurgulaması, “beklenmeyenleri bertaraf etme” çabasıdır (Farber, 1990). Aynı zamanda meslek içinde bir tür “yukarıdan denetim” sağlar (Brown, 1990). Fabrika bandında çalışanlar nasıl üst basamaktaki profesyonellerin yarattıklarını izlemek zorundaysalar, pratisyenler de tekbiçimli bir taksonomiyi (sınıflama tarzını) ve dünyayı görme biçimini izlemek zorundadırlar.
Bu tarihsel uğrakta, biyomedikal model, alternatif paradigmalar üzerinde önemli bir ekonomik, ideolojik ve politik hegemonya kazanmıştır. Bu egemenliği azaltmanın olasılıkları, hemen olmasa da, biyomedikal modelin kendi çelişkileri içinde bulunabilir. İnsanların hayvanlara benzedikleri ve davranışlarının tümüyle öngörülebileceği (ve denetlenebileceği) inancı gündelik hayatta önceden görme yeteneğini yanılsamalı hale getiren bir çok rastlantı ve güç tarafından boşa çıkarılmaktadır (Scheibe, 1979). Ortalamalarla ve soyut genellemelerle uğraşan ve sanayi toplumunun kitleleri manipüle etme gereksinimine daha uygun olan modern psikoloji, tek tek bireylerin deneyimleri ve sorunlarıyla ilişki kurmayı giderek daha zor bulmaktadır (Tolman, 1991). Son olarak, biyomedikal model pahalı tıbbî teknolojilere ve terapilere dayanmaktadır. Üstelik, bu günkü stratejiler akıl hastalığının biyoloji-dışı nedenlerini ciddiye almadığından, yeni akıl hastalarının sayısı büyümeye devam etmektedir. Yine biyolojik psikiyatri güncel olarak psikiyatrik bozukluklardan acı çeken insanların sayısını önemli oranda azaltmamıştır. Bedelleri yükselmeye devam ettiği, akıl hastası sayısı arttığı ve ruh sağlığı sorunlarını tedavi edecek klinisyenlere erişilme oranı düşük kaldığı sürece, tüketicilerin alternatif bakım kaynakları aramaları mümkündür (Albee, 1990).
Ülkedeki politik gündem kaçınılmaz olarak toplumsal sorunlara yönelmeye başlayacak ve biyolojik psikiyatri hem toplumsal durumlara karşı kayıtsızlığı, hem de statükoya bağlılığından dolayı saldırılara özellikle duyarlı olacaktır. Yeni paradigmaların, biyolojik, psikolojik ve toplumsal kuvvetlerin diyalektik etkileşimini incelemesi gerekecektir. Böyle bir paradigmanın çıkış noktası, özgül olarak, insanların toplumsal hayvanlar olduğu Aristocu anlayışına ya da toplumsal varlığın bilinci belirlediği Marksist tezine yakın olarak, toplumsal dünya olacaktır. Bu model, daha geniş toplumsal ve tarihsel kuvvetlerle kişisel yaşam öyküsü arasındaki gerilimi açıklayabilecektir, Böyle bir paradigma kişisel anlam ve iletişimlere, aile ve arkadaş ağlarına, cinsiyet farklarına ve kültürel yaşama duyarlılığı gerektirecektir (Messinger, 1990; Tolan, Keys, Chertok-Jason, 1990). Yeni bir psikiyatri, dünyamızın zenginliğini ve çeşitliliğini yansıtacaktır. Son olarak, yeni bir psikiyatri, bugünün psikiyatrisinden farklı olarak, özeleştiri yapabilen ve kendi üzerinde kafa yorabilen bir psikiyatri olmalı, yani hem ideoloji, algılama ve kavram gibi gözlemci önyargılarını, hem de hasta/özne ile klinisyen/araştırmacı etkileşimlerini etkilerini açıklayabilmelidir.
Biyolojik psikiyatrinin insan yaşamının büyük bölümünü klinik ya da biyoloik antitelere dönüştürme telaşı hem bilimsel, hem de sosyopolitik zeminlerde giderek artan bir kuşkuyla karşılanmaktadır. Biyolojik psikiyatrinin insanî meselelere kısıtlı bakış açısını gözden geçirirken, büyük şarkıcı Peggy Lee’nin “Demek, hepsi bu mu?” diye sızlanan sözlerini anımsarız.
Yorumlar kapatıldı.