//
Arşiv

Hakan Atalay

Psikiyatrist, psikoterapist, öğretim üyesi, eş, baba, Ankaralı, ama şu anda İstanbul’da, Yeditepe Üniversitesi’nde. Eposta: hakan.atalay@yeditepe.edu.tr Çağrı Merkezi: 4447000
Hakan Atalay has written 90 posts for Hakan Atalay

Beyinde duyularımızı körelten bir ‘düşük güç modu’ var

Telefonlarımız ve bilgisayarlarımızın şarjı bittiğinde, parlayan ekranları kararıyor ve bir nevi dijital ölüm yaşıyorlar. Ancak enerji tasarrufu için düşük güç moduna geçtiklerinde, pilleri yeniden şarj olana kadar temel işlemlerin sorunsuz bir şekilde devam etmesini sağlamak için gereksiz işlemleri kesiyorlar.

Enerji yoğun beynimizin de ışıklarını açık tutması gerekiyor. Beyin hücreleri öncelikle glikoz şekerinin sürekli akışına bağımlıdır, çünkü glikozdan enerji için kullandıkları ATP’yi (adenozin trifosfat) elde ederler. Biraz acıktığımızda, beynimiz genellikle enerji tüketimini fazla değiştirmez. Ancak insanların ve diğer hayvanların tarihsel olarak, bazen mevsimsel olarak, uzun süreli açlık tehdidiyle karşı karşıya kaldığı göz önüne alındığında, beyinlerin de acil durumlar için kendi düşük güç moduna sahip olup olmadığı merak konusudur.

Edinburgh Üniversitesi’nde Nathalie Rochefort’un laboratuvarındaki sinirbilimciler, Ocak ayında Neuron dergisinde yayınlanan bir makalede, farelerin görsel sistemlerinde enerji tasarrufu sağlayan bir stratejiyi ortaya çıkardılar. Fareler haftalarca yeterli besin almadan bırakıldığında (bu süre, sağlıklı kilolarının %15-20’sini kaybetmelerine yetecek kadar uzundur), beyin kabuğunun görmeyle ilgili bölgesindeki (görsel korteksteki) nöronların sinapslarında kullanılan ATP miktarını %29 oranında azalttığını buldular. Ancak, bu yeni işleme biçiminin algı açısından bir bedeli vardı: Farelerin dünyanın ayrıntılarını görme biçimini bozuyordu. Düşük güç modundaki nöronlar görsel sinyalleri daha az duyarlı bir şekilde işlediği için, yiyecek kısıtlaması uygulanan fareler zorlu bir görsel görevde daha kötü performans gösterdiler.

Beyin de, bilgisayarlar gibi, yeterli enerji (besin) olmadığında enerji tasarrufu/düşük güç moduna geçiyor. Ancak, bu mod algılamanın da keskinliğini azaltıyor.

Yeni çalışmanın ilk yazarı Zahid Padamsey, “Bu düşük güç modunda, dünyanın düşük çözünürlüklü bir görüntüsünü elde edersiniz” diyor. Bu çalışma, yetersiz beslenmenin veya hatta bazı diyet biçimlerinin insanların dünya algılarını nasıl etkileyebileceğini anlamak açısından önemli sonuçlar doğurabilir. Ayrıca, sinirbilim çalışmalarında hayvanları motive etmek için yaygın olarak kullanılan gıda kısıtlaması ve araştırmacıların algı ve davranış konusundaki anlayışının, nöronların optimal olmayan, düşük güç durumundaki çalışmalarıyla bozulmuş olma olasılığı hakkında soruları da gündeme getiriyor.

Daha Az Besin, Daha Az Kesinlik

Eğer açken bir işe odaklanamadığınızı veya aklınızın sadece yemekle meşgul olduğunu hissettiyseniz, sinirsel kanıtlar sizi destekliyor. Birkaç yıl önce yapılan bir çalışma, kısa süreli açlığın sinirsel işlemeyi değiştirebileceğini ve dikkatimizi, yiyeceği daha hızlı bulmamıza yardımcı olabilecek şekilde yönlendirebileceğini doğruladı.

2016 yılında, Michigan Üniversitesi’nde sinirbilimci olan Christian Burgess ve meslektaşları, farelerin yiyecekle ilişkilendirdikleri bir görüntüyü gördüklerinde, görsel kortekslerinin bir bölgesinde aç olduklarında daha fazla nöronal aktivite olduğunu; yedikten sonra ise bu aktivitenin azaldığını buldular. Benzer şekilde, insanlar üzerinde yapılan görüntüleme çalışmaları, yiyecek resimlerinin, denekler açken bazı beyin bölgelerinde, yedikten sonraki duruma kıyasla daha güçlü tepkiler uyandırdığını ortaya koymuştu.

Burgess, “Aç olsanız da olmasanız da, retinanıza çarpan fotonlar aynıdır” diyor. “Ancak, beyninizdeki temsil çok farklıdır, çünkü vücudunuzun ihtiyaç duyduğunuzu bildiği bir hedefiniz vardır ve dikkati bu hedefi tatmin etmenize yardımcı olacak şekilde yönlendirir.”

Peki, birkaç saatten fazla süren açlıktan sonra ne olur? Araştırmacılar, beynin en enerji yoğun süreçlerini azaltarak enerji tasarrufu yapabileceğini fark ettiler. Buna dair ilk somut kanıt 2013 yılında sineklerin minik beyinlerinden geldi. Fransız Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi ve ESPCI Paris’ten Pierre-Yves Plaçais ve Thomas Preat sinekler aç kaldığında, enerji açısından maliyetli olan uzun süreli bir bellek türü oluşturmak için gereken bir beyin yolunun kapandığını keşfettiler. Bu yolu aktive etmeye ve anı oluşturmaya zorladıklarında, aç sinekler çok daha hızlı öldüler; bu da bu sürecin kapatılmasının enerjiyi koruduğunu ve yaşamlarını kurtardığını gösteriyor.

Ancak, memelilerin çok daha büyük, bilişsel olarak gelişmiş beyinlerinin benzer bir şey yapıp yapmadığı bilinmiyordu. Ayrıca, hayvanlar aç kalmadan önce herhangi bir enerji tasarrufu modunun devreye girip girmeyeceği de net değildi. Bunun olmayabileceğini düşünmek için nedenler vardı: Sinirsel işlem için kullanılan enerji çok erken kesilirse, hayvanın yiyecek bulma ve tanıma yeteneği tehlikeye girebilirdi.

Yeni çalışma, uzun süre boyunca yiyecek kıtlığı yaşandığında, ancak tamamen yok olmadığında, beynin enerji tasarrufu sağlamak için nasıl adapte olduğuna dair ilk bakışı sunuyor. Araştırmacılar, üç haftalık bir süre boyunca, bir grup farenin vücut ağırlıklarının %15’ini kaybedene kadar, onlara verilen yiyecek miktarını kısıtladılar. Fareler aç kalmıyordu: Aslında, araştırmacılar, Burgess ve diğer araştırma gruplarının gözlemlediği kısa süreli açlığa bağlı nöral değişiklikleri önlemek için deneylerden hemen önce fareleri beslediler. Ancak fareler aynı zamanda ihtiyaç duydukları kadar enerji de alamıyorlardı.

Ardından araştırmacılar, farelerin nöronları arasındaki iletişimi dinlemeye başladılar. Fareler farklı açılarda yönlendirilmiş siyah çubukların görüntülerini izlediğinde, görsel korteksteki birkaç nöron tarafından gönderilen voltaj dikenlerinin (nöronların iletişim kurmak için kullandığı elektriksel sinyallerin) sayısını ölçtüler. Birincil görsel korteksteki nöronlar, tercih edilen yönelimlere sahip çizgilere yanıt verir. Örneğin, bir nöronun tercih edilen yönelimi 90 derece ise, görsel bir uyaranın 90 dereceye yakın veya 90 derece açıyla yerleştirilmiş elemanları olduğunda daha sık dikenler gönderir, ancak açı çok daha büyük veya küçük olduğunda oran önemli ölçüde düşer.

Nöronlar, iç voltajları kritik bir eşiğe ulaşana kadar bir sinyal gönderemezler; bu eşiği de hücreye pozitif yüklü sodyum iyonları pompalayarak elde ederler. Ancak sinyalden sonra, nöronlar tüm sodyum iyonlarını tekrar dışarı pompalamak zorundadırlar. 2001 yılında sinirbilimciler bu görevin beyinde en fazla enerji gerektiren süreçlerden biri olduğunu keşfettiler. Yazarlar, enerji tasarrufu sağlayan mekanizmaların kanıtlarını bulmak için bu maliyetli süreci incelediler ve doğru yerin burası olduğu ortaya çıktı. Aç bırakılmış farelerdeki nöronlar, zarlarından geçen elektriksel akımları ve içeri giren sodyum iyonlarının sayısını azalttılar, böylece sinyalden sonra sodyum iyonlarını tekrar dışarı pompalamak için daha az enerji harcamak zorunda kaldılar. Daha az sodyumun içeri girmesinin daha az sinyalle sonuçlanması beklenebilir, ancak aç bırakılmış fareler, iyi beslenmiş farelerle benzer bir sinyal oranını görsel kortikal nöronlarında korudular. Bu nedenle araştırmacılar, sinyal oranını koruyan telafi edici süreçleri aramaya başladılar. İki değişiklik buldular ve her ikisi de bir nöronun sinyal üretmesini kolaylaştırıyordu. İlk olarak, nöronlar giriş dirençlerini artırdılar, bu da sinapslarındaki akımları azalttı. Ayrıca, dinlenme zar potansiyellerini de yükselttiler, böylece sinyal göndermek için gereken eşiğe zaten yakın bir değere ulaştı.

Seattle’daki Allen Beyin Bilimi Enstitüsü’nde hesaplamalı sinirbilimci olan Anton Arkhipov, “Beyinlerin ateşleme hızlarını korumak için büyük çaba sarf ettiği görülüyor” diyor. “Ve bu bize bu ateşleme hızlarını korumanın ne kadar önemli olduğu konusunda önemli bir şey söylüyor.” Sonuçta, beyinler daha az sinyal göndererek de enerji tasarrufu sağlayabilir.

Ancak sinyal hızını aynı tutmak, başka bir şeyden fedakarlık etmek anlamına geliyor: Farelerdeki görsel kortikal nöronlar, onları ateşlemeye neden olan çizgi yönelimleri konusunda o kadar seçici olamadılar, bu nedenle tepkileri daha az hassas hale geldi.

Düşük Çözünürlüklü Görüş

Araştırmacılar, nöronların duyarlılığındaki azalmanın görsel algıyı etkileyip etkilemediğini kontrol etmek için fareleri, her biri beyaz bir arka plan üzerinde farklı açılarda siyah çubukların görüntüleriyle işaretlenmiş iki koridora sahip bir su altı odasına yerleştirdiler. Koridorlardan birinde, farelerin sudan çıkmak için kullanabileceği gizli bir platform vardı. Fareler, gizli platformu belirli bir açıda çubukların görüntüsüyle ilişkilendirmeyi öğrendiler, ancak araştırmacılar, resimdeki açıları daha benzer hale getirerek doğru koridoru seçmeyi zorlaştırabiliyorlardı.

Yiyecekten yoksun bırakılmış fareler, doğru ve yanlış görüntüler arasındaki fark büyük olduğunda platformu kolayca buldular. Ancak resimdeki açılar arasındaki fark 10 dereceden az olduğunda, yiyecekten yoksun bırakılmış fareler aniden iyi beslenmiş fareler kadar doğru bir şekilde ayırt edemez hale geldiler. Enerji tasarrufunun sonucu, dünyanın biraz daha düşük çözünürlüklü bir görünümü oldu.

Sonuçlar, beyinlerin hayatta kalmak için en kritik olan işlevlere öncelik verdiğini göstermektedir. Çubukların yönündeki 10 derecelik bir farkı görebilmek, yakındaki meyveleri bulmak veya yaklaşan bir yırtıcıyı fark etmek için muhtemelen şart değildir. Bu algı bozukluklarının hayvan gerçek açlığa girmeden çok önce meydana gelmesi beklenmedikti. Duke Üniversitesi’nde görme üzerine çalışan bir nörobilimci olan Lindsey Glickfeld, “Bu benim için kesinlikle şaşırtıcıydı” dedi. “Bir şekilde [görme] sistemi, hayvanın algısal görevi yapma yeteneğindeki bu nispeten ince değişiklikle enerji kullanımını büyük ölçüde azaltmanın bir yolunu bulmuş.”

Şimdilik, çalışma bize sadece memelilerin görsel kortikal nöronlarda bir enerji tasarrufu mekanizmasını devreye sokabildiklerini kesin olarak söylüyor. Rochefort, “Gösterdiğimiz şeyin örneğin koku alma duyuları için geçerli olmaması hala mümkün” dedi. Ancak o ve meslektaşları, bunun diğer kortikal alanlarda da farklı derecelerde meydana gelmesinin muhtemel olduğunu düşünüyorlar.

Diğer araştırmacılar da aynı fikirde. Pennsylvania Üniversitesi’nde işitsel işleme üzerine çalışan bir nörobilimci olan Maria Geffen, “Genel olarak, nöronlar kortikal alanlarda çok benzer şekilde işlev görüyor” diyor. Enerji tasarrufunun algı üzerindeki etkilerinin tüm duyular için aynı olmasını, organizma için o anda en faydalı olan aktiviteyi artırmayı ve diğer her şeyi azaltmayı bekliyor.

Geffen, “Çoğu zaman duyularımızı sınırlarına kadar kullanmıyoruz” diyor. “Davranışsal taleplere bağlı olarak, beyin sürekli olarak kendini ayarlıyor.”

Neyse ki, ortaya çıkan herhangi bir bulanıklık kalıcı değil. Araştırmacılar, vücudun enerji dengesini ve açlık seviyelerini düzenlemek için kullandığı leptin hormonunu farelere verdiklerinde, düşük güç modunu açıp kapatan anahtarı buldular. Nöronlar, tercih ettikleri yönelimlere yüksek hassasiyetle yanıt vermeye geri döndüler ve işte böylece, algısal eksiklikler ortadan kalktı – üstelik fareler tek bir lokma yiyecek bile yemeden.

Rochefort, “Leptin verdiğimizde, beyni kortikal fonksiyonu geri kazandıracak noktaya kadar kandırabiliyoruz” diyor.

Leptin yağ hücreleri tarafından salındığı için, bilim insanları kandaki varlığının, hayvanın bol miktarda yiyeceğin olduğu ve enerji tasarrufuna gerek olmadığı bir ortamda olduğunu beyne işaret ettiğine inanıyorlar. Yeni çalışma, düşük leptin seviyelerinin beyni vücudun yetersiz beslenme durumuna karşı uyardığını ve beyni düşük güç moduna geçirdiğini öne sürüyor.

Londra’daki Francis Crick Enstitüsü’nde sinirbilimci olan Julia Harris “Bu sonuçlar alışılmadık derecede tatmin edici” diyor. “Mevcut anlayışla bu kadar uyumlu, bu kadar güzel bir bulgu elde etmek pek sık görülen bir şey değil.”

Sinirbilimi Çarpıtmak

Yeni bulguların önemli bir sonucu, beyinlerin ve nöronların nasıl çalıştığına dair bildiklerimizin çoğunun, araştırmacıların farkında olmadan düşük güç moduna aldıkları beyinlerden öğrenilmiş olabileceği gerçeğidir. Fareler ve diğer deney hayvanlarına, sinirbilim çalışmaları öncesinde ve sırasında haftalarca yiyecek verilmesini kısıtlamak, onları yiyecek ödülü karşılığında görevleri yerine getirmeye motive etmek için son derece yaygın bir uygulamadır. (Aksi takdirde, hayvanlar genellikle sadece oturmayı tercih ederler.)

Rochefort, “Gerçekten derin bir etki, yiyecek kısıtlamasının beyin fonksiyonunu etkilediğini açıkça göstermesidir” diyor. Gözlemlenen yüklü iyon akışındaki değişikliklerin, sinapslarda meydana gelen belirli değişikliklere bağlı oldukları için, öğrenme ve bellek süreçleri için özellikle önemli olabileceğini öne sürüyor.

Glickfeld, “Bir hayvanın algısının veya nöronların duyarlılığı hakkında sorular sormak istiyorsak, deneyleri nasıl tasarladığımızı ve deneyleri nasıl yorumladığımızı çok dikkatli düşünmeliyiz” diyor.

Sonuçlar ayrıca, diğer fizyolojik durumların ve hormon sinyallerinin beyni nasıl etkileyebileceği ve kan dolaşımındaki farklı hormon seviyelerinin bireylerin dünyayı biraz farklı görmesine neden olup olamayacağı konusunda yepyeni sorular ortaya çıkarıyor.

Kopenhag Üniversitesi’nde sinirbilimci olan Rune Nguyen Rasmussen, insanların leptin ve genel metabolik profillerinde farklılık gösterdiğini belirtti. “Bu, görsel algımızın bile -farkında olmasak da- insanlar arasında gerçekten farklı olduğu anlamına mı geliyor?” diye soruyor.

Rasmussen, sorunun kışkırtıcı olduğunu ve yanıta dair çok az somut ipucu verdiğini belirtiyor. Farelerin bilinçli görsel algılarının gıda yoksunluğundan etkilenmesi muhtemel görünüyor, çünkü bu algıların nöronal temsillerinde ve hayvanların davranışlarında değişiklikler meydana gelmekte. Ancak kesin olarak bilemeyiz, “çünkü bu, hayvanların bize niteliksel görsel deneyimlerini tarif edebilmelerini gerektirir ve açıkçası bunu yapamazlar” diyor.

Ancak şu ana kadar, farelerdeki görsel kortikal nöronların uyguladığı düşük güç modunun ve bunun algı üzerindeki etkisinin insanlarda ve diğer memelilerde de aynı olmayacağını düşündürecek herhangi bir neden de yok.

Glickfeld, “Bunların nöronlar için gerçekten temel mekanizmalar olduğunu düşünüyorum” diyor.

Dipnotlar:

  1. https://discovery-brain-sciences.ed.ac.uk/our-staff/research-groups/nathalie-rochefort
  2. Padamsey, Zahid et al. (2022). Neocortex saves energy by reducing coding precision during food scarcity. Neuron, Volume 110, Issue 2, 280 – 296.e10.
  3. https://discovery-brain-sciences.ed.ac.uk/our-staff/postdoc-researchers/zahid-padamsey
  4. https://www.bio.espci.fr/-Thomas-Preat-Pierre-Yves-Placais-Energy-Memory-
  5. Attwell D, Laughlin SB. An Energy Budget for Signaling in the Grey Matter of the Brain. Journal of Cerebral Blood Flow & Metabolism. 2001;21(10):1133-1145. 
  6. https://alleninstitute.org/person/anton-arkhipov/
  7. https://www.neuro.duke.edu/research/faculty-labs/glickfeld-lab
  8. https://www.med.upenn.edu/apps/faculty/index.php/g329/p8404062
  9. https://www.crick.ac.uk/research/find-a-researcher/julia-harris

Kaynak: Allison Whitten. June 14, 2022. The Brain Has a ‘Low-Power Mode’ That Blunts Our Senses. https://www.quantamagazine.org/the-brain-has-a-low-power-mode-that-blunts-our-senses-20220614/

Çocuk İstismarı Beyinde ve DNA’da Kalıcı Biyolojik Yaralar Bırakıyor

Çocuğa yönelik istismar (abuse) ve ihmal (neglect) gibi kötü muameleler (maltreatment)  dünya çapında en ciddi halk sağlığı sorunlarından biridir. Araştırmacılar adli otopsi vakaları, koruyucu müdahale gören küçük çocuklar ve ergenler ile beyin MRI taramaları yapılan ergenlerden oluşan üç farklı grupta DNA’nın üzerinde metilasyon yoluyla gen etkinliğini düzenleyen kimyasal düğmeler/anahtarlar (switch) olan epigenomu ayrıntılı biçimde incelediler ve kötü muameleyle bağlantılı başlıca dört metilasyon bölgesi belirlediler: ATE1, SERPINB9P1, CHST11 ve FOXP1.

Metilasyon bölgeleri genetik düzenlemede anahtar rol oynarlar, çünkü alttaki DNA dizilimini değiştirmeden gen ifadesini düzenleyebilirler. Belirlenen dört metilasyon bölgesinden FOXP1 ana anahtar olarak davranmaktadır.

FOXP1’deki değişiklikler özellikle önemli, çünkü beynin duygu ve bellekle bağlantılı bölgelerinde gri madde azalmasıyla bağıntılıdır. Araştırmacılar FOXP1’in hipermetliasyonunun (fazla metillenmesinin) gri madde hacminde (duygusal düzenleme, anıların geri alınması ve toplumsal bilişten sorumlu olan orbirofrontal korteks (OFK), singulat girus ve oksipital fuziform girus’ta) değişikliklerle bağlantılı olduğunu buldular. Bu tespit hayatın ilk yıllarındaki travma, beyin gelişimi ve gelecekteki ruhsal sağlık sorunları arasındaki ilişkiyi göstermektedir.

Araştırmacılar ayrıca bir metilasyon risk puanı (methylation risk score: MRS) da oluşturdular. Bu skorun kötü muamele öyküsü olan ve olmayan bireyleri birbirinden ayırt edebileceği öngörülmektedir.

Kaynak: Child Abuse Leaves Lasting Biological Scars on the Brain and DNA. https://neurosciencenews.com/child-abuse-epigenetics-brain-29822/ 16 Ekim, 2025.

Jane Goodall’ın Mirası

İngiliz primatolog Jane Goodall 1 Ekim 2025’te 91 yaşında öldü. Tanzanya’daki Gombe Ulusal Parkı’ndaki şempanzelerle yaptığı çalışmalarla ünlüydü.

Şempanzelerin alet yaptıklarını ve kullandıklarını keşfeden ilk kişiydi. Doğal çevrenin korunması, insan hakları ve hayvanların esenliğinden yanaydı. Tıbbi araştırmalarda hayvanların kullanılmasına son verilmesini savundu.

Bilimsel çalışmalarda hayvanlara numaralar yerine isimler vermeye başlaması zamanında çok eleştirildi, fakat bu şimdi sıradan bir uygulama oldu.

(Aşağıda Jane Godall’ı Freud ile birlikte görüyorsunuz.)

Goodall hayvanların -sadece insanlara özgü olduğu sanılan- duygulara, empatiye ve kültüre sahip olduklarını gösteren ilk kişiydi (Mireya Mayor). 

Keşifleri insanlığın yeniden tanımlanmasına neden oldu. Şempanzelerin o zaman iddia edildiği gibi otçul olmadıklarını; et yediklerini, avlandıklarını ve savaştıklarını gösterdi (Nick Boyle). 1973’te iki şempanze grubu arasındaki toplumsal bölünmenin dört yıl süren bir savaşa ve topluluklardan birindeki erkek maymunların hepsinin ölmesine neden olduğunu gözlemlemişti.

Goodall’in etkisinin ve popülaritesinin sırrı olayları ilişkilendirme ve öyküleme yeteneğiydi. Bilimi, insanların ilgilendiği ve önemsediği -anne ve çocuk arasındaki ilişki gibi- şeylerle bağlantılandırdı ve şempanzelerin insanlara ne kadar benzediklerini gösterdi (Alison Behie, Euan Ritchie, Mireya Mayor). 

İçedönük biri olmasına karşın ulaştığı başarı ve halkla bağlantı kurma yeteneği, ne kadar büyük ve disiplinli bir çaba harcadığını gösterir (Thomas Gillespie).

Her zaman gençlere zaman ayırdı. O bir umut elçisiydi ve gençlerin bunda ne kadar önemli olduklarını görmüştü (Nick Boyle). 1991’de kurduğu gençlik programı Roots and Shoots gençleri eğitmeyi ve koruma çabalarına katmayı amaçlıyordu.

İnsanların bilmesinin pek mümkün olmadığı bir şey ise, Jane’in 90 yaşında bile inanılmaz ölçüde eğlenceli ve flörtöz yanıydı (Mireya Mayor).

Goodall’ı anlatan kişiler:

  • Mireya Mayor. Antropolog, primatolog. Florida International University. Miami, ABD.
  • Nick Boyle. Taronga Hayvanat Bahçesi Yöneticisi. Sidney, Avustralya.
  • Alison Behie. Antropolog. Australian National University. Avustralya.
  • Euan Ritchie. Koruma Bilimcisi. Deakin University Melbourne, Avustralya.
  • Thomas Gillespie. Emory University. Atlanta, Georgia, ABD.

Kaynak: Rachel Fieldhose & Mohana Basu. Jane Goodall’ın Mirası: Bilimi Değiştirmenin Üç yolu. October 2, 2025. nature.com (3 Ekim 2025’te indirildi.) https://www.nature.com/articles/d41586-025-03209-y?utm_source=Live+Audience&utm_campaign=acf28f1ac7-nature-briefing-daily-20251002&utm_medium=email&utm_term=0_-33f35e09ea-499220253

Trump’un Paylaşılmış Psikozu

Söyleşi yapılan Bandy X. Lee, Dünya Ruh Sağlığı İttifakı’nın (World Mental Health Coalition) başkanı. Psikiyatristler The Dangerous Case of Donald Trump: 27 Psychiatrist and Mental Health Experts Assess a President (Tehlikeli Donald Trump Vakası: 27 Psikiyatrist ve Ruh Sağlığı Uzmanı Bir Başkanı Değerlendiriyor) kitabını Lee’nin öncülüğünde yazmışlar. Yazarlar Amerikan Psikiyatri Birliği’nin Goldwater kuralı olarak bilinen 1970’lerdeki kılavuzun değiştirilmiş halini reddediyorlar. Bu kural, psikiyatristleri şahsen muayene etmedikleri kamusal şahsiyetler hakkında profesyonel görüş bildirmekten caydırıyor. Onlar da Nazizm’e tepki olarak oluşturulan Ceneve Bildirgesi’ne gönderme yapıyorlar.

Lee yakın zamanda Profile a Nation: Trump’s Mind, America’s Soul (Bir Ulusun Profili: Trump’un Aklı, Amerika’nın Ruhu) kitabını yazdı. Arka planda bütün olarak ülkenin ve Trump destekçilerinin yer aldığı psikolojik bir başkan değerlendirmesi.

9 Ocak’ta da Lee ve meslektaşları Trump’un hemen görevden alınmasını talep eden bir bildiri yayımladılar.

İnsanları Trump’a çeken nedir? Destekçilerinin animus’u, itici gücü nedir?

  • Başlıca iki duygusal güç: narsistik sembiyoz ve paylaşılmış psikoz. Narsistik sembiyoz önder-izleyici ilişkisini mıknatıs gibi çekici kılan gelişimsel yaralanmalara işaret eder. Benlik-değerindeki içsel eksikliği telafi etmek için aşırı övgüye aç olan önder büyüklenmeci tümgüçlüğünü yansıtırken, toplumsal baskıyla ya da gelişimsel yaralarla muhtaç hale getirilmiş olan izleyiciler bir ebeveyn figürüne ihtiyaç duyarlar. Böyle yaralı kişilere iktidar pozisyonu verildiğinde, kitlede bir “anahtar-kilit” ilişkisi yaratan benzer patolojiler doğururlar.
  • “Paylaşılmış psikoz” (folie a millions: milyonların deliliği) ulusal düzeyde olduğunda, sıradan grup psikolojisinin ötesinde giden ciddi semptomların bulaşarak yayılma halini anlatır. Çok semptomlu bir kişi etkili bir konuma getirilirse, bu kişinin semptomları nüfusun içinde duygusal bağlar aracılığıyla yayılır, varolan patolojileri çoğaltır ve önceden sağlıklı olan kişilerde bile hezeyanları, paranoyayı ve şiddet eğilimini tetikler. Tedavi, maruziyeti ortadan kaldırmaktır.

Trump’un kendisi neden şiddete ve yıkıma doğru kaymış gibi görünüyor? 

  • Ruhsal arazlar suçlu aklıyla birleştiğinde insanlar tek başlarına olduklarından daha tehlikeli olabilirler. İnsan sevgiye sahip olamazsa, saygı görmek ister. Saygı olmadığında da korkuya başvurur. Trump bugün dayanılmaz bir saygı yitimi yaşıyor: Seçim yenilgisiyle ulus tarafından reddedildi. Şiddet iktidarsızlık, yetersizlik ve gerçek bir üretkenlik eksikliği hislerini telafi etmeye yardımcı olur.

Trump’un gerçekten hezeyanlı ya da psikotik davranış sergilediğini düşünüyor musunuz? Yoksa, sadede iktidarını korumak için utanmazca çabalayan bir otokrat gibi mi davranıyor?

  • Bu ikisinin de olduğuna inanıyorum. Aşırı narsizmi demokrasinin gerektirdiği gibi diğer insanlarla eşit olmasına olanak vermediğinden, kesinlikle otokatik bir eğilimi var. [Fakat] birincisi, Trump hezeyanlarına gerçekten inanıyor. İkincisi, dünyayı istediği gibi görmesine engel olan gerçekliklere son derece tahammülsüzlüğüyle kendini gösteren duygusal kırılganlığı onu psikotik çalkantılara hazır hale getiriyor. Üçüncüsü, kamusal kayıtlarına bakılırsa, diğer insanlarla hezeyanlarını neredeyse doğrulayan sayısız görüşme yaptığı görünüyor. 

Destekçilerinin gösterdikleri nefret nereden geliyor? İyileşmeyi özendirmek için neler yapabiliriz?

  • İzleyicilerinde mutlak değil ama göreli sosyoekonomik yoksunluktan kaynaklanan önemli psikolojik yaralar var. Büyük yaralanmalar, öfkeler ve yeniden nefrete yönlendirilebilir enerjiler var. Trump bunları toplayıp manipülasyon amacıyla kışkırttı. Yarattığı duygusal bağlar paylaşılmış psikozu kitlesel ölçekte kolaylaştırdı. Hazırladığımız koşulların doğal bir sonucu bu. İyileşmek için genel olarak üç adım öneriyorum: 1) Saldırgan failin (ağır semptomları olan etkili kişinin) uzaklaştırılması, 2) reklamcılıkta yaygın olan ama artık politikada da benimsenen düşünce kontrol sistemlerinin dağıtılması ve 3) ilk planda kolektif ruh sağlığının kötü olmasına neden olan sosyoekonomik şartların düzeltilmesi.

Onun başkanlıktan sonra ne yapacağını düşünüyorsunuz?

  • Başkanı, izleyicilerini ve ulusu izole olarak değil, bir ekoloji olarak düşünmemiz gerekir. O nedenle, başkanlıktan sonra ne yapacağı büyük ölçüde bize bağlı. Gölge başkanlık kurmak gibi ulus için yıkıcı olabilecek bir takım sonuçlar elde etmesini önlemek için aktif müdahale etmemiz gerekir. Sınır tanımayacaktır, o yüzden görevden alınıp kovuşturulmalıdır. Onun artık bir önder değil, bir izleyici olduğunu unutmamalıyız ve onun kendisine içeriden koyamadığı sınırlamaları bizim dışarıdan koymamız gerekir.

Destekçilerine ne olacağını düşünüyorsunuz?

  • Durumu uygun bir şekilde halledebilirsek, epey bir düş kırıklığı ve travma ortaya çıkacaktır. Bu iyi bir şey; anormal bir duruma karşı sağlıklı tepkiler… İyileşme için duygusal destek sağlamalıyız. Ait olma ve saygı görme da dahil, toplulukların desteği de bunlar arasındadır. Kült üyeleri ve istismar kurbanları çoğu zaman ilişkiye duygusal olarak bağlıdırlar, kendilerine verilen zararı göremezler. Bir süreden sonra aldatmanın büyüklüğü kendi acı ve düş kırıklıklarına karşı korunmalarıyla el ele gider. Bu, gerçeği görmekten kaçınmalarına neden olur. Tehlike, bir başka patolojik figürün çıkıp onları yanlış bir “çözüm”le cezbetmesidir. 

Gelecekteki ayaklanma girişimlerini ya da şiddet hareketlerini nasıl önleyebiliriz?

  • Şiddet uzun bir sürecin son ürünüdür, bu yüzden de önlemek çok önemlidir. Yapısal şiddet ya da eşitsizlik, davranışsal şiddetin en güçlü uyarıcısıdır. Ekonomik, ırksal ve cinsiyetle ilgili tüm biçimleriyle eşitsizliğin azaltılması şiddetin önlenmesine yardım edecektir. Önlemenin etkili olması için, bilgi ve derin anlayışın gözden kaçmaması gerekir, böylece pandemide olduğu gibi, neyin geliyor olduğunu öngörebiliriz. Trump döneminde esas olarak etik kılavuzların politik nedenlerle çarpıtılması yoluyla ruh sağlığı profesyonelerinin suskunuğu, bana göre ulusun bu başkanlığın tehlikelerini anlama, öngörme ve önleme de yetersiz kalması bakımından katastrofik oldu.

Trump’u desteklemeyen fakat hayatlarında onu destekleyen kişiler ya da “mini-Trumplar” olan insanlar için ne önerirsiniz?

  • Trump ile destekçileri arasındaki ilişki istismara dönük bir ilişki olduğundan, bu çok zor. Aklınızı istismarcıya rehin verdiğinizde, artık bu olguları sunmak ya da mantığa başvurmakla ilgisiz bir konu haline gelir. Trump’un iktitardan ve nüfuz alanından çıkarılması kendi başına iyileştirici olacaktır. Fakat öncelikle destekçilerinin inançlarını yüzleştirmeyi önermiyorum, çünkü bu sadece direnci artıracaktır. İkincisi, amaç ikna etmek değil, onların hatalı inançlarına neden olan durumların değişmesi olmalıdır. Üçüncüsü, içlerinde hezeyanlı hikayeler barındıran insanlar bu hikayelerinin yanlış olduğunu reddetme çabalarıyla gerçekliği ezip geçmeye eğiliminde olduklarından kendi gücünü ve ruh sağlığını korumak gerekir. Mimi-Trumplara gelince… her şeyden önce katı sınırlar koymak, teması kısıtlamak, hatta mümkünse ilişkiyi bırakmak önemlidir. Ben şiddet eğilimi olan kişileri tedavi etmekte uzmanlaştığımdan, onları tedavi etmek için yapılabilecek bir şeyler olduğuna her zaman inanırım, fakat mecbur kalmadıkça nadiren tedaviye başvururlar.

Kaynak: Tanya Lewis. The “Shared Psychosis” of Donald Trump and His Loyalties. Scientific American, January 11, 2021. (Adli psikiyatrist Bandy X. Lee ile söyleşi.)

Bir Hücre Ne Hatırlayabilir?

Küçük ama istekli bir grup sinirbilimci, zamanında görmezden gelinmiş olan deneyleri gün yüzüne çıkarıp hücrelerin geçmiş deneyimleri kaydedip kaydetmediğini araştırmak için yeni deneyler gerçekleştiriyor. Belleğin ne olduğuna dair en dipten bir meydan okuma…

1983’te, seksenlik genetikçi Barbara McClintock1, Stockholm’deki Karolinska Enstitüsü’nün kürsüsünde duruyordu. İnsan içine çıkmaktan hoşlanmamasıyla ünlüydü; kendisine münzevi denebilirdi, fakat insanların Nobel Ödülü aldıklarında konuşmaları adettendir, bu yüzden duraksayarak 1950’lerin başında DNA dizilerinin genomda nasıl yer değiştirebildiğini keşfetmesine yol açan deneyleri anlattı. Konuşmasının sonuna doğru, tel çerçeveli gözlüklerinin ardından gözlerini kırpıştırarak konuyu değiştirdi ve sordu: “Bir hücre kendisi hakkında ne bilir?”

McClintock tuhaflığıyla ünlüydü. Yine de, sorusu bir bitki genetikçisinden çok, bir filozoftan gelmiş gibi görünüyordu. Bitki hücrelerinin ‘düşünceli bir şekilde’ tepki verdiğini gördüğü laboratuvar deneylerini anlatmaya devam etti. Bitki hücreleri beklenmedik bir stresle karşı karşıya kaldıklarında, ortama epey iyi uyum sağladıkları görünüyordu. “Şu anki kavrayışımızın ötesinde” bir şeydi bu… Bir hücre kendisi hakkında ne bilir? McClintock bunu bulmanın geleceğin biyologlarının işi olduğunu söylüyordu.

Kırk yıl sonra, McClintock’un sorusu etkisini yitirmedi. Geleceğin biyologlarından bazıları, tek hücreli canlılarda ve sinir sistemi dışındaki insan hücrelerinde hatırlama ve öğrenme yeteneği gibi temel bilişsel fenomenlerin işaretlerini ararken, “bilmenin” tek bir hücre için ne anlama gelebileceğini anlamak için yoğun bir şekilde çalışıyor. Bilim, uzun zamandır çok hücreli bir sinir sisteminin bu tür yetenekler için ön koşul olduğu görüşünü benimsemişti, ancak yeni araştırmalar, tek hücrelerin de uyumsal amaçlar gibi görünen deneyimlerinin kaydını tuttuğunu ortaya koyuyor.

Geçen yılın sonlarında Nature Communications‘da yayınlanan kışkırtıcı bir çalışmada2, sinirbilimci Nikolay Kukushkin ve New York Üniversitesi’nden akıl hocası Thomas J. Carew, bir kapta büyüyen insan böbrek hücrelerinin, düzenli aralıklarla sunulduğunda kimyasal sinyal örüntülerini “hatırlayabildiğini” gösterdi; bu, tüm hayvanlarda yaygın olan, ancak şimdiye kadar sinir sistemi dışında görülmemiş bir bellek fenomenidir. Kukushkin, ‘anevral’ veya beyinsiz bellek biçimlerini inceleyen küçük ama hevesli bir araştırmacı grubunun parçası. Bir hücre kendisi hakkında ne bilir? Şimdiye kadar yaptıkları araştırmalar, McClintock’un sorusunun cevabının ‘düşündüğümüzden çok daha fazlası’ olabileceğini gösteriyor.

Beyinsiz Öğrenme

Sinirbilimdeki yaygın kanı, uzun zamandır bellek ve öğrenmenin beyindeki ‘sinaptik plastikliğin’ bir sonucu olduğudur. Bir deneyim sırasında aynı anda etkinleşen nöron kümeleri arasındaki bağlantılar, deneyim geçtikten sonra bile etkin olmaya devam eden ağlara dönüşerek onu bir anı olarak kalıcı hale getirir. “Birlikte ateşlenen nöronlar, birlikte bağlanır” deyişiyle ifade edilen bu olgu, neredeyse bir asırdır bellek anlayışımızı şekillendirmiştir. Ancak tek başına nöron olmayan hücreler de hatırlayıp öğrenebiliyorsa, nöron ağları hikayenin tamamı olamaz.

Evrimsel bir bakış açısından, sinir sistemi dışındaki hücrelerin hayatta kalmayı teşvik edecek şekilde deneyimlerinden etkilenmesi mantıklıdır. Harvard Üniversitesi’nde bilişsel bilimci olan Sam Gershman3, “Bellek, beynin ortaya çıkışından yüz milyonlarca yıl önce var olan sistemler de dahil olmak üzere, tüm canlı sistemler için faydalı bir şeydir” demiştir.

Hücresiz cıvık mantarlar, yiyecek ararken, nerede olduklarını hatırlatan kimyasal izler bırakırlar. Bakteriler, kimyasal değişim eğilimleri (gradyan) boyunca daha elverişli ortamlara doğru ilerlerken mevcut ve önceki koşulları karşılaştırırlar. Gershman, bu “daha eski bellek biçimlerinin” sinaptik plastistiklikte önemli ve tamamlayıcı bir rol oynayabileceği konusunda bir önseziye sahip, öyle ki, yakın zamanda tek hücreli siliyat Stentor coeruleus‘u sistematik olarak incelemek için çalışmalarına yeni bir laboratuvar ekledi.

Kirpikliler (siliyatlar), bilişsel bir bilim insanı için alışılmadık bir odak noktası gibi gelebilir, ancak bu tek hücreli canlılarda bellek çalışmaları 20. yüzyılın başlarına kadar uzanır. Zoolog Herbert Spencer Jennings, Aşağı Organizmaların Davranışı adlı kitabında, benzer bir kirpikli türü olan S. roeselii üzerinde 1906 gibi erken bir tarihte ayrıntılı deneyler yapmıştır.4 Dünyanın dört bir yanındaki tatlı su göletlerinde bulunan bu trompet şeklindeki hücreler, yapışkan bir ‘tutunma’ ile kendilerini bulundukları ortama sabitler ve yüzerken tüy benzeri kirpiklere çarpan besin parçacıklarını kendilerine çekerler.

Jennings, bir dizi deneyde, yakındaki bir göletten topladığı bu kirpikli tek hücrelilerden (protist) bazılarına tekrar tekrar tahriş edici kırmızı bir boya sıktı ve organizmaların nasıl tepki verdiğini gözlemledi.Önce bu bireylerin boyayı verdiği cam pipetten uzaklaştığını gördü. Eğer bu tahrişi engellemezse, protistler kirpikleriyle pipete su tükürdüler. Ve eğer bu da boyayı temizleyemezse, tutundukları yerlere keskin bir şekilde kasılarak geri döndüler: Eğil, tükür, saklan. Bu tepki dizisini belirledikten sonra Jennings, kısa bir gecikmeden sonra deneyi tekrarlayarak S. roeselii’nin belleğini test etmeye karar verdi.

Kirpikliler yaklaşık yarım dakika saklandıktan sonra tutundukları yerden çıktıklarında, boyayla tekrar karşılaştılar. Jennings, S. roeselii‘nin tüm kaçınma dizisini tekrar mı yaşayacağını, yani, organizmanın ‘geçirdiği deneyimlerle değişip değişmeyeceğini’ merak ediyordu. Başka deyişle, hücre bir şeyler öğreniyor muydu? Yanıtın “çok ilginç” olduğunu buldu. Canlı bu boyayla tekrar karşılaşınca, giriş kısmını atlayarak, hemen kasılmıştı. Son bir dizi ortaya çıkış ve kasılmanın ardından, kirpikli sonunda bıktı, kazıkları çekip yüzdü ve muhtemelen yerleşmek için daha az zararlı bir yer aradı.

Jennings döneminde tek hücreli davranışa dair baskın görüş, S. roeselii gibi organizmaların ışık, kimyasal değişim eğilimleri ve yerçekimi gibi dış etkenlere otomatik tepkiler olan ‘tropizmler’ tarafından yönlendirildiğiydi. Ancak Jennings’in çalışması, tek hücreli bir organizmanın tepkisini kısa bir süre içinde artırabileceğini gösterdi; bu da önceki deneyimleri eylemlerine dahil ettiğini, yani aslında hatırlayabildiğini gösteriyordu.

İronik bir şekilde, Stentor belleği neredeyse unutulmuştu. Jennings’in deneylerinin tekrarlanabilir olmadığı yaygın olarak kabul edildi; sonraki yüzyıl boyunca hücresel öğrenme araştırmaları rutin olarak göz ardı edilecek ve hatta uç bilim olarak kabul edilecekti. Ardından, 2010 yılında, Gershman’ın meslektaşı Jeremy Gunawardena5 bu konuyla ilgilenmeye başladı. Matematikçiden sistem biyologluğuna geçen ve yakın zamana kadar Harvard Tıp Fakültesi’nde görev yapan Gunawardena, kütüphane raflarını karıştırdı ve Jennings’in deneylerini tekrarlamaya yönelik tek gerçek girişimin 1960’ların sonlarında, tamamen farklı bir organizma olan Stentor coeruleus üzerinde yapıldığını keşfetti. Bu bariz eksiklikten cesaret alan Gunawardena, bir lisansüstü öğrencisini ve doktora sonrası araştırmacılarından birini, Jennings’in çalışmasını doğru organizmayla tekrarlamak için yıllarca sürecek, yalnızca geceleri ve hafta sonları yürütülecek gayrı-resmi bir özel projeye (skunkwork) katılmaya ikna etmeyi başardı. Bulguları 2019’da Current Biology dergisinde yayınlandığında6, Jennings haklı çıktı: S. roeselii aslında “fikrini değiştirebiliyordu”.

Gunawardena ve Gershman, hücresel öğrenme alanındaki meslektaşları için bir tartışma grubu yönetiyor. Gershman, “Bu konuda çalışan insanların evreni o kadar da büyük değil,” diyor. Aynı zamanda tarih meraklısı; makalelerinde genellikle zamanında kötülenmiş, ama bu çalışmayla itibarları iade edilen bilim insanlarının dokunaklı portreleri yer alıyor. Jennings’i rehabilite ettikten sonra, daha az bilinen Beatrice Gelber’e7 yöneldiler. Gelber, 1960’larda Chicago Üniversitesi’ndeki görevinden, kaplanmamış bir metal teli yiyecekle ilişkilendirmek için farklı bir tek hücreli kirpkliyi, bir paramesyumu ‘eğittiğini’ iddia ettikten8 sonra ayrılmıştı. Bunu Pavlov’un petri kabı gibi düşünün. Gelber’in titiz çalışması, tek hücrelilerde ilişkisel öğrenme üzerine yapılmış nadir araştırmalardan biridir. Gunawardena, Jennings gibi onun da zamanında büyük ölçüde ideolojik nedenlerle göz ardı edildiğine inanıyor; eğittiği paramecia’lar, hücrelerin öğrenemeyeceği yönündeki yaygın inanışı çürütüyordu.

Şimdi, diyor, daha iyisini biliyoruz.

Bir Hücrenin Bakış Açısı

Beyinsiz, tek hücreli organizmalarda hücre içi bir bellek mekanizması varsa, sunduğu avantajlar göz önüne alındığında, bunun bir biçimini miras almış olmamız mümkün. Bizimki de dahil olmak üzere tüm ökaryotik hücreler, evrimsel kökenlerini özgür yaşayan bir ataya dayandırır. Bu miras, her hücremizde yankılanır ve kaderimizi, protozoalar gibi canlıların tehditlerle başa çıktığı, yardım aradığı ve yaşamdan ölüme giden yolu hissettiği uçsuz bucaksız tek hücreli aleme bağlar.

Çoğumuz, böyle bir hücre için belleğin nasıl olabileceğini hayal etmek için öznel, içgözlemsel deneyimimizin dışına çıkmakta zorlanırız. Ancak moleküler biyolog olarak eğitim alan Nikolay Kukushkin9 için bu kolay bir adım. New York Üniversitesi Sinir Bilimi Merkezi’ndeki laboratuvarından yaptığı görüntülü görüşmede “Gerçekten de gözlerimi kapattığımda hücrenin içindeyim” diyordu.

Kukushkin, bir hücrenin tüm varoluşunun çok hücreli bir vücudun sıcak karanlığında gerçekleştiğini açıkladı. Bu bakış açısından, ‘deneyim’ diyebileceğimiz şey, zaman içinde aralıklı kimyasal örüntülerdir: besinler, tuzlar, hormonlar ve komşu hücrelerden gelen sinyal molekülleridir. Bu kimyasallar hücreyi farklı şekillerde, örneğin, moleküler veya epigenetik değişiklikleri tetikleyerek -ve farklı hızlarda- etkiler. Tüm bunlar da hücrenin yeni sinyallere tepki verme biçimini etkiler. Kukushkin, hücre düzeyinde belleğin tam da bu olduğuna inanıyor: Değişime verilen bedensel bir tepki. Ezberleyen şey ya da kişi, bellek ve hatırlama eylemi arasında bir ayrım yok. “Hücre için hepsi aynı” diyor.

Bu fikri açıklığa kavuşturmak için Kukushkin, yakın zamanda tüm hayvanlarda ortak olan ve ilk olarak 1885’te Alman psikolog Hermann Ebbinghaus tarafından tanımlanan bir bellek özelliğini bir hücrede bulmaya karar verdi. Ebbinghaus kendi kobay faresiydi: Hatırlama becerisini ölçmek için yıllarını anlamsız hecelerden oluşan listeleri ezberleyerek,  tekrar ezberleyerek geçirdi. Ezberleme seanslarını hızlandırdığında, her şeyi aynı anda çalışmak yerine hece dizilerini hatırlamanın daha kolay olduğunu keşfetti; bu, bir sınava çalışıp daha erken çalışmaya başlaması gerektiğini fark eden herkese tanıdık gelecek bir ‘aralar bırakma (spacing) etkisi’dir.

Kukushkin yakın zamanda yazdığı bir makalede10 aralar bırakmanın “birçok farklı hayvanda belleğin en sarsılmaz özelliklerinden biri olduğu kanıtlanmıştır” diye yazmıştı. İnsanlar, arılar, deniz sümüklü böcekleri ve meyve sinekleri gibi farklı yaşam formlarında görülen bu fenomen o kadar yaygındı ki, Kukushkin bunun hücrenin en derinlerine kadar ulaşıp ulaşmadığını merak etti. Bunu öğrenmek için, sinir hücresi olmayan, başka tür hücrelerin aralıklı kimyasal örüntülere ne kadar tepki verdiğini ölçmesi gerekiyordu.

Kukushkin ve meslektaşları, insan böbrek hücrelerini ve olgunlaşmamış sinir hücrelerini izole bir şekilde büyüterek işe başladılar. Ardından, nöronların kimyasal ‘deneyimi’ hakkında bildiklerini taklit etmeye çalıştılar. Temel yenilikleri, nöronlar tarafından kullanılanlar da dahil olmak üzere, birçok hücre sinyal yolunun parçası olan bir DNA dizisi (cAMP response element. CRE) kullanarak, bu hücrelerin kimyasal ipuçlarına verdiği içsel tepkileri ölçmekti. 

Deney için bu gen, belleğin bir temsilcisiydi (proxy). Her iki hücre hattını da CRE etkinleştirildiğinde parlayan bir protein üretecek şekilde tasarlayarak, hücrelerin ne zaman bir bellek/anı oluşturduğunu ve bu belleğin/anının ne kadar süreyle devam ettiğini ölçebildiler.

Ardından, Kukushkin’in sıkıcı bir saat gibi işleyen pipetleme koreografisi olarak tanımladığı bir işlemle, hücreleri beyindeki nörotransmitter patlamalarını taklit eden hassas zamanlanmış kimyasal patlamalarına maruz bıraktılar. Kukushkin’in ekibi, hem sinir hem de böbrek hücrelerinin bu örüntüleri hassas bir şekilde ayırt edebildiğini keşfetti. Üç dakikalık sabit bir patlama, CRE’yi aktive ederek hücrelerin birkaç saat boyunca parlamasını sağladı. Ancak, 10 dakika arayla, dört kısa atımla verilen aynı miktarda kimyasal, petri kabını bir günden fazla aydınlatarak kalıcı bir iz, bir anı olduğunu gösterdi.

Kukushkin’in bulguları, sinirsel olmayan hücrelerin sayabildiğini ve örüntüleri tespit edebildiğini gösteriyor. Bunu bir nöron hızında yapamasalar da hatırlıyorlar ve aralıklı verildiğinde bir uyaranı daha uzun süre hatırlıyor gibi görünüyorlar. Bu, tüm hayvanlarda bellek oluşumunun bir özelliğidir.

Gershman, sezgisel olarak bunun mantıklı olduğunu söyledi. Hücre veya /aralar bırakma etkisini gösteren) herhangi bir canlı sistem açısından, aralıklı bilgi, oldukça tutarlı ve yavaş hareket eden bir ortamın, yani istikrarlı bir dünyanın kanıtıdır. Öte yandan, kütlesel bilgi -tek bir kimyasal madde patlaması veya gece boyunca süren bir çalışma seansı- daha kaotik bir ortamda rastlantısal bir olayı temsil edebilir. Gershman, “Dünya gerçekten hızlı değişiyorsa, öğrendiğiniz şeylerin raf ömrü daha kısa olacağı için, [daha kolay] unutmalısınız,” dedi. “Daha sonra o kadar faydalı olmayacaklar, çünkü dünya değişmiş olacak.” Bu dinamikler, bizimki kadar, hücrenin varlığıyla da ilgilidir.

Son zamanlarda kendine ‘moleküler filozof’ demeye başlayan Kukushkin, kullandığı hücre türünden bağımsız olarak bulgularının aynı olacağından oldukça emin. “Herkesin favori hücre hattının aralar bırakma etkisi gösterdiğine dair iddiaları kabul ediyorum” dedi. “Bence belleğin sürekli bir süreç olduğu, tüm bu tek hücrelerin ezberlediği, bitkilerin ezberlediği, nöronların ve her türlü hücre tipinin aynı şekilde ezberlediği varsayılan bir varsayım olmalı. Kanıtlama yükümlülüğü, aynı olduğunu kanıtlamakta olmamalı. Kanıtlama yükümlülüğü, farklı olduğunu kanıtlamakta olmalı.”

Gershman da aynı fikirde. “Bir beyinde, [belleğin] dinamikleri, nöronların birbirlerine sinyal göndermesiyle ilgilidir: çok hücreli bir olgu” dedi. “Ama tek bir hücrede, belki de farklı zaman ölçeklerinde bir hücre içindeki moleküllerin dinamiklerinden bahsediyoruz. Farklı fiziksel mekanizmalar, tıpkı bir kalem, kurşun kalem, daktilo veya bilgisayar kullanarak mektup yazmam gibi ortak bir bilişsel sürece yol açabilir.”

Sonuçta önemli olan mektuptur, yani hatıradır.

Yapısal Önyargı

Gunawardena, bilimin hücresel ölçekte bir belleği benimsemekte tereddüt etmesinin bir nedeninin sosyolojik olduğunu söyledi. Jennings ve Gelber gibi ilk araştırmacıların bulguları, zamanlarının hakim teorileriyle örtüşmediği için belleksizdi: Jennings’in Stentor‘da belleği keşfetmesi, Gelber’in döneminde baskın olan davranışçı psikolojiye ilham veren ‘tropizmler’ dogmasına aykırıydı. Her iki görüş de, önceden programlanmış tepkiler arasında geçiş yapan biyolojik otomatlarla dolu canlı bir dünya varsayıyordu. Öğrenebilen ve uyum sağlayabilen hücreler bu tür modellerde yer almıyordu.

Şu anda Barselona’daki Pompeu Fabra Üniversitesi’nde bulunan Gunawardena, “Hepimizin ideolojileri var” diyor. “Bu, insanların dünyayla başa çıkma biçiminin doğal bir parçası. … Bilimde, bu önyargıların bilimsel toplulukları örgütlemede ve neyin uygun, neyin uygun olmayan bilim olarak kabul edildiğini belirlemede ne kadar önemli olabileceğini gerçekten küçümsedik.”

Bu aynı zamanda bir anlambilim meselesidir. Tüm önemli terminolojiler gibi, ‘bellek’ de yüklü bir terimdir, kesin değildir ve farklı disiplinler tarafından farklı şekillerde tanımlanır. Bir bilgisayar bilimcisi için farklı, bir biyolog için farklı bir anlam ifade eder; geri kalanımız içinse hiçbir şey ifade etmez. Kukushkin, “Normal bir insana belleğin ne olduğunu sorduğunuzda, bunu içgözlemsel olarak düşünür” diyor. “‘Gözlerimi kapatıp düne dönüp baktığımda, işte bellek budur’ diye düşünürler. Ama bilimde incelediğimiz şey bu değil.”

Kukushkin, sinirbilimde belleğin en yaygın tanımının, gelecekteki davranışları değiştirmek için deneyimden sonra kalan şey olduğunu yazıyor. Bu davranışsal bir tanımdır; onu ölçmenin tek yolu, gelecekteki davranışı gözlemlemektir. S. roeselii‘nin tutunduğu yere geri dönmesini veya bir laboratuvar faresinin daha önce tanıştığı elektrikli bir labirenti görünce donup kalmasını düşünün. Bu durumlarda, bir organizmanın nasıl tepki verdiği, önceki deneyimin kalıcı bir iz bıraktığının bir ipucudur.

Peki bir anı, yalnızca dışsal bir davranışla ilişkilendirildiğinde, anı mıdır? Kukushkin, “Buna karar vermek keyfi bir şey gibi görünüyor” dedi. “Tarihsel olarak neden böyle karar verildiğini anlıyorum, çünkü [davranış] bir hayvanla çalışırken kolayca ölçebileceğiniz bir şeydir. Bence olan şu ki, davranış ölçülebilen bir şey olarak başladı ve sonra belleğin tanımı haline geldi.”

Davranış bize bir anının oluştuğunu söyler, ancak neden, nasıl veya nerede olduğu hakkında hiçbir şey söylemez. Dahası, ölçekle sınırlıdır. Devasa nöronlara sahip kaslı bir deniz sümüklüböceği olan Aplysia californica‘yı ele alalım. Sinirbilimciler, Aplysia üzerinde bellek deneyleri yapmayı severler, çünkü fiziksel tepkileri kolayca ölçülebilir : Dürttüğünüzde irkilir. Ve bu tepkiler, ilgili bir avuç duyusal ve motor nöronla net bir şekilde eşleşir.

Kukushkin, deniz sümüklüböceğinin sinirbilimin davranışsal önyargılarını karmaşıklaştırabileceğini söyledi. Diyelim ki kuyruğuna şok vererek savunma refleksini tetiklediniz. Ertesi gün tekrar şok verdiğinizde ve savunma refleksinin öncekinden daha güçlü olduğunu gördüğünüzde, bu, sümüklüböceğin ilk şokunu hatırladığına dair davranışsal bir kanıttır. Herhangi bir sinirbilimci bunu bir anı ile ilişkilendirirdi.

Peki ya (midesi bulananlardan özür dilerim) o deniz sümüklüböceğini parçalara ayırırsanız11 ve sadece hareketsiz nöronlarını bırakırsanız? Sağlam yaratığın aksine, nöronlar geri çekilemediği için görünür bir tepki olmaz. Bellek gitti mi? Kesinlikle hayır, ancak dışarıdan bir doğrulama olmadan, belleğin davranışsal tanımı çöker. Kukushkin “Artık buna bellek demiyoruz” diyor. “Buna bellek mekanizması diyoruz, belleğin altında yatan sinaptik değişime belleğin bir benzeri diyoruz. Ama buna bellek demiyoruz ve bunun keyfi olduğunu düşünüyorum.”

Belki de belleğin tanımı, geçmişe dair daha fazla kaydı kapsayacak şekilde davranışın ötesine uzanmalıdır. Aşı bir tür bellektir. Bir yara izi, bir çocuk, bir kitap da öyle. “Bir ayak izi bırakırsanız, bu bir bellektir” diyor Gershman. Belleğin fiziksel bir olay -dünyada veya benlikte bırakılan bir iz- olarak yorumlanması, bir hücre içinde meydana gelen biyokimyasal değişiklikleri de kapsayacaktır. Gershman, “Biyolojik sistemler, bilgiyi saklayan ve kendi amaçları doğrultusunda kullanan fiziksel süreçleri harekete geçirecek şekilde evrimleşmiştir” diyor.

Peki, bir hücre kendisi hakkında ne bilir? Belki de Barbara McClintock’un sorusunun daha iyi bir versiyonu şudur: Bir hücre neyi hatırlayabilir? Hayatta kalma söz konusu olduğunda, bir hücrenin kendisi hakkında bildikleri, dünya hakkında bildikleri (ne zaman eğileceğini, ne zaman savaşacağını ve ne zaman kaçacağını belirlemek için deneyimleriyle ilgili bilgileri birleştirme biçimi) kadar önemli değildir.

Bir hücre, varlığını koruyan bilgiyi korur. Ve bir anlamda biz de öyle. Günümüzün hücresel bellek araştırmacıları geçmişten kalma terk edilmiş deneysel süreçleri yeniden gözden geçirirken, onlar da belleğin bağlamına ne borçlu olduğunu, bilimin sosyolojik ortamının hangi fikirlerin korunup hangilerinin unutulacağını nasıl belirleyebileceğini keşfediyorlar. Sanki bir alan 50 yıllık bir bellek kaybından uyanıyormuş gibi. Neyse ki, anılar geri geliyor.

Kaynak: Claire L. Evans. What can a cell remember? July 30, 2025. https://www.quantamagazine.org/what-can-a-cell-remember-20250730/ (7 Ağustos 2025’te indirildi.)

Dipnotlar

  1. Barbara McClintock’un ilginç hayatı için bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Barbara_McClintock ↩︎
  2. Kukushkin, N. V., Carney, R. E., Tabassum, T., Carew, T. J. (2024). The massed-spaced learning effect in non-neural human cells. Nature Communications 15, 9635. https://www.nature.com/articles/s41467-024-53922-x ↩︎
  3. Gershman’ın yayınları için bkz. https://gershmanlab.com/pubs.html ↩︎
  4. Jennings, H. S. (1906). Behavior of the lower organizms. Columbia University Press. https://archive.org/details/behavioroflowero00jenn/page/174/mode/2up ↩︎
  5. Gunawardena’nın yayınları için bkz. https://vcp.upf.edu/papers.html. ↩︎
  6. Dexter, J. P., Prabakaran, S., Gunawardena, J. (2019). A Complex Hierarchy of Avoidance Behaviors in a Single-Cell Eukaryote. Current Biology 24: 4323-4329.e2 https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0960982219314319?via%3Dihub. ↩︎
  7. Gershman, S. J., Balbi, P. E. M., Gallistel, C. R., Gunawardena, J. (2021). Reconsidering the evidence for learning in single cells. https://elifesciences.org/articles/61907. ↩︎
  8. Gelber, B. (1952). Investigations of the behavior of Paramecium aurelia: I. Modification of behavior after training with reinforcement. Journal of Comparative and Physiological Psychology 45: 58-65. https://psycnet.apa.org/doiLanding?doi=10.1037%2Fh0063093. ↩︎
  9. Kukushkin’in yayınları için bkz. https://liberalstudies.nyu.edu/about/faculty-listing/nikolay-kukushkin.html. ↩︎
  10. Kukushkin, N. Humans, sea slugs, kidney cells: we all learn the same way. https://communities.springernature.com/posts/humans-sea-slugs-kidney-cells-we-all-learn-the-same-way. ↩︎
  11. Chen, S., Cai, D., Pearce, K. et al. (2014). Reinstatement of long-term memory following erasure of its behavioral and synaptic expression in Aplysia. https://elifesciences.org/articles/03896. ↩︎

Scythian Disease? (Hipokrat ve Türkler!)

Psikiyatriye Giriş dersini anlatırken psikiyatrinin başvuru kitabından yararlanıyorum.1 Psikiyatri Tarihi başlığı altında -elbette- Hipokrat’tan da söz ediyorum. 4 unsur, 4 beden sıvısı ve bunlara uyan 4 karakter tipini anlattıktan sonra, Hipokrat’ın hastalık sınıflandırması hakkında kısaca bilgi veriyorum. Orada Hipokrat Scythian disease diye bir şeyden söz ediyor ve derste bu hastalığa parantez içinde kısaca transvestizme benzer deyip geçiyorum. Bugün daha önce zaman bulamadığım bazı işlerle uğraşmak için uygun bir fırsat buldum. Ders slaytlarını gözden geçirirken, bu kelimeye (Scythian) takıldım ve araştırmaya karar verdim. Aslında daha internete girmeden scythian2 ile İskitler bağlantısını fark etmeye başlamıştım, fakat aralarında nasıl bir ilişki olduğunu bilmiyordum. 

Arama motoruna “scythian” diye girince, önce tabii ki “kutsal bilgi kaynağı” wikipedia çıktı karşıma.3 Ben de baktım. Daha önceki okumalarımdan İskitler ile Türkler arasındaki ilişkiye dair bir şeyler aklımda kalmıştı, fakat wiki’deki madde çok ayrıntılı olmasına karşın, Türklerden neredeyse hiç söz edilmiyordu. Wikipedia’da bu tür taraflılıklara alışmıştım, fakat çok uzun zaman önce Avrasya bozkırlarında at koşturan bir kavmin ön-Türklerle de olsa ilişkilendirilmemesi kafamı karıştırmıştı. Hele ki yazıda “kurgan”lardan, bunların bulunduğu Norşuntepe, İmirler, Kul-Oba, Ust-Alma, Kermen-Kyr, Ak-Kaya gibi açıkça Türkçe yerleşim yeri adlarından söz ederken…

Bunun üzerine Türkçe kaynak aradım. Bilimsel bir makaleye rastlayamadım, ama birçok Türkçe kaynakta, güvenilir bilimsel temelleri olmasa da, İskitler’in Türklerle ilişkisinin neredeyse kanıtlanmış bir gerçek olduğundan söz ediliyordu.4

Bu son kaynakta ilginç bir bilgi de vardı: Jeannie Davis-Kimball adlı tarih araştırmacısı, İskitler’in İç Asya’dan Anadolu’ya göçlerini, Kafkasya-Anadolu hattında arkalarında bıraktıkları kurganları ve İskit coğrafyasında yaşayan kadın savaşçıları (Amazonları) incelemişti.5 Davis-Kimball araştırmalarının sonucunda İskitlerin soydaşları olan Amazonların Türklerin ataları olduğunu öne sürmüştü. Yazıya göre, Kimball, bu araştırmaları sırasında Antik Yunan’ın büyük savaşçısı Aşil’in bir Amazon kraliçesi Pentezile ile mücadelesine de rastlamıştı. Öyküye göre, Aşil, zorlu bir mücadeleden sonra, Pentezile’yi öldürmüş, rakibinin (rakibesinin!) yüzünü görmek için miğferini çıkardığında sarı saçlı, çok güzel bir kadınla karşılaşmıştı.

Scythian’ın İskitlerle ilgili olanının değil de, Hipokrat’taki anlamını bulmak için arama motoruna yazmayı sürdürünce, karşıma “enaree” başlığı çıktı.6 Evet, Hipokrat’ın söz ettiği psikiyatrik bozukluk bu olmalıydı, çünkü “enaree”’nin (eski Yun.) “efemine (kadınsı) ya da androjin (erdişi) olarak tanımlanan İskit şamanları için kullanılan bir sözcük” olduğunu yazıyordu. Metne göre, bu şamanların tapınakları yoktu ve doğa güçlerine ibadet ediyorlardı. Herodot, (bazılarına göre ön-Türk kavimlerinden biri olan) İskitler’in Askhelon’daki (İsrail) bir Afrodit tapınağını yağmalamaları üzerine, tanrıça’nın bu İskitleri ve onlardan gelen tüm soyları “dişilik” hastalığı ile malul ettiğini yazıyordu. Hipokrat ise, Havalar, Sular ve Yerler Üzerine (On Airs, Waters, Places) adlı yapıtında İskit sakinlerinin kadınsılıklarını ilahi güçlere bağladığını, fakat kendisinin onların sürekli ata binmelerinden dolayı iktidarsızlaşıp kadınsı rolleri benimsediklerine inandığını söylüyordu.

Metinde geçen İskit sakinleri (Scythian inhabitant) sözcüğündeki paradoksu bir an için unutalım. Öyle ya, Orta Asya ve Sibirya bozkırlarından Ukrayna, İran ve Anadolu ovalarına kadar at süren bir kavmin “sakin” (inhabitant: yerleşik) olarak nitelenmesi biraz tuhaf! Bu “küçük” dikkatsizliği bir yana bırakıp tüm öğrendiklerimizi birbirine bağlarsak, şu sonucu çıkarabiliriz: Hipokrat ve onun uygarlığından olan kişiler at üstünde kadın-erkek oradan oraya özgürce at süren insan topluluklarını tanıyamamışlar, davranışlarını ve göreneklerini yanlış yorumlamışlardı. Tıpkı Aşil gibi, gördükleri her savaşçıyı erkek sanıyorlardı; saçları uzun savaşçıları kadınlaşmış erkekler olarak görüyorlar, hele de pantolon giyiyorlarsa, onların dişilik eğilimi taşıdığına (transvestizmine) inanıyorlardı. Hiçbiri Aşil gibi miğferlerini açıp bakmaya cesaret edemediler, demek ki… Böylece, özgür ruhlu, savaşçı kabilelerin nazik insanları, yerleşik kültürde yaşayanlar tarafından sapkın bir hastalığa sahip olarak tanımlandılar. Scythian disease böyle çıktı…7

Ne büyük hata!

Dipnotlar:

  1.  Sadock BJ, Sadock VA, Ruiz P. Kaplan and Sadock’s Comprehensive Textbook of Psychiatry. 9th Edition, Lippincott Williams & Wilkins, 2009. ↩︎
  2.  “sid’iyın” diye okunuyor, ama bence “skityın” diye okumak daha uygun.
    ↩︎
  3.  www.wikidia.org/Scythians (27 Haziran2020’de indirildi).
    ↩︎
  4.  https://www.turktarihim.com/Iskitler.html (27 Haziran 2020’de indirildi).
    ↩︎
  5.  Davis-Kimball’ın Warrior Women kitabı Savaşçı Kadınlar Amazonlar adıyla Türkçeye çevrilmiş. (Çeviren : Mert Çağdaş). İleri Yayınları, 2013.
    ↩︎
  6.  www.wikipedia.org/Enaree (27 Haziran 2020’de indirildi).
    ↩︎
  7.  Elbette bu bilimsel bir saptama değil. Biraz hoş bir rastlantıyla bulunan şaşırtıcı bir ilişkiye dair bilgilerin eğlenceli bir biçimde metne dökülmüş hali.
    ↩︎

Çin ile ABD Arasındaki Yarışı Kim kazanır?

Eğer kaydolursanız, Nature dergi grubu her gün e-posta kutunuza kısa bilgilerden oluşan bir mektup gönderiyor. 10 Haziran 2025 tarihinde gelen mektuptaki kısa notlara baktığımda, aynı sayfada Çin ile ABD arasında hemen her alanda yürütülen savaşı kimin kazanacağını yordamamızı kolaylaştıracak iki haber yer aldığını gördüm.

“Çin Dünyanın En Üst Düzey Yeteneklerini Çekmek İçin Nasıl Yarışıyor” başlıklı ilk haberde, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in bir araştırma merkezindeki araştırmacılarla sohbetinin gösteren bir resmin altında Çin’in çeşitli eyaletlerindeki ve kentlerindeki üniversitelerin ve araştırma merkezlerinin verdikleri teşviklere dair örnekler yer alıyor. Örneğin, Sichuan Eyaletindeki kırsal bir bölgede yer alan Gulin ilçesi eğer oraya taşınırlarsa doktora sahiplerine 30.000 yuan (42.000 ABD Doları) ve aylık 3000 yuan ödüyor. Zhejiang Eyaletindeki Taizbou kenti yeni yerleşimler için üniversite mezunlarına 100.000 yuan’a kadar ödeme yapıyor. Hunan Eyaleti yutdışından taşınan doktora öğrencilerine 1.000.000 yuan civarında bir para ödüyor.

Bunun gibi birçok örnekte Çin genelinde eyaletlerde ve kentlerde yerli ve yabancı araştırmacılar, öğrenciler, mucitler aranıyor. Karşılığında büyük miktarda para, konut, sağlık hizmeti, eşlere iş, vb. avantajlar sunuluyor. Bunlara üniversitelerin verdiği cömert maaşlar ve merkezi hükümetten gelen araştırma fonları da ekleniyor.

Son zamanlarda ABD’nin özellikle Çin vatandaşlarına yönelik göç kurallarını sıkılaştırmasının bu çabalara yarayacağı söyleniyor.

Çin daha önce Bin Yetenek Planı ile uluslararası bilim insanlarını çekmeyi amaçlıyordu, fakat bugün kendi yetenek havuzunun da epey derinleştiği kabul ediliyor. Deepseek’in başarısı bunun bir örneği… Artık yerli yeniliklere ve teknolojik özyeterliliğe vurgu daha fazla…

2023 tarihli bir araştırma (Xie et al., 2023) 2010 ve 2021 yılları arasında Çin kökenli bilim insanlarının ABD’yi terk ederek Çin dahil diğer ülkelere göçünde istikrarlı bir artış olduğunu bulmuştu. Ancak, uzun vadede Çin’in bu yetenekleri uzun süre elinde tutabilmesi için akademik özerklik, şeffaflık ve yaşam kalitesi konularındaki endişeleri de ele alması gerektiği söyleniyor.

İkinci habere göre, kendisi yıllardır aşılar konusunda insanların zihnindeki kuşkuları besleyen Robert J. Kennedy Sağlık Bakanlığı (Health Secretary) görevine geldikten sonra Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’nin 17 üyesinin tümünü işten çıkarmış. Trump yönetiminin daha önce de çeşitli üniversitelerin araştırma fonlarını kestiği, yabancı öğrencilerin ve araştırmacıların ülkelerine dönmesine yönelik politikaları yürürlüğe soktuğu, oysa uzun vadede bilime yatırım yapan ülkelerin her açıdan kazançlı çıkacağı düşünülürse, ABD-Çin rekabetinde kimin kaybedeceği şimdiden tahmin edilebilir gibi geliyor.

Kaynaklar:

Bebekler anı oluşturabilirler. O halde hayatımızın en erken dönemlerini neden hatırlayamıyoruz?

20 Mart 2025’te Science’de yayımlanan bir beyin tarama çalışmasının sonuçlarına göre, 1 yaş kadar küçük bebekler bile anı oluşturabilirler. Bulgular, çocukluk unutkanlığının (infantile amnesia: hayatın ilk yıllarını hatırlayamama) anı oluşturamamaktan çok, geri çağırmadaki güçlüklerden kaynaklandığını düşündürüyor.

Bebekler Anı Oluşturabilir (Resim: Chat GPT)

Yetişkinler ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, hayatın ilk aylarındaki (ya da yıllarındaki) olayları hatırlayamazlar. Ancak, bunun nedeninin bebeğin bu tür anıların depolanmasında anahtar bir beyin bölgesi olan hipokampusunun yeterince gelişmemiş olması mı, yoksa yetişkinlerin bu anıları geri çağırma yetersizliği mi olduğu sorusu, uzun zamandır yanıtlanmamış bir sorudur.

Araştırmacılar (Yates ve ark., 2025) bu konuya ışık tutmak için bir bellek ödevi yapan 4 ay ila 2 yaş arasındaki 26 bebeğin beyinlerini fMRI kullanarak taradı ve çocuklar yeni bir yüz, nesne ya da manzara resmine bakarken, bir dakika sonra da aynı resim gösterildiğinde hipokampus etkinliğini ölçtüler. 

Bebek yeni bir resme bakarken hipokampus etkinliği ne kadar büyükse, o resim tekrar gösterildiğinde ona bakma süresi o kadar uzundu. Bebekler tanıdık şeylere bakarken daha çok zaman geçirme eğiliminde olduklarından, bu bulgu gördükleri şeyi hatırlıyor olduklarını düşündürür.

Araştırmacılar en güçlü kodlama etkinliğini hipokampusun arka bölümünde (yani, yetişkinlerde anının geri çağrılmasıyla en fazla ilişkili bölgede) gördüler. Yazarlar bunun bebeklerin kodlama kapasitesinin varlığının kanıtı olduğunu düşünüyorlar. Her ne kadar çalışmadaki tüm bebeklerde bu bulgu görülmüş olsa da, 12 aylıktan büyük olanlarda sinyallerin daha güçlü olması, hipokampusun tek tek anıları kodlama yeteneğinin bir tür gelişim yolu izlediğini gösteriyor.

Başka yazarlar da bu kadar küçük çocuklarda veri toplamanın kolay olmadığını, bu çalışmanın henüz olgunlaşmamış hipokampusun en azından bir tür epizodik bellek kodlaması yapabileceği fikrini desteklediğini düşünüyorlar.

Çalışmanın yazarları da yetişkinlerin hayatın ilk yıllarını hatırlayamamasının, anıların başlangıçtaki (bebeklikteki) depolama biçimi ile beynin anıya geri dönmeye çalışırken kullandığı geri çağırma ipuçları (ya da arama terimleri) arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan bir geri çağırma sorunu olduğu sonucuna varıyorlar. Bebeklerin deneyimleri, beynin gördüğü ve duyduğu şeyleri bağlama oturtup buna göre kategorize edebildiği ileriki yıllardaki deneyimlerden çok farklı olabilir, çünkü sadece emeklemekten yürümeye geçmek bile bütün dünya görüşünü değiştirir.

Sıçanlardaki çalışmalar da erken çocukluk anılarının beynimizde yıllarca kalabileceği fikrini destekliyor. Daha önceki bir çalışmada (Travaglia ve ark., 2016) sinirbilimcilerin optogenetik yöntemini kullanarak yetişkin sıçanlarda bebeklik anılarını kodlayan nöronları etkinleştirmeleri ve bu anıların hâlâ var olduğunu göstermeleri, anıların hep orada olduğunun kanıtı sayılıyor.

Özgün metin:

Simms, C. (2025). Babies do make memories – so why can’t we recall our earliest years? https://www.nature.com/articles/d41586-025-00855-0

Metinde Geçen Makaleler

Yates, T., Fel, J., Chol, D., Trach, J. E., Behm, J., Ellis, C. T., Turk-Browne, N. B. (2025). Hippocampal encoding of memories in human infants. Science 20 Mar 2025 Vol 387, Issue 6740 pp. 1316-1320 DOI: 10.1126/science.adt7570

Travaglia, A., Bisaz, R., Sweet, E., Blitzer, R. D., Alberini, C. M. (2016). Infantile amnesia reflects a developmental critical period for hi

His, Duygu, Etki (Duygulanım)

[Mizah çalışmaları, stand-up komedi ve kültürel çalışmalar alanında çalışan Prof. Eric Shouse’nin (East California Üniversitesi) özellikle Massumi’den (ve Spinoza’dan) yola çıkarak His, Duygu ve Duygulanım/Etki üzerine yazdığı yazının çevirisi.]

AFFECT (ETKİ, DUYGULANIM)/AFFECTION (DUYGULANIM, ETKİLEME, TEESSÜR) Her iki kelime de kişisel bir hisse (Deleuze ve Guattari’de sentiment) işaret etmez. L’affect (Spinoza’nın affectus‘u) etkileme ve etkilenme (affect and be affected; teessür ve müteessir olma) yeteneğidir. Bedenin bir deneyimsel durumundan diğerine geçişine karşılık gelen ve o bedenin hareket etme kapasitesinde bir artış veya azalmayı belirten ön-kişisel (prepersonal) bir yoğunluktur. L’affection (Spinoza’nın affection’u) etkilenen beden ile etkileyen ikinci bir beden arasındaki bir karşılaşma olarak düşünülen bu tür her bir durumdur (Massumi, Plateaus xvi).

His (feeling) ve etki (affect, duygulanım), rutin olarak birbirinin yerine kullanılsa da, etkiyi (affect) hisler ve duygularla karıştırmamak gerekir. Brian Massumi’nin Deleuze ve Guattari’nin A Thousand Plateaus adlı eserine yazdığı giriş bölümündeki etki (affect) tanımının açıkça belirttiği gibi, etki kişisel bir his değildir. Hisler (feeling) kişisel ve biyografiktir, duygular (emotion) toplumsaldır ve etkiler (affect) ön-kişiseldir (prepersonal). Bu makalenin geri kalanında, önceki cümleyi açmaya ve hisler, duygular ve etkiler/duygulanımlar arasında yaptığım ayrımın neden bilgiçlikten daha fazlası olduğunu gösterecek bazı örnekler sunmaya çalışacağım.

His (feeling), önceki deneyimlerle karşılaştırılıp etiketlenmiş bir duyumdur (sensation). Kişisel ve biyografiktir, çünkü her insanın hislerini yorumlarken ve etiketlerken içinden çekip çıkarabileceği kendine özgü bir dizi önceki duyumu vardır. Bebek hem dilden, hem de biyografiden yoksun olduğu için, hisler deneyimlemez. Yine de, neredeyse her ebeveyn herhangi bir kuşku duymadan çocuğunun hisleri olduğunu ve bunları düzenli olarak ifade ettiğini belirtecektir (ebeveynin aslında hakkında tanık olduğu şey, kısaca söylemek gerekirse, etkidir).

Duygu (emotion), bir hissin yansıtılması/gösterilmesidir. Hislerin aksine, duygunun gösterilmesi gerçek veya sahte olabilir. Hisler ve duygular arasındaki ayrım, Paul Ekman tarafından yapılan ve Amerikan ve Japon denekleri yüz ameliyatı tasvir eden filmler izlerken videoya çeken bir deneyle aydınlatılmıştır. Tek başlarına izlediklerinde, her iki grup da benzer ifadeler sergilemiştir. Gruplar halinde izlediklerinde, ifadeler farklıydı. Duyguyu dünyaya yayınlarız; bazen bu yayın içsel durumumuzun bir ifadesidir ve diğer zamanlarda sosyal beklentileri karşılamak için uydurulur. Bebekler, duyguları deneyimlemek için biyografiye ya da dil becerilerine sahip olmasalar da duygularını sergilerler. Bebeklerin duyguları, doğrudan etki (affect) ifadeleridir.

Etki (affect), bilinçsiz bir yoğunluk (intensity) deneyimidir; bir anlık biçimlenmemiş ve yapılandırılmamış potansiyeldir. Etki dilde tam olarak kavranamadığından (realise) ve her zaman bilincin önünde ve/veya dışında olduğundan, bu makaledeki üç temel terimden (his, duygu ve etki) en soyut olanı etkidir (Massumi, Parables). Etki, bir deneyimin niteliğine nicel bir yoğunluk boyutu ekleyerek bedenin belirli bir koşulda kendini eyleme hazırlama yoludur. Bedenin, dilde tam olarak yakalanamayan kendine özgü bir grameri vardır, çünkü “sadece atımları veya ayrık uyarımları özümsemez; bağlamları da içine katar…” (Massumi, Parables 30). Bu daha da soyutlaşmadan bebek örneğine geri dönelim.

Bir bebeğin duyumları bilişsel olarak işleyebileceği bir dil becerisi veya bedeninde sürekli yayılan duyumların akışını değerlendirirken yararlanabileceği bir geçmiş deneyim tarihi yoktur. Bu nedenle, bebek yoğunluklara dayanmak zorundadır (bu, Massumi’nin etki (affect) ile eş tuttuğu bir terimdir). “Etkiler  (duygulanım, affect), organizmaya dokunan belirli bir uyarımın yoğunluğunun veya eğim derecesiinin bir benzerini üretmek üzere birlikte hareket eden yüz kaslarını, iç organları, solunum sistemini, iskeleti, otonomik kan akışı değişikliklerini ve seslendirmeleri içeren, birbiriyle ilişkili tepki kümelerinden oluşur” (Demos 19). Buradaki anahtar nokta, bebek için etkinin/duygulanımın (affect) doğuştan olmasıdır. Bebekler, yüz ifadesi, solunum, duruş, renk ve seslendirmeler yoluyla, kendilerine etki eden uyarımların yoğunluğunu ifade edebilirler. Bu nedenle, ebeveynler çocuklarının duygu (emotion) ifade ettiğini söylediklerinde haklıdırlar. Öte yandan, küçük yavrulara hisler (feeling) atfettiklerinde yanılıyorlar. Yavrularının hissetmek için ne biyografileri, ne de dilleri vardır. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş, bir ölçüde duygunun (emotion) gösterimini bilinçli kontrol altına almayı öğrendiğimiz bir geçiştir. Ancak, etkiler (affect) bilinçsiz ve biçimsiz olmaya devam ederler ve “bireyin çok az kontrolü olduğu etkenler tarafından kolayca uyandırılırlar..” (Tompkins 54). Bebek için etki (affect) duygudur (emotion), yetişkin için etki (affect) hisleri (feeling) hissettiren şeydir. Bir hissin (niteliğin) yoğunluğu (niceliği) kadar günlük hayatlarımızın arka plan yoğunluğunu (hiçbir deneyime gerçekten kendimizi ayarlamadığımızda deneyimlediğimiz yarı-hissedilen, devamlı nicelik/nitelik uğultusunu) belirleyen şey de budur.

Etkinin (duygulanımın) yetişkinlerin hayatlarında, duyguları üzerinde bilinçli bir kontrol kazandıktan sonra bile anlamlı bir şekilde nasıl işlemeye devam ettiğini anlamak için en basit yollardan biri, etki (affect) sistemi kontrolden çıkmış bir bireye bakmaktır. Nörolog Oliver Sacks böyle bir kişiyle deneyimini anlatmıştı. Bu, kalça kırığı geçiren yaşlı bir hastaydı. Bu olay kırık bacağının uzun bir süre hareketsiz kalmasına neden olmuştu. Sacks onunla çalışmaya başladığında, kadın üç yıldır bacağındaki hisleri henüz geri kazanmamıştı. Bacağını bilinçli olarak hareket ettiremiyordu ve onu “eksik” hissediyordu. Ancak, müzik duyduğunda ayağını ritme uyarak istemsizce yere vuruyordu. “Bu, müzik terapisi olasılığını akla getirdi; sıradan fizyoterapi hiçbir işe yaramamıştı. Destek (yürüteç vb.) kullanarak, onu yavaş yavaş dans etmeye ikna edebildik ve sonunda üç yıldır işlevsiz olmasına rağmen bacağının neredeyse tamamen iyileşmesini sağladık” (Sacks 170-1).

Önceki öyküdeki kadın olağan bilinçli mekanizmalar yoluyla bacağını oynatamıyordu, çünkü bacağın bedenin bilinçli farkındalığıyla ya da “derin-duyuyla” bağlantısı kopmuştu. Derin-duyu, “bedenin hareketli kısımlarından (kaslar, tendonlar, eklemler), bunların konumlarının, tonüslerinin ve hareketlerinin, fakat otomatik ve bilinçdışı oldukları için bizden gizli bir tarzda ve sürekli olarak takip edildiği ve ayarlandığı, sürekli fakat bilinçsiz duyu akışı”dır (Sacks, 43). Etki derin-duyuya yoğunluk ya da bir ivedilik hissi (sense) katar, (hatırası kısmen bedende depolanmış olan) müziğin bu kadın tek başına olduğunda hareket ettiremediği bacağını hareket ettirebilmesinin nedeni budur.

Bacağı kendi başına dans eden kadının öyküsü hakkında dikkate değer olan şey bu kendine özgü olguda etkinin iradeyi alt etmesi değil, bunun etkinin her zaman iradenin ve bilincin önüne geçmesinin bir örneği olmasıdır (Massumi, Parables 29). Herhangi bir anda yüzlerce, belki binlerce uyaran insan bedenine çarpar ve beden bunların hepsini aynı anda içine alarak ve onları bir yoğunluk olarak kaydederek yanıt verir. Etki, bu yoğunluktur. Bebekte saf ifadedir, erişkinde saf potansiyeldir (verili bir durumda bedenin harekete geçmeye hazır olmasının bir ölçüsüdür). Silvan Tomkins etkinin biyolojik durumuna dair farkındalığımızı yükselterek bilinci etkileme gücüne sahip olduğunu anlatır:

Etkinin mekanizması, bu açıdan ağrının mekanizması gibidir. Elimizi kesseydik, kanadığını görseydik, fakat doğuştan ağrı reseptörlerimiz olmasaydı, onarım gerektiren bir şey yapmış olduğumuzu bilirdik, fakat bir aciliyet duymazdık. Arabamızın ayar gerektirmesi gibi, daha fazla zamanımızın olduğu sonraki haftaya kadar bekletebilirdik. Fakat ağrının mekanizması, etkinin mekanizması gibi, onu aktive eden yaralanmaya dair farkındalığımızı  o kadar yükseltir ki endişelenmeye, hem de hemen endişelenmeye mecbur kalırız (Tomkins 88).

Etki olmazsa, hisler “hissetmez”, çünkü yoğunluğu yoktur, ve hisler olmazsa akılcı karar verme sorunlu hale gelir (Damasio 204-22).  Kısaca, etki bedenlerimiz, çevremiz ve diğerleri arasındaki ilişkinin ve etki deneyime dönüşürken hissettiğimiz/düşündüğümüz öznel deneyimin belirlenmesinde önemli bir rol oynar. 

Tüm bunlar medya ve kültürel çalışmalarla ilgilenen bireyler için ne anlama geliyor? Bu, “medya etkileri”ni (media effects) ideolojinin iletimi açısından betimlemenin kimi zaman post hoc ergo propter hoc (bundan sonra, dolayısıyla bunun yüzünden) yanılgısına neden olması anlamına gelir. Bu Massumi’nin etki/etkileme (affect/affection) tanımlarındaki ikinci terimle ilgilidir. Etkileme (affection) etkinin bedenler arasında aktarıldığı süreçtir. Etkinin aktarılması enerjilerimizin kendimize yetmeediği anlamına gelir. “Birey” ile “çevre” arasında güvenli bir ayrım yoktur (Brennan 6). Etki hislerden ve duygulardan farklı olarak biçimlenmemiş ve yapılanmamış olduğundan bedenler arasında aktarılabilir. Etkinin önemi, birçok durumda bilinçli olarak alınan mesajın o mesajın alıcısı için mesajın kaynağıyla bilnçsiz duygulanımsal (affective) rezonansından da haz önemli olabilmesine dayanır.

Müzik, duyumların bedene çarpmasının yoğunluğunun insanlar için anlamın kendisinden daha fazla “anlam” ifade edebileceğinin belki de en net örneğini sunar. Jeremy Gilbert’in dediği gibi, “Müziğin belirlenebilen, betimlenebilen ve tartışılabilen, fakat anlama sahip olmakla aynı şey olmayan fiziksel etkileri (effects) vardır ve müziğin kültürde nasıl işlediğini anlamaya dönük herhangi bir girişim… bunları anlamlara indirgemeye çalışmadan etkiler üzerine bir şeyler söyleyebilmelidir.” Çoğu zaman bireylerin müzikten aldıkları haz, anlamın iletilmesiyle daha az, belli bir müzik parçasının onları “harekete geçirme” biçimiyle çok daha fazla ilgilidir. Anlamların önemli olmadığını yanlış olsa da, müziğin kültürel etkilerini kavramaya çalışırken biyolojinin rolünü görmezden gelmek de aynı derecede aptalca olacaktır. Elbette müzik etkiyi aktarma potansiyeline sahip olan tek ifade biçimi değildir. Yüz ifadelerinin, solunumun, ses tonunun ve duruşun algılanabilir olduğu her iletişim biçimi etkiyi artırabilir ve bu liste şu anda deneyimlemekte olduğumuz iletişimin dışında kalan hemen her türlü aracılı iletişim biçimini içerir.

Etkinin aktarılmasının bir kişinin hislerinin başkalarının hisleri haline gelmesi anlamına gelmediğini açıklığa kavuşturayım. Etkinin aktarılması bedenlerin birbirini etkileme biçimiyle ilgilidir. Bedenimiz bir bağlama katıldığı ve (gerçek ya da sanal) bir başka beden o bağlamda yoğunluk ifade ettiğinde bir yoğunluk bir başkasına katılır. Beden içine girdiği bağlamın yoğunluğuyla rezonansa girerek belirli bir duruma uygun şekilde yanıt vermeye hazır olduğundan emin olmaya çalışır. Etkinin her yerde bulunduğu düşünülürse, birçok medya biçiminin gücünün onların ideolojik etkilerinde değil, içerikten ya da anlamdan bağımsız duygulanımsal (affective) rezonanslar yaratma yeteneklerinde yattığını unutmamak gerekir.

Etkinin gücü, biçimlenmemiş ve yapılanmamış (soyut) olmasında yatar. Etkiyi hislerin ve duyguların olmadığı şekilde aktarılabilir kılan, “soyutsallığı”dır (abstractivity) ve potansiyel olarak böylesine güçlü toplumsal kuvvet olmasının nedeni aktarılabilir olmasıdır. Etkiyi hislerle ve duygularla karıştırmamanın önemli olmasının ve Lawrence Grossberg’in “duygulanımsal yatırımlar” teriminin pek de mantıklı olmadığı konusunda Brian Massumi’yle hemfikir olmamın nedeni budur. Massumi’nin öne sürdüğü gibi etki “biçimlenmemiş ve yapılanmamış” ise ve her zaman bilinçli farkındalığın önünde ve/veya dışındaysa, insan nasıl ona “yatırım” yapabilir (Parables 260)? Yatırım önseziyi ve bir yatırma yerini varsayar; etki de düşünceden önce gelir ve elektrik kadar stabildir. Bu, etkinin belki zenginleştirici biçimlerinin daha yaygın olduğu pratiklerin bulunmadığını söylemek değildir, sadece bu pratiklere katılan kişilerin etkiye yatırım yapmamaları demektir. Elbette kültürel çalışmaların derslerinden biri, umuda yatırım yapmanın daha önce insanları harekete geçirmiş olmasıdır.

Shouse, E. (2005). Feeling, Emotion, Affect. M/C Journal, 8(6). https://doi.org/10.5204/mcj.2443

Ek:

  • Brian Massumi (d. 1956). Kanadalı felsefeci ve sosyal kuramcı. Deleuze ve Guattari’nin İngilizce konuşan dünyaya tanıtılmasında etkili oldu. Disiplinlerarası bir alan olan etki/duygulanım çalışmaları alanının gelişmesinde de önemli bir rol oynadı. En bilinen yapıtı: Parables for the Virtual: Movement, Affect, Sensation (2002).
  • Silvan Tomkins (1911-1991). Etki/duygulanım kuramı (affect theory) ve betik kuramı (script theory) geliştiren psikolog ve kişilik kuramcısı. En bilinen yapıtı: Affect Imagery Consciousness (1991).

Kaynaklar:

Brennan, Teresa. The Transmission of Affect. Cornell U. P., 2004.

Damasio, Antonio. Descartes’ Error. 1994. Quill, 2000.

Demos, Virginia E. “An Affect Revolution: Silvan Tompkin’s Affect Theory.” Exploring Affect: The Selected Writings of Silvan S. Tompkins. Ed. Virginia E. Demos. Press Syndicate of the U. of Cambridge, 1995: 17-26.

Ekman, Paul. “Universal and Cultural Differences in Facial Expression of Emotion.” Nebraska Symposium on Motivation. Ed. J. R. Cole. U of Nebraska P, 1972: 207-83.

Gilbert, Jeremy. “Signifying Nothing: ‘Culture’, ‘Discourse’ and the Sociality of Affect. Culture Machine 2004. http://culturemachine.tees.ac.uk/>.

Massumi, Brian. “Notes on the Translation and Acknowledgements.” In Gilles Deleuze and Felix Guattari, A Thousand Plateaus. U of Minnesota P, 1987.

———. Parables for the Virtual. Durham: Duke UP, 2002.

Sacks, Oliver. A Leg to Stand On. Touchstone, 1984.

Tompkins, Silvan. Exploring Affect: The Selected Writings of Silvan S. Tompkins. Ed. Virginia E. Demos. Press Syndicate of the U of Cambridge, 1995.

Beyin Wi-Fi Sistemi

(Johnjoe McFadden. https://aeon.co/essays/does-consciousness-come-from-the-brains-electromagnetic-field‘dan çevrildi.)

Yaklaşık 2.700 yıl önce, günümüzde Türkiye sınırları içerisinde bulunan antik Sam’al şehrinde, kralın yaşlı bir hizmetkarı evinin bir köşesinde oturmuş, ruhunun doğasını düşünmektedir. Adı Katumuwa’dır. Kendisi için yapılmış, üzerinde kendi portresi oyulmuş ve eski Aramice bir yazıt bulunan bazalt bir stele bakmaktadır. Ailesine, kendisi öldüğünde, ‘bu odada bir şölen kutlamaları talimatını verir: Hadad harpatalli için bir boğa, avcıların Nik-arawas’ı için bir koç, Şamaş için bir koç, üzüm bağlarının Hadad’ı için bir koç, Kubaba için bir koç ve bu stelde bulunan ruhum için bir koç.’ Katumuwa, ölümünden sonra ruhu için dayanıklı bir taş kap inşa ettiğine inanıyordu. Bu taş, düalizmin (bilinçli zihnimizin bedenin maddesinden ayrı, maddi olmayan bir ruh veya tinde yer aldığı inancının) en eski yazılı kayıtlarından biri olabilir.

The Katamuwa Stele cast, digitally rendered by Travis Saul. Courtesy of the Oriental Institute of the University of Chicago.

2 bin yıldan fazla bir süre sonra, oğlum bir hastane sedyesinde yatarken, ben de ruhun doğasını düşünüyordum. Beyindeki elektriksel aktiviteyi tespit eden bir elektroansefalogram (EEG) çekiliyordu. Ekranda düzensiz dalgalı çizgilerin, bir kapının çarpması gibi olaylara ilişkin algılarının tetiklediği sivri uçlarla birlikte aktığını izlerken, bu sinyalleri üreten bilincin doğasını merak ediyordum.

Beynimizdeki nöronları oluşturan -ve Katumuwa’nın hareketsiz stelindeki madde parçalarından veya oğlumun hastane yatağındaki çelik bariyerlerden çok da farklı olmayan- atomlar ve moleküller insan farkındalığını ve düşünce gücünü nasıl üretebiliyor? Bu uzun zamandır sorulan soruyu yanıtlamak için, bugün çoğu nörobiyolog beyin nöronları tarafından gerçekleştirilen bilgi-işlemeye işaret eder. Hem Katumuwa, hem de oğlum için bu, ışık ve ses gözlerine ve kulaklarına ulaştığı anda başlar ve nöronlarını çevrelerinin farklı yönlerine yanıt olarak ateşlemeye teşvik eder. Katumuwa için bu, belki de stelin üzerinde tuttuğu kozalak ya da tarak olabilirdi; oğlum içinse makineden gelen bip sesleri ya da duvardaki saatin hareketiydi.

Her bir ‘ateşleme’ olayı, iyon adı verilen elektrik yüklü atomların nöronların içine ve dışına hareketini içerir. Bu hareket, bir sinir hücresinden diğerine geçen bir tür zincirleme reaksiyonu tetikler; bu, kabaca günümüz bilgisayar kapılarının konuşma gibi çıktılar üretmek için gerçekleştirdiği AND, OR ve NOT Boole işlemlerine benzer. Yani, steline bakmasından itibaren milisaniyeler içinde, Katumuwa’nın beynindeki milyonlarca nöronun ateşleme hızı, stelin binlerce görsel özelliği ve odadaki bağlamıyla bağıntılıydı (correlated). Bu bağıntı (correlation) anlamında söz konusu beyin nöronlarının Katumuwa’nın stelinin en azından bazı yönlerini bildiği varsayılmaktadır.

Ancak bilgi-işleme, bilinçli bilme için yeterli değildir. Bilgisayarlar çok fazla bilgi işler, ancak en ufak bir bilinç kıvılcımı göstermemiştir. Onlarca yıl önce, bilincin fenomenolojisini inceleyen bir makalede, filozof Thomas Nagel bizden bir yarasa olmanın nasıl bir şey olduğunu hayal etmemizi istemişti (Nagel, T (1980). What is it like to be a bat? In: N. Block (Ed.), Readings in Philosophy of Psychology. Harvard University Press, pp. 159-171). Bu bir-şeye-benzeme ya da dünyaya dair bir bakış açısına sahip olma özelliği, gerçekten bilinçli bir ‘bilen’ olmanın ne anlama geldiği hakkında bize bir şeyler söyler. Oğlumun EEG’sini izlerken o hastane odasında, bir kapının çarpılmasını kaydeden bilgileri işleyen nöronlarından biri olmanın nasıl bir şey olduğunu merak ettim. Bildiğimiz kadarıyla, tek bir nöron sadece bir şeyi bilir: Ateşleme hızını. Girdilerine göre ateşlenir veya ateşlenmez, bu yüzden taşıdığı bilgi, ikili bilgisayar dilinin sıfır veya birine hemen hemen eşdeğerdir. Böylece sadece tek bir bilgi bitini kodlar. Bu bitin değeri, sıfır veya bir olsun, bir kapının çarpmasıyla ilişkilendirilebilir, ancak kapının şekli, rengi, odalar arasında bir geçit olarak kullanımı veya çarpma sesi hakkında hiçbir şey söylemez. Bunların hepsi oğlumun bilinçli deneyiminin bir parçası olduğundan emin olduğum özelliklerdir. Oğlumun beynindeki tek bir nöron olmanın hiçbir şey hissettirmeyeceği sonucuna vardım.

Elbette, nörobiyologların genellikle yaptığı gibi, tek bir nöron neredeyse hiçbir şey bilmese de, oğlumun beynindeki 100 milyar nöron topluluğunun zihnindeki her şeyi bildiğini ve dolayısıyla bir şey hissettireceğini iddia edebilirsiniz. Ancak bu açıklama, beyindeki milyonlarca yaygın olarak dağılmış nörondaki tüm bilgilerin, örneğin bir oda veya bir stelin tek bir karmaşık, ancak birleşik bilinçli algısını oluşturmak için nasıl bir araya geldiğini soran ve bağlama sorunu olarak bilinen şeyle çatışır. Bir diğer sorun da atlama (omission) sorunudur. Bağışıklık hücreleri arasındaki karmaşık bilgi girişleri ve işleme olayları ağı hakkında neden hiçbir şey bilmiyorsunuz? Bu hücreler, bedeninizin sizi enfeksiyondan korumak için hangi tür bağışıklık tepkisini kullanacağına karar veriyor. Katumuwa, odasında yürürken kendini dik tutmak için gereken oldukça karmaşık hesaplamaların farkında değildi. Deep Blue’nun elektronik beyni neden satranca ilgi duymuyordu? Asıl bilmece farkındalık ve düşünce veren, ancak yapay beyinlerde bulunmayan bazı beyin aktivitelerinde (ama hepsinde değil) özel olanın ne olduğunu anlamaktır.

EEG ekranında o kıvrımlı çizgilerin akışını izlemek bana farklı bir fikrin, saf nöronal hesaplama veya bilgi işlemeye indirgenmeyen bir şeyin ipucunu verdi. Bir nöron her ateşlendiğinde, tel benzeri sinir lifi boyunca ilerleyen madde tabanlı sinyalle birlikte, çevredeki alana küçük bir elektromanyetik (EM) darbesi de yansıtır. Bu, tıpkı bir mesaj gönderdiğinizde telefonunuzdan gelen sinyale benzer. Bu yüzden oğlum kapının kapandığını duyduğunda, milyarlarca sinirin ateşlenmesini tetiklemesinin yanı sıra, kapının çarpılması beynine milyarlarca küçük elektromanyetik enerji darbesi de yansıtmış olur. Bu darbeler birbirine doğru akarak elektromanyetik alan adı verilen bir tür EM enerji havuzu oluştururlar: Bu nörobiyologların bilincin doğasını araştırırken atladıkları bir şeydir.

Nörobiyologlar beynin EM alanını bir yüzyıldan uzun süredir biliyorlardı, ancak neredeyse her zaman bunun işleyişiyle bir arabanın egzozunun direksiyonuyla olan ilgisi kadar ilgisi olmadığını söyleyerek görmezden geldiler. Yine de, bilgi sadece bağıntı (correlation) olduğundan, EEG ekranındaki sivri uçları oluşturan altta yatan beyin EM alanı titremelerinin, tıpkı bu titremeleri oluşturan nöronların ateşlenmeleri kadar hastane odası kapısının çarpılmasını bildiğini biliyordum. Ancak, aynı zamanda, bir milyon dağınık nöronun ateşlenmesi ile bu ateşlenmeler tarafından oluşturulan EM alanı arasında önemli bir fark olduğunu bilmek için yeterli fizik bilgisine de sahiptim. Bir milyon dağınık nörondaki milyonlarca ayrı bilgi parçası tarafından kodlanan bilgi, tek bir beyin EM alanı içinde fiziksel olarak birleştirilmiştir.

EM alanların birliği, wi-fi kullandığınız her seferinde belirginleşir. Belki de telefonunuzda Katumuwa’nın steli hakkında bir radyo belgeseli yayınlarken, bir diğer aile üyeniz film izliyor ve bir diğeri de müzik dinliyordur. İlginç bir şekilde, ister film, ister resim, ister mesaj veya müzik olsun, tüm bu bilgiler yönlendiricinizin yakınındaki herhangi bir noktadan anında indirilebilir. Bunun nedeni, bilgisayar kapıları veya nöronlar gibi ayrı madde birimlerinde kodlanan bilgilerin aksine, EM alan bilgilerinin kaynaklarından alıcılarına ışık hızında seyahat eden, maddi olmayan dalgalar olarak kodlanmasıdır. Kaynak ve alıcı arasında, farklı mesajları kodlayan tüm bu dalgalar üst üste biner ve birbirine karışarak tek bir foton veya elektron kadar birliğe sahip, fiziksel olarak bağlı bilginin tek bir EM alanı haline gelir ve alandaki herhangi bir noktadan indirilebilir. Alan ve içinde kodlanan her şey her yerdedir. Oğlumun EEG’sinin ekranda ilerlemesini izlerken, beyninin EM alanının tüm duyusal algılarıyla ilişkili, fiziksel olarak bağlı bilgilerle titreşmesinin nasıl bir şey olduğunu merak ettim. Sanırım ona çok benziyordu.

Bilinci beynin EM alanında bulmak tuhaf görünebilir, ancak farkındalığın maddede bulunduğuna inanmaktan daha mı tuhaf? Albert Einstein’ın denklemini hatırlayın, E = mc2. Tek yapmanız gereken denklemin madde tabanlı sağ tarafından sol tarafta bulunan enerjiye geçmektir. Her ikisi de fizikseldir, ancak madde bilgiyi uzayda ayrılmış ayrı parçacıklar olarak kodlarken, enerji bilgisi bilginin tek birleşik bütünlere bağlandığı örtüşen alanlar olarak kodlanır. Bilincin merkezini beynin EM alanında bulmak ve milyarlarca dağıtılmış nöronda kodlanan bilginin (EM alan tabanlı) bilinçli zihnimizde nasıl birleştirildiğini anlamak, bağlama sorununu çözer. Bu bir düalizm biçimidir, ancak madde ve ruh arasındaki farktan ziyade madde ve enerji arasındaki farka dayanan bilimsel bir düalizmdir. Farkındalık, bu birleşik EM alan bilgisinin içeriden nasıl hissettirdiğidir. Yani, örneğin, bir kapının çarpıldığını duyma deneyimi, bir kapının çarpılmasıyla ilişkili olan beyindeki bir EM alan bozulmasının ve tüm bellek nöronlarının kodladığı ilişkilerin içeriden nasıl hissettirdiğine benzer.

Oğlumun hastane odasına girmeden sadece birkaç hafta önce, Francis Crick’in kışkırtıcı kitabı Şaşırtan Varsayım’ını okumuştum (özgün adı: The Astonishing Hypothesis, 1994; Türkçeye çeviren: Sabit Say. TÜBİTAK Yayınları, 2005). Bu kitapta, çift sarmalın ortak kaşifi, bilincin, bilinçli düşünceler veya algıyla ilişkili beyin aktivitesini belirleyerek ele alınabilecek, çözülebilir bir sorun olduğunu öne sürmüştü. Örneğin, herkes açıkça görüneni görememekle ilgili o tanıdık deneyimi bilir. Benim için, genellikle gözlüklerimdir. Onları fark etmeden önce bir dakika veya daha fazla süre dağınık masama bakabilirim. O dakikanın başlarında, gözlüklerimin görüntüsü retinamda kaydedilmiş olacak ve renkler, bir çizginin şekli, çizgiler arasındaki açılar, şekil, doku vb. gibi özellikler çıkarılmış ve gözlüklerimi görmediğim tüm dakika boyunca paralel sinir yolları boyunca işlenmiş olacak. Sonra, aniden onları göreceğim.

Crick, bilinçli farkındalığı önceleyen ve sonra onu izleyen sinirsel işleme arasındaki farkın ne olduğunu belirlememiz gerektiğini önermişti. Dünya çapında birçok nörobiyolog tarafından yapılan onlarca yıllık araştırma, senkron nöronal ateşlemeyi bilincin en iyi bağıntısı (korelasyonu) olarak tanımladı. Yani, birçok dağınık nöron gözlüklerimin çeşitli özelliklerini işlerken ben onları göremediğimde, bu nöronlar birbirleriyle uyumsuz bir şekilde (asenkron olarak) ateşlenir. Onları nihayet gördüğüm o ‘Aha!’ anında, tüm bu dağınık nöronlar senkron olarak ateşlenmek üzere sıraya girerler.

Ama neden? Nöronların eş-zamanlı olarak ateşlenip ateşlenmemesi bilgi işleme operasyonları için hiçbir fark yaratmamalı. Nöronlarda bulunan bir bilinç için eş-zamanlılık bir anlam ifade etmez. Ancak, bilinci beynin EM alanına yerleştirirsek, o zaman onun eş-zamanlılıkla ilişkisi kaçınılmaz hale gelir. Durgun bir gölete bir avuç çakıl taşı atın. Bir dalganın tepesi diğerinin çukuruyla buluştuğunda, birbirlerini iptal ederek yıkıcı girişime (destructive interference) neden olurlar. Ancak, tepeler ve çukurlar hizalandığında, daha büyük bir dalga oluşturmak için birbirlerini güçlendirirler: Yapıcı girişim (constructive interference). Aynı şey beyinde de olur. Gözlüklerimin özelliklerini kaydeden veya işleyen milyonlarca farklı nöron eş-zamansız olarak ateşlendiğinde, dalgaları birbirini iptal ederek sıfır EM alanı oluşturur. Ancak, aynı nöronlar eş-zamanlı olarak ateşlendiğinde, dalgaları beynimin EM alanına güçlü bir EM sinyali yansıtarak yapıcı girişime neden olmak üzere hizalanır. Buna artık bilinçli elektromanyetik bilgi (BEB ya da CEMI: Conscious ElectroMagnetic Information) alanı diyorum.

2000’den beri CEMI Alan Kuramı üzerine yayın yapıyorum ve yakın zamanda 2020’de bir güncelleme yayımladım. Kuramın temel bir bileşeni, ‘özgür irade’ dediğimiz şeyin doğasına ilişkin yeni içgörüsüdür. Kralın Demir Çağı’nda yaşayan hizmetkarına geri dönersek… Çoğu modern olmayan insan gibi, Katumuwa da muhtemelen doğaüstü ruhunun iradi eylemlerinin itici gücü olduğuna inanıyordu. Yaklaşık 3.000 yıl sonra, laik filozoflar ve bilim insanları ruhu bedenden çıkardıklarında, istemli eylemler nöronal hesaplamanın başka bir motor çıktısı haline geldi: Yürüme, göz kırpma, çiğneme veya dilbilgisi açısından doğru cümleler kurma gibi bilinçsiz eylemleri yönlendirenlerden farklı değildi.

Peki, neden istemli eylemler bu kadar farklı hissettiriyor? 2002 tarihli bir makalede, özgür iradenin, nöronlar üzerinde etki eden ve gönüllü eylemleri başlatan CEMI ALANI deneyimimiz olduğunu öne sürdüm. O zamanlar, EM alanlarının sinirsel ateşlemeyi etkilediğine dair pek fazla kanıt yoktu, ancak 2010’da Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde David McCormick ve 2011’de Caltech’te Christof Koch tarafından yapılan deneyler, nöronların zayıf, beyin gücündeki EM alanları tarafından gerçekten de bozulabileceğini gösterdi. En azından, deneyleri, nöronal bilgi işlemenin bir wi-fi bileşeninin bulunması olasılığını öne sürüyor; iddia ettiğim gibi, bu ‘özgür irade’ olarak deneyimleniyor. Yani, Katumuwa haklıydı: Artık beynindeki EM alanıyla kodlanmış bilgi olarak anlaşılan ruhu, iradesinin yöneticisiydi.

CEMI ALANI kuramı, bilinçsiz ve bilinçli zihinlerimizin neden farklı çalıştığını da açıklıyor. İkisi arasındaki en çarpıcı farklardan biri, bilinçsiz zihnimizin aynı anda birçok şey yapabilmesi, ancak, aynı anda yalnızca tek bir bilinçli görevle meşgul olabilmesidir. Örneğin, Katumuwa kızarmış ördeğini çiğnerken bir arkadaşıyla sohbet etmekte sorun yaşamazdı, ancak satranç oyununa konsantre olurken 1.357 gibi bir sayıyı yediye bölemezdi. Bilinçsiz zihnimiz paralel bir işlemci gibi görünürken, bilinçli zihnimiz aynı anda yalnızca bir görevi çalıştırabilen seri bir işlemcidir.

CEMI ALAN kuramı, bu iki modu şöyle açıklar: Öncelikle beyinde bilgi işlemenin çoğunun (bilinçsiz olan türü) yalnızca EM alanları aracılığıyla etkileşime girmeyen nöron ‘telleri’ aracılığıyla gerçekleştiğini kabul eder. Bu, farklı görevlerin farklı devrelere tahsis edilmesini sağlar. Uzak geçmişimizde, tüm sinirsel hesaplamalar muhtemelen bu paralel işleme nöronal yolunu izliyordu. Paralel işleyen bağışıklık sistemimiz de benzer şekilde EM alan etkileşimlerinden yoksundur, bu nedenle de bilinçsizdir. Ancak, evrimsel tarihimizin bir noktasında, atalarımızın kafatasları giderek daha fazla nöronla doldu ve bitişik nöronlar EM alan etkileşimleri aracılığıyla birbirleriyle etkileşime girmeye başladı. Çoğunlukla, etkileşim işlevi bozardı. Daha sonra doğal seçilim, bu hayati işlevlerde yer alan nöronları yalıtmak için devreye girecekti.

Ancak, ara sıra elektriksel etkileşim faydalı olabilirdi. Örneğin, EM alan etkileşimleri, yalnızca bitler yerine karmaşık birleştirilmiş EM alan bilgisi paketleriyle hesaplama yapma yeteneği vermiş olabilir. Bu gerçekleştiğinde, doğal seçilim EM alan duyarlılığını artırmak için diğer yöne doğru çekmiş oldu. Yine de bu bilgi işleme yönteminin bir dezavantajı da vardı. Gölete atılan çakıl taşlarını hatırlayın: Birbirleriyle etkileşime girerler. Beynin CEMI ALANIna bırakılan farklı fikirler de benzer şekilde birbirleriyle etkileşime girer. Bilinçli CEMI ALANI  zihnimiz kaçınılmaz olarak aynı anda yalnızca bir şey yapabilen seri bir bilgisayara dönüşür.

Kuram ayrıca doğal seçilimin bilinçli zihinlerdeki EM alan etkileşimlerinden elde ettiği faydalara dair ipuçları da sağlar. Elbette bunlar bilinci harekete geçiren faaliyetlerdir: Planlama, hayal gücü, problem çözme veya yaratıcılık gibi. Bu işlemler ikili rakamlar yerine bütünsel alan kodlu karmaşık fikirlerle hesaplanır. Benim önerim fikirlerin bilincin hesaplama birimleri (bilinç ‘bitleri’ veya ‘cbitleri) olarak görülmesidir.

Katumuwa gelecekteki zihnini, silisyumun bir biçimi olan bazaltta hayal etti. Yaşlı hizmetçi, silikonun bilgisayarların hesaplama yeteneğinden sorumlu temel unsur olması nedeniyle planlarının o kadar da saçma olmadığını bilmekten eğlenmiş olabilir. Derin öğrenme AI öncüsü Gary Marcus, etkileyici sayısal hesaplama güçlerine rağmen, geleneksel bilgisayarların şimdiye kadar ‘genel zeka’ olarak bilinen şeyi, yani, yeni sorunları çözmek için bilgiyi genelleştirme kapasitesini geliştirmede tamamen başarısız olduğundan yakınmıştı. Marcus, ‘jantlarına ip takılmış bir bisikleti tamir etmenin en iyi yolunu bulma’ örneğini veriyor. Bu, beş yaşında bir çocuğun göreve ilk kez maruz kaldığında saniyeler içinde kolayca çözebileceği türden bir bulmaca, ancak Marcus’un belirttiğine göre, mevcut hiçbir bilgisayar bu konuda nasıl ilerleyeceği konusunda bir fikre sahip değil.

CEMI ALANI kuramı, geleneksel bilgisayarların asla genel zeka kazanamayacağını öngörür, çünkü bu, ikili rakamlar yerine cbit’lerle, fikirlerle hesaplama yapma becerisiyle etkinleştirilen bir beceridir. Geleneksel yapay zeka bu yetenekten yoksundur, çünkü bilgisayar mühendisleri EM alanlarının hesaplamalarına müdahale etmesini önlemek için büyük çaba harcarlar. EM alanı etkileşimleri olmadan, yapay zeka sonsuza dek aptal ve bilinçsiz kalacaktır.

Yine de CEMI ALANI kuramı, yapay bilinçli zihinler inşa etmenin heyecan verici ve potansiyel olarak dünyayı değiştirici olma olasılığı da sunar. Bu kendi beynimiz gibi, alanlarla ve yalnızca bitleri kodlayan geleneksel mantık kapılarıyla hesaplama yapan farklı bir tür bilgisayar mimarisi gerektirir. Kendi EM alanına duyarlı beyinlerimizin mimarisi, geleceğin bu devrim niteliğindeki yapay beyinlerinin nasıl inşa edilebileceğine dair birçok ipucu sağlar. Bu ipuçlarını yeni bir hesaplama biçimine dönüştürmek, sonunda bilinçli, genel zeka destekli yapay zeka hayalini gerçekleştirebilir.

Daha da ileriye baktığımızda, geleceğin bir Katumuwa’sı, Sam’allının zihinsel ölümsüzlük hayalini gerçekleştirebilir mi? Elbette bir insan beyninin bilgi içeriğini tersine mühendislikle elde etmek ve daha sonra hem kablolar, hem de alanlar aracılığıyla bilgiyi işleyen daha dayanıklı bir silikon tabanlı bilgi işlem alt katmanına yüklemek çok zor olacaktır. Zorlayıcı, ancak imkansız değil. Bazalttan yapılmayacaklar, ancak bir gün elektrik ruhları için potansiyel olarak ölümsüz kaplar inşa etmek mümkün olabilir. Katumuwa’nın hayali insanlığın geleceği olabilir.

Kaynak: Brain Wi-Fİ. April 5, 2021. JohnJoe McFadden. https://aeon.co/essays/does-consciousness-come-from-the-brains-electromagnetic-field

İletişim

444 7000
Salı: 09:00-18:00
Perşembe: 09:00-18:00

Kategoriler

Blogdaki Yazıların ve Görsellerin Yasal Kullanımı Hakkında

© Hakan Atalay ve hakanatalay.wordpress.com. 2011-2019.

Bu malzemenin bir açıklamada bulunmadan ve yazardan yazılı izin almadan yetkisizce kullanılması ve/veya çoğaltılması yasaktır. Özgün içeriğe uygun ve özgül bir yönlendirme yapılması, [Hakan Atalay]ın ve [hakanatalay.wordpres.com]un tam ve açık kaynak gösterilmesi hallerinde alıntılar ve bağlantılar kullanılabilir.

Akbank Sanat'ta Yapay Zeka ve Aşk üzerine panel.
FB TV'de Depresyon üzerine söyleşi.
Follow Hakan Atalay on WordPress.com