“Karşılaşmalar” sayfasında yayımladığım makaleyi “Yazılar” sekmesine ekledim ve böylece “Son Posta” olarak öne çıkmasını istedim. “Karşılaşmalar” sayfasında daha sonra Bohm’un yaşadıkları ile ilgili daha geniş başka bir yazıya geçmeyi umuyorum.
Makale: Van Der Horst FCP, Van Der Veer R. Separation and Divergence: The untold story of James Robertson’s and John Bowlby’s theoretical dispute on mother-child separation. Journal of the History of the Behavioral Sciences 2009;45(3):236-52).
Bağlanma kuramının tarihinde James Robertson (1911-1988) ve John Bowlby’nin (1907-1990) adları genellikle birlikte anılır. Robertson ve Bowlby 1950’lerin başlarında ayrılık teması üzerinde çalışırken, çocuğun anneden ayrılmayı takiben tepkilerinde üç evre belirleyerek gelişimsel psikolojide önemli bir dönüm noktasına ulaştılar ve bunları “protesto” (protest), “umutsuzluk” (despair) ve “inkar” (denial) diye adlandırdılar. Bu sırada dışarıdan bakıldığında Bowlby ve Robertson tam bir uyum içinde çalışıyorlar, temelde aynı görüşleri paylaşıyorlarmış gibi görünüyorlardı. Bu izlenim ortak kariyerlerinin başında doğruydu da, fakat sonraki yıllarda bir takım kuramsal konularda uyuşamadılar ve kişisel ilişkileri epey gerginleşti. Gerçi Bowlby kitaplarında Robertson’u kuramsal ve pratik başarılarından ötürü övmeye gayret etti. Onun başlıca kaygısı galiba uyuşmazlıklarının halka mal olması ve bunun kuramsal rakiplerinin ekmeğine yağ sürmesiydi. Robertson’a mektuplarından birinde Bowlby bu kaygıyı açık bir şekilde ifade etmiştir:
Birlikte yararlı bir tartışmaya girebilmeyi umut ediyorum, çünkü korkarım ki bunu yapamazsak yanlış anlamalar çoğalacak ve belki de kamuoyuna mal olacak, bu da ancak ikimizin çalışmalarına ve geliştirmeye çalıştığımız sosyal değişmelere karşı çıkmakta olan insanları rahatlatacaktır.
David Bohm (1917-1992) 20. yüzyılın en önemli kuramsal fizikçilerinden biridir. Kuantum kuramı, nöropsikoloji ve zihin felsefesine önemli katkılarda bulunmuştur. Bir şekilde birbiriyle etkileşen zihinsel ve fiziksel olmak üzere iki töz (substance) bulunduğunu söyleyen Kartezyen modeli tamamlamak için matematiksel ve fiziksel “içedoğan” (implicate) ve “dışa açılan” (explicate) düzenler kuramını geliştirmiştir. Beynin de hücresel düzeyde kuantum etkilerinin matematiğine göre çalıştığına inanmış ve düşüncenin de, tıpkı kuantum antiteleri gibi, dağıtımlı (distributed), belli bir yeri olmayan (non-localized) bir antite olduğunu ileri sürmüştür. Başlıca ilgisi genelde gerçekliğin, özelde de bilincin doğasını tutarlı bir bütün olarak anlamaktır. “Plazma kuramı” da onun fikridir. 1951’de Kurantum Kuramı kitabı çıkmıştır, ancak, kitapta bile kuantum kuramının ortodoks yorumundan duyduğu memnuniyetsizliği belirtmiştir. Nihayet parçacık-dalga paradoksuna karşı geliştirdiği düşünceler “DeBroglie-Bohm kuramı”yla zirveye ulaşmıştır. “Pilot dalga kuramı” da denen bu kurama göre, her parçacığın, evrendeki tüm diğer parçacıkların konumunu algılayan, sadece kendine ait özel bir pilot dalgası vardır. Pilot dalga özel parçacığını yerçekimi gibi güç uygulayarak değil, bir radar ışını gibi bilgi sağlayarak yönlendirir. Bu düşünce, evrende biz ölçmesek de her parçacığın belli bir konumda olduğunu varsayarak, yarık deneyinde yaşanan ölçüm sorununu da çözmüş olur.

Aslında benim anlatmak istediğim kısım tam bu değil. Bohm doktorasını Kaliforniya Üniversitesi’nde Robert Oppenheimer’in yönettiği kuramsal fizik grubunda tamamlar. Oppenheimer öğrencisi Bohm’u atom bombası çalışmalarını yürüten Manhattan Projesi’ne de almak ister. Ancak, projenin yöneticisi tuğgeneral Leslie Groves, politik görüşleri ve dostluklarından ötürü onu güvenlik açısından tehlikeli bulur ve projeye kabul etmez. 1949’da (antikomünist cadı avının sürdüğü McCarthy döneminde) Bohm, geçmişteki sendikal bağlantılarından ve komünistlerle ilişkilerinden ötürü, bir federal hükümet soruuşturmasının konusu olur ve Meclis’in Amerikan Olmayan Faaliyetler Komitesi’ne (!) ifade vermeye çağrılır. Bohm Amerikan Anayasası’nın 5. Maddesini hatırlatarak ifade vermeyi ve arkadaşlarını ispiyonlamayı reddeder.
Bunun üzerine, 1950’de tutuklanır. 1951’de Yüksek Mahkeme 5. Madde’yi kullanmasının anayasaya uygun olduğunu belirtir ve Bohm salınır. Fakat Princeton Üniversitesi onu çoktan işten uzaklaştırmıştır. Meslektaşları onu yeniden işe aldırmaya çalışırlar, fakat Üniversitenin Başkanı kontratını yenilememeye karar vermiştir. Einsten onu araştırma asistanı olarak atamayı düşünse de, Enstitüyü 1947’den beri yöneten Oppenheimer bu fikre karşı çıkar ve eski öğrencisine ülkeyi terk etmesini tavsiye eder. Böylece Bohm önce Brezilya’ya, oradan da İngiltere’ye gider.
Bu bilgiler wikipedia’da var (https://tr.wikipedia.org/wiki/David_Bohm), daha ayrıntılı okuyabilirsiniz. Burada aslında anlatmak istediğim şey, başka bir olay. Bunu da şu adresten öğrendim: https://www.youtube.com/watch?v=XDpurdHKpb8&t=1782s (Infinite Potential: The Life and & Ideas of David Bohm). Youtube’da Bohm’u anlatan bu videoya göre, McCarthy Bohm’un ifade vermemek için başvurduğu 5. Madde’yi bu dava için yasadışı ilan eder. Böylece, bir gün Princeton’dayken şerif gelir ve onu tutuklar. Olayın vurucu an’ı şudur ki, tutuklamaya gelen şerif çok entelektüel biridir ve onu Princeton’dan Washington’a götürürken kuantum mekaniğinin temelleri üzerine sohbet ederler (!).
Hikayenin diğer kısımları fazla kuramsal olduğu için burada değinmeyeceğim, çünkü orada Aharonov-Bohm Etkisi, sinirbilimci Karl H. Pribram ile beyin konusundaki çalışmaları (“holonomik beyin modeli”), Krishnamurti ile çeyrek yüzyıl süren işbirliği gibi birçok konu var. Emekli olduktan sonra da kuantum fiziği üzerine çalışmasına devam eden Bohm, tekrarlayan ağır depresyonu nedeniyle Mayıs 1991’de Londra’da Maudsley Hastanesi’ne yatırılır. Dostu ve çalışma arkadaşı psikiyatrist David Shainberg’in de onaylamasıyla elektrokonvülsif tedavi (ECT) uygulanır, düzelir, fakat çıktıktan sonra depresyonu geri döner ve Ekim 1992’de geçirdiği kalp krizinden sonra ölür.
Kaynak: https://neurosciencenews.com/narcissism-politics-17084/
Özet: Çalışmalar narsisistik kişilik özellikleri olanların politik olarak daha aktif olabileceklerini gösteriyor. Politikacılarla temas kurma, dilekçe imzalama ve politik davalara bağışta bulunma olasılıkları daha yüksek. Önceki çalışmalar narsistik özellikleri, çatışma ve iç kargaşa dahil, işleyen demokrasiler için zararlı davranışlarla ilişkilendirmişti.
Seçmenlerin politikayla meşgul olmaları sağlıklı demokrasi için çok önemlidir, fakat herkes seçimlere ve diğer politik etkinliklere aynı düzeyde katılmaz. Yeni araştırmalar narsisistik özellikleri olan kişilerin politik olarak da daha etkin olabileceklerini göstermektedir.
ABD ve Danimarka’da yapılan çalışmalarda araştırmacılar; bencillik, haklılık duygusu ve hayran olunma gereksiniminden oluşan narsisistik özellikleri fazla olan kişilerin politikaya katılma olaslıklarının da daha yüksek olduğunu buldular. Bu etkinlikler politikacılarla temas kurma, dilekçe imzalama, para bağışlama ve ara seçimlerde oy kullanma gibi davranışları içerebilmektedir.
Araştırmacılardan, Penn State Üniversitesi’nden profesör Peter Hatemi “Eğer kendi kişisel kazançları ve statüleriyle daha fazla ilgilenen insanlar seçimlerde daha büyük bir rol oynarsa, kendi arzularını yansıtan adayların ortaya çıkmasını bekleyebiliriz: Narsisizm, narsisizm doğurur” diyor.
Daha önceki çalışmalar genel nüfusta narsisizm düzeyinin yüksek olmasının bir yandan daha az işbirliği, daha az uzlaşma ve daha az bağışlayıcılıkla, diğer yandan daha fazla çatışma ve daha fazla iç kargaşayla bağlantılı olduğunu bulmuştu.
Bu yeni çalışmanın sonuçları üstünlük ve otorite/liderlik özelliklerinin daha fazla katılımla, kendine yeterlik duygusunun ise daha az katılımla ilişkili olduğunu gösterdi. Başka bir deyişle, kendilerine, kendilerinin başkalarından daha iyi olduklarına inanan insanlar politik sürece daha fazla katılıyorlar. Bu, politikaların ve seçim sonuçlarının giderek artan biçimde daha fazla şey isteyen fakat daha az verenler tarafından belirlendiği anlamına geliyor.
Hatemi kesin bir çözüm getirmek zor olsa da, daha farklı karakterlerde seçmenlerin politikaya katılımını artırırken narsisizmin fazla temsilini azaltmanın yollarını bulmanın iyi bir bağlangıç olacağını söyledi.
“Demokrasinin başarılı biçimde çalışması için kurumlara, sistemin etkililiğine ve demokratik süreçlere katılıma güven gerekir. Eğer fazla narsisistikler politikayla daha çok ilgilenirse ve politik sürecin kendisi toplumda narsisizmi beslerse, demokrasimizin geleceği tehlikede olacaktır.”
Özgün Makale: Fazekas Z, Hatemi PK. Narcissism in Political Participation. Personality and Social Psychology Bulletin. June 4, 2020.

Bowlby’nin bugünlerde psikolojide genel bir kabul gören “bağlanma kuramı”, ilk zamanlarında “ben (ego) psikolojisi” yanlıları (özellikle Anna Freud) ile aralarında bir yarılmaya yol açmıştı. Bu yarılma büyük ölçüde bağlanma kuramı ile psikanalitik kuramın cinsellik ve sevgiye yönelik farklı bakış açılarına bağlıydı. Bowlby’nin görüşleri içgüdüsel/duygusal kumanda sistemlerinin işleyişi konusunda çağdaş nöropsikanalitik görüşlere çarpıcı bir şekilde benziyordu. Ona göre, birbiriyle etkileşim halinde olan (bağlanma, cinsellik, bağ kurma (affiliation), bakım verme, araştırma, boyun eğme ya da egemenlik kurma, saldırganlık gibi) çok sayıda davranışal ya da güdülenimsel sistem vardı. Her biri ilişkilere ve nesnelere kendine göre farklı yollardan gidiyordu ve bir sistemin diğerini etkinleştirmesi gerekmiyordu. Gelişim ilerledikçe, sistemlerin kendi aralarında da etkileşim oluyor ve herhangi bir sistemin karakteristiği olan davranış daha karmaşık hale geliyordu.
Bağlanma kuramının Bowlby ile ego psikolojisi yanlıları arasındaki yarılmayı pekiştiren yönü, haz ilkesinin insan bağlanmasının asıl itici gücü (motivator) olduğu görüşünü reddetmesiydi. Öyle ki, Anna Freud şöyle yazmıştı:

“Anne bağlanması ile haz ilkesi arasında, sanki bunlar aynı düzlemdeki zihinsel fenomenlermiş gibi, bir öncelik mücadelesi varsaymak bana pek pratik görünmüyor… Bu kendine özgü yanlış anlama giderilince Dr. Bowlby ile bizim konuyu ele alışımız birbirine ilk bakışta göründüğünden daha fazla yakınlaşır.”
Freud A. Discussion of Dr. Bowlby’s paper “Grief and mourning in infancy and early childhood”. Psychoanalytic Study of the Child 1960; 15: 53-62.
Uzun bir süre beklenen bu yakınlaşmanın gerçekleşmediği ve Bowlby’nin bu süre içinde gerek literatürde, gerekse psikanalitik kurumlarda gölgede kaldığı, ancak, tüm gerçekler gibi, son zamanlarda bağlanma kuramının da bir şekilde aydınlığa çıktığı, başka bir deyişle, değerinin yeniden keşfedildiği, hatta giderek güncel sinirbilim ve psikanaliz çalışmalarının ana konularından biri haline geldiği söylenebilir.
Şimdi esas mesele, bağlanma sisteminin mi, yoksa cinsel sistemin mi başat olduğu değil, bu ikisinin temsil dünyası düzeyinde birbirleriyle nasıl bütünleştiğini ya da bütünleşmekte yetersiz kaldığını anlamaktır.
Kaynak: Yovell Y. Is There a Drive To Love? Neuropsychoanalysis 2008; 10(2): 117-144.
Anasognosia diye bir durum var; hastalığını bilmeme, daha doğrusu kabul etmeme hali. Diyelim, beyninizin bir damarında bir tıkanma ya da kanama oluyor ve bedenin diğer (karşı) yarısı felç geçiriyor. Kolunuzu, bacağınızı oynatamıyorsunuz, ama soruduğunda hiçbir sorun yokmuş gibi, uzuvlarınızı rahatça kullanabiliyormuşsunuz gibi yanıt veriyorsunuz. Hekim felç olan kolunuzu hareket ettirmenizi istediğinde yapamıyorsunuz, ama bunu çeşitli bahanelerle açıklamaya çalışıyorsunuz: “Hareket ettirdim ya işte” ya da “Bugün biraz tembellik ediyor” gibi.
Bu klinik tablo daha çok, hatta neredeyse istisnai olarak, beynin sağ yarısında meydana gelen hasarlarda ortaya çıkıyor. Nöropsikanalistler bunu beyin-zihin-beden ilişkisinin çok iyi bir örneği olarak okuyorlar: Beyindeki hasar “inkar” denen psikolojik savunma mekanizmasını harekete geçiriyor; kişi, hayatın birçok alanında olduğunu gibi, kabul etmek istemediği gerçekliği doğrudan reddetme, kabul etmeme, inkar yolunu seçiyor, bilinçdışı olarak. Ancak, psikanalistleri asla işin içine katmak istemeyen sinirbilimciler alternatif açıklamalar da getiriyorlar. Bu açıklamalardan birine göre, beynin sağ yarısı ham duyguların gelip yüksek düzeyde işlendiği bir yer. Orada beden şemasıyla ilişkileniyor ve biz bedenimizin duygusal hali konusunda bu yolla bilgi sahibi oluyoruz. Sol yarısı ise, bu bilgilerin akılcı bir şekilde değerlendirdiği yer. Dolayısıyla, hasara uğrayan sağ beyin yarısından duygularla ve beden şemasıyla ilgili bilgilerin sağlıklı bir şekilde aktarılamaması, sol yarının beden sağlammış gibi davranmasına yol açıyor.
Ancak, bugün okuduğum bir makale bu işlerin hiç de öyle olmayabileceğini gösteriyor. Şöyle ki: Hepimiz ebeveynlerin çocuklarını diğer tüm çocuklardan daha değerli, daha güzel, daha zeki gördüğüne tanıklık etmişizdir. Bu tutum “Kargaya yavrusu kuzgun görünürmüş” atasözünde ifadesini bulur. Ancak, bu tutum kimi zaman ebeveynlerin çocuklarındaki ciddi sorunları görmezden gelmelerine yol açıyor. Makalede anılan böyle bir olguda, 8 yaşındaki bir çocuktaki ilerleyici beyin hastalığına 3 yıl geç tanı konabilmiş. Oysa çocuk bu üç yıl boyunca zihinsel işlevlerinde çok ciddi düşüş sergilemiş, fakat bu düşüş çocuğun davranışlarına da yansımasına rağmen, ailenin hiç dikkatini çekmemiş. Sonunda da tanı konduğunda da ne yazık ki kemik iliği nakliyle geri dönebilecek hastalık için çok geç kalınmış ve çocuk tanıdan yaklaşık 6 ay sonra kaybedilmiş.
İşte bu durum, beyin hasarı geçirdiği halde hareketlerindeki ve hissetmesindeki kusurların farkında olmayan anozognoziyalı hastaların yakınlarında da gözlemlenmiş: Hastaya yakınlık düzeyiyle orantılı olarak, çevresindeki kişilerin, aynı hasta gibi, ciddi nörolojik kusurların farkında olmadan uzun bir süre geçirdikleri saptanmış, söz gelimi 6 ay, bir yıl… Bu neden önemli? Eğer hastanın hastalığını fark etmedeki kusuru salt nörolojik bir nedene bağlı olsaydı, örneğin, yukarıda değinildiği gibi, sadece beynin sol yarısının sağdan bilgi alamadığı için durum normalmiş gibi davranmasına bağlı olsaydı, hastanın yakınlarındaki bu farkındalık eksikliği nasıl açıklanabilirdi? Demek ki, hasta nasıl inkar savunmasını kullanarak kabul edilemez bir gerçekliği görmezden gelmeye çalışıyorsa, aynı şeyin yakınları için de geçerli olduğunu düşünebiliriz.
Sonuç olarak, beynin sadece bir bilgisayar gibi çalışan, salt bilgi işleyen bir makine olmadığını; anlam dünyasını (duygularını), fiziksel ve toplumsal çevresini (kendi niş’ini), geçmişini (belleğini) hesaba katmadan yapılacak tüm çözümlemelerin eksik kalacağını bir kez daha görüyoruz. Bir kez daha yüzümüzü sinirbilim ile psikanaliz arasındaki işbirliğinin sağlayabileceği olanaklara doğru dönüyoruz.
Clarici A, Guiliani R. Growing Up with a Brain-Damaged Mother: Anosognosia by Proxy? Neuropsychoanalysis 2008; 10(1): 59-79.
(Söyleşi, Martı Dergisi’nde yayımlandı. Link: http://Kurtlarla Koşan Kadınlar’ın Çevirmeni Hakan Atalay ile Söyleşi)

Yazar Yasemin Sungur

“Öyküler ilaçtır” der Kurtlarla Koşan Kadınlar…
Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabı on yıldır hayatımı etkileyen önemli kitaplardan biri. Okurken onlarca kitaba daha yönlendirdi beni. İç sesimi daha etkin dinlememi sağladı. Kitap ile Sohbet’te baş konuğum oldu. Kadın gruplarıyla üzerinde derinlemesine çalıştığımız bir kitap oldu çeşitli sivil toplum kuruluşlarında.
Dr. Clarissa Pinkola Estes’in 20 yılı aşkın sürede tamamlayıp tüm dünyayla paylaştığı Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabının çevirmeni Hakan Atalay ile söyleştik. Sohbetimize eşlik etmeniz bizi mutlu eder.

Hakan hocam, kendinizi nasıl anlatmayı seviyorsunuz? Neler yapıyorsunuz?
Hekimim. Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde klinisyen ve öğretim üyesi olarak çalışıyorum, yani, hem hasta görüyorum, hem de ders veriyorum. Ayrıca, üniversitemizin Klinik Psikoloji Yüksek Lisans Programında “psikodinamik psikoterapi” ve “psikodinamik süpervizyon” dersleri veriyorum. Ek olarak, geçen yıl üniversitemizde öğrencilere ve çalışanlara hizmet veren bir “psikoterapi merkezi” açtık. Adı, Yeditepe Üniversitesi Psikoterapi ve Eğitim Merkezi (YUPEM). Orada bilişsel davranışçı ve psikodinamik yaklaşımlarla çalışan iki psikoterapistimiz var. Öğrenci Dekanlığı ve orada çalışan diğer psikolog ve psikolojik danışman arkadaşlarla iyi bir işbirliğimiz var. Ben de psikiyatri dışında psikanaliz, sinirbilim, bu ikisini birlikte anlamaya çalışan nöropsikanaliz, politik psikoloji ve genel olarak kültür ile ilgileniyorum.
Kitapla ilk karşılaşmanız nasıl oldu? Ne zaman okudunuz? Çevirisini yapmaya nasıl karar verdiniz?
Tek bir uzmanlık tercihinin yapıldığı ilk merkezi sınavla Bakırköy’de psikiyatri ihtisasına başladım. Bakırköy’ün reform dönemleriydi, tımarhaneden hastaneye dönüşmeye çalışıyordu. Biz psikiyatri isteyen 40 kadar asistan hevesle uzmanlık için oraya gelmiştik. Çeşitli düşüncelerden olsak da, çoğumuz okumayı, tartışmayı, düşünmeyi seviyorduk. Ben hem İngilizcemi ilerletmek için, hem de kültürel faaliyetlerimizin bir parçası olarak, Fatih’in (Altınöz) öncülüğünde çıkardığımız Şizofrengi dergisine, Cumhuriyet Dergi’ye, vs. çeviriler yapıyordum. Bu sırada okuduğum bir kitabı da amatörce çevirmeye başlamıştım. İlk çevirim odur: Dinamik Psikiyatri. Bu süreçte Ayrıntı Yayınları’nın genel yayın yönetmeni Ömer Faruk ile tanıştım. Onun isteğiyle Şizofrengi için bazı bölümlerini çevirdiğim Russell Jacoby’nin Social Amnesia kitabının tümünü çevirdim ve Belleğini Yitiren Toplum adıyla Ayrıntı’dan yayımlandı. Ömer Faruk ile görüşmelerimiz sırasında Women Who Run With the Wolves kitabını vererek bakmamı ve değerlendirmemi istedi. Ben de çevrilmesinin iyi olacağını söyledim. Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabının çevirisi böyle başladı. Neyse ki çeviri sırasında Ömer Faruk süre konusunda beni sıkıştırmadı ve ben de böylece geniş zamanlarda oyalanarak ve zevkle kitapla uğraşabildim.
Yazar ile tanıştınız mı? Mesleki çalışmalarda bulundunuz mu?
Yazarla tanışmadım. Ortak ilgi alanımız Jung oldu. Kitaptan sonra Jung’u daha derinlemesine okudum ve anlamaya çalıştım diyebilirim. Bu sıralarda Ursula Le Guin’in kitaplarını okuyor olmam da Jung okumalarımı daha renkli bir hale getirdi diyebilirim.

Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabı sizde nasıl izler bıraktı? Benim ve birçok kadının başucu kitabı, sizde durum nasıl?
Kitaptan çok şey öğrendim. Onun sayesinde kendime, kadınlığa, kendi dişil yanıma ve doğaya bakışım derinleşti. Psikodinamik psikoterapide düşlerin önemli bir yeri vardır; hem tanı, hem de tedavi için. Düşler bilinçdışının dilini, yani, birincil süreç düşünce biçimini kullanır. Masallar da öyle. Dolayısıyla, masal çözümlemesi, düşlerin, hastalık belirtilerinin, herhangi bir edebi metnin ya da bir sanat yapıtının ruhsal çözümlemesinin bir benzeridir. Bireysel olarak nasıl ki düşler bizlere bilinçdışımıza dair bir şeyler anlatıyorsa, masallarlar da içlerinde ortak bilinçdışımıza dair ipuçları barındırır.
Öyküler ve çözümlemeleri bizim coğrafyamızın kadınları için de neden bu kadar etkili?
Kitapta masallar var. Dolayısıyla, kitapta anlatılanlar insanlığın ortak bilinçdışından köken alıyor. Bu da şu demektir: Kitaptaki anlatılar zaman ve mekan tanımıyorlar. Zaten, çoğu masalın hangi coğrafyadan köken aldığının izini sürdüğünüzde, Güney Amerika’ya, Kanada’ya, Doğru Avrupa’ya, Afrika’ya, Asya’ya, yani, dünyanın bütün coğrafyalarına uzandığını görmek mümkün. Bu yüzden kitaptaki masalların bizim coğrafyamız için de geçerli, evrensel konular içerdiğini söyleyebiliriz.
Mesleğinizi yaparken kitap tavsiye ediyor musunuz? Bu kitabı tavsiye ettiniz mi? Bir erkeğe tavsiye eder misiniz?
Psikoterapilerimde düzenli bir şekilde kitap tavsiyesinde bulunmuyorum. Kimi zaman kitap tavsiyesi isteyen hastalarıma da iyi yapıtları; iyi yazarları, iyi edebiyatı, özellikle de klasikleri okumalarını öneriyorum. Hayatında kendini sıkışmış hisseden, çıkış arayan, ama bulamayan, bu yüzden çaresizlik yaşayan ve psikoterapi için -zaman ve/veya para açısından- çok imkanı olmayan birkaç hastama da bu kitabı önerdiğim oldu.
Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabını okuyan erkek okurlar ile sohbet etme, kitabı değerlendirme deneyiminiz oldu mu? İzlenimleriniz neler?
Kitapla ilgili izlenimlerden ve tartışmalardan uzak durdum. Ya bana ulaşmadılar ya da ben yaklaşmadım. Son zamanlarda bu kitap üzerinden bir araya gelen bir grubun bir toplantısına katılma imkanım oldu. Gerek kadınların, ama özellikle de erkeklerin kitabı anlaması, özüne girebilmesi, bu yolla kendisine bakmayı öğrenebilmesi için epey çalışılması gerektiğini fark ettim. Bana okuyan herkes için kitapta açık mesajlar var gibi gelmişti, oysa diğer metinler gibi bu anlatıların da üzerinde emek harcanması gerektiğini yaşayarak görmüş oldum. Bu söyleşiyi de biraz bu yüzden kabul ettim. Şimdi kitapla ilgili okuma gruplarının oluşmasını ve buralarda bir kolaylaştırıcının desteğiyle farklı fikirlerin tartışılmasını çok değerli buluyorum.
Böyle bir kitap erkekler için yazılsaydı, hangi canlı ile eşleşirdi erkekler?
İlk aklıma gelen, kartal oldu. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi’ni tanık olarak gösterebilirim. Orada insanlar, cüceler, hobitler, elfler, orglar, troller, vs.nin yanında kurtlar ile kartalların savaşını da görmek mümkün. Hatta kurtlar ile kartalların savaşı, biraz abartarak söylersem, Doğu ile Batı’nın da savaşı gibi de görülebilir. Eğer böyleyse, birbirini tamamlayan iki kutbun bu hayvanlar -kurtlar ile kartallar- tarafından temsil edildiğini iddia edebilirim.
Kitaptan bir öykü seçseniz bu hangisi olur? Neden?
Benim kitaptaki favori öyküm “Bilge Vasalisa” diyebilirim. Masalların tümünde kendini gösteren, kültüre katılma, erginlenme süreçlerini en derin ve en karmaşık haliyle, yaşam coşkusunu da, trajedilerini de ihmal etmeden anlatan masallardan biri gibi gelir bana. Fakat bu bağlamda “Elsiz Kız”ı da eklemesem olmaz.
Siz nasıl bir kitap okurusunuz? Son 3 ayda neler okudunuz?
Son zamanlarda okumalarım makale ağırlıklı olsa da, kitap okumayı hep sevdim ve hala çok severim. Çağımızın baskın görsel ve dijital kültürüne rağmen, insanlıkla ortaklaşmak ve kendini geliştirmek için kitapların elzem olduğunu düşünüyorum. Eğer dünyayı daha iyi bir yönde; doğayla barışık, daha adil ve özgür bir yönde değiştireceksek, bu, kitap okumakla ve kitap okuyanların sayesinde olacak. En son Adam Fawler’in Olasılıksız’ını okudum. Ondan önce Julia Kristeva’nın Melanie Klein kitabını okumuştum.
Kitaptan sizi etkileyen, bu kitabı en iyi anlatan cümle/cümleler hangisi olur?
Alıntılayabileceğim o kadar çok söz var ki, seçmem çok zor. Sadece birkaç örnek vereyim:
“Masallar, mitler ve öyküler, vahşi doğanın arkasında bıraktığı patikayı seçip ayırt edebilmemiz için görme gücümüzü keskinleştiren kavrayışlar sağlar.”
“Öyküler ilaçtır.”
“Hemen söyleyeyim, vahşi benliğin dünyasına açılan kapılar az ama değerlidir. Derin bir yara iziniz varsa, o bir kapıdır; eski, çok eski bir öykünüz varsa, o da bir kapıdır. Gökyüzünü ve suyu tahammül edemeyecek kadar çok seviyorsanız, o bir kapıdır. Daha derin bir hayatı, eksiksiz bir hayatı, makul bir hayatı özlüyorsanız, o da bir kapıdır.”
Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabını erkekler neden okumalı?
Kitap kadınlar için yazılmış gibi görünse de, aslında yitip giden, bastırılan, yok edilmeye çalışılan yanımızı, doğamızı anlatıyor. Eğer doğamızla yeniden bağ kuracaksak, evet, bu belki önce kadınlar sayesinde olacak, ama erkeklerin de, hadi doğrusunu söyleyelim, bütün dünyanın, eğer yok oluşa gitmeyecekse, buna o kadar çok ihtiyacı var ki…
Bu kitabı okuma ve derinlemesine anlama, ödevleri yapma yolculuğumuz haftalarca sürüyor. Kitabı bitiren her okur, şimdi hangi kitabı okusam diye soruyor. Siz hangi kitabı önerirsiniz bize? Şimdi hangi kitabı okuyalım?
Daha önceki sorulara yanıt verirken söylediğim gibi, “ne yapmalıyım?” “ne okumalıyım?”, “şimdi ne karar vermeliyim?”, vb. konularda önerilerden hep kaçınırım, çünkü herkesin serüveninin kendine özgü olduğunu ve herkesin kendi yolunu bulması gerektiğini; benim sadece bir yol gösterici, bir sorgulayıcı, bir kolaylaştırıcı olduğumu düşünüyorum. Kişisel serüvenimden yola çıkarak bir öneride bulunacak olursam, ben Ursula Le Guin’i öneririm. O da, Pinkola-Estes gibi, hem Jung etkisinde bir anlatıcı, hem de doğa aşığıdır. Özellikle Yerdeniz Üçlemesi; her cildinde sırasıyla büyüme, cinsellik ve ölüm üzerine yazılmış en iyi üç kitap arasında sayılabilir. Onlar bitince de sonradan eklenen dördüncü cilt (Tehanu) ile huzur bulabilirsiniz.
Sevgili Hakan Hocam, zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Dilimize akıcı bir Türkçe ile uyumlayarak yaptığınız çeviriniz, kitabı, farklı birikimlerden, farklı yaşlardan pek çok okurun daha kolay okumasını sağlıyor. Biz sohbetlerde sizi de anıyor ve çok teşekkür ediyoruz.
Röportaj: Yasemin Sungur

“Söyleşiyi yapan kişinin, eserlerimdeki Schopenhauer, Wittgenstein ya da Adorno etkisini tartışacağından korkuyorum, hiçbirini okumadım bu arada; veya kuir teorisi ya da sicim teorisi hakkındaki fikrimi öğrenmeyi talep edeceğinden çekiniyorum; dinleyicilere Taoizmin ne olduğunu anlatmamı isteyeceğinden ya da (en muhtemeli) bana İnsanlığın Geleceği’ni soracağından korkuyorum. Cehaletimin muazzam boyutlarını biliyor olmam, onu sergilemekten hoşlandığım anlamına gelmez.” sa. 13.
“Sanatta taklit, onu icra eden kişi tarafından bir öğrenme aracı olarak görülmeli; aksi halde intihal olur. Sadece öğrenmek için taklit edersin, ortaya çıkan şeyi de yayımlamazsın. Veya yayımlarsan şöyle dersin: ‘Bu bir Hemingway taklidi.'” sa. 21
“İnsanın iyi şeyler okuyup onlar gibi yazmaya çalışarak öğrenmesi lazım.” sa. 21
“Ben yazdıklarımı duyarım. (..) Şiiri hep kafamda duydum. Yazmak hakkında yazan birçok insanın, yazdıklarını duymuyormuş gibi göründüğünü fark ettim; yazdıklarını dinlemiyorlar, algıları daha teorik ve entelektüel. Ama bu şey bedenin içinde oluyorsa, yazdıklarını duyuyorsan, o zaman o ahengi yakalamak için dinleyebilirsin.” “… dinlemezsen kendi sesini bulamazsın.” sa. 22
“İngilizcede cinsiyetten bağımsız bir ‘o’ yok. Finlandiyalılara ve sanırım en azından bazı açılardan Japonlara gıpta ediyorum, cinsiyet belirtmeden konuşabiliyorlar.” sa. 31
“.. yazar gerçekten de bütün karakterlerin yazarıdır, yaratıcısıdır, hepsini icat eden kişidir. Aslında dürüst olursak bütün karakterler yazarın ta kendisidir.” sa. 38
“Bütün insan davranışını çatışmaya indirgemek insan deneyiminin uçsuz bucaksız zengin alanlarını görmezden gelmektir.” sa. 40
“İçimde anlatılmak isteyen bir hikaye var. O benim amacım. Ben onun aracıyım. Eğer kendimi, egomu, istek ve fikirlerimi , zihinsel çöpümü bir kenarda tutabilir ve hikayeyi takip edebilirsem, hikaye kendi kendini anlatacaktır.” sa. 44
“Gizemle, mucizeyle, bilmediğimiz şeylerle, bilemeyeceğimiz şeylerle nasıl bir ilişki kurmalıyız?” sa. 53
“Bildiğim ve hatta -Lao Tzu’da olduğu gibi- bilmediğim dillerden çeviri yapmayı bu yüzden çok seviyorum.” sa. 69
“Felsefeyi aklımda tutamıyorum. Bir hikaye olması lazım.” sa. 84
“Düzyazıyı hikaye yazarken olduğu gibi, düşünmenin doğrudan bir aracı veya biçimi olarak kullanabildiğimde; bildiğim veya inandığım bir şey söyleme, bir mesaj iletme aracı değil de, onu yazmadan önce bilmediğim bir şeyle sonuçlanan bir keşif yolculuğu işlevi gördüğünde, onu doğru kullandığımı hissediyorum.” sa. 85.
“Kötü dönemlerde ne söylediğin gerçekten önemlidir.” sa. 90
“Herhangi bir sanat eseri kelimelerle ifade edilebilen sözel düşüncelerden fazlasını içerir.” sa. 92
“Ve kim olduğumuzu bilmenin çok büyük bir kısmı nereden geldiğimizi, şu anda nerede yaşadığımızı ve gideceğimiz başka bir yurt varsa bunun neresi olabileceğini bilmektir.” sa. 95
“Bilime gösterilen direncin çoğunun arkasında da bu yatıyor. Çünkü bilim -sadece Kopernik değil, bilimin büyük kısmı- bizi merkezdeki yerimizden uzaklaştırıyor. Çünkü merkezde değiliz.” sa. 101
“Halbuki içine girebilselerdi bilim her daim hepimizin etrafında gerçekleşen, hepimizin parçası olduğumuz bütün o harikulade süreçlerle çok daha derinden özdeşleşmelerini sağlayabilirdi.” sa. 101
Psikiyatriye Giriş dersini anlatırken psikiyatrinin başvuru kitabından yararlanıyorum (1). Psikiyatri Tarihi başlığı altında -elbette- Hipokrat’tan da söz ediyorum. 4 unsur, 4 beden sıvısı ve bunlara uyan 4 karakter tipini anlattıktan sonra, Hipokrat’ın hastalık sınıflandırması hakkında kısaca bilgi veriyorum. Orada Hipokrat Scythian disease diye bir şeyden söz ediyor ve derste bu hastalığa parantez içinde kısaca transvestizme benzer (similar to transvestism) deyip geçiyorum. Bugün daha önce zaman bulamadığım bazı işlerle uğraşmak için uygun bir fırsatım oldu. Ders slaytlarını gözden geçirirken, bu kelimeye (Scythian) takıldım ve araştırmaya karar verdim. Aslında daha internete girmeden scythian (2) ile İskitler bağlantısını fark etmeye başlamıştım, fakat aralarında nasıl bir ilişki olduğunu bilmiyordum.
Arama motoruna “scythian” diye girince, tabii ki ilk olarak “kutsal bilgi kaynağı” wikipedia çıktı karşıma (3). Ben de baktım. Daha önceki okumalarımdan İskitler ile Türkler arasındaki ilişkiye dair bir şeyler aklımda kalmıştı, fakat wiki’deki madde çok ayrıntılı olmasına karşın, Türklerden neredeyse hiç söz edilmiyordu. Wikipedia’da bu tür taraflılıklara alışmıştım, fakat çok uzun zaman önce Avrasya bozkırlarında at koşturan bir kavmin ön-Türklerle de olsa ilişkilendirilmemesi kafamı karıştırmıştı. Hele ki yazıda “kurgan”lardan, bunların bulunduğu Norşuntepe, İmirler, Kul-Oba, Ust-Alma, Kermen-Kyr, Ak-Kaya gibi açıkça Türkçe yerleşim yeri adlarından söz ederken…
Bunun üzerine Türkçe kaynak aradım. Bilimsel bir makaleye rastlayamadım, ama birçok Türkçe kaynakta, güvenilir bilimsel temelleri olmasa da, İskitler’in Türklerle ilişkisinin neredeyse kanıtlanmış bir gerçek olduğundan söz ediliyordu (4).
Bu son kaynakta ilginç bir bilgi de vardı: Jeannie Davis-Kimball adlı tarih araştırmacısı, İskitler’in İç Asya’dan Anadolu’ya göçlerini, Kafkasya-Anadolu hattında arkalarında bıraktıkları kurganları ve İskit coğrafyasında yaşayan kadın savaşçıları (Amazonları) incelemişti (5). Davis-Kimball araştırmalarının sonucunda İskitlerin soydaşları olan Amazonların Türklerin ataları olduğunu öne sürmüştü. Yazıya göre, Kimball, bu araştırmaları sırasında Eski Yunan’ın büyük savaşçısı Aşil’in bir Amazon kraliçesi Pentezile ile mücadelesine de rastlamıştı. Öyküye göre, Aşil, zorlu bir mücadeleden sonra, Pentezile’yi öldürmüş, rakibinin (rakibesinin!) yüzünü görmek için miğferini çıkardığında sarı saçlı, çok güzel bir kadınla karşılaşmıştı.
Scythian’ın İskitlerle ilgili olanının değil de, Hipokrat’taki anlamını bulmak için arama motoruna yazmayı sürdürünce, karşıma “enaree” başlığı çıktı (6). Evet, Hipokrat’ın söz ettiği psikiyatrik bozukluk bu olmalıydı, çünkü “enaree”’nin (eski Yun.) “efemine (kadınsı) ya da androjin (erdişi) olarak tanımlanan İskit şamanları için kullanılan bir sözcük” olduğunu yazıyordu. Metne göre, bu şamanların tapınakları yoktu ve doğa güçlerine ibadet ediyorlardı. Herodot, (bazılarına göre ön-Türk kavimlerinden biri olan) İskitler’in Askhelon’daki (İsrail) bir Afrodit tapınağını yağmalamaları üzerine, tanrıça’nın bu İskitleri ve onlardan gelen tüm soyları “dişilik” hastalığı ile malul ettiğini söylemişti. Hipokrat ise, Havalar, Sular ve Yerler Üzerine (On Airs, Waters, Places) adlı yapıtında İskit sakinlerinin kadınsılıklarını ilahi güçlere bağladığını, fakat kendisinin onların sürekli ata binmelerinden dolayı iktidarsızlaşıp kadınsı rolleri benimsediklerine inandığını belirtmişti.
Metinde geçen İskit sakinleri (Scythian inhabitants) sözcüğündeki paradoksu bir an için unutalım. Öyle ya, Orta Asya ve Sibirya bozkırlarından Ukrayna, İran ve Anadolu ovalarına kadar at süren bir kavmin “sakin” (inhabitant: yerleşik) olarak nitelenmesi biraz tuhaf! Bu “küçük” dikkatsizliği bir yana bırakıp tüm öğrendiklerimizi birbirine bağlarsak, şu sonucu çıkarabiliriz: Hipokrat ve onun uygarlığından olan kişiler at üstünde kadın-erkek oradan oraya özgürce at süren insan topluluklarını tanıyamamışlar, davranışlarını ve göreneklerini yanlış yorumlamışlardı. Tıpkı Aşil gibi, gördükleri her savaşçıyı erkek sanıyorlardı; saçları uzun savaşçıları kadınlaşmış erkekler olarak görüyorlar, hele de pantolon giyiyorlarsa, onların dişilik eğilimi taşıdığına (transvestizmine) inanıyorlardı. Hiçbiri Aşil gibi miğferlerini açıp bakmaya cesaret edemediler, demek ki… Böylece, özgür ruhlu, savaşçı kabilelerin nazik insanları, yerleşik kültürde yaşayanlar tarafından sapkın bir hastalığa sahip olarak tanımlandılar. Scythian disease böyle çıktı…(7)
Ne büyük hata!
Bu yazıda Mark Solms’un çok tartışılan “Bilinçli O” (The Conscious Id) makalesinden notlar bulacaksınız.
Makalenin aslı: Solms, M. The Conscious Id. Neuropsychoanalysis 2013; 15:5-19
Embodiment: Bedenin beyinde nasıl temsil edildiği.
Beyin yüzeyindeki beden temsili: Dışsal beden.
Dışsal beden BİR NESNE olarak temsil edilir. Kişinin dışarı baktığında, örneğin, bir aynada, algıladığı kendilik biçimidir. Motor haritalar (yani, hareket) de dışsal beden imgesine katkıda bulunur. Yani, üç-boyutlu beden imgesi yalnız ayrı kiplerden oluşan (heteromodal) duysal korteks yoluyla değil, hareket yoluyla da oluşturulur: Beden-duysal (somato-sensory) homunkulus ve motor homunkulus bütünleşmiş bir işlevsel birim oluşturur.
Bedenin ikinci boyutu içsel ortam, yani, otonomik bedendir. Bedenin bu yönünü temsil eden yapılar hipotalamus etrafında toplanır, fakat beyin omurilik sıvısının dolaştığı kanalın çevresindeki (circumventricular) organlar, bağlayan dalın yanındaki çekirdek (parabrachial nucleus), sondaki bölge (area postrema), yalnız çekirdek (solitary nucleus) ve benzerlerini de içerir. Bu içduysal (interoceptive) yapılar da sadece bedenin durumunu (homeostatis) izlemekle kalmaz, ayarlar da (=içsel beden). Beyin-sapı düzeyinde bile içsel beden temsilinin sinirsel yapıları, tıpkı duysal-motor (sensory-motor) bedenin kendisinin iç organları (viscerayı) sarması gibi, dışsal bedenin temsili yapılarıyla çevrelenmiştir,.
İçsel beden büyük ölçüde otomatik olarak işlev görür, fakat dışsal bedeni uyararak kendisinin dış dünyadaki hayati ihtiyaçlarına da hizmet eder. Bu işlev üst beyin-sapı, diensefalik ve bazal önbeyin “uyarılma” (arousal) yapıları tarafından yerine getirilir: Bu yapılara “yaygın ağsı talamik etkinleştirici sistem”: extended reticulo thalamic activating system (ERTAS) denir.
İçsel bedenle ilişkili olan uyarılma sistemi, bilincin dışsal algılama ile ilişkili olan yönünden farklı bir yönünü oluşturur ve dahası, İÇSEL BOYUT, DIŞSAL BOYUT İÇİN BİR ÖNGEREKLİLİKTİR.
Ayrıca, bilincin içsel türü, bilincin NESNELERİnden çok, HALLERİnden oluşur. İçsel beden, bilinçli OLMAnın arkaplandaki (background) halidir: Özne-olarak-beden hali, bilincin çeşitli düzeylerini (örneğin, uyku/uyanıklığı) değil, bilincin niteliklerini de içine alır.
Özne-olarak-bedenin fenomenal halleri DUYGULANIMSAL OLARAK yaşantılanır.
Bu hallerin değişen içsel koşulların (örneğin, açlık, cinsel uyarılma) biyolojik değerini temsil ettiği düşünülmektedir. İçsel koşullar hayatta kalma ve üreme başarısı lehinde olduğunda “iyi” hissettirirler, öyle olmadıklarında “kötü” hissettirirler. Bilinç hallerinin neye yaradıkları burada açıkça görülür. Bilinçli hisler özneye nasıl iyi olacağını söylerler. Bu nedenle, beynin bu düzeyinde bilinç, homeostazis ile yakından bağlantılıdır.
İçsel koşulların değişmesi, dışsal koşulların değişmesiyle yakından bağlantılıdır. Bunun nedeni, ilk olarak, (homeostatik olarak belirlenmiş noktalardan sapmalar olarak temsil edilen) hayati ihtiyaçların ancak dış dünya ile etkileşimler yoluyla doyurulabilmesidir, ikincisi, dış koşullardaki belli değişikliklerin hayatta kalma ve üreme başarısı açısından öngörülebilir sonuçlarının olmasıdır. Bu nedenle, doğaları gereği öznel olmakla birlikte, duygulanımlar genelde nesnelere yönelirler.
Duygulanımsal bilincin dayanağını, motor temsili yaklaşma-kaçınma davranışı olan haz-hoşnutsuzluk duyumları sağlar. Haz-hoşnutsuzluk hisleri (ve eşlik eden zorunlu eylemler) ERTAS’ın beyin omurilik kanalının çevresindeki gri madde (periaquaductal gray: PAG) diye bilinen bir bölgesini uyarmakla kolayca üretilir. PAG’dan çıkan ve limbik önbeyine giden (karşılıklı olarak inen kontrolleri sağlayan) çeşitli içgüdüsel güdülenme devreleri vardır; bu devreler memeli organizmaları değişmez biyolojik değerlerle ilgili durumlara hazırlarlar. Bunlar “temel duygular” olarak bilinirler: ARAYIŞ, ŞEHVET, KORKU, ÖFKE, BAKIM, KEDER, OYUN.
Homeostatik duygulanımlar: Açlık, susuzluk…
Duysal duygulanımlar: Şaşkınlık, iğrenme…
Dış beden “ben”e (ego’ya), iç beden “o”ya (id’e) karşılık gelir.
Eğer ona bi anatomik analoji bulmak istersek, en iyi “kortikal homunkulus”la özdeşleştirebiliriz.
Freud
Ben (ego) nihayetinde bedensel duyumlardan, esas olarak da beden yüzeyinden kaynaklanan duyumlardan türer.
Freud
Ben’in bütün dokusu bu bedensel ben’den -yani, dışsal algıların bellek izlerinden- çıkar.
Freud
Dış dünyadan kopmuş olan o’nun (id’in) kendi başına bir algı dünyası vardır. İçerdeki bazı değişiklikleri, özellikle dürtüsel gereksinimlerin gerilimindeki salınımları, olağandışı bir kesinlikle tespit eder ve bu değişiklikler haz-hoşnutsuzluk serilerindeki hisler olarak bilinçli hale gelirler.
Freud
Dürtü (Triebe) zihinsel ile bedensel arasındaki sınır üzerine bir kavram olarak, organizmanın içinden doğan ve zihne ulaşan uyaranların fiziksel temsilleri olarak, bedenle bağlantısının sonucu olarak zihne yapılan talebin bir ölçüsü olarak görünür.
Temel duygular DOĞUŞTAN GELEN (innate) zihinsel örgütlenmelerdir.
Bir yandan dışsal beyne dönük beyin mekanizmaları ile öte yandan Freud’un “beden beni” (body ego) arasındaki ve bir yandan içsel bedene yönelik olanlar ile öte yandan Freud’un o (id) dürtüleri arasındaki işlevsel denkliği görmek kolaydır. Bu, onlar arasında bulunan karşılıklı bağımlı ilişki için de geçerlidir: Beyin-sapı bilinci olmaksızın bir beyin kabuğu bilinci olamaz; o (id) olmaksızın ben (ego) olamaz.
“Freud’un duygulanımın doğası üzerine içgörüleri çağımızın en gelişkin sinirbilim görüşleriyle uyumludur.”
Damasio (1999)
“Hisseden benliğin” yeri olarak kortikal merkezli bilinç görüşü yanlıştır.
Hayvan modellerinde korteksin çıkarılmasının bilincin (uyku/uyanıklık, içgüdüsel/duygusal eylemler gibi) davranışsal vekilleri üzerinde bir etkisinin olmadığı uzun süre önce gösterilmiştir.
Sonuçta bir bütün olarak bilinç hali, üst beyin-sapında üretilir.
O nedenle, bilinç halleri doğası gereği DUYGULANIMSALdır.
Böylece klasik anlayış ayakları üstüne oturtulmuştur.
Bilinç doğası gereği algısal değildir; doğası gereği duygulanımsaldır. Birincil görünümleri içinde bilişten çok içgüdüyle ilişkilidir.
BİLİNÇ O’DA (İD’de) ÜRETİLİR, ve ben (ego) temel olarak bilinçsizdir.
Bunun ben’le ilgili kavramsallaştırmalarımız, psikopatoloji kuramları ve (klinik teknik gibi) bundan çıkan her şey açısından kapsamlı sonuçları vardır. Her şeyden önce dışsal algıdan çıkan ve bu yüzden bilinçli olma yeteneği olan sözcüklerin özne tarafından bilinmeden önce (kendi başlarına bilinçsiz olan) zihnin daha derin süreçlerine bağlanması gereği “konuşma kürü”nün esasıydı.
Algısal işlemleme bilinç gerektirmez.
Geleneksel olarak kortikal bilgi-işlem süreçlerinin donanımına yerleşmiş (hard-wired) olduğunu düşündüğümüz şeylerin büyük bölümü gerçekte ÖĞRENİLMİŞtir. Örneğin, görsel girdilerin oksipital korteksten işitsel kortekse yönlendirilmesi, ikinci dokunun yeniden örgütlenmesine ve tümüyle yeterli bir görmenin desteklenmesine yol açar. Kortikal algılamanın kökleri, kortikal bilişten daha az düzeyde olmayan bir şekilde, BELLEK süreçlerindedir.
Kortikal sütunlar sayısal bilgisayarların rastgele erişimli belleğine (RAM: random access memory) benzerler.
“Korteks bilince ne katkıda bulunur?”
Temsili bellek uzamı katkısında bulunur.
Bu, korteksin algı nesnelerini KARARLI HALE GETİRMESİNİ mümkün kılar; bu da algısal imgelerin ayrıntılı ve eşzamanlı olarak işlenmesi olanağı yaratır. Korteks bu kapasiteye dayanarak beyin-sapı faaliyetinin gelip geçici dalga benzeri hallerini “zihinsel katı”lara dönüştürür. NESNELERi yaratır.
Bu tür kararlı temsiller, öğrenme yoluyla bir kez kuruldu mu, hem içsel, hem de dışsal olarak etkinleştirilebilir, böylece sadece algılama için değil, biliş için de nesneler üretirler, çünkü algılama tanımayı gerektirir. Kortikal temsiller kendi başlarına bilinçsizdirler, ancak, bilinç (“dikkat” yoluyla) onların ÜZERİNE YAYILDIĞI ZAMAN, hem bilinçli, hem de kararlı bir şeye, çalışma belleğinde DÜŞÜNülebilecek bir şeye dönüşürler.
Bilinçli temsiller gene de özne TARAFINDAN yaşantılanmalıdırlar.
Bilinç temsillere DEĞER biçer.
Öğrenme iç-duysal (interoceptive) dürtüler ile dış-duysal (exteroceptive) temsiller arasında ortaklıklar (association) kurulmasını gerektirir; bu sürece bu tür karşılaşmalarda üretilen hisler yol gösterir.
Düşünme zorunlu olarak GECİKMEyi gerektirir. Bu (gecikme) işlevinin kökleri en başta kortikal temsillerin kararlığındadır; bu onların “akılda tutulması”nı mümkün kılar.
Geçmiş yaşantıların biyolojik olarak değer biçilen (istenen, korkulan) nesneleri, onların “özendirici nitelikleri” (incentive salience) aracılığıyla bilinçli hale gelirler, bu da nihayetinde -bilincin asıl temeli olan- haz-hoşnutsuzluk dizisindeki biyolojik anlamlarıyla belirlenir.
İLERİYE DÖNÜK düşünme gerektiren, zaman-boyunca-dizilim, “çalışma belleği”nin yürütücü işlevinin esasını tanımlar.
Freud’un ikincil süreci, “serbest” dürtü enerjilerinin “bağlanması”na dayanır. Bağlama (ya da ketleme) giderek çoğalan düşünme işlevleri için kullanılabilecek olan bir tonik faaliyet rezervuarı yaratır: Freud’un ben’e atfettiği işlev budur.
Aslında Freud’un ben’le ilgili ilk anlayışı onu birbiri üzerinde kollateral ketleyici etkilerde bulunan “sabit bir yatırım yapılmış” nöronlar ağı olarak tanımlıyordu. Bu Carhart-Harris ve Friston’u Freud’un ben rezervuarını çağdaş bilişsel nörobilimin “öntanımlı kip ağı” (default mode network) ile eşitlemeye yöneltti.
SERBEST ENERJİ DÖNÜŞMEMİŞ DUYGULANIMDIR, tahmin hatalarına bağlı olarak bağlı durumdan serbestleşen ya da bağlı duruma girmesi engellenen enerjidir.
O’nun ham süreçlerini BİLİNÇLİ KILMAMIZI sağlayan, sözcüklerin asıl değerleri değildir, sözcükler konusunda önemli olan, onların şeyler arasındaki ilişkileri temsil etme, onları soyut olarak yeniden-temsil etme kapasiteleridir. Bu, yalın bir şekilde şeyleri düşünmenin (imgeler şeklinde düşünmenin) tersine, şeyler HAKKINDA düşünmemizi mümkün kılar.
Dilin geleceğe-yönelik programları akılda tutma kapasitesi çalışma belleğinin yürütücü işlevinin modus operandi’sini tanımlar.
Kendilik farkı nasıl söyler; bu tür hareketlerin “biri” tarafından uygulanıp uygulanmadığını nasıl bilir? Bunu anlamak için eklenecek bir şey, o sıradaki frontal ketlemedir. Frontal ketleme arka insula’nın faaliyetini baskılar.
Biz basit bir şekilde bilinçliYİZ ve bilinçli düşünmemize (ve düşünmenin temsil ettiği algılamamıza) DAİMA DUYGULANIM EŞLİK EDER. Hissetmenin bu daimi “varlığı” tüm bilişin ÖZNEsidir, o olmazsa algının ve bilişin bilinci VAROLAMAZDI.
Doğuştan gelen önbilinç sistemi zihinsel olgunlaşmada bilinçsiz sistemin gelişiminden ÖNCE GELİR.
Bastırma, BİLDİRİMSEL bilincin geri çekilmesini de kapsamalıdır. Bunun “epizodik” bir bilişsel süreci “çağrışımsal” (işlemsel ya da duygusal) bir sürece indirgeme etkisi vardır.
Bütün öğrenmenin amacı, zihinsel süreçlerin otomatikleşmesidir; yani, öngörülebilirliğin artması ve sürprizin azalmasıdır.
Ben (ego) bir zihinsel görev üzerinde egemenlik kurar kurmaz, ilgili çağrışımsal algoritma otomatikleşir. Bastırmanın mekanizması bu olabilir: Düşünsel farkındalığın (ya da epizodik “varoluş”un) ZAMANINDAN ÖNCE (premature) geri çekilmesi, davranışsal bir algoritmanın ihtiyaca uygun hale gelmeden, ZAMANINDAN ÖNCE OTOMATİKLEŞMESİ… Bu bağlamda ihtiyaca uygun hale gelmek, gerçeklik ilkesine boyun eğmek anlamına gelir. Böylece erkenden otomatikleşme daimi tahmin hatasıyla sonuçlanır, buna serbest enerjinin (duygulanımın) salımı ve sürekli bastırılmış bilişsel malzemenin yeniden dikkati çekmesi riski eşlik eder. Bu, “bastırılmışın geri dönüşü”nün temellerini atar.
Eğer o (id) kendisi bilinçsizse, bilinçten yoksunsa, haz-hoşnutsuzluk hisleri gerçekte ben’in (ego’nun) kortikal yüzeyinde üretiliyorsa, nasıl olur da haz ilkesi tarafından yönetilir?
Zihinsel enerjinin iki farklı hali vardır; birinde yatırım/yük (cathexis) tonik olarak bağlıdır, asıl eylemden çok düşünme (potansiyel eylem) için kullanılır, diğerinde serbestçe hareket eder ve boşalım için baskı yapar.
Freud
Claudia Hammond, BBC Future, 14 Şubat 2018
Yalnızlık modern çağın getirdiği bir sorun mu? İnsanlar giderek daha fazla mı yalnızlaşıyor?
Yaşamımızın bir döneminde her birimiz kendimizi yalnız hissederiz. Bu sıralar bu konuya geniş yer veriliyor. Öyle ki İngiltere’de Yalnızlık Bakanlığı gibi bir kurum oluşturuldu. Bu elbette önemli ve birçok soruna yol açabilen bir konu. Ama yalnızlık konusunda birçok yanlış iddia veya mit söz konusudur. İşte onlardan beşi…
1) Yalnızlık insanın izole olmasıyla mı ilgili?
Yalnızlık hissi yalnız olmakla aynı anlama gelmez. Yalnızlık bir kopukluk hissidir. Etrafınızdaki hiç kimsenin sizi anlamadığı ve kurmak istediğiniz anlamlı ilişkilere sahip olmadığınız hissi. İzolasyon da bir faktör olabilir, ama tek etken değil. Kalabalıkta da kendinizi yalnız hissedebilirsiniz. Ya da kendi başınıza kalmak hoşunuza da gidebilir.
BBC’nin 2016’da yaptığı dinlenme ile ilgili bir testte, en popüler dinlendirici beş aktivitenin tamamı insanın kendi başına yaptığı etkinliklerdi.
İngiltere’nin İlk Yalnızlık Bakanı Tracey Crouch
Bazen yalnız kalmak isteriz. Ama bizi anlayan insanlarla zaman geçirmek istediğimizde bu seçenek yoksa işte yalnızlık o zaman kendisini hissettirir.
2) Yalnızlık giderek yaygınlaşıyor mu?
Yalnızlık konusundaki farkındalık artıyor, ancak bu kendisini yalnız hissedenlerin oranının birkaç yıl öncesine kıyasla arttığı anlamına gelmez.
1948’de Brunel Üniversitesi’nden Christina Victor’un yaptığı araştırmalara baktığımızda, yaşlıların kronik yalnızlık hissinin 70 yıldır yüzde 6-13 düzeyinde seyrettiğini görüyoruz.
Dünyada genel olarak nüfus arttığı için yalnız insanların sayısının da arttığı doğrudur. Ama oran olarak büyük bir değişiklik söz konusu değildir. Ayrıca yalnızlığın büyük bir üzüntü kaynağı olduğu da doğrudur.
3) Yalnızlık her zaman kötü müdür?
Yalnızlık acı verir. Ama bu genellikle geçicidir. Ayrıca tümüyle olumsuz bir duygu olarak görmemek gerekir. Yen arkadaşlıklar kurma veya mevcut ilişkileri geliştirme yönünde bir uyarıcı olarak da görülebilir.
Sosyal nörolog John Cacioppo, insanda yalnızlık hissinin, başkalarıyla ilişkilerini koruma yönünde adım atması amacıyla geliştiğini savunuyor. Ona göre, yalnızlık hissi susamak gibidir. Susadığınızda su ararsınız. Kendinizi yalnız hissettiğinizde de başka insanlara yönelirsiniz.
İnsanlar binlerce yıl boyunca işbirliği halinde olan gruplarda güvenli bir yaşam sürdü. Bu nedenle yalnızlık hissi, insanı başkalarıyla ilişki kurmaya zorlayan bir hayatta kalma mekanizması olarak görülebilir.
Yalnızlık genellikle geçici bir duygu olsa da sürekli hale geldiğinde sonuçları ciddi olabilir. İnsanın genel durumunu ve uyku kalitesini olumsuz etkilediğini ve üzüntüye yol açtığını gösteren birçok veri bulunuyor.
Bu durum ayrıca insanı sosyalleşmekten alıkoyan, böylece kendini daha yalnız hissetmesine yol açan bir kısır döngüye de yol açabilir. Araştırmalar, kendisini yalnız hisseden birinin bir yıl sonra depresyon belirtileri gösterme riskinin arttığını ortaya koyuyor.
4) Yalnızlık sağlığı bozar mı?
Bu biraz daha karmaşık bir iddia. Bu konuda yapılan araştırmalar incelendiğinde, yalnızlık hissinin kalp hastalıkları ve inme riskini üçte bir oranında artırdığı, yüksek tansiyon ve daha düşük ortalama yaşam süresine yol açtığı görüldü.
Bunlar oldukça ciddi sonuçlar, ama araştırmaların çoğu, belli bir zaman kesitini incelediğinden aradaki nedensellik ilişkisinden emin olamıyoruz. Belki yalnızlıktan mutsuz olan insanların hastalanma ihtimali daha yüksektir.
Ama belki de tersi doğrudur. İnsanların sağlığı bozuk olduğundan sosyalleşememeleri ve izole olmaları söz konusu olabilir. Ya da yalnız insanlar istatistiklerde daha az sağlıklı görünür, çünkü yalnızlıkları yüzünden sağlıklarına dikkat etme motivasyonları azalmış olabilir. Elbette bu tek yönlü bir etki değildir, iki yönlü bir etkileşim söz konusu olabilir.
5) Yaşlıların çoğu yalnız mı?
Yalnızlık yaşlılıkta daha yaygındır. Ama Manchester Üniversitesi’nden Pamela Qualter’in ömür boyunca yalnızlık konusundaki araştırmalarına göre, bu duygunun buluğ çağında da tavan yaptığı görülüyor. Yaşlıların yüzde 50-60’ının genellikle yalnızlık hissi çekmediğini gösteren araştırmalar da var.
Uyarı: Bu makale sadece genel bilgi verme amacıyla yazılmıştır ve doktor tavsiyesi olarak ele alınmaması gerekir. Makalenin içeriğinden yola çıkarak okurun kendi başına koyduğu teşhislerden BBC sorumlu değildir. Sağlığınızla ilgili herhangi bir endişeniz varsa doktorunuza danışın.
Bu haberin İngilizce aslını BBC Future sayfasında okuyabilirsiniz.
Copyright © 2018 BBC. BBC, diğer sitelerin içeriğinden sorumlu değildir.