Yazının aslı: nature.com 21 Mayıs 2020 (https://www.nature.com/articles/d41586-020-01508-0?utm_source=twitter&utm_medium=social&utm_content=organic&utm_campaign=NGMT_USG_JC01_GL_reshigh)

İşsizlik düzeyi yükseldikçe stress -ve mide ülserinden ölenlerin sayısı- da artıyor. Araştırmacılar mide işlevlerini denetleyen beyin bölgelerini artık belirlediler. Bulgular stresin ülsere ve diğer mide barsak hastalıklarına nasıl katkıda bulunduğunu açıklayabilir.
Pittsburgh Üniversitesi’nden (Pennsylvania) David Levinthal ve Peter Strick mideyi besleyen sinirlerin haritasını çıkarmak için kobayların midesine sinir hücrelerini enfekte eden kuduz virüsü zerkettiler. Kuduz virüsü birbiriyle bağlantılı sinir hücrelerinden (nöron) ilerleyerek herhangi bir organdan beyne doğru yol alabilir.
Araştırmacılar virüsün ilerleyişini izleyerek “rostral insula” denen (duyguların düzenlenmesinde rol alan) bir beyin bölgesindeki sinir hücrelerinin (nöron) besini sindirmesi için mideyi uyardığını buldular. Fakat beynin birincil motor korteksinde bulunan ve bedenin hareket etmesi için buyruk veren hücreler, mide asidinin üretilmesini ve sindirim yolunun kasılmalarını ketlerler.
Midenin asitliğindeki değişmeler ülsere neden olan bakterilerin çoğalmasını etkileyebileceklerinden, bu beyin sinyalleri ülser geliştirme ihtimaline katkıda bulunuyor olabilirler.
“Darwinci düşünce, yaşamın anlamının ne olduğu veya olabileceği konusundaki bakış açımızı değiştirecek uzun soluklu çıkarımlara sahiptir. s. 20
Zaman içinde Darwinci devrim, dünya üzerindeki her eğitimli insanın aklında ve kalbinde emin ve rahat bir şekilde yerini alacaktır, fakat bugün Darwin’in ölümünün üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen hala onun parmak ısırtan çıkarımlarla dolu ifadelerini tam olarak hazmedebilmiş değiliz. s. 21
Darwin’in tehlikeli fikri bizi yalnızca doğrudan ve çeşitli düzeylerde etkilemekle kalmaz; doğru uygulanması halinde zihin, dil, bilgi, etik gibi insan özgü konuları çeşitli yollarla aydınlatarak bizi geleneksel yaklaşımlardan kurtarır ve eski sorunları yeniden biçimlendiren yepyeni çözümlere işaret eder. s. 25
Bazı insanlar gizemlerin sonsuz gerilemesini tercih edebilir, fakat bu çağda bu davranışın bedeli ağırdır: Kendi kendinizi aldatmanız gerekir. s. 28
Dünyada yaşam, milyarlarca yıldır bir algoritmik işlemden diğerine koşarak, durmadan dallanan bir ağaç gibidir. Bu ağacı da Yaşam Ağacı diye adlandırabiliriz. s. 59
Evrim bir algoritma olabilir; dolayısıyla evrimin özellikle bizi ortaya çıkarmak amacıyla tasarlanmış bir algoritmik süreç olmadığın, sadece bir algoritmik sürecin sonucu olarak bizim ortaya çıkmış olabileceğimizi düşünmemiz gerekir. s. 64
Nietzsche varoluşçuluğun babasıysa, belki Darwin de dedesi olmayı hak eder. s. 73
Akılsız ve amaçsız kuvvetlerin yan ürünü olmak neden insan zihnini önemsiz ve değersiz kılsın? Her şeyden önemli diyebileceğimiz bir varlık, neden önemsiz varlıklardan kaynaklanmasın? Herhangi bir şeyin önemi veya mükemmelliği neden mutlaka ondan daha önemli olan başka bir şeyin uzantısı; Tanrı’nın bir lütfu olsun? s. 78
Gerçekleşmiş olan ile olası olanın arasındaki karşıtlık biyolojinin bütün açıklamalarının temelinde yer alır. s 123
John Donne: “Hiçbir insan bir ada değildir” demişti. Charles Darwin bu sözün devamını getirdi: Bir deniztarağı veya turp da bir ada değildir; her olası canlı varlık sosyal bağlarla diğer canlılara bağlanmıştır. Bu ilke teknolojinin gelecekte yaratabileceği bütün harikalar için de aynen geçerlidir; sonuçta o teknologlar, onların araçları ve yöntemleri de Yaşam Ağacının bir yerlerinde bulunmaktadır. s. 146
Dawkins: “Evrim kuramını bu kadar hünerli yapan şey, ilkel basitliğin böyle düzenli bir karmaşıklığa nasıl dönüşebildiğini açıklayabilme özelliğidir.” s. 181
Değer verdiğimiz her şey gibi anlamın kendisi de aşamalı olarak hiçlikten evrimleşir. s. 219
… tek boyutlu bir kodun üç boyutlu bir “yapı” için kullanıldığı gerçeği, bu koda bilgi eklendiğini gösterir. Hatta bir değer eklendiğini gösterir. Münferit aminoasitlerin bir değeri vardır. Bu değer, aminoasidin sadece zinciri oluşturan tek boyutlu dizi içindeki konumundan değil, zincir katlandıktan sonra üç boyutlu uzayda oluşan konumundan da kaynaklanır. s. 233
Okuyucunun metne yaptığı katkıyı en genel ve soyut anlamıyla ‘bilgi’ olarak tanımlayabiliriz. DNA’da da ancak koddan gelen bilgiler ile kodu okuyan çevrenin birleşimi bir canlıyı meydana getirebilir. s. 234
İşlev gören her yapı, içerisinde “işlev gördüğü” ortam hakkında içkin bir bilgi taşır. s. 235
Yönelmişlik yukarılardan değil, tam tersine aşağılardan yukarıya doğru süzülerek; geliştikçe kademeli olarak anlam ve zeka kazanan, akılsız ve amaçsız algoritmik işlemlerden gelir. s. 244
Bizim türümüz ile bütün diğer türler arasındaki birincil fark, bizim türümüzün kültürel bilgi aktarımına ve dolayısıyla da kültürel evrime olan bağımlılığıdır. s. 397
Kültürel evrim genetik evrimden kat kat hızlı çalışır. s. 404
Yaşamın anlamının yataktan çıkmak, maceralar yaşamak, projeleri tamamlamak, arkadaşlarımızla beraber olmak ve dünya hakkında sürekli yeni bir şeyler öğrenmekten ibaret olduğunu düşünürüz; ama ne yazık ki Doğa Ana hiç de böyle düşünmez. Uykuyla geçen bir ömür de en az diğerleri kadar iyi sayılır, hatta birçok açıdan daha bile iyidir; en azından daha maliyetsiz olduğu kesindir. s. 406
… belli bir hayvan türü esaslı bir şekilde memlerle donatıldığı -ya da istila edildiği- zaman ortaya çıkan tamamen yeni varlığa da insan denilmektedir. s. 407
Homo sapiens’in beyni memler için bir barınak, iletişim alışkanlıklarıysa memlerin aktarım aracı olmuştur. s. 412
Önce konuşma olarak, çok kısa süre bir süre içinde de yazı olarak kendisini göstermeye başlayan insan dili, kültürel evrimin gerçekleştiği bilgi atmosferini yaratarak kültürel aktarımın kuşkusuz başlıca aracı olmuştur. Konuşma ve dinleme, okuma ve yazma; bunlar biyosferdeki aktarım ve eşlenme süreçlerinin altında yatan teknolojiler bakımından DNA ve RNA’ya en çok benzeyen teknolojilerdir. s. 415
… memler şimdilik en azından dolaylı olarak, kullandıkları araçların harika bir mem yuvası olan insan beyni içerisinde kısa da olsa belli bir zaman geçirmesine bel bağlamak zorundadır.// Zihinler sınırlı sayıdadır ve her zihnin memler için ayırdığı sınırlı bir kapasitesi vardır. Bu yüzden memler arasında, girebildikleri kadar fazla zihne girebilmek adına kayda değer bir rekabet vardır. Bu rekabet bilgi atmosferindeki başlıca seçilim kuvvetidir… s. 416
… memler bir zihnin içinde temasa geçtikleri zaman, fenotipik etkilerini koşullara uyacak şekilde hızla değiştirerek birbirleriyle uyumlu hale gelmek gibi harika bir özelliğe sahiptir. s. 424
Hiçbir mem bedeni tek başına idare edemez; bir insanı o kişi yapan şey, uzun vadede hangi kararların alınacağını belirleyen mem koalisyonlarıdır. s. 440
(1) doğuştan sahip olduğumuz beyinlerde bulunan ve son altı milyon küsur yılda seçilim baskısıyla evrimleşen özellikler, diğer türlerin beyinlerinde bulunmaz. (2) bu özellikler kültürel aktarımla beslenen Tasarım zenginliğinin paylaşımıyla ortaya çıkan güçlerin muazzam bir şekilde birikmesini olası kılar. Bu iki etmeni birleştiren başlıca olgu da dilden başka bir şey değildir. s. 444
Beyinlerimizi anatomik açıdan şempanze beyinleriyle (veya yunus beyinleriyle ya da diğer insan dışı beyinlerle) kıyaslamak neredeyse anlamsız olur, çünkü mevcut beyinlerimiz diğer hepsini gölgede bırakacak şekilde bir araya gelmiş tek bir bilişsel sistemden oluşur. Bu birleşme, sadece bizim beyinlerimizi istila eden bir yenilik sayesinde oluşmuştur: Dil. s. 456
Gerçek anlamın, başka bir deyişle sözcüklerimizin ve düşüncelerimizin sahip olduğu anlamın kendisi, özünde anlamsız olan bir takım süreçlerin -bizim de içinde yer aldığımız biyosferi yaratan algoritmik işlemlerin- bir ürünüdür. s. 515
Belli bir insan davranışının, birbirlerine hayli uzak olan farklı kültürlerde her zaman (ve neredeyse her zaman) görülen bir özellik olduğunu göstermek, bu davranışa ilişkin genetik bir yatkınlık olduğunu hiçbir şekilde ifade etmez. Bildiğim kadarıyla antropologlar tarafından bilinen her kültürde, avcılar mızraklarını sivri uçları önde olacak şekilde fırlatır; ama kuşkusuz bu durum, türümüzün mızrağı böyle fırlatmamızı sağlayan bir gene sahip olduğunu göstermez. s. 589
Ona dua edemem; ama ihtişamını doğrulamaktan da çekinmem. Bu dünya kutsaldır. s. 634
Not: Dennett’in s. 523’te Maelzel’in Satranç Makinesi adıyla tanıttığı aletin Satranç Oynayan Türk adıyla bilindiğini ve “bir swami görünüşlü kişi” dediği kişinin de bir Türk olduğunu gözden kaçırmasına ne demeli?


19 Ekim 2019’da Türkiye’ye gelecek olan Oliver Turnbull Uluslararası Nöropsikanaliz Derneği‘nin kurucularındandır.
Nöropsikanalizin fikir babalarından ve diğer kurucularından olan Mark Solms ile birlikte yazmış olduğu “Beyin ve İç Dünya: Öznel Deneyimin Sinirbilimine Giriş” adlı kitabı tarafımdan çevrilmiş ve Metis Yayınları tarafından 2013’te yayımlanmıştır.
Kandel’in psikanalizin biyoloji (ve sinirsel bilimler) ile işbirliği önerdiği yazısının ikincisi: Kandel ER. Biology and the Future of Psychoanalysis: A New Intellectual Framework for Psychiatry Revisited. Am J Psychiatry 1999; 156:505–524
(İlki için Sinirbilim sayfasına bkz.)
Özet: The American Journal of Psychiatry benim önceki “Çerçeve” makaleme yanıt olarak bazı mektuplar aldı. Bunların bir kısmını bu sayının başka bölümlerinde görebilirsiniz. Onları burada kısaca yanıtladım. Ancak, bazı mektupların doğurduğu bir mesele daha ayrıntılı bir yanıtı hak etmektedir: biyolojinin psikanalizle ilgisinin olup olmadığı meselesi. Kanımca bu konu psikanalizin geleceği için o kadar merkezi önemdedir ki, kısa bir yorumla geçiştirilemez. Bu yüzden psikanalizin geleceği için biyolojinin önemini özetlemeye çalışan bu makaleyi yazdım.
“Psikolojideki eğreti fikirlerimizin hepsinin muhtemelen bir gün organik bir altyapıya dayanacağını unutmamalıyız.”
Freud, “On Narcissism”
“Psikolojik terimleri fizyolojik ya da kimyasal olanlarla değiştirecek bir konumda olsaydık, açıklamamızdaki eksiklikler muhtemelen azalacaktı. [Fizyoloji ve kimya] bize en şaşırtıcı bilgileri verebilir; sorduğumuz onlarca yıllık sorulara hangi yanıtlarla döneceklerini tahmin edemeyiz. [Bu bilgiler] varsayımlarımızın derme çatma yapısının hepsini yerle bir edecek türden bile olabilirler.”
Freud, “Haz İlkesinin Ötesinde”
20. yy’ın ilk yarısında psikanaliz zihinsel hayata dair anlayışımızda devrim yarattı. Bilinçdışı zihinsel süreçler, ruhsal belirlenimcilik (psişik determinizm), çocuk cinselliği ve belki de hepsinden önemlisi, insanların güdülenmelerinin akıldışılığı konularında dikkate değer bir yığın yeni içgörü sağladı. Bu ilerlemelere karşın, bu yüzyılın [20. yüzyılın] ikinci yarısında psikanalizin başarıları pek de etkileyici olmadı. Psikanalitik düşünüş ilerlemeye devam etse de, çocuk gelişiminde bazı muhtemel ilerlemeler dışında, görece az sayıda parlak ve yeni içgörüsü oldu. En önemlisi ve en hayal kırıcı olan şey, psikanaliz bilimsel olarak evrim göstermedi. Özel olarak söylenirse, daha önce formüle etmiş olduğu heyecan verici fikirleri sınamak için nesnel yöntemler geliştirmedi.
Bu çöküş üzüntü vericidir, çünkü psikanaliz hala zihne dair en tutarlı ve entelektüel olarak en doyurucu görüşü (a.b.ç.) temsil etmektedir. Psikanaliz entelektüel gücünü ve etkisini yeniden kazanacaksa, düşmanca eleştirilere yanıt vermekten gelen uyaranlardan daha fazlasına ihtiyacı olacaktır. Onun için ve insan güdülenmesine dair incelikli ve gerçekçi bir kuram için kaygılananlarla yapıcı bir şekilde ilişkiye girmesine ihtiyacı olacaktır. Bu makaledeki amacım psikanalizin kendisine yeniden enerji kazanabileceği ve bunun yolunun genelde biyolojiyle, özelde de bilişsel bilimle daha yakın bir ilişki geliştirmesi olduğunu göstermektir.
Psikanaliz ile bilişsel sinirbilim arasındaki yakın ilişki psikanaliz açısından biri kavramsal, diğeri deneysel iki hedefi gerçekleştirecektir. Kavramsal bir bakış açısından, bilişsel sinirbilim, psikanalizin gelecekteki gelişmesi için yeni bir temel -belki de metapsikolojiden daha doyurucu bir temel- sunacaktır. David Olds biyolojinin bu olası katkısından “metapsikolojinin bilimsel bir temelde yeniden yazılması” şeklinde söz etmiştir. Deneysel bakış açısından ise, biyolojik içgörüler araştırma için, zihnin nasıl çalıştığına dair özgül fikirlerin sınanması için, bir uyaran işlevi görebilir.
Bazıları psikanalizin daha alçakgönüllü hedeflerle yetinmesi gerektiğini savunuyor; buna göre, psikanalizle daha yakından ilişkili ve klinik uygulamayla daha doğrudan bağlantılı bir disiplin olan bilişsel psikolojiyle yakın bir etkileşime girmeye çalışmakla yetinmelidir. Bu sava itirazım yok. Ancak, bana öyle geliyor ki, bugün bilişsel psikolojide en heyecan verici olan ve yarın daha heyecan verici olacak olan şey, bilişsel psikoloji ile sinirbilimin birleşik bir disiplin şeklinde kaynaşmasıdır. Şimdi buna “bilişsel sinirbilim” diyoruz. Umudum, psikanalizin zihin ve onun bozuklukları üzerine yeni ve ikna edici bir bakış açısının geliştirilmesinde bilişsel sinirbilimle bir araya gelerek entelektüel enerjisini kazanmasıdır.
Psikanaliz ile bilişsel sinirbilim arasında burada özetlediğim türden anlamlı bir bilimsel etkileşim, psikanaliz için yeni yönelimler ve bunları taşıyacak yeni kurumsal yapılar gerektirecektir. Bu nedenle bu makaledeki amacım psikanaliz ile biyoloji arasındaki kesişim noktalarını betimlemek ve bu kesişimlerin verimli bir şekilde nasıl araştırılabileceğini özetlemektir.
Psikanaliz ile biyoloji arasındaki uyuşma noktalarını özetlemeden önce, psikanalizde mevcut krize neden olan etkenlerden bir kısmını gözden geçirmek yararlı olacaktır. Büyük ölçüde kısıtlı bir yöntembilimden kaynaklanan bir krizdir bu. Burada üç nokta önemlidir.
Birincisi, yirminci yüzyıl başlarında psikanaliz yeni bir psikolojik araştırma yöntemi getirdi: serbest çağrışıma ve yoruma dayanan bir yöntem… Freud bize hastaları dikkatli bir şekilde ve yeni yollarla (daha önce kimsenin kullanmadığı yollarla) dinlemeyi öğretti. Freud aksi halde hastanın ilişkisiz ve tutarsız çağrışımları olarak görünen şeylerden bir anlam çıkarmaya dönük geçici bir yorumlama şemasının da taslağını oluşturdu. Bu yaklaşım o kadar yeni ve güçlüydü ki, yıllarca sadece Freud değil, diğer akıllı ve yaratıcı psikanalistler de, hasta ile analist arasındaki karşılaşmanın bilimsel araştırma için tek bağlam olduğunu savunabildiler. Aslında ilk yıllarında psikanaliz sadece hastaları dinleyerek ya da analitik durumdan gelen fikirleri gözlemsel çalışmalarda sınayarak zihne dair anlayışımıza çok sayıda yararlı ve özgün katkıda bulundu. Çocuk gelişiminin incelenmesi için özellikle yararlı olduğu gösterilmiş bir yöntemdir bu… Bu yaklaşım klinik olarak hala yararlı olabilir, çünkü Anton Kris’in vurguladığı gibi, bugün farklı bir şekilde dinlenir. Ancak, bir araştırma gereci olarak bu kendine özgü yöntemin yeni bulgulayıcı gücünün çoğunu tükettiği açıktır. Çıkışından bir yüz yıl sonra kuramın tarzında sadece tek tek hastaları dikkatle dinleyerek öğrenilebilecek pek yeni bir şey yoktur. Nihayet kabul etmeliyiz ki, zihne dair modern incelemelerin geldii bu noktada tek tek hastaların gözlemci taraflılığına bu kadar duyarlı olan psikanalitik durum gibi bir bağlamda klinik gözlem, bir zihin bilimi için yeterli bir temel değildir.
Bu görüş psikanalitik topluluktaki deneyimli kişilerce de paylaşılmıştır. Nitekim Kurt Eissler şöyle yazdı: “Psikanalitik araştırmanın hızındaki azalma analistler arasındaki öznel etkenlere değil, daha çok, geniş anlamı olan tarihsel olgulara bağlıdır: Psikanalitik durum içerdiği her şeyi zaten dışa vurmuştur. Araştırma olanakları bakımından tükenmiştir, en azından yeni paradigmalar olanağı söz konusu olduğunda…”
İkincisi, bu argümanların açığa çıkardığı gibi, psikanaliz tarihsel olarak amacı bakımından bilimsel olsa da, yöntemleri bakımından nadiren bilimsel olmuştur; yıllarca varsayımlarını sınanabilir deneylerin onayına sunmakta yetersiz kalmıştır. Gerçekte psikanaliz geleneksel olarak fikirleri sınamaktan çok fikir üretmekte çok daha iyi olmuştur. Bu yetersizliğin bir sonucu olarak psikolojinin diğer alanları ve tıp kadar ilerleyememiştir.
Modern davranış bilimlerinin kör deneyler yoluyla deneyci taraflılığını denetlemeye dönük kaygıları, psikanalizin ilgisinden kaçmıştır. Nadir istisnalar bir yana, psikanalitik oturumlarda toplanan veriler özeldir; hastanın açıklamaları, çağrışımları, suskunlukları, duruş biçimleri, hareketleri ve diğer davranışları dokunulmazdır. Aslında iletişimin mahremiyeti psikanalitik durumun oluşturduğu temel güven için merkezi önemdedir. Güçlük buradadır. Hemen tüm olgularda elimizde sadece analistin ne olup bittiğine inandığına dair açıklamaları var. Araştırma psikanalisti Darvig Dahl’ın uzun süredir savunduğu gibi, bu türden kulaktan dolma kanıtlar çoğu bilimsel bağlamda veri olarak kabul edilmez. Ancak, psikanaliz terapi oturumunda ne olup bittiğine dair açıklamalarının öznel ve taraflı olmaya mecbur olmasıyla nadiren ilgilenir. Sonuç olarak Boring’in yaklaşık 50 yıl önce yazdıkları hala geçerlidir: “Başarılmış olanları atlamadan, şunu diyebiliriz ki, psikanaliz önbilimseldir. Deneyden yoksundur, kontrol için hiçbir teknik geliştirmemiştir. Kontrolsüz açıklamaları temizlerken anlamla ilgili tanımlamayı olgudan ayırt etmek olanaksızdır.”
Bu yüzden gelecekte psikanalitik kurumlar denetimden geçmiş tüm analizlerin en azından bir kısmını bu türden incelemelere erişilebilir kılmaya çalışmalıdır. Bu sadece psikanalitik durum için değil, diğer araştırma alanları için de önemlidir. Terapi oturumlarında kazanılan içgörüler psikanalitik durumun dışındaki diğer araştırma biçimlerini de önemli oranda esinlemiştir. Başarılı bir örnek, çocukların doğrudan gözlemlenmesi ve bağlanma ile ebeveyn-çocuk etkileşiminin deneysel analizidir. Gelecekteki deneysel analizlerin psikanalitik durumdan edinilen içgörülere dayandırılması, bu durumların bilimsel güvenilirliğinin iyileştirilmesini daha da önemli kılar.
Üçüncüsü, akademik tıbbın diğer alanlarından farklı olarak, psikanalizin ciddi bir kurumsal sorunu vardır. Son yüzyılda süregiden ve çoğalan özerk psikanalitik kurumlar (enstitüler) araştırmaya ve eğitime yönelik kendilerine özgü anlayışlarını geliştirmişlerdir -diğer araştırma biçimlerinden izole edilmiş olan yaklaşımlardır bunlar… Bazı saygıdeğer istisnalar dışında psikanalitik kurumlar öğrencilerine ya da öğretim üyelerine bilimselliği ve ampirik araştırmaları sorgulamaya yönelik uygun akademik ortamlar sağlamamışlardır.
Tıpta ve bilişsel sinirbilimde (ve aslında genel olarak toplumda da) entelektüel bir güç olarak hayatta kalması için, psikanalizin, araştırmalarını yürüteceği yeni entelektüel kaynaklar, yeni yöntemler ve yeni kurumsal düzenlemeler benimsemeye ihtiyacı olacaktır. Bazı tıbbi disiplinler diğer disiplinlerin yöntemlerini ve kavramlarını içine alarak gelişmiştir. Genel olarak psikanaliz bunu yapamamıştır. Psikanaliz henüz kendisini biyolojinin bir dalı olarak kabul etmediğinden, son 50 yılda ortaya çıkan beynin biyolojisi ve onun davranışı denetlemesine dair zengin bilgi ürünlerini psikanalitik zihin görüşünün içine almamıştır. Bu elbette şu soruyu doğurur: “Psikanaliz neden biyolojiyi daha sıcak karşılamıyor?”
1894’te Freud biyolojinin psikanalize yardımcı olacak kadar gelişmiş olmadığını savunuyordu. İkisini bir araya getirmek için erken, diye düşünüyordu. Bir yüzyıl sonra birtakım psikanalistlerin çok daha radikal fikirleri var. Biyolojinin psikanalizle ilgisi yok, diye ileri sürüyorlar. Bir örnek verirsek, Marshall Edelson Hypothesis and Evidence in Psychoanalysis kitabında şöyle yazıyordu:
Psikanalitik kuramı nörobiyolojik bir temele bağlama ya da zihne ve beyne dair varsayımları bir kuramda karıştırma çabalarına mantıksal kafa karışıklığı olarak direnilmelidir.
Reiser’in zihin ve bedenin “işlevsel birliğine” inancına karşın, onun zihin-beden ilişkisini değerlendirirken takındığı tavrı terk etmek için bir neden göremiyorum:
Zihnin bilimi ile bedenin bilimi farklı diller, (farklı soyutlama ve karmaşıklık düzeyleri olan) farklı kavramlar ve farklı gereç ve teknikler kümesini kullanırlar. Yoğun kaygı halindeki bir hastanın eş zamanlı ve koşut fizyolojik ve psikolojik incelemeleri, mecburen iki ayrı betimleyici veri, ölçüm ve formülasyon kümesi oluşturur. Ortak bir dile tercüme ederek ya da paylaşılmış bir kavramsal çerçeveye göndermede bulunarak ikisini birleştirmenin bir yolu yoktur, şimdiye değin her iki alemle de eşbiçimli (isomorphic) ara kalıplar olarak işlev görebilecek bağlantı kavramları da yoktur. Tüm pratik nedenlerle, o halde, zihin ve bedenle ayrı dünyalar olarak uğraşıyoruz; fiiliyatta psikofizyolojik ve psikosomatik verilerimizin hepsi esasında birlikte değişme (covariance) verilerinden oluşur, iki alemdeki olayların çakışmalarının şansın ötesinde bir sıklıkta belirli bir zaman aralığında ortaya çıktıklarını gösterirler.”
Bilimcilerin sonunda Reiser’in betimlediği şeyin yöntemsel olarak sadece güncel gelişme düzeyini ya da düşüncemizin yetersizliğini yansıtmadığını, tersine, mantıksal ya da kavramsal olarak zorunlu olan bir şeyi, pratik ya da kavramsal hiçbir gelişmenin azaltamayacağı bir şeyi, temsil ettiğini görmelerinin en azından mümkün olduğunu düşünüyorum.
Genellikle psikanalizle ilgili bilimsel görüşün tersine, hermenötik olarak anılan bu görüş, psikanalizi entelektüel olarak büyümeye devam etmekten alıkoyan bir konumu yansıtır.
Bugün psikanaliz, eğer yapmak istediği buysa, hermenötik yapraklarının üstüne rahatça uzanabilir. Freud ve öğrencilerinin dikkate değer katkıları üzerine, bizi olduğumuz karmaşık, psikolojik olarak küçük farklılıklar taşıyan bireyler haline getiren bilinçdışı zihinsel süreçler ve güdülere dair içgörüler üzerine şerhler yapmaya devam edebilir. Gerçekten de bu katkılar bağlamında çok az kişi Freud’un insan güdülenmesi üzerine büyük modern düşünür olarak konumuna karşı çıkacak ya da yüzyılımızın [yirminci yüzyıl] tarihsel olarak Sofokles’ten Schnitzer’e kadar Batı aklını işgal eden psikolojik meselelerle ilgili Freud’un derin anlayışı tarafından kalıcı bir şekilde damgalandığını inkar edecektir.
Şayet psikanaliz geçmiş başarılarına yaslanacaksa, Jonathan Lear’ın savunduğu gibi, bir zihin felsefesi olarak kalmalıdır ve psikanalitik literatür (Freud’dan Hartmann’a, Erickson’a, Winnicott’a kadar) Plato, Shakespeare, Kant, Schopenhauer, Nietzsche ve Proust’la birlikte modern felsefi ya da poetik bir metin olarak okunmalıdır. Öte yandan, eğer bu alan gelişen zihin bilimine evrimleşen, etkin bir katkıda bulunmayı arzuluyorsa (ben çoğu analistin arzuladığına inanıyorum), o zaman psikanaliz geride kalmaktadır.
Bu yüzden Lear’in ifade ettiği hassasiyete katılıyorum: “Freud öldü. Sıradışı üretken ve yaratıcı bir hayattan sonra, 1939’da öldü… Önemli olan, geçmeyen bazı arazlar gibi (idolleştirerek ya da karalayarak) ona yapışıp kalmamaktır.”
Bu makaledeki odağım, biyolojinin zihne dair psikanalitik araştırmayı yeniden canlandırabilme yolları üzerinedir. Psikanalizin anlamlı bir biyolojik temele doğru evrilebilmesinin ana hatlarına sahip olmakla birlikte, işin daha çok başında olduğumuzu baştan söylemeliyim. Herhangi bir karmaşık zihinsel sürece dair entelektüel olarak doyurucu biyolojik bir anlayışa henüz sahip değiliz. Gene de biyoloji son 50 yılda kayda değer ilerleme gösterdi ve hızı azalmıyor. Biyologlar çabalarını beyin-zihin üzerine daha fazla odaklamaya başladıkça, çoğunluğu nasıl gen yirminci yüzyılın biyolojisi olmuşsa, zihnin de yirmibirinci yüzyılın biyolojisi olacağına inanır oldu. Bu yüzden François Jacob şöyle yazıyor: “Sona ermekte olan yüzyılın aklı nükleik asitler ve proteinlerle meşguldü. Gelecek yüzyıl bellek ve arzu üzerinde yoğunlaşacak. Sorduğu sorulara yanıt verebilecek mi?”
Benim anahtar argümanım, gelecek yüzyılın biyolojisinin gerçekten de bellek ve arzuya dair soruların bir kısmına yanıt vermek için iyi bir konumda olduğu, eğer biyoloji ve psikanaliz sinerjistik bir çalışma yaparlarsa, bu yanıtların çok daha zengin ve daha anlamlı olacağıdır. Ardından bu sorulara verilen yanıtlar ve bu yanıtları biyoloji ile birlikte sağlama çabası psikanalize daha bilimsel bir temel kazandıracaktır.
Gelecek yüzyılda [yirmibirinci yüzyıl] biyolojinin çeşitli bilinçdışı zihinsel süreçleri, ruhsal belirlenimciliği, psikopatolojide bilinçdışı zihinsel süreçlerin rolünü ve psikanalizin terapötik etkisinin biyolojik temelini açıklayarak zihinsel süreçlerin anlaşılmasına derin katkılar yapması olasıdır. Bugün biyoloji bu derin gizemleri her şeyiyle aydınlatamayacaktır. Bu meseleler, bilincin doğasıyla birlikte, biyolojinin tümünün, aslında bilimin tümünün, karşılaştığı en zor problemleri temsil ederler. Gene de biyolojinin en azından bazı merkezi psikanalitik meseleleri en azından kendi sınırları içinde nasıl berraklaştırabileceği özetlenerek başlanabilir. Burada biyolojinin önemli katkılarda bulunmak üzere psikanalizle ortaklaşabileceği sekiz alanı özetliyorum. 1) Bilinçdışı zihinsel süreçlerin doğası, 2) Psikolojik nedenselliğin doğası, 3) Psikolojik nedensellik ve psikopatoloji, 4) Erken yaşantılar ve zihinsel hastalıklara yatkınlık, 5) Önbilinç, bilinçdışı ve prefrontal korteks, 6) Cinsel yönelim, 7) Psikoterapi ve beyinde yapısal değişiklikler ve 8) Psikanalize yardımcı olarak psikofarmakoloji.
Psikanalizin özünde, zihinsel hayatımızın büyük bölümünden haberdar olmadığımız fikri yatar. Yaşadıklarımızın (algıladıklarımızın, düşündüklerimizin, düşlediklerimizin, düşlemlediklerimizin) büyük bölümü bilinçli düşünceye doğrudan ulaşamaz. Çoğu zaman edimlerimizi neyin güdülediğini de açıklayamayız. Bilinçdışı zihinsel süreçler fikri sadece kendi başına önemli değildir, ruhsal belirlenimciliğin doğasının anlaşılması için de kritik önemdedir. Bilinçdışı psişik süreçlerin merkezi rollerine bakılırsa, biyoloji bize bunlar konusunda ne öğretebilir?
1954’te Brenda Milner unutkan (amnesic) hasta H.M.’ye dayanarak kayda değer bir keşif yaptı: Medyal temporal lob ve hipokampus bugün “bildirimsel (ya da açık) bellek depolama” dediğimiz şeye aracılık ediyordu. Bu bellek kişiler, yerler, nesneler için bilinçli olan bellekti. 1962’de daha ileri bir keşif yaptı: H.M. insanlar, yerler ve nesnelerle ilgili yeni anılarını bilinçli olarak geri çağıramıyordu, fakat yeni algısal ve motor beceriler öğrenme yetenekleri sağlamdı. Bugün “işlemsel (ya da örtük) bellek” dediğimiz bu anılar tamamen bilinçdışıdır ve bilinçli geri çağırmayla değil, ancak performansla ortaya çıkar.
İki bellek sistemini birlikte kullanmak istisna değil, kuraldır. Bu iki bellek sistemi örtüşür ve genellikle birlikte kullanılır. Öyle ki, birçok öğrenme yaşantısı ikisini de devreye sokar. Gerçekten, sürekli tekrar etmek, açık belleği örtük belleğe çevirebilir. Örneğin, araba sürmeyi öğrenmek başlangıçta bilinçli hatırlamayı gerektirir, ama sonunda otomatik / bilinçsiz bir motor faaliyet haline gelir. İşlemsel bellek çeşitli beyin sistemlerini kapsayan bir süreçler toplamıdır. Hazırlama (priming: yenilerde karşılaşılan uyaranların tanınması) duysal kortekslerin bir işlevidir; çeşitli ipucuyla hissetme hallerinin edinilmesi amigdala’yı gerektirir; yeni motor (ve belki de bilişsel) alışkanlıkların oluşumu neostriatum’u işe katar; yeni motor davranışların veya eşgüdümlü etkinliklerin öğrenilmesi beyinciğe (cerebellum) bağlıdır. Farklı durumlar ve öğrenme yaşantıları hipokampus ve ilişkili yapıların açık bellek sistemiyle çeşitli kombinasyonları şeklinde bu ve diğer işlemsel bellek sistemlerinin farklı altkümelerini devreye sokarlar.
O halde, işlemsel bellekte bilinçdışı zihinsel hayatın bir bileşeninin biyolojik bir örneğini görüyoruz. Bu biyolojik olarak anlatılan bilinçdışının Freud’un bilinçdışıyla nasıl bir ilişkisi vardır? Freud son yazılarında bilinçdışı kavramını üç farklı şekilde kullandı. Birincisi, katı ya da yapısal şekilde bastırılmış ya da dinamik bilinçdışına göndermede bulunuyordu. Bu bilinçdışı klasik psikanalitik literatürün bilinçdışı olarak andığı şeydir. Sadece “o”yu (id) değil, “ben”in (ego) bilinçdışı itkileri, savunmaları ve çatışmaları barındıran ve bu yüzden “o”nun (id) dinamik bilinçdışına benzeyen kısmını da içerir. Bu dinamik bilinçdışında çatışma ve dürtüye dair bilgilerin bilince erişmesi, bastırma gibi güçlü savunma mekanizmalarıyla önlenir.
İkincisi, Freud “ben”in (ego) bastırılmış kısımlarına ek olarak bir başka kısmının daha bilinçdışı olduğunu ileri sürdü. Ben’in (ego) bastırılmış olan ve bu yüzden dinamik bilinçdışına benzeyen bilinçdışı kısımlarından farklı olarak, bastırılmamış olan bilinçdışı kısımları, bilinçdışı dürtülerle ya da çatışmalarla ilgili değildir. Dahası, bilinçöncesi bilinçdışından farklı olarak ben’in bilinçdışı kısımları bastırılmış olmasa bile, hiçbir zaman bilince ulaşamaz. Bu bilinçdışı alışkanlıklarla ve algısal ve motor becerilerle ilgili olduğundan, işlemsel belleğe haritalanır. Bu nedenle onu işlemsel bilinçdışı olarak anacağım.
Son olarak, Freud, bilinçdışı terimini betimleyici olarak geniş bir anlamda çoğu düşünceyi ve bilince giren tüm anıları, hemen tüm zihinsel faaliyetleri (bilinçöncesi bilinçdışı) anlatmak için kullandı. Freud’a göre birey zihinsel işleme (processing) olaylarının hemen hepsinden haberdar değildir, fakat dikkatini vererek onların birçoğuna kolayca bilinçli olarak erişebilir. Bu açıdan zihinsel hayatın çoğu, zamanın büyük bölümünde, bilinçdışıdır ve ancak duysal algılar (sözler ve imgeler) olarak bilinçli hale gelir.
Bu üç bilinçdışı zihinsel süreçten sadece işlemsel bilinçdışının, ben’in çatışmalı ya da bastırılmış olmayan bilinçdışı kısmının, sinirbilimcilerin işlemsel bellek dedikleri şey üzerine haritalandığı görülmektedir. Bilişsel sinirbilim ile psikanaliz arasındaki bu önemli karşılıklılık ilk kez Robert Clyman’ın iyi düşünülmüş bir makalesinde kabul edilmişti. Clyman örtük belleği duygu bağlamında değerlendirdi ve onun aktarım ve tedavi açısından önemine işaret etti. Bu fikir Louis Sanders, Daniel Stern ve Boston Process of Change Study Group’taki meslektaşları tarafından daha da geliştirildi. Bu grup bir analiz sırasında terapötik süreci ilerleten değişikliklerin birçoğunun, bilinçli içgörü sahasından çok, bilinçdışı işlemsel (sözsüz) bilgiler ve davranışlar sahasında olduğunu vurguladı. Sanders, Stern ve meslektaşları bu fikri kuşatacak şekilde anlam anları (hasta ile terapist arasında etkileşimdeki anlar) olduğu, bu anların terapötik ilişkinin yeni bir düzeye ilerlemesine olanak veren yeni bir örtük anılar kümesinin kazanılmasını temsil ettiği fikrini geliştirdiler. Bu ilerleme bilinçli içgörülere bağlı değildir; deyim yerindeyse, bilinçdışının bilinçli hale gelmesini gerektirmez. Tersine, anlam anlarının davranışlarda hastanın yapmaya ve olmaya yönelik işlemsel stratejiler yelpazesini artıran değişikliklere yol açtığı düşünülmektedir. Bu bilgi kategorilerindeki gelişmeler bir kişinin bir başkasıyla etkileşime girme tarzlarında (aktarıma katkıda bulunma tarzları dahil) kendini gösteren eyleme dönük stratejilere yol açar.
Marianne Goldberger moral gelişmenin de işlemsel araçlarla ilerlediğini vurgulayarak bu düşünce çizgisini genişletmiştir. İnsanların, davranışlarını yöneten moral ilkeleri özümsedikleri koşulları genellikle bilinçli bir şekilde hatırlamadıklarına işaret eder. Bu ilkeler ana dilimizi yöneten gramer kuralları gibi hemen hemen otomatik bir şekilde edinilirler.
Bilişsel sinirbilimin işlemsel ve bildirimsel bellek arasında yaptığı bu ayrımı, temelde nörobiyolojik olan bir içgörünün psikanalitik düşünce için yararlılığını vurgulamak için anlattım. Fakat hatırlatırım ki, psikanaliz için geçerli olduğu kadarıyla, bu biyolojik fikirlerin hala sadece fikirdir. Biyolojinin sunduğu şey, bu fikirleri bir adım daha ileri taşıma fırsatıdır. Artık bu işlemsel bilginin biyolojisi (bazı moleküler temelleri dahil) hakkında az şey bilmiyoruz.
Psikanalizin ve biyolojinin işlemsel bellek sorunu üzerinde ilginç uyuşmaları bizi bu fikirleri sistematik bir şekilde sınama göreviyle karşı karşıya bırakır. Hem psikanalitik, hem de biyolojik bakış açılarından “işlemsel bellek” terimi altında toplanan fenomenlerin sınırlarını incelemeye ve farklı sinir sistemleri üzerine nasıl haritalandıklarını görmeye ihtiyacımız var. Bunu yaparken davranış, gözlem ve görüntüleme çalışmalarında verili bir anlam anının farklı bileşenlerinin ya da bu türden farklı anların işlemsel belleğin şu ya da bu anatomik alt sistemlerini ne derecede devreye soktuğunu incelemek isteriz.
Bu argümanların açığa çıkardığı gibi, bilinçdışı psişik süreçlerin incelenmesine yönelik daha önceki sınırlılıklardan biri bunları doğrudan gözlemleyecek bir yöntemin bulunmamasıydı. Bilinçdışı süreçleri incelemeye yönelik tüm yöntemler dolaylıydı. Onun için, biyolojinin bugün yapabileceği önemli bir katkı (zihinsel süreçleri görüntüleme yeteneği ve işlemsel belleğin farklı bileşenlerinde lezyonları olan hastaları inceleme yeteneğiyle) bilinçdışı zihinsel süreçlerle ilgili incelemenin temelini dolaylı çıkarımdan doğrudan gözleme doğru değiştirmektir. Bu yollarla psikanalitik açıdan anlamlı olan işlemsel belleğin hangi yönlerinin hangi subkortikal sistemler tarafından aracılandığını belirleyebiliriz. Ayrıca, görüntüleme yöntemleri bilinçdışı belleğin diğer iki biçimine (dinamik bilinçdışı ve bilinçöncesi bilinçdışı) hangi beyin sistemlerinin aracılık ettiğini ayırt etmemize de olanak verebilir.
Bilinçöncesi bilinçdışı ve onun prefrontal korteksle olası ilişkisine geçmeden önce, işlemsel bilinçdışıyla ilişkili diğer üç özelliği ele almak istiyorum: ruhsal belirlenimcilikle, bilinçli zihinsel süreçlerle ve erken yaşantılarla ilişkisi.
Freud’un zihninde bilinçdışı zihinsel süreçler ruhsal belirlenimcilik için açıklayıcı bir mekanizma sağlıyordu. Ruhsal belirlenimciliğin temel fikri şudur: Kişinin ruhsal hayatında çok az şey rastlantıyla ortaya çıkar, o da çıkarsa. İster işlemsel, isterse bildirimsel olsun, her ruhsal olay kendisinden önce gelen bir olay tarafından belirlenir. Dil sürçmeleri, görünüşte ilişkisiz olan düşünceler, şakalar, düşler ve her düşteki imgeler daha önceki psikolojik olaylarla ilişkilidir ve kişinin ruhsal hayatının diğer kısımlarıyla tutarlı ve anlamlı bir ilişkisi vardır. Psikolojik belirlenme aynı şekilde psikopatolojide de önemlidir. Her nevrotik belirti, hastaya ne kadar acayip görünürse görünsün, bilinçdışı zihin için acayip değildir, daha önceki zihinsel süreçlerle ilişkilidir. Belirtiler ile nedensel zihinsel olaylar ya da düşün imgeleri ile daha önceki ruhsal olarak ilişkili olaylar arasındaki bağlantılar her yerde hazır ve nazır olan dinamik bilinçdışı süreçlerin operasyonuyla anlaşılmaz hale getirilirler.
Psikanalitik düşünce içinde birçok düşüncenin ve onun özündeki metodolojinin (serbest çağrışım) gelişmesi ruhsal belirlenimcilik kavramından türer. Serbest çağrışımın amacı, hastanın aklına gelen tüm düşünceleri psikanaliste söylemesini ve herhangi bir sansür ya da yönlendirmeye göre hareket etmekten kaçınmasını sağlamaktır. Ruhsal belirlenimciliğin ana fikri de şudur: Herhangi bir zihinsel olay, daha önce gelen zihinsel olayla nedensel olarak ilişkilidir. Bu yüzden Brenner şöyle yazıyordu: “Çevremizdeki fiziksel doğada olduğu gibi, zihinde de hiçbir şey şans eseri / rastlantıyla olmaz. Her ruhsal olay kendisinden önce gelenler tarafından belirlenir.”
Ruhsal bildirimsel/açık bilginin zengin bir biyolojik modeline sahip değilsek de, biyolojide, işlemsel bellekteki çağrışımların nasıl geliştiği konusunda başlangıç olarak iyi bir anlayışa sahibiz. İşlemsel bilginin kimi yönleri anlam anları için önemli olduğuna göre, bu biyolojik içgörülerin işlemsel bilinçdışının anlaşılması için yararlı olduğu görülecektir.
On dokuzuncu yüzyılın son on yılında Freud’un psikolojik belirlenme kuramı üzerine çalıştığı sıralarda Ivan Pavlov bizim bugün işlemsel bilgi adını verdiğimiz şeyler düzeyinde ruhsal belirlenimciliğin belli bir örneğine (çağrışımla öğrenmeye) deneysel bir yaklaşım geliştiriyordu. Pavlov öğrenmenin antik çağdan beri bilinen bir temel özelliğini aydınlatmaya çalışıyordu. Aristo’dan beri Batılı düşünürler bellek depolamanın yakın/bitişik düşüncelerin zamansal olarak ilişkilendirilmesini gerektirdiğini fark etmişlerdi -daha sonra John Locke ve Britiş ampirik filozofları tarafından geliştirilen bir kavramdı bu… Pavlov’un parlak başarısı, çağrışımla öğrenmenin laboratuvarda titizlikle çalışılabilecek bir hayvan modelini geliştirmekti. Pavlov iki duysal uyaranın zamanlamasını değiştirerek ve basit refleks davranışlardaki değişiklikleri gözlemleyerek iki uyaran arasındaki ilişkideki değişmelerin nasıl davranışta değişikliklere (öğrenmeye) yol açabileceği konusunda mantıklı çıkarımların yapılabileceği bir işlem kurmuştu. Böylece Pavlov çağrışımsal öğrenme için davranışların incelenmesinde kalıcı yön değişikliğine yol açan güçlü paradigmalar geliştirdi; bu incelemeleri içgözlemden çıkarıp uyaranların ve yanıtların nesnel bir şekilde incelenmesi yöntemine taşıdı. Ruhsal belirlenimciliğin psikanalitik incelemelerinde aradığımız tam da bu türden bir yön değişikliğidir.
Bu meşhur paradigmayı betimledim, çünkü psikanalitik düşünceyle ilgili üç noktayı vurgulamak istiyorum. Birincisi, bir özne iki uyaranı birbiri ile ilişkilendirmeyi (associate) öğrenirken sadece bir uyaranın diğerinden önce geldiğini öğrenmez. Bir özne iki uyaranı ilişkilendirmeyi öğrenirken bir uyaranın diğerini öngördüğünü/yordadığını da öğrenir. İkincisi, klasik koşullama bilginin bilinçsiz halden çıkıp bilince nasıl girebildiğini çözümlemek için çok güzel bir paradigmadır. Son olarak, klasik koşullama sadece iştah açıcı yanıtları değil, tiksindirici yanıtları edinmek için de kullanılabilir ve böylece bize psikopatolojinin ortaya çıkışına dair içgörü kazandırabilir.
Klasik koşullamanın ruhsal belirlenimciliği olasılıkçıdır. Yıllarca psikologlar klasik koşullamanın Freud tarafından ana hatlarıyla belirlenenlere benzer ruhsal belirlenimcilik kurallarına uyduğunu düşündüler. Klasik koşullamanın sadece komşuluk/yakınlığa değil, ikisinin bağlantılı olarak algılanması için, koşullu ve koşulsuz uyaran arasında kritik bir asgari aralığa da bağlı olduğunu düşündüler. Bu görüşe göre, bir koşullu uyaranın pekiştirici ya da koşulsuz bir uyaran tarafından izlendiği her seferinde, uyaran ile yanıt arasındaki ya da bir uyaran ile diğeri arasındaki sinirsel bağlantı güçlenir, ta ki sonunda bu bağ, davranışı değiştirecek kadar kuvvetli hale gelsin. Koşullamanın gücünü belirleyen tek önemli değişkenin koşullu uyaran ile koşulsuz uyaranın eşlenme sayısı olduğu düşünülüyordu. 1969’da Leon Kamin, Pavlov’un yüzyılın başındaki ilk bulgularından bu yana bugün genel olarak koşullamadaki en önemli deneysel keşif olarak düşünülen bir şey yaptı. Kamin hayvanların yakınlık/komşuluktan daha fazlasını öğrendiklerini buldu; hayvanlar olumsallığı da (contingency) öğrenirler. Sadece koşullu uyaranın koşulsuz uyarandan önce geldiğini değil, koşullu uyaranın koşulsuz uyaranı yordadığını da (tahmin ettiğini de) öğrenirler. Bu yüzden çağrışımsal öğrenme, koşullu uyaran ile koşulsuz uyaranın kritik sayıda eşlenmesine değil, koşullu uyaranın biyolojik olarak önemli koşulsuz uyaranı yordama/tahmin etme gücüne bağlıdır.
Bu değerlendirmeler hayvanların ve insanların klasik koşullamayı neden bu kadar kolaylıkla öğrendikleri konusunda fikir veriyor. Klasik koşullama (belki de tüm çağrışımsal öğrenme biçimleri) muhtemelen hayvanların düzenli olarak ve birlikte ortaya çıkan olayları sadece tesadüfen olanlardan ayırt etmeyi öğrenmelerini sağlamak için evrilmiştir. Başka deyişle, beyin, bazı olaylara yordayıcı bir işlev tayin ederek, çevredeki olayları “anlamlandıran” basit bir mekanizma geliştirmiş gibi görülmektedir. Hangi çevresel koşullar çok çeşitli türlerde ortak bir öğrenme mekanizması geliştirmiş ya da böyle bir mekanizmayı korumuş olabilir? Tüm hayvanlar tehlikeyi tanımalı ve ondan kaçınmalıdır, besleyici olan yiyecekler gibi ödüllerin peşine düşmeli ve bozulmuş ya da zehirli yiyeceklerden kaçınmalıdır. Bu bilgiyi edinmenin etkili bir yolu, uyaranlar arasında ya da davranışlar ile uyaranlar arasındaki düzenli ilişkileri saptayabilmektir. Hücre biyolojisi açısından bu ilişkiyi incelerken pekala ruhsal belirlenimciliğin temel mekanizmasına bakıyor olabiliriz.
Klasik koşullama ve bilinçli işlemsel süreçlerin bilinçsiz bildirimsel süreçlerle ilişkisi. Geleneksel klasik koşullama genellikle gecikmiş koşullama denen bir biçimde yapılır. Burada koşullu uyaranın başlaması tipik olarak koşulsuz uyaranın başlamasından yaklaşık 500 ms öncedir ve hem koşullu uyaran, hem de koşulsuz uyaran birlikte sona erer. Bu koşullama biçimi prototipik olarak işlemseldir. Normal bir insan öznesi kaşına hafif bir dokunsal uyarıyai göz kırpma yanıtını öğrendiğinde bu özne koşullandığından habersizdir. Hipokampus ve medyal temporal lob hasarı olan, bu yüzden de açık (bildirimsel) belleği hepten olmayan hastalar gecikmiş koşullama paradigmasında normal özneler gibi koşullanabilirler.
Bunun hafif bir çeşitlemesi olan iz koşullaması (trace conditioning) örtük koşullamayı açık belleğe çevirir. İz koşullamasında, koşullu uyaran koşulsuz uyaran ortaya çıkmadan önce sona erer, öyle ki, koşullu uyaran kısa sürelidir ve koşullu uyaranın bitmesi ile koşulsuz uyaranın başlaması arasında 500 ms’lik bir boşluk vardır. Richard Thompson ve meslektaşları iz koşullamasının hipokampus’a bağlı olduğunu ve hipokampusu zedelenmiş deney hayvanlarında ortadan kalktığını buldular. Clark ve Squire bu deneyleri insanlara genişlettiler ve iz koşullamasının bilinçli geri çağırma gerektirdiğini buldular. İz koşullamasının seyri sırasında normal özneler genellikle koşullu uyaran ile koşulsuz uyaran arasındaki ilişkideki zamansal boşluğun bilinçli olarak farkındadırlar. Bu boşluğun farkına olmayan özneler iz koşullamayı öğrenemezler (acquire). Ayrıca, medyal temporal lob lezyonlarının sonucu olarak (bildirimel bellekteki kusurdan kaynaklanan) unutkanlıktan (amnesia) mustarip olan kişiler bu ödevle başa çıkamazlar.
Bu durumda zamansal dizilişteki küçük bir kayma bir ruhsal belirlenim örneğini bilinçsizden bilinçli hale getirir! Bu, (işlemsel ve bildirimsel) iki bellek sisteminin çoğu zaman ortak bir ödev tarafından birlikte devreye alındığı ve uyaranların (ya da dış dünyanın) özneye sunulan duysal örüntünün farklı yönlerini kodladıkları fikriyle tutarlıdır. Bir bellek depolama türünden diğerine bu yön değiştirme medyal temporal lob’da nerede olmaktadır? Eichenbaum hipokampus’un yakın/komşu olmayan olayları uzay ve zaman boyunca birleştirecek şekilde işlev gördüğünü savunmuştur. Aslında bugün biliyoruz ki, iz koşullaması hipokampus’u ve medyal temporal lob devresini göreve çağırır. İz koşullaması için hipokampal devrenin hangi kısımları önemlidir? Diğer bölgeler de işin içinde midir?
Prefrontal korteks analizin konusu olan bilinçdışı ve bilinçli anılar arasındaki ilişkilendirmelere arcılık etmekte midir?
Biyoloji ile psikanaliz arasındaki bir kesişme noktasının işlemsel belleğin erken moral gelişim, aktarımın özellikleri ve psikanalitik terapideki anlam anları açısından önemi olduğunu gördük. Klasik koşullamanın çağrışımsal karakteristiği ile psikolojik belirlenme arasındaki ilişkiyi incelerken ikinci bir kesişme noktasını ele aldık. Burada üçüncü kesişme noktasını göstermek istiyorum: Pavlovian korku koşullaması, amigdala’nın aracılık ettiği bir işlemsel bellek biçimi, haberci kaygı (signal anxiety) ve insanlardaki travma sonrası stres sendromları (TSSS) arasındaki kesişme…
Pavlov klasik koşullama üzerindeki çalışmalarının başlarında koşulsuz uyaran ödüllendirici olduğunda, koşullanmanın iştah açıcı, ancak tiksindirici olduğunda savunmacı olduğunu görmüştü. Pavlov daha sonra savunmaya dönük koşullamanın haberci kaygının (signal anxiety) güzel bir deneysel modeli olduğunu buldu -avantajlı olabilecek bir öğrenilmiş korku biçimi…
Doğal koşullar altında normal hayvanın sadece kendi başına anlık yarar ya da zarar getiren uyaranlara değil, bu uyaranların sadece yaklaştığını haber veren diğer fiziksel ve kimyasal ajanlara da yanıt vermesi gerektiği çok açıktır; küçük hayvanlar için kendi başına tehlikeli olan şey yırtıcının görüntüsü veya sesi değilse de, dişleri ve pençeleridir.
Freud da ondan bağımsız olarak benzer bir önermede bulunmuştu. Freud yüksüz (neutral) ve zararlı uyaranların tekrar tekrar bir araya getirilmesinin, yüksüz uyaranın tehlikeli olarak algılanmasına ve kaygı (anxiety) uyandırmasına neden olabileceğini ileri sürmüştü. Bu argümanı biyolojik bir bağlama yerleştiren Freud şöyle yazıyordu:
Eğer kişi çaresizlik yaratan türden bir uyaranla ilgili travmatik durumun olmasını sadece beklemek yerine onu önceden görebilirse, kendini koruma kapasitesinde önemli bir ilerleme gerçekleştirmiş olur. İçinde bu tür beklentiler için belirleyiciler barındıran bir duruma tehlike durumu diyelim. Böylece, kaygı işaretinin (anksiyete sinyalinin) verildiği durum budur.
O halde, hem Pavlov, hem de Freud gerçek tehlike mevcut olmadan önce tehlike sinyallerine savunmayla yanıt vermenin biyolojik açıdan uyum sağlayıcı olduğunu görmüşlerdi. Sinyal anksiyete ya da beklenti anksiyetesi, çevreden bir sinyal gelirse, bireyi kaçmaya ya da savaşmaya hazırlar. Freud zihinsel savunmaların içsel tehlikeye karşı yanıt olarak gerçek kaç ya da savaş davranışının yerine geçtikleri kanısındaydı. Bu yüzden, sinyal kaygı zihinsel savunmaların nasıl devreye girdiklerini, ruhsal belirlenimciliğin nasıl psikopatolojiye neden olduğunu inceleme fırsatı sunar.
Amigdala’nın yüksüz bir sesi bir şokla eşleyerek, korkunun klasik koşullanmasında olduğu gibi, duygusal olarak yüklü bellek için önemli olduğunu biliyoruz. Amigdala duysal ipuçlarını işleyen beyin kabuğu (cerebral cortex) ve talamus alanları ile korku ifadesini işleyen alanlar; korkuya karşı otonomik yanıtı düzenleyen hipotalamus ile limbik neokortikal birleştirme alanları; singulat korteks ile duygunun bilinçli olarak değerlendirilmesinde işin içine giren prefrontal korteks (PFK) arasındaki bilgi akışını eşgüdümler. LeDoux kaygıda (anxiety) hastanın tehdit edici bir şey oluyor diye otonomik uyarılma (amigdala’nın aracılık ettiği bir uyarılma) yaşadığını savunur. LeDoux farkındalığın olmamasını, stresle hipokampus’un kapanmasına bağlar. Şimdi bu bağlantıların nasıl kurulduğu ve kurulduktan sonra nasıl sürdürüldüğü sorusuna değinmek için gerek deney hayvanlarında, gerekse insanlarda bu yapıları görüntülemenin mükemmel yollarına sahibiz.
Sinyal kaygı edinilmiş psikopatolojinin basit bir örneğidir. Fakat edinilen her şeyde olduğu gibi, bazı kişilerin nevrotik kaygı edinmeye bünyesel yatkınlıkları diğerlerinden daha fazladır. Hangi etkenler bir bireyi çeşitli yüksüz uyaranları tehdit edici olanlarla bir araya getirmeye yatkın kılar?
Freud Yas ve Melankolide ve diğer yazılarında edinilmiş psikopatolojinin etyolojisinde 2 bileşen olduğunu vurgulamıştı: (genetik dahil) bünyesel (constitutional) yatkınlık ve erken yaşantısal etkenler, özellikle kayıp. Gerçekten de birçok zihinsel hastalık biçiminin gelişmesinde hem genetik bileşenlere, hem de yaşantısal etkenlere (hem erken gelişimsel etkenlere, hem de daha sonraki akut tetikleyici etkenlere) dair kanıtlar bulunmaktadır. Bir örnek olarak, depresyona açık bir genetik yatkınlık olsa da, major depresyonlu birçok hasta çocukluk sırasında ihmal veya istismar dahil stresli hayat olayları yaşamıştır ve bu stresörler depresyonun önemli yordayıcısıdırlar. Tanı koymak için olağan insan deneyimlerinin sınırlarını aşan ağır stresler yaşanmış olmayı gerektiren travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) için bu durum çok daha belirgindir. Bu şekilde örselenmiş (traumatized) olan bireylerin %30 kadarı daha sonra tam bir TSSB sendromu geliştirir. Bu tam olmayan geçiş şu soruyu doğurur: “Genler dışında insanları TSSB ve ilişkili diğer bozukluklara yatkın kılan şey nedir?”
Erken dönemlerde insanın (ve tüm memelilerin) çevresinin en önemli olduğu düşünülen bileşeni bebeğin asıl bakıcısı, genellikle de annesidir. Psikanaliz uzun zamandır anneyle bebeğinin birbirleriyle ilişki kurma biçiminin çocuğun zihninde sadece başka bir kişiye dair değil, bir etkileşime, bir ilişkiye dair de bir ilk içsel “temsil” (representation) yarattığını savundu. İnsanların ve ilişkinin bu ilk temsilinin, çocuğun daha sonraki psikolojik gelişimi için can alıcı bir önem taşıdığı düşünülür. Etkileşim iki yönlü ilerler. Çocuğun anneye yönelik davranış biçimi, annenin davranışları üzerinde önemli bir etki gösterir. Çocuğun ve annenin güvenli bağlanmasının çocuğun kendisiyle barışık olmasını, başkalarına karşı da temel bir güven duymasını sağlarken, güvensiz bağlanmanın kaygıyı güçlendirdiği düşünülür.
Gerek bilişsel, gerekse nörobiyolojik gelişim çalışmalarından çıkan ilk anahtar kavramlardan biri, bu içsel temsillerin gelişiminin çocuğun hayatının ancak belli erken ve kritik dönemlerinde olabilmesidir. Eğer beynin ve kişiliğin gelişimi başarılı bir şekilde ilerleyecekse, çocuk (ve onun gelişmekte olan beyni) bu kritik dönemlerde -ve sadece bu kritik dönemlerde- duyarlı (responsive) bir çevreyle (Heinz Hartmann’ın terimini kullanırsak, “ortalama beklenebilir” bir çevreyle) etkileşime girmelidir.
Ebeveynlerle çocukları arasındaki erken ilişkilerin önemine dair ilk ikna edici kanıtlar Anna Freud’un II. Dünya Savaşı sırasındaki aile parçalanmalarının örseleyici (traumatic) tkilerine dair çalışmalarından gelmiştir. Aile dağılmasının önemi, annelerinden ayrılan iki grup çocuğu karşılaştıran Rene Spitz tarafından geliştirilmiştir. Spitz çalışmasında her biri 7 çocuktan sorumlu olan bakıcıların büyüttüğü öksüzler yurdundaki çocuklar ile her gün anneleri tarafından bakılan, bir kadınlar hapishanesine bağlı yetiştirme yurdundaki çocukları karşılaştırmıştır. Birinci yılın sonuna doğru öksüzler yurdundaki çocukların motor ve entelektüel performansı yetiştirme yurdundakilerin epey altına düşmüş; çocuklar içe kapanmış, pek merak veya neşe duygusu göstermemişlerdir.
Harlow bu çalışmaları çocuk gelişimiyle ilgili bir hayvan modeli geliştirerek daha da genişletmiştir. Harlow yeni doğan maymunlar 6 ay ila 1 yıl izole edilip tekrar diğer maymunların yanına konulduklarında, fiziksel olarak sağlıklı olsalar da, davranışsal olarak çöktüklerini saptamıştır. Bu maymunlar kafeslerinin bir köşesine çömelip ağır hasta ya da otistik çocuklar gibi ileri geri sallanmışlardır. Diğer maymunlarla etkileşime girmemiş, kavga etmemiş, oynamamış, hatta cinsel bir ilgi bile göstermemişlerdir. Erişkin bir hayvanın benzer dönemlerde izole edilmesi etkisiz olmuştur. Demek ki, maymunlarda da insanlardaki gibi, toplumsal gelişim için kritik bir dönem vardır. Harlow daha sonra maymuna bir vekil-anne (giydirilmiş, tahtadan bir anne) verilirse, sendromun kısmen geri dönebileceğini bulmuştur. Bu vekil anne izole maymunda sarılma davranışı uyandırmış, fakat tam olarak normal bir toplumsal davranışın gelişmesi için yetersiz kalmıştır. Normal toplumsal gelişmeye ancak, vekil-annenin yanısıra, izole hayvan günün geri kalanını maymun kolonisinde geçiren normal bir çocuk maymunla günde birkaç saat temas ettirilirse dönülebilmektedir.
Anna Freud, Spitz ve Harlow’un çalışmaları çocuğun anneyle etkileşimini biyolojik açıdan düşünmeye başlayan John Bowlby tarafından genişletildi. Bowlby savunmasız çocuğun bakıcısıyla yakınlığını bağlanma sistemi adını verdiği, duyguyla (emotive) ve davranışla ilgili tepki örüntülerinden oluşan bir sistem aracılığıyla sürdürdüğü fikrini formüle etti. Bowlby bağlanma sistemini, açlık veya susuzluk gibi, çocuğun bellek süreçlerini örgütleyen ve onu anneyle yakınlık aramaya ve iletişim kurmaya yönlendiren, doğuştan gelen içgüdüsel ve güdülenimsel bir sistem olarak düşündü. Evrimsel açıdan bağlanma sisteminin olgunlaşmamış beynin çocuğun kendi hayat süreçlerini örgütlemek üzere ebeveynlerin olgun işlevlerini kullanmasını sağlayarak, sağkalım şansını artırdığı açıktır. Çocuğun bağlanma mekanizması, çocuğun sinyallerine ebeveynin duygusal olarak duyarlı yanıtlarıyla “aynalanır”. Ebeveynin yanıtları, çocuk rahatsız olduğunda ona güvenli bir korunma sağlayarak, onun pozitif duygusal durumunu güçlendirmeye ve pekiştirmeye; negatif duygusal durumlarını azaltmaya yarar. Tekrarlayan bu yaşantılar işlemsel bellekte çocuğun kendisini güvende hissetmesine yardımcı olan beklentiler şeklinde kodlanırlar.
Çocuğun annesiyle etkileşiminin özellikle önemli olduğu hayatın ilk 2-3 yılında çocuğun temel olarak işlemsel bellek sistemlerine dayandığını kaydetmek gerekir. Gerek insanlarda, gerekse deney hayvanlarında, bildirimsel bellek daha sonra gelişir. Bu yüzden, erken çocukluktan çok az anının daha sonra geri çağırmayla ulaşılabilir olmasından kaynaklanan çocukluk unutkanlığı (amnezisi) sadece insanlarda değil, diğer memelilerde de, özelliklerde kemiricilerde belirgindir. Bu unutkanlık muhtemelen ödipal karmaşanın çözülmesi sırasında anıların kuvvetle bastırılmasından değil, bildirimsel bellek sisteminin yavaş gelişmesinden dolayı olmaktadır.
Bowlby ayrılığa tepkinin 2 evrede ortaya çıktığını belirtti: protesto (itiraz) ve umutsuzluk.
Çocuğun bağlanma nesnesine yakınlığını bozan olaylar protestoya yol açarlar: sarılma, izleme, araştırma, bağırma, dakikalar ila saatler süren fizyolojik uyarılma hali (yakınlığı yeniden kurma davranışları). Bu davranışlar yakınlığı yeniden kurmaya yarar. Bowlby’ye göre yeniden temas sağlandığında bir geri-bildirim mekanizmayla bu sarılma davranışları sona erdirilir ve alternatif davranış sistemleri, en çok da araştırmacı davranışlar etkinleşir. Ayrılık uzarsa, çocuk ayrılığın uzayabileceğini veya kalıcı olabileceğini gördüğü için, ilk tepkilerin yerini tedricen umutsuzluk alır. Çocuk da kaygı ve kızgınlıktan, üzüntü ve umutsuzluğa geçer. Protesto anne ile çocuğun birbirlerini tekrar bulma olasılıklarını artırarak uyum sağlayıcı bir işlev görürken, umutsuzluk enerjiyi koruyarak ve tehlikeden uzak tutarak çocuğu uzun süreli edilgin bir sağkalıma hazırlar.
Benzer bir bağlanma sisteminin kemiricilerde de bulunduğu keşfini Lewine ve meslektaşlarına, Ader ve Grota’ya ve Hofer’e borçluyuz. Bu araştırmaların daha basit, ama hala memeli olan bir kemirici model sistemine genişletilmesi, içinde büyük potansiyel taşır. Örneğin, farelerde tek tek genler ifade edilebilir ya da çıkarılabilir, bu da tek tek genleri davranışla ilişkilendirmek için sağlam bir yaklaşıma izin verir. Levine kobay yavrularının ayrılığa hemen (yüksek sesler çıkarma, ajite arama davranışları, uzun süre kendini yalama gibi) protesto hareketleri gösterdiklerini buldu. Anne dönmez ve ayrılık uzarsa, protesto davranışları saatler içinde azalarak kaybolur ve yerine yavaş yavaş (umutsuzluğa benzeyen) başka bir takım davranışlar gelişir: yavru giderek daha az tetikte ve tepkili hale gelir, vücut ısısı düşer ve kalp yavaşlar. Harlow’un bakım verenin normal karakter gelişimi için vazgeçilmez olan bileşenlerini ayrıntılı bir şekilde incelemesi gibi, Hofer de yavruların protesto-umutsuzluk tepkilerinin üç farklı yönünün anne-bebek ilişkisinde saklı üç düzenleyici tarafından tetiklendiğini gösterdi: sıcaklık kaybı, besin kaybı, dokunma uyarılarının kaybı.
Levine ve meslektaşları bağlanmanın değişen derecelerinin hayvanların daha sonra strese yanıt verme yeteneklerini nasıl etkilediğini inceleyerek analizi ilk kez moleküler düzeye taşıdılar. Hans Selye daha 1936 gibi erken bir dönemde insanların ve deney hayvanlarının stresli yaşantılara hipofiz-pituiter-adrenal (HPA) eksenini etkinleştirerek yanıt verdiklerine işaret etmişti. HPA sisteminin son ürünü adrenal bezlerden glükokortikoid hormonların salınmasıdır. Bu hormonlar homeostazis’in (ara metabolizmanın, kas tonüsünün, kalp-damar işlevlerinin) başlıca düzenleyicileri olarak işlev görürler. Otonom sinir sitemi ve medulladan salınan katekolaminlerle birlikte glükokortikoidler stres karşısında hayatta kalabilmek için vazgeçilmezdirler.
Bu nedenle Levine şöyle sordu: “HPA sisteminin strese uzun vadeli yanıtı yaşantılar tarafından modüle edilebilir mi? Eğer edilebilirse, bu yanıt erken yaşantılara özellikle duyarlı mıdır?” Levine yavrular hayatlarının ilk 2 haftasında birkaç dakika annelerinden ayrıldıklarında fazla ses çıkardıklarını, bunun da annenin ilgisinin artmasına yol açtığını gösterdi. Anneler eğer ayrılmasalardı ortaya çıkacak olandan daha fazla yalayarak, tımarlayarak, bu yavruları etrafta dolaştırarak yanıt verdiler. Annenin bağlanma davranışındaki bu artış, yavruların çeşitli streslere karşı HPA yanıtını (plazma glükortikoid düzeylerini) hayatlarının kalan kısmı boyunca düşürdüler! Bu aynı zamanda yavruların korku halini ve stresle ilişkili hastalıklara yatkınlığını da azalttı. Buna karşın, hayatlarının aynı iki haftalık dönemi boyunca yavrular annelerinden daha uzun zaman süresince (günde 3-6 saat) ayrıldıklarında ise, ters bir tepki ortaya çıktı: Bu kez anneler yavruları ihmal etti, yavrular da büyüdüklerinde strese plazma adrenokortikotropik hormon (ACTH) ve glükortikoid yanıtlarında artış gösterdiler. Demek ki, çocuğun anneyle etkileşimindeki farklılıklar (annelik bakımında doğal olarak ortaya çıkan bireysel farklılıkların sınırları içinde kalan farklılıklar) kişinin gelecekte strese yanıtı açısından çok önemli risk faktörüdür. Burada erken yaşantıların strese biyolojik yanıtın ayar noktasını nasıl değiştirdiğinin dikkate değer bir örneği var elimizde.
Charles Nemeroff ve Paul Plotsky’nin çalışmaları erken dönemdeki bu olumsuz hayat deneyimlerinin HPA yanıtını başlatmak için hipotalamus’tan salınan bir hormon olan kortikotropini serbestleştiren etken (corticotropin releasing factor: CRF) açısından artmış bir gen ifadesine yol açtığını gösterdi. İlk 2 hafta sırasında her gün anneden ayrılma, kobayda sadece hipotalamus’ta değil, amigdala ve stria terminalis’in bed çekirdeğini (Bed Nucleus of Stria Terminalis: BNST) içeren limbik bölgelerde de CRF ile ilgili mRNA ifadesinde derin ve kalıcı artışlarla birlikteydi.
Bağlanma kuramına yönelik biyolojik içgörüler bu kadarla da kalmadı. Bruce McEwen ile Robert Sapolsky ve meslektaşları uzun süren ayrılığı izleyen glükokortikoid artışlarının hipokampus üzerinde olumsuz etkileri olduğunu keşfettiler. Glükokortikoidler için iki tip reseptör vardır: tip 1 (mineralokortikoid reseptörler) ve tip 2 (glükokortikoid reseptörler). Hipokampus vücutta ikisine de sahip olan nadir yerlerden biridir! Bu yüzden, tekrarlayan stresler (ya da haftalarca yüksek düzeyde glükokortikoidlere maruz kalma) hipokampus nöronlarının büzüşmesine (atrophy) neden olur. Stres kesildiğinde bu büzüşme geri dönebilir. Ancak, stres veya yüksek glükokortikoid düzeyleri aylarca, hatta yıllarca sürdüğünde, kalıcı hasar ortaya çıkar. Hipokampal sinir hücrelerinde (neuron) kayıp olur. Hipokampus’un bildirimsel bellekteki anahtar rolünden çıkarabileceğimiz gibi, gerek geri dönebilir büzüşme, gerekse kalıcı hasar, bellekte önemli bozulmalara neden olur. Bellekteki bu eksiklik hücresel düzeyde tespit edilebilir: Sinaptik bağlantıların öğrenmeyle ilişkili olarak güçlenmesi için kritik önemde olduğu düşünülen bir içkin mekanizma olan uzun-süreli güçlendirme (USG: long-term potentiation: LTP) adlı sürecin zayıflamasında belirgindir. O halde, başlangıçta bastırma gibi görülen şeyin aslında medial temporal lob sisteminin hasarına bağlı gerçek bir unutkanlık (amnesia) olduğu görülebilir.
Bu deney kümesinin erken bilinçsiz zihinsel süreçlerin daha sonraki bilinçli zihinsel süreçlerle ilişkisi için derin bir anlamı vardır. Çocuğun hayatının erken dönemlerinde annesinden ayrılmasının oluşturduğu stres, çocukta birincil olarak işlemsel bellek sisteminde depolanan bir reaksiyon oluşturur. Bu, çocuğun hayatın erken döenminde sahip olduğu ayrımlaşmasını tamamlamış tek bellek sistemidir. Fakat işlemsel bellek sisteminin bu faaliyeti sonunda hipokampus’u hasara uğratan bir değişim döngüsüne yol açar ve böylece bildirimsel bellekte kalıcı bir değişmeye neden olur.
Bu kemirici modelinin doğrudan klinik anlamı vardır. Cushing sendromu olan hastalar adrenal bezde, pitüiter bezde ya da hipotalamus’un pitüiteri denetleyen kısmında sahip oldukları bir tümörün sonucu olarak glükokortikoidleri fazla üretirler. Starkman ve meslektaşları bu hastaları incelediler ve bir yıldan uzun süre Cushing Hastalığı olanların hipokampus’unda seçici büzüşme (atrophy) ve eşlik eden bellek kaybı buldular. Bremner ve meslektaşları da savaşla ilişkili TSSB olan hastaların hem bildirimsel belleğinde kusurlar, hem de sağ hipokampus hacminde %8 azalma olduğunu buldular. Bununla birlikte burada büzüşme ve bellek kaybı glükokortikoidlerin artmasına ikincil değildir, başka bazı mekanizmalara bağlıdır, çünkü bu hastalarda glükokortikoid düzeyleri normalden düşüktür.
1970’lerde Sachar ilk kez depresyonlu hastaların HPA ekseninde de benzer olayların olduğunu gösterdi. Depresyondaki hastaların %50’den fazlasında glükokortikoid düzeyleri sürekli yüksekti. İzleyen çalışmalar glükokortikoid yüksekliğinin glükokortikoid reseptörlerinin sayısında azalmayla ve dekzametazonla glükokortikoid baskılamasına dirençle ilişkili olduğunu gösterdi. Kemiricilerden elde edilen verilerle tutarlı olarak depresyonlu hastaların hipokampus hacmi azalır ve bildirimsel bellekte kayıplar artar.
Nemeroff ve meslektaşları depresyondaki hastalarda CRF salımının belirgin biçimde arttığını buldu. Bu, depresyondaki hastalarda beyinde CRF salgılayan hücrelerin aşırı etkin olduklarını düşündürdü. Bu fikre uygun olarak memelilerin merkezi sinir sistemine doğrudan CRF zerk edildiğinde depresyonun (iştah azalması, otonom sinir sistemi etkinliğinin değişmesi, libido azalması, uykunun bozulması gibi) belirtilerinin ve bulgularının birçoğunu oluşturur. Erken dönemde olumsuz hayat deneyimlerinin erişkinlikte depresyondan ve bazı kaygı bozukluklarından acı çekme olasılığını artırdığına dair kanıtlar göz önüne alınınca, Nemeroff bu yatkınlığın muhtemelen CRF’nin fazla salgılanmasından kaynakladığını öne sürdü.
Bu içgörülerin bazı uygulamalarının olması olasıdır. Birincisi, strese ve depresyona zemin hazırlayan etkenler için giderek daha incelikli hale gelmiş hayvan modellerinin geliştirilmesidir. Bu modeller deney hayvanlarında ve belki daha sonra insanlarda da CRF tarafından etkinleştirilen ve kaygıya yatkın kılan genlerin belirlenmesine olanak verebilecektir. İkincisi, hedef dokudaki reseptörleri üzerinde CRF’yi bloke eden ilaçların bazı depresyon tipleri için yararlı oldukları gösterilebilir. Son olarak, çözünürlüğün de artmasıyla birlikte hipokampus görüntülenerek ve anatomik değişikliklerin ne ölçüde durduruluğu ya da tersine çevrildiği, psikoterapiye yanıtların CRF ve glükokortikoid düzeyleriyle ne kadar bağıntılı olduklarını görerek hastaların terapötik yanıtlarının izlenmesi ihtimal dahilindedir.
Bilinçöncesi bilinçdışının özelliklerinin prefrontal korteks tarafından aracılanmış olabileceğine inanmak için nedenlerimiz var. Belki en güçlü sav, prefrontal korteksin çeşitli açık bilgilerin bilinçli farkındalığa getirilmesinde rol oynamasıdır. Prefrontal birleştirme (assciation) korteksinin başlıca iki işlevi vardır: Duysal bilgileri bütünleştirir ve bunları planlı hareketlerle bağlantılandırır. PFK bu iki işlevi aracılandırdığından, uzun vadeli planlama ve yargılamada amaca yönelik faaliyetin anatomik substratlarından biri olduğu düşünülür. Prefrontal birleştirme alanları hasara uğramış olan hastalar gerçekçi hedeflere ulaşmakta güçlük çekerler. Sonuçta çoğu zaman hayatta pek başarılı olamazlar ve davranışları günlük etkinlikleri planlama ve örgütleme yeteneklerinin azalmış olduğunu düşündürür.
Son iki on yılda prefrontal korteksin (PFK) bilginin (bildirimsel bellekte depolanan ya da geri çağrılan bilgi dahil) kısa süre tutulması şeklindeki kritik amaca hizmet eden sistemin bir parçası olduğu açık hale gelmiştir. Bu fikir PFK lezyonlarının açık belleğin çalışma belleği denen kısa süreli bileşeninde özgül kusur oluşturduğunun keşfedilmesinden çıktı. Çalışma belleği fikrini geliştiren bilişsel psikolog Alan Baddeley bu bellek türünün an-be-an gelen algıları zaman boyunca bütünleştirdiğini; prova ettiğini; geçmiş deneyimler, eylemler ve bilgiler hakkındaki depolanmış bilgilerle bir araya getirdiğini öne sürdü. Bu bellek mekanizması günlük hayatın basit görünen birçok boyutu için can alıcı önemdedir: konuşmayı yürütme, sayıları ekleme, araba sürme, vb. Baddeley’in düşüncesi, çalışma belleğinin bazı yönlerinin prefrontal birleştirme korteksinde temsil edildiğini ve bellekten herhangi bir açık enformasyonu geri çağırmanın (bilinç-öncesinden bilince geri çağırmanın) çalışma belleğini gerektirdiğini ilk kez öne süren Joaquin Foster ve Patricia Goldman-Rakic tarafından nörobiyolojik deneylerde daha da geliştirildi. Bu bulgunun bir öngörüsü iz koşullanmasında koşulsuz uyaranın dorsolateral prefrontal korteksin (DLPFC) çalışma belleği sistemini etkinleştirmesidir. Böylece, hipokampus’la birlikte, aksi halde işlemsel bir birleştirme (procedural associative) olan süreci bilince çıkaracak şekilde etki gösterir. Lezyonlu hastalarla ilgili klinik çalışmalar prefrontal korteksin (PFC) moral yargının kimi yönlerini de temsil ediyor gibi göründüğünü, akıllı ve sorumlu bir şekilde planlama yeteneğimizi yönettiğini düşündürür. Bu şu ilginç olasılığı doğurur: açık bilginin geri çağrılması, çağrılacak olan enformasyonun uyumsal ve gerçekçi değerlendirmesine bağlı olabilir. Bu anlamda prefrontal korteks Solms’un önerdiği gibi, psikanalistlerin bir yandan ben’in (ego), öte yandan üstben’in (superego) yürütücü işlevlerine atfettikleri işlevlerde rol alıyor olabilir.
Freud dürtüleri zihnin enerjetik bileşenleri olarak düşünüyordu. Dürtü, diyordu, bir gerilim ya da uyarım haline (bilişsel psikologların bugün güdülenimsel durum dediği bir hale) yol açar. Güdülenimsel durumlar gerilimi azaltmak amacıyla eyleme doğru iter.
Freud kariyerinin ilk dönemlerinde belki de Havelock Ellis, Magnus Hirschfeld ve Richard Krafft-Ebing’den etkilenerek kişinin cinsel yöneliminin doğuştan gelen gelişimsel süreçlerden önemli oranda etkilendiğine ve tüm insanların bünyesel olarak iki-cinsli olduğuna inanıyordu. Bu bünyesel iki-cinslilik hem erkek, hem de dişi eşcinselliğinde anahtar etkendi. Ancak, daha sonra cinsel yönelimi edinilmiş bir karakteristik olarak düşünmeye başladı. Freud özgül olarak erkek eşcinselliğinin normall cinsel gelişmenin başarısız olmasını temsil ettiğini (gelişmekte olan erkek çocuğunun kendisini annesiyle yoğun cinsel bağından uygun bir şekilde koparmakta başarısız olduğunu) düşünüyordu. Sonuç olarak, büyüyen erkek çocuk annesiyle özdeşleşir ve aralarında mevcut olan ilişkiyi yeniden canlandırma çabasıyla onun rolünü oynamaya çalışır. Freud erkek çocuğunun annesinden kopmaktaki başarısızlığının (sahiplenici bir anneyle sıkı, bağlayıcı bir ilişki; zayıf, düşmanca ya da ortada olmayan bir baba gibi) bazı etkenlerin sonucu olabileceğini ileri sürdü. Freud erkek eşcinselliğinde psikoseksüel gelişim evreleri açısından anal ilişkinin önemini vurguluyor; normal olarak anal evreden genital evreye ilerlenemediğini öne sürüyordu. Dişi eşcinselliği Feud’un zihninde daha az açık bir şekilde tanımlanmıştı ve onun erkekler için çizilen sürecin ayna imgesi olduğunu düşünüyordu. Freud ayrıca paranoyanın, alkolizmin ve madde bağımlılığının gelişmesinde gizil (latent) bir eşcinsel bileşen görüyordu.
Freud’un cinsellik üzerine görüşleri en az 50 yıl, bazı durumlarda 90 yıl eskidir. Bazıları anlaşılır bir şekilde modern psikanalitik düşünce tarafından terk edilmiş ve hepsi de modifiye edilmiştir. Fakat bunları burada anlatmamın nedeni, modası geçmiş düşüncelerden Freud’u ya da psikanalitik topluluğu sorumlu tutmak değil, ne kadar modern olursa olsun, cinselliğe dair herhangi bir psikolojik ya da klinik içgörünün şimdilik bildiklerimiz çok olmasa bile, neredeyse kesinlikle cinsiyet özdeşleşmesi ve cinsel yönelimle ilişkili daha iyi bir biyolojik anlayış tarafından aydınlatılacağını göstermektir. Eşcinsellik genelde toplum tarafından daha açık bir şekilde kabullenildikçe, eşcinsel toplulukta, psikanalitik toplulukta ve toplumun tümünde cinsel yönelimin ne derecede doğuştan ya da edinilmiş olduğuna dair etkin tartışmalar olmuştur. Freud ve diğer analistlerin bazı gay erkeklerin babalarını düşmanca ya da uzak, annelerini olağandışı bir şekilde yakın olarak hatırlama eğiliminde oldukları gözlemi son zamanlarda daha fazla doğrulanmıştır. Ancak, başka çalışmalar da cinsel yönelime genetik katkıyı düşündürmektedir.
Bu karmaşık bir alandır, çünkü genotipik cinsiyet, fenotipik cinsiyet, cinsel kimlik (gender identification) ve cinsel yönelim (sexual orientation) birbirinden ayrı, fakat aynı zamanda ilişkili kavramlardır. Gerçekten de, bu karmaşıklığın tanınması eril, dişil, erkek ve kadın gibi standart terimleri bulanıklaştırır ve netleştirme (qualification) ihtiyacı doğurur.
Genotipik cinsiyet genler tarafından belirlenirken, fenotipik cinsiyet iç ve dış genitallerin gelişmesiyle tanımlanır. Cinsel kimlik (gender identification) daha belirsiz ve karmaşıktır; kişinin cinsiyetinin öznel olarak algılanma biçimine gönderme yapar. Son olarak, cinsel yönelim cinsel partnerlerin tercihine işaret eder. Cinsiyetin çeşitli yönlerine katkıda bulunan etkenler tam olarak anlaşılmamıştır, fakat tarihsel olarak bu alan psikanaliz için merkezi önemde olduğundan, burada bunları tartışıyorum. Doğa-yetiştirme (nature-nurture) ikiciliği (dikotomi) biyolojinin tekrar tekrar karşılaştığı ve bazen açıklığa kavuşturduğu bir dikotomi olduğundan, bu da biyolojinin kendine özgü bir katkıda bulunabileceği bir alandır. Cinsel kimlik ve cinsel yönelim karmaşıktır, sadece insana özgün özelliklere sahiptir ve deney hayvanlarında incelenmeye pek yatkın olmayabilir, fakat gene de cinsel davranışın başka birçok yönü, yeme içme davranışlarından pek farklı değildir: hayatta kalmak için o kadar vazgeçilmezlerdir ki, ortak beyin ve hormon sistemleri, hatta stereotipik davranışın kimi yönleriyle ilgili olarak memelilerde fazlasıyla korunmuşlardır. Bunun sonucunda kobaylar ve fareler gibi deney hayvanlarında cinsiyet hormonlarının ve davranışlarının denetimi konusunda epey şey öğrendik.
Gonadın erken gelişimi erkeklerde ve dişilerde aynıdır. Genotipik cinsiyet bireyin cinsiyet kromozomlarının tamamı tarafından belirlenir: dişiler iki X kromozomuna sahipken erkeklerde bir X, bir de Y kromozomu vardır. Erkeğin fenotipik cinsiyeti Y kromozomundaki tek bir gen (testis belirleyici etken: testis determining factor) tarafından belirlenir. Bu gen iki-cinsli erken gonadın (testosteron üreten) testise doğru gelişmesini başlatır; “testis belirleyici etken” yoksa, gonad yumurtalığa doğru gelişir ve östrojen üretir. Diğer fenotipik cinsel karakteristiklerin hepsi gonadal hormonların diğer dokular üzerindeki etkilerinden kaynaklanır. Gerek biyologlar, gerekse psikanalistler için özellikle önemli olan, cinsel iki-biçimliliğin beyne ve dolayısıyla davranışa kadar uzanmasıdır.
Erkeklerin ve dişilerin davranışları daha ergenlikten önce farklılaşır. Cinselliğin birçok yönü tüm memelilerde korunmuş olduğundan, insan cinselliğiyle ilişkili cinsel davranışlar primatlarda, hatta kemiricilerde incelenebilir. Genç erkek maymunlar boğuşmalı oyunlara dişi maymunlardan daha fazla katılırlar; testosteron düzeyleriyle ilişkili bir farklılıktır bu… Konjenital adrenal hiperplazinin bir sonucu olarak doğumdan önce olağandışı yüksek androjen düzeylerine maruz kalmış olan kızlar oğlanlarla aynı oyunları tercih ederler. Çocukların oyun davranışlarındaki cinsiyet farklılıkları doğum öncesi androjen düzeyinin örgütleyici tesirlerinden en azından kısmen etkileniyor gibi görünmektedir.
Testosteron düzeyinin davranış üzerine dramatik etkileri vardır. Doğumda ya da doğumdan önce iğdiş (kastre) edilen erkek kobaylar, erişkinken testosteron verilse bile, alıcı bir dişi varken erkekler için tipik olan binme davranışını göstermekte başarısız olur. Daha da ötesi, bu kobaylara erişkinlikte erişkin dişi kobayların ortamını taklit edecek şekilde östrojen ve progesteron verilirse, kızışmış dişilerin tipik postürü olan aynı alıcı duruşu sergilerler. Eğer doğumdan birkaç gün sonra kastrasyon yapılırsa, bu etkilerin ikisi de ortaya çıkmaz . Bu yüzden, algısal beceriler ve motor eşgüdüm gibi cinsiyete özgü davranışlar da, davranışların kendisi çok daha geç bir zamana kadar görülmese de, kritik bir dönem sırasında, doğuma yakın zamanlarda örgütlenir.
Davranıştaki cinsiyet farklılıkları, beyin işlevlerindeki farklılıkları gösterdikleri oranda, en azından kısmen, merkezi sinir sisteminin yapısındaki farklılıklardan kaynaklanıyor olmalıdır. Bu farklılıklar için muhtemel bir anatomik bölge, diğer bir takım homeostatik dürtüler kadar cinsel davranışla da ilişkili olan hipotalamus’tur. Sağlıklı, uyanık rhesus maymunlarında ve kobaylarda hipotalamus’un elektrikle uyarılması cinse özgü cinsel davranışlar oluşturur. Biyologlar kemiricilerde hipotalamus’un medyal preoptik bölgesinde cinsel olarak iki-biçimli çarpıcı bir farklılık buldular. Burada bugüne değin işlevleri bilinmeyen ve ön hipotalamus’un dokulararası çekirdekleri (interstitial nuclei of the anterior hypothalamus: INAH) adı verilen dört işlevsel nöron grubu vardır (INAH1’den INAH4’e kadar). Bu çekirdeklerden biri (INAH3) erkeklerde dişilerden beş kat daha büyüktür. Bu çekirdekteki birçok hücre dişil gelişim sırasında ölür; bu hücreler erkek yavrularda dolaşımdaki testosteron tarafından kurtarılırlar; dişilerde de kritik bir gelişimsel pencere sırasında testosteron zerkiyle kurtarılabilirler.
Kobaylarda beyin kabuğunun çeşitli bölgelerinin kalınlığında da cinsel iki-biçimlilik vardır. Örneğin, erkeklerde asimetri daha büyüktür; erkek kobay korteksinin sol yanının kalınlığı sağdan daha fazladır. Belki de bir sonuç olarak korpus kallosum’un splenium’u dişilerde daha fazla nöron içerir. Diğer beyin bölgeleri de cinsel iki-biçimlilik gösterirler ve kuşkusuz daha başkaları da bulunacaktır.
Cinsiyet genotipi ve fenotipi için biyolojik bir temelin bulunması şu soruyu doğurur: “Cinsel yönelimin biyolojik temeli nedir?” Öncelikle, cinsiyetin gelişimi çok etkenli olduğundan, cinsel yönelimin etyolojisinin de çok etkenli olması gerektiği ortadadır; muhtemelen hormonlar, genler ve çevresel etkenler tarafından belirlenir. Cinsel yönelim gibi bir davranış özelliği neredeyse kesin olarak tek bir genden, bir hormondaki ya da beyin yapısındaki tek bir değişmeden ya da tek bir hayat olayından kaynaklanmaz. Cinsel olarak iki-biçimli karakteristiklerle ilgili incelemelerde devam eden ilerlemeler kuşkusuz psikanalistlerin cinsel kimlik ve cinsel yönelimi daha iyi anlamalarına yardımcı olacaktır.
Cinsel yönelim üzerine anatomik çalışmalar yeni başlamaktadır ve anatomik farklılıklar üzerine yayımlanmış bulgulara güvenene kadar çok daha daha fazla enformasyona ihtiyacımız olacak. Şimdilik bunlar ilginç olasılıklar olarak ele alınmalıdırlar. Simon LeVay hepsi de AIDS’ten ölen gay erkeklerin ve ayrı-cinsel oldukları varsayılan erkeklerin beyinlerini ve kadınların beyinlerini topladı. Kobay hipotalamus’undaki cinsel olarak iki-biçimli çekirdeklerin en belirgini olan INAH3 ayrı-cinsel oldukları varsayılan erkeklerde kadınlardan ortalama iki ila üç kat daha büyüktü. Ancak, gay erkeklerde INAH3 ortalama olarak kadınlarla aynı büyüklükteydi. Diğer üç INAH çekirdeklerinden hiçbiri gruplar arasında bir farklılık göstermedi. Çalışılan örneklemle ilgili potansiyel sorunlara ek olarak, yapısal farklılıkların doğumdan önce bulunup bulunmadığını, bunların erkekleri düz ya da gay olmaya zorlayıp zorlamadığını, iki-biçimliliğin cinsel davranıştaki farklılıkların bir sonucu olup olmadığını LeVay’in gözlemlerine dayanarak söylemek olanaksızdır. Fakat daha iyi örneklemlerle ve beyin tarama görüntüleme tekniklerinde düzelmelerle birlikte bu sorulara yanıt vermek mümkün olabilir.
Allen ve Gorski gay ve düz erkekler arasında ön komissür’de (yani, beynin, genellikle kadınlarda erkeklerden daha büyük olan sol ve sağ yanları arasındaki yolda) bir başka farklılık betimledi. Allen ve Gorski ön komissür’ün gay erkeklerde düz erkeklerden ortalama olarak daha büyük olduğunu buldu. Hatta gay erkeklerde kadınlardan da büyüktür.
Şimdi değinilecek olan bir başka soru, cinsel yönelimin kalıtımsal mı, edinsel mi olduğudur. Cinsel yönelimin genlerden etkilendiği görülmektedir ve bu etkilenme, beklenebileceği gibi, karmaşıktır. Cinsel yönelim ailevi olarak geçer. Eğer bir kişi gayse, ikiz erkek kardeşinin gay olma şansı önemli oranda yükselir. Tek yumurta ikizlerinde konkordans oranı %50’dir. Çift yumurta ikizlerinde konkordans oranı %25 kadardır. Buna karşın, genel nüfusta erkek eşcinsellik oranı %10’dan düşüktür. Dişi eşcinselliği için genetik ilişki daha zayıftır: tek yumurta ikizlerinde %30, çift yumurta ikizlerinde %15 kadar. Bu rakamlar diğer karmaşık özelliklerin rakamlarına kabaca benzer; bu da hem genetik, hem de genetik-olmayan etkenlerin önemini gösterir.
Bunlar hep erken bulgulardır ve gerek ayrı-cinsel, gerekse eş-cinsel kişi gruplarındaki tutarlılıkları hala sorgulanmaktadır. Fakat farklı cinsel yönelimdeki insanlar arasında güvenilir anatomik farklılıkların olup olmadığını saptamak için elimizde yöntemler vardır. Her iki sonuç da cinsel yönelimin dinamikleri konusunda psikanalitik düşünceyi büyük oranda etkileyecektir.
Deney hayvanlarındaki son çalışmalar uzun süreli belleğin gen ifadesinde değişmelere, ardından beyinde anatomik değişikliklere yol açtığını göstermektedir. Beyinde anatomik değişiklikler hayat boyu olur ve muhtemelen bireyin karakterini ve becerilerini biçimlendirir. Beden bölümlerinin beyin kabuğunun motor ve duysal alanlarında temsil edilmesi, bunların kullanılmasına ve bu yüzden de bireyin kendine özgü yaşantılarına bağlıdır. Edward Taub ve meslektaşları yaylı sazlar çalanların beyinlerini taradılar. Yaylı çalgıcılar performans sırasında sürekli olarak ince el hareketleri yaparlar. Sol elin yaylarla temas eden iki ila beşinci parmakları bireysel olarak manipüle edilirken, sağ elin yayı hareket ettiren parmakları o kadar da ayrıntılı, ayrımlaşmış hareketler göstermez. Bu müzisyenlerin beyin görüntüleri, beyinlerinin müzisyen olmayanlardan farklı olduğunu açığa çıkarmıştır. Özel olarak sol elin parmaklarının beyin kabuğundaki temsilleri müzisyenlerde daha büyüktür.
Bu tür yapısal değişiklikler hayatın erken yıllarında daha kolay elde edilirler. Bu yüzden Johann Sebastian Bach sadece doğru genlere sahip olduğu için değil, muhtemelen müzik becerilerine beyninin deneyimle modifiye edilmeye en uygun olduğu zamanda başlamasından dolayı da Bach’tı. Taub ve meslektaşları, enstrümanlarını 12 yaşına kadar çalmayı öğrenmiş olan müzisyenlerin sol elin parmaklarının temsilinin, hayatın daha sonraki bir evresinde başlayanlardan daha büyük olduğunu buldular.
Bu değerlendirmeler psikanaliz için merkezi önemde olan bir soruyu doğurur: “Terapi de bu şekilde mi çalışır?” “Eğer öyleyse, psikoterapötik olarak oluşturulan bu değişiklikler nerede ortaya çıkar?” “Terapötik olarak oluşturulan yapısal değişiklikler, zihinsel bozukluğun kendisiyle aynı zamanda değişikliğe uğramış olan bölgelerde mi olur, yoksa terapötik olarak oluşturulan değişiklikler başka ilgili bölgelerde ortaya çıkan bağımsız telafi edici değişiklikler midir?”
Zihinsel işlevlerde uzun zaman kalıcı olan değişiklikler gen ifadesinde değişiklikleri gerektirirler. Bu yüzden, gerek bozulmuş, gerekse normal kalıcı zihinsel durumların altında yatan özgül (specific) değişiklikleri incelerken, gen ifadesi değişmelerine de bakmamız gerekir. Gen ifadesinin değişmesi, bir zihinsel sürecin uzun süre kalıcı olarak değişmesine nasıl yol açar? Gen ifadesinde öğrenmeye eşlik eden değişmelerle ilgili hayvan çalışmaları, bu tür değişmeleri sinir hücreleri arasındaki bağlantıların örüntüsündeki değişmelerin, örneğin, bazı hücrelerde sinaptik bağlantılarda gelişme ve gerilemenin takip ettiğini göstermektedir.
Psikanaliz tutumlarda, alışkanlıklarda, ve bilinçli ve bilinçdışı davranışlarda kalıcı değişiklikler meydana getirmekte başarılı olduğuna göre, bunu beyinde yapısal değişiklikler oluşturan gen ifadesinde değişmeler oluşturarak yaptığını düşünmek ilginçtir. İlginç bir olasılıkla karşı karşıyayız: Beyin görüntüleme teknikleri iyileştikçe, bu teknikler sadece çeşitli nevrotik hastalıklara tanı koymak için değil, psikoterapinin seyrini izlemek için de kullanılabilirler.
1962 kadar erken bir tarihte uzun zamandır nörobiyolojinin psikanalizle ilişkisiyle ilgilenen nöroloji eğitimi görmüş bir psikanalist olan Mortimer Ostow psikanaliz sırasında ilaç kullanmanın yararına işaret etmişti. Daha o zaman bile farmakolojik müdahalelerin terapötik değerine ek olarak duygulanım işlevinin kimi yönlerinin araştırılması için biyolojik bir araç işlevi görebileceğini savunuyordu. Ostow psikofarmakolojik ajanların başlıca etkilerinden birinin duygulanım üzerine olduğunu gözlemlemişti. Bu onun duygulanımın davranışın ve hastalığın çoğu zaman düşüncelerden ya da bilinçli yorumdan daha önemli bir belirleyicisi olduğunu savunmasına yol açmıştı. Bu fikir Sanders, Stern ve Boston Değişim Süreci İnceleme Grubu’nun bilinçdışı duygulanımın bilinçli içgörü üzerindeki göreli önemi üzerine fikirlerini pekiştirir ve bir kez daha terapötik ilerlemenin göstergeleri (Boston grubunun bilinçli içgörü kadar önemli olarak düşündükleri göstergeler) olarak bilinçdışı işlemsel bilgideki (anlam anları sırasında ortaya çıkanlar gibi) değişikliklerin önemini vurgular. Gerek Ostow’un, gerekse Boston grubunun argümanları hastanın bilinçdışı içsel temsillerindeki değişikliklerin, bilince ulaşmasa bile, ilerleme açısından yararlı olabileceklerini açığa çıkarır. Bu olgularda bilinçdışı belki Freud’un takdir ettiğinden daha önemlidir! Bu nedenle, Ostow’un psikofarmakolojik ajanların psikanalitik süreç üzerine etkileri üzerine çalışmasından çıkan ana fikir, Sanders ve Stern’in düşüncelerini yankılar; psikoterapide ilerlemenin önemli bir işlemsel bileşeni olduğunu ve terapide olup biten şeylerin çoğunun doğrudan içgörüyle ilişkili olmasının gerekmediğini vurgular.
Çoğu biyolog yirminci yüzyıl için gen neyse, yirmibirinci yüzyıl için de zihnin aynısı olacağına inanır. Genelde biyolojik bilimlerin, özelde de bilişsel sinirbilimin psikanalizdeki bir takım anahtar meselelere dair daha derin bir anlayışa katkıda bulunmasının nasıl mümkün olacağını kısaca tartıştım. Çoğu zaman ortaya atılan bir mesele, psikanalitik konulara nörobiyolojik bir yaklaşımın psikanalitik kavramları nörobiyolojik olanlara indirgeyeceğidir. Eğer öyle olsaydı, psikanalizi esas dokusundan ve zenginliğinden yoksun bırakır ve terapinin karakterini değiştirirdi. Böyle bir indirgeme basitçe arzulanır bir şey değildir, ama ayrıca imkansızdır da. Psikanalizin, bilisşel psikolojinin ve sinir bilimlerinin gündemi örtüşür, fakat bunlar hiçbir şekilde aynı değildir. Üç disiplinin de farklı bakış açıları ve amaçları vardır ve ancak bazı kritik meseleler üzerinde bir araya geleceklerdir.
Bu uğraşta biyolojinin rolü özgül paradigmatik süreçlere daha derin içgörüler sağlaması muhtemel olan yönleri göstermektir. Biyolojinin gücü, bilimsel düşünme tarzı ve analizinin derinliğindedir. Biyoloji hayat süreçlerinin moleküler dinamiklerinin derinlerine daha fazla daldıkça; kalıtım, gen düzenlemesi, hücre, antikor çeşitliliği, beden planının ve beynin gelişmesi, davranışın oluşmasına dair anlayışımız da derinleşmiş ve genişlemiştir. Psikanalizin güçleri de faaliyet alanından ve hitap ettiği konuların karmaşıklığından gelmektedir. Biyoloji tarafından azaltılamayacak olan güçlerdir bunlar. Nasıl ki tıp daima biyolojiye, psikiyatri sinirbilime yön kazandırdıysa, psikanaliz de zihin-beden ilişkisinin daha iyi anlaşılması için becerikli ve gerçeklik-yönelimli bir öğretmen işlevi görebilir.
Geçen yarım yüzyılda [yirminci yüzyıl] biyolojik bilimlerde tekrar tekrar -çekirdek disiplinler kaybolmaksızın- başarılı birleşmeler olduğunu gördük. Örneğin, klasik genetik ve moleküler biyoloji ortak bir disiplin şeklinde kaynaştı: moleküler genetik. Bugün Gregor Mendel’in betimlediği özelliklerin ve Thomas Hunt’ın betimlediği kromozomlar üzerindeki özgül lokasyonlarındaki genlerin iki zincirli DNA’nın uzantıları olduklarını biliyoruz. Bu içgörü biyolojide devrim yaptı, fakat bu genetik disiplinini ortadan kaldırmadı. Tersine, 2003 yılında insan genomunun tamamlanması beklentisiyle birlikte genetik serpilip gelişiyor. Moleküler biyolojinin güçlü içgörülerini kullandı, bunu kendi gündemine başarıyla uyguladı ve yoluna devam etti. Psikanalizde de öyle olsun.
Biyoloji psikanalize iki şekilde yardımcı olabilir: kavramsal olarak ve deneysel olarak. Aslında kavramsal gelişmenin işaretlerini şimdiden görmeye başlıyoruz. Bir takım psikanalitik kurumlar (institutes) ya da en azından psikanaliz içindeki bir takım insanlar psikanalizi daha bilimsel (rigorous) hale getirmek ve onu biyolojiyle yakınlaştırmak için mücadele ediyorlar. Freud kariyerinin başlarında bu konumu savunmuştu. Son zamanlarda New York Psikanaliz Enstitüsü Sinirbilim Projesi’nden Mortimer Ostow ve Columbia Enstitüsü’nden David Olds ve Arnold Cooper daha önceden benim burada özetlediğime benzer fikirler ifade ettiler.
Yıllardır gerek Columbia’daki Psikanalitik Tıp Derneği (Association for Psychoanalytic Medicine at Columbia), gerekse New York Psikanaliz Enstitüsü (New York Psychoanalytic Institute) (sadece ikisini örnek verecek olursak), meslektaşım James H. Schwartz’ın da yardımıyla, psikanaliz ve sinirbilim için ortak olan (bilinç, bilinçdışı işlemleme, otobiyografik bellek, düş görme, duygulanım, güdülenme, çocuğun zihinsel gelişimi, psikofarmakoloji ve zihinsel hastalıkların etyolojisi ve tedavisi gibi) ilgi alanlarına hitap eden nöropsikanalitik merkezler kurdular. New York Psikanaliz Enstitüsü’nün tanıtım broşüründe şöyle yazar:
Psikanaliz için hayati önemde olan ilgi alanlarının sayısız sorunlarına dair yeni içgörülerdeki patlamanın, filizlenen araştırma teknolojileri ve farmakolojik tedavilerde olduğu gibi, anlamlı bir şekilde eski içgörülerle ve yöntemlerle bütünleştirilmesine ihtiyaç var. Aynı şekilde insan öznelliğinin karmaşık sorunlarını ilk kez araştıran sinirbilimcilerin de bir yüzyıllık analitik soruşturmadan öğrenecekleri çok şey var.
Bu nedenle, psikanalistler sinirsel bilimler ve psikofarmakoloji öğrenmeye başlıyorlar -ileriye doğru heyecan verici bir adım, uzun erimde analitik klinisyen için yeni müfredata götürmesi gereken bir adım…
Bu çabaların sonucu olarak biyolojinin ikinci işlevinde (deneysel işlev) bir parça ilerleme olmuştur. Bazı araştırmacılar psikanalizi ve biyolojiyi deneysel olarak birleştirilmenin heyecan verici olanaklarını görmüşlerdir. Karen Kaplan-Soms ve Mark Solms’un beyin lezyonları olan hastaların zihinsel işlevlerindeki değişmeleri inceleyerek beyinde psikanalizle ilişkili olan anatomik sistemleri resmetmeye yönelik önemli girişimleri en övgüye değer olandır. Kaplan-Soms ve Solms psikanalizin gücünün zihinsel süreçleri öznel bir açıdan inceleme yeteneğinde olduğuna inanıyorlar. Ancak, onların da işaret ettiği gibi, bu büyük güç onun en büyük zaafıdır da. Öznel fenomenler kolayca nesnel deneysel çözümlemeye tabi tutulamazlar. Öznel fenomenleri incelemek için yaratıcı yöntemler geliştirmeye ihtiyacımız vardır. Sonuç olarak bu araştırmacılar beynin odaklanmış (focal) lezyonlarını izleyen kişilik değişiklikler gibi, ancak psikanalitik düşünceyi nesnel nörobiyolojik fenomenlerle bağlantılandırarak psikanalizin öznel olarak türetilmiş yapılarının ampirik bağıntılarını (correlatles) çıkarabileceğimizi savunuyorlar. Aynı şekilde, bilinçdışı zihinsel süreçlerin kimi yönlerini çözümleme çabasıyla subliminal ve supraliminal uyaranları olayla ilişkili potansiyellerle (even trelated potentials: ERP) bağıntılandıran Howard Shevrin’in çalışmalarının da önemli ve uzun zamandır süren bir geleneği var.
Bu başlangıçlar son derece cesaret verici. Fakat psikanalizin yeniden canlanması için entelektüel yeniden yapılanmayı kurumsal değişikliklerle denkleştirmeye ihtiyacı vardır. Biyolojinin yardımcı olması için psikanalizin iki yönü özel dikkat gerektirir: terapötik sonuçlar ve psikanalitik kurumların rolü.
Bir terapi biçimi olarak psikanaliz artık 50 yıl önce olduğu kadar yaygın bir şekilde uygulanmamaktadır. Jeffrey psikanalitik kurumlarda eğitim görmek isteyen yetenekli psikiyatristlerin sayısı gibi, psikanaliz isteyen hastaların sayısının da son 20 yılda istikrarlı bir şekilde her yıl %10 azaldığını iddia eder. Bu düşüş hayal kırıcıdır, çünkü psikanalitik terapinin daha gerçeklik odaklı hale geldiği ve bu yüzden de etkili olmasının daha muhtemel olduğu görülmektedir. Son yıllarda psikanaliz otizmi, şizofreniyi ve ciddi bipolar hastalığı, yani, vereceği bir şeyin olmadığı ya da çok az şey verebileceği hastalıkları tek başına tedaviye etmeye çalıştığı 1950’lerin gerçekdışı hedeflerini büyük ölçüde terk etmiştir. Bugünlerde psikanalizin en başarılı olduğu alanın psikotik olmayan karakter bozuklukları olan kişiler olduğu düşünülmektedir. Bunlar verimli bir şekilde çalışmada ya da doyurucu ilişkiler sürdürmede büyük eksiklikleri olan ve hayatlarını daha iyi bir şekilde yönetmek isteyen kişilerdir. Bu hastaların önemli bir bölümü duygulanım bozukluklarının eşlik ettiği “sınır kişilik bozukluğu”ndan mustariptirler. Bu olgularda psikanalizin ve psikanalitik yönelimli psikoterapinin farmakoterapiye büyük yardımı olacağı düşünülmektedir. Psikotik olmayan hastalar üzerinde bu daha odaklanmanın sonucu olarak psikanaliz ve psikanalitik yönelimli psikoterapi iyi ellerde daha öncekinden daha etkili olabilir.
Burada aklıma Kay Jamison’un kendi manik-depresif hastalığıyla ve kombine lityum ve psikoterapiye iyi bir yanıt vermesiyle ilgili unutulmaz tartışması geliyor:
Varoluşumun bu noktasında gerek lityum almaksızın, gerekse psikoterapinin yararları olmaksızın normal bir hayatı götüreceğimi kafamda canlandıramıyorum. Lityum ayartıcı ama felakete yol açan yükselmelerimi önlüyor, depresyonumu azaltıyor, bozulmuş düşünce yapımın tozlarını ve talaşlarını temizliyor, beni kariyerimi ve ilişkilerimi mahvetmekten alıkoyuyor, hastaneden uzak, canlı tutuyor ve psikoterapiyi mümkün kılıyor. Fakat psikoterapi anlatılmaz biçimde iyileştiriyor. Kafa karışıklığına anlam veriyor, ürkütücü düşüncelere ve hislere dizgin vuruyor, denetim ve umudu, bütün bu her şeyden öğrenme olasılığını geri getiriyor. Haplar gerçekliğe geri getirip işleri kolaylaştırmıyor, kolaylaştıramıyor; düşüncesizliği, sarsaklığı, kimi zaman katlanılabilecek olandan da hızlı bir şekilde geri getiriyor. Psikoterapi bir sığınaktır; savaş alanıdır; psikotik, nevrotik, yükselmiş, kafası karışmış ve inanılmaz umutsuz olduğum yerdir. Fakat her zaman inandığım ve inanmayı öğrendiğim -bir gün bütün bunlardan memnun olabileceğim- yerdir.
Hiçbir hap, ilaç almak istememe sorunuyla başa çıkmama yardımcı olamaz; aynı şekilde, tek başına hiçbir psikoterapi benim manilerimi ve depresyonlarımı önleyemez. Her ikisine de ihtiyacım var. Hayatı haplar sayesinde götüren birinin kendi tuhaflıkları ve sağlamlıklarının, bu kendine özgü, garip ve nihayetinde derin ilişkisinin psikoterapi diye adlandırılması garip şey.
Bu ilerlemeler karşısında psikanaliz pratiği artık neden daha fazla gelişmiyor? Psikanalitik terapinin kullanımındaki bu düşüş en çok psikanaliz dışındaki nedenlere bağlanabilir: (hemen hepsi çeşitli derecelerde olmak üzere psikanalizden çıkan) kısa süreli psikoterapi biçimlerinin yaygınlaşması; farmakoterapinin ortaya çıkışı ve sağlık sisteminin ekonomik etkisi. Fakat önemli bir neden de psikanalizin kendisinden kaynaklanmaktadır. Kuruşulundan tam bir yüzyıl sonra psikanaliz hala giderek daha fazla kuşkucu olan tıp mesleğini plasebodan daha etkili bir terapi biçimi olduğuna inandırması için gereken nesnel kanıtları elde etme çabasını göstermemiştir. Bu nedenle, gerek kendi başlarına terapiler olarak, gerekse farmakoterapiye önemli yardımcılar olarak bugün ikna edici nesnel kanıtların bulunduğu bilişsel terapilerin ve diğer psikoterapilerin çeşitli biçimlerinden farklı olarak psikanalizin analitik yönelimli olmayan terapiden ya da plasebodan daha iyi işlediğine dair henüz öznel izlenimlerin ötesinde ikna edici kanıt yoktur.
Psikanalizin bir terapi olarak etkili olduğuna dair nesnel kanıtlar sağlamadaki yetersizliği artık kabul edilemez. Psikanalistler Arnold Cooper’den ikna olmalıdırlar:
Psikanaliz bir tedavi yöntemi olduğunu iddia ettiği ölçüde, şu ya da bu şekilde bilimin alanına çekilmiş oluruz ve o zaman ampirik araştırma yükümlülüğünden kaçamayız. Mesleğin üyeleri olan uygulamacılar yetiştirdiğimiz ve hizmetlerine para ödediğimiz sürece ne yaptığımızı ve hastalarımızı nasıl etkilediğimizi araştırma sorumluluğu bize düşer.
Cooper’in işaret ettiği gibi, başlangıçta terapinin sonucunu değerlendirmek için tasarlanmış başlıca çalışmaların bir kısmı (Wallerstein’in çalışması, Kantrowitz tarafından ve Bachrach tarafından gözden geçirilen çalışmalar) uzun vadeli hedeflerini sonuçla ilişkisiz daha erişilebilir kısa vadeli bir amaç için bırakmıştır. Eğer psikanaliz iyi bilinen bir terapötik seçenek olmaya devam edcecekse, bedellerine ve karmaşıklıklarına karşın, analitik yönelimli olmayan ve plaseboyla kıyaslanan titiz sonuç çalışmalarının kısa süreli öncelikler listesinin tepesinde olması gerekir.
Fakat çok daha zor bir adım, biyolojinin takdirinin ve küçük bir tam zamanlı araştırmacı grubuna sahip olmanın ötesine geçmek, psikanaliz içindeki psikanalistlerin önemli bir kesimini bilişsel sinirbilimde yetkin ve kendi fikirlerini yeni yöntemlerle sınamaya hevesli kılacak bir entelektüel iklimin gelişmesine doğru ilerlemektir. Psikanaliz için güçlük, zihni anlamak için biyoloji ve (psikanaliz dahil) psikolojinin zorlu ortak girişiminde etkin katılımcılar olmaktır. Eğer psikanalizin entelektüel ikliminde böyle bir dönüşüm olacaksa (ki ben olması gerektiğine inanıyorum), psikanalitik kurumlar meslek okulları (adeta loncalar) olmaktan çıkıp araştırma ve bilim merkezlerine dönüşmelidirler.
Yirmibirinci yüzyılın kıyısında Birleşik Devletler’deki psikanalitik kurumlar 1900’lerin başlarında bu ülkeyi dolduran özel tıp okullarına benziyorlar. Son yüzyılın başlarında Birleşik Devletler tıp okullarında büyük bir yayılma yaşadı (toplam 150). Çoğunun temel bilimleri öğretecek laboratuvarları yoktu. Bu okullarda tıp öğrencilerine genellikle kendi pratikleriyle meşgul olan pratisyenler tarafından eğitim veriliyordu.
Bu sorunu incelemesi için Carnegie Vakfı Birleşik Devletler’de tıp eğitimini incelemek üzere Abraham Flexner’i görevlendirdi. 1920’da tamamlanan Flexner Raporu tıbbın bilime dayanan bir meslek olduğunu ve gerek temel bilimlerde, gerekse bunların klinik tıbba uygulanmasında yapılandırılmış bir eğitim gerektirdiğini vurguladı. Flexner Raporu nitelikli bir eğitimi teşvik etmek için bu ülkedeki tıp fakültelerini bir üniversitenin parçası olanlarla sınırlandırmayı önerdi. Bu raporun sonucu olarak çok sayıda yetersiz okul kapatıldı ve tıp eğitimi ve uygulaması için yeterlilik standartları tespit edildi. Psikanalizin eski gücüne geri dönmesi ve zihne dair gelecekteki anlayışımıza önemli ölçüde katkıda bulunması için, bilimsel çalışmalarını yürüttüğü entelektüel bağlamı incelemeli ve yeniden yapılandırmalı ve geleceğin psikanalistlerinin eğitimiyle ilgili daha eleştirel bir yötem geliştirmelidir. Dolayısıyla, psikanalizin ihtiyacı olabilecek şey, eğer bir entelektüel güç olarak yirmibirinci yüzyılda da hayatta kalacaksa, psikanalitik kurumlar için Flexner Raporu’na benzer bir şeydir.
Birçoğumuzu 1950’lerin sonlarında ve 1960’ların başlarında psikanalize çeken şey cesur merakıydı, araştırma şevkiydi. Ben kendim belleğin nörobiyolojik olarak incelenmesine yöneldim, çünkü belleğin zihnin daha derinden anlaşılması için merkezi önemde olduğunu gördüm. İlk kez psikanalizin ateşlediği bir ilgiydi bu. Güncel biyolojinin heyecanının ve başarısının, psikanalitik topluluğun araştırma merakını yeniden tutuşturması ve nörobiyoloji, bilişsel psikoloji ve psikanalizin birleşik disiplininin zihne dair yeni ve daha derin bir anlayışı biçimlendirmesi beklenir.
Kandel’in psikanaliz ile biyolojinin (ve sinirsel bilimlerin) işbirliğini öneren iki önemli yazısının ilki: Kandel ER. A new intellectual framework for psychiatry. Am J Psychiatry 1998; 155: 457-469
Bilim tarihçileri dikkatlerini yirminci yüzyılın ikinci yarısında moleküler tıbbın ortaya çıkışına çevirdiklerinde, kuşkusuz bu dönem boyunca psikiyatrinin işgal ettiği tuhaf konumu kaydedeceklerdir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra tıp, uygulama sanatından -moleküler biyolojiye dayanan- bilimsel bir disipline dönüşürken, psikiyatri bir tıp disiplininden uygulamalı bir terapi sanatına dönüşüyordu. 1950’lerde ve bazı akademik merkezlerde 1960’lara kadar uzanan dönemde akademik psikiyatri biyolojiyle ve deneysel tıbba köklerini geçici olarak terk etti ve şaşırtıcı bir şekilde zihinsel etkinliğin organı olarak beyinle ilgilenmeyen, psikanalitik temelli ve toplumsal yönelimli bir disipline evrildi.
Vurgudaki bu kaymanın birçok nedeni vardı. II. Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde akademik psikiyatri psikanalizin içgörülerini özümsemeye başladı. Bu içgörüler insan zihinsel süreçlerinin zenginliğinde yeni bir pencere açtı ve psikopatolojinin bazı kaynakları dahil, zihinsel hayatın geniş kısımlarının bilinçdışı olduğu ve bilinçli iç-gözlemle kolayca ulaşılabilir olmadığına dair bir farkındalık yarattı. Bu içgörüler başlangıçta esas olarak nörotik denen hastalıklar ve bazı karakter bozuklukları için geçerliydi. Ancak giderek Eugene Bleuler ile Carl Gustave Jung’un erken dönem öncülüklerini izleyerek psikiyatrik terapinin menzili manik depresif hastalık ve şizofreni gibi büyük psikozlar dahil, neredeyse tüm zihinsel hastalıkları kapsayacak şekilde genişledi, hatta hipertansiyon, astım, ülser, kolit, vb. tıbbi hastalıklara da yayıldı. Bu hastalıkların psiko-somatik olduğu ve bilinçdışı çatışmalar tarafından oluşturulduğu düşünülüyordu.
Böylece 1960’lara doğru psikanalitik yönelimli psikiyatri tüm zihinsel ve bazı bedensel hastalıkların anlaşılması açısından egemen model haline gelmişti. Psikiyatri II. Dünya Savaşı öncesinin betimleyici psikiyatrisini psikanalizle kaynaştırarak büyük bir açıklama yeteneği ve klinik içgörü kazandı. Ancak bunun bedeli deneysel tıpla ve biyolojinin geri kalanıyla bağlarının zayıflamasıydı. Biyolojiden uzaklaşmanın tek nedeni psikiyatrideki değişiklikler değildi. Bu kısmen beyin bilimlerinin de yavaş olgunlaşmasına bağlıydı. 1940’ların sonlarında beynin biyolojisi ne teknik olarak ne de kavramsal olarak en yüksek zihinsel süreçlerin ve bunların bozukluklarının biyolojisiyle etkili bir şekilde ilgilenecek kadar olgun değildi. Beyin ile davranış arasındaki ilişki hakkında düşünmek, çeşitli zihinsel işlevlerin özgül beyin bölgelerine yerleştirilemeyeceği görüşünün egemenliğindeydi. Bu görüşü benimseyen Karl Lashey beyin kabuğunun eş-potansiyelli olduğunu savunuyordu. Yani, tüm yüksek işlevlerin beyin kabuğunun her yerinde yaygın bir şekilde temsil edildikleri varsayılıyordu. Çoğu psikiyatriste, hatta biyologa göre, beynin eş potansiyel taşıdığı anlayışı davranışın ampirik biyolojik çözümlemelere tabi tutulmasını imkansız kılıyordu.
Aslında psikiyatrinin biyolojiden ayrılmasının kökenleri daha eskideydi. Sigmund Freud ilk kez bilinçdışı zihinsel süreçlerin davranış açısından anlamlarını araştırırken bilimsel bir psikoloji geliştirme çabasıyla davranışın sinirsel bir modelini benimsemeyi denemişti. Zamanın beyin bilimlerinin olgunlaşmamasından ötürü bu biyolojik modeli terk ederek öznel deneyimlerin söze dökülmesine dayanan tamamen zihinselci bir modele yöneldi. Aynı şekilde, 1930’larda B. F. Skinner de edimsel koşullama çalışmalarında nörolojik kuramları yorumlarken gözlemlenebilir edimlerin nesnel betimlemelerini temel almıştı.
Başlangıçta bu ayrılık psikoloji için olduğu gibi psikiyatri için de sağlıklı olmuş olabilir. Hastalıklara ve davranışlara dair sistematik tanımların geliştirilmesini sağlamıştır. Psikanalizin kişinin öyküsünün bütünlüğüne duyduğu derin ilgiyi de içine alan psikanalitik psikiyatri, hekimlerin zihinsel hastalığı olan kişilerle daha doğrudan ve saygılı bir şekilde etkileşim kurmanın yollarını bulmalarına yardımcı olmuş, zihinsel hastalık üzerine daha az damgalayıcı bir toplumsal bakış açısına yol açmıştır.
Ancak, psikanalizin, Freud’un savunduğu gibi, sinirsel bilimden ayrılmasının bir nedeni de bir kaynaşmanın erken olduğunun kavranmasıydı. Psikanaliz Freud’dan sonra evrilirken (az sayıda yenilikçi düşünürle sınırlı yenilikçi bir yaklaşımdan, Amerikan psikiyatrisinin egemen kuramsal çerçevesi haline gelirken), sinirsel bilime yönelik tutum da değişti. Psikanalizin biyoloji ile kaynaşması erken olmaktan çok gereksiz olarak görüldü, çünkü sinirsel bilim artan bir şekilde psikanalizle ilgisiz olarak değerlendirildi.
Dahası, psikanalizin bilimsel titizliğe sahip, kendini eleştirebilen bir düşünce sistemi olarak sınırlılıkları görünürleştikçe, egemenliğindeki on yılları (1950-1980) savunmada geçirmesine neden oldu. Önemli bireysel istisnalar olsa da, bir grup olarak psikanalistler deneysel araştırmaları küçük gördüler. Sonuç olarak, psikanaliz psikiyatri üzerinde de zararlı etkileri olan entelektüel bir çöküşe uğradı ve yeni düşünce yollarını yüreklendirmediğinden, özellikle psikiyatristlerin eğitimi üzerinde zararlı etkileri oldu.
Bu sorgulanmayan tutumun kendi psikiyatri eğitimimi ne ölçüde etkilediğini kişisel bir örnekle göstereyim. 1960 yazında Ulusal Sağlık Enstitüleri’ndeki (National Institutes of Health: NIH) post-doktora eğitimimi bırakıp Massachusetts Ruh Sağlığı Merkezi’nde (Massachusetts Mental Health Center: MMHC. Harvard Tıp Fakültesi’nin büyük psikiyatri hastanesi) asistanlık eğitimine başladım. Eğitime, daha sonra Amerikan psikiyatrisinin liderleri olan o sırada 20’lerindeki diğer genç hekimlerle birlikte girdim: Judy Livant Rapaport, Anton Kris, Dan Buie, Ernst Hartmann, Paul Wender, Joseph Schildkraut, Alan Hobson ve George Vailant. Bu sıradışı hekimler grubunun eğitimde olduğu, boş zamanın çok, işlerin henüz az olduğu bir dönemde bile, şart koşulan, hatta önerilen okumalar bile yoktu: Başvuru kitapları bile belirlenmemişti; konferanslarda ya da olgu denetimlerinde nadiren bilimsel makalelere referanslar yapılırdı. Asistanlara Freud’un makalelerinin okunması bile önerilmezdi.
Bu tutum büyük ölçüde öğretmenlerimizden, asistanlık programının yöneticilerinden kaynaklanıyordu. Bizi okumamaya teşvik etmeye özen gösterirlerdi. Okumak asistanın hastaları dinleme yeteneklerini engeller ve bu nedenle hastaların hayat öykülerinin algılanmasında taraflılık oluşturur, diye savunurlardı. Çok bilinen, sık alıntılanan bir cümle şuydu: “Bir, insanlarla ilgilenenler vardır, bir de, araştırmayla ilgilenenler.” Asistanlık programını yönetenlerin çabalarıyla MMHC’de ve genel olarak Harvard Tıp Fakültesi’nde psikanalitik psikiyatrinin bütün işi gücü sadece iyi psikiyatristler değil, hastaların varoluşsal sorunlarını anlamaya ve bunlarla empati kurmaya hazır olan terapistler yetiştirmekti.
Bu görüş 1978’de Day ve Semrad tarafından şu sözlerle özetlenmişti:
“Şizofrenik hastayla terapinin esası hem terapist, hem de hastanın yaratıcı kaynakları arasındaki etkileşimdir. Terapist kendi yaşam deneyimlerine güvenmeli ve hastanın deneyimlerini ve yaratıcılığını tanır, uyandırır ve genişletirken terapötik ilkelere dair bilgisini hastayla anlamlı bir etkileşime tercüme etmelidir; böylece ikisi de deneyimden öğrenir ve gelişir.
Şizofrenik bir hastayla terapiye kendisini vermesi için terapistin temel tutumu hastanın olduğu gibi, -hayattaki amaçlarının, değerlerinin, ve işlev görme biçiminin- bunların kendisininkinden farklı ve çoğu zaman uyumsuz olması halinde bile, kabullenilmesi olmalıdır. Terapistin hastaya yaklaşırken ilk işi hastayı olduğu gibi, dağıldığı hallerinde bile sevmektir. Sonuçta terapist kişisel doyumlarını başka yerlerde bulmalıdır. Onun işi çelişkileri içinde barındıran son derece külfetli bir iştir, çünkü hastasını sevmeli, değişmesini beklemeli ve yine de doyumunu başka yerlerde bulmalı ve engellenmeye tahammül edebilmelidir.”
Geriye dönüp bakıldığında bile bu değerli bir öğüttü. İnsani ve şefkatli bakış açısı insana hastalarını dikkatle ve anlayışla dinlemeyi öğretiyordu. Terapötik ilişkinin tüm yönleri için esas olan empatinin gelişmesine yardımcı oluyordu. Fakat akademik psikiyatride liderler yetiştirmesi planlanan bir psikiyatri eğitimi için yeterli bir çerçeve değildi. Hemen tüm asistanlar için entelektüel olarak kısıtlayıcıydı ve bazı yetenekli asistanlar için de boğucu olduğu belliydi.
Empatiye yönelik bu neredeyse gerçekdışı talep entelektüel içeriğe hiç yer bırakmıyordu. Örneğin, Massachusetts Mental Health Center’da (MMHC) hiç toplantı salonu yoktu. Dışardan düzenli olarak gelip güncel klinik ve bilimsel konuları tartışması için kimse çağrılmazdı. Asistanlar için başlıca düzenli etkinlik asistanların grubun üyelerini oluşturduğu (deneyimli ve fevkalade bir grup liderinin bulunduğu) haftalık grup terapi oturumlarıydı.
MMHC’de ilk büyük toplantı ekibin ısrarı ve bilgiye duydukları heves sayesinde 1965’te yapılmıştı. Birkaçımız bu toplantıları başlatmak için Boston bölgesinde ruhsal hastalıkların genetik temeli üzerine konuşacak bir psikiyatrist bulmaya çalışmış; kimseyi bulamamıştık. Boston’un tümünde tek bir psikiyatrist bile bu konuyla ilgilenmemiş, hatta konuyu ciddi bir şekilde düşünmemişti bile. Sonunda Harvardlı büyük biyolog Ernst Mayr ve psikiyatri genetiğinin kurucusu Franz Kalmann’ı gelip bize konuşma yapmaya zorla ikna ettik.
Burada çok mükemmel nitelikleri ve birçok güçlü yanları olan bir ortamın zayıflıklarına dair aşırı basitleştirilmiş bir tasvirini yapıyorum. Ekibin entelektüel kalitesi dikkate değerdi ve öğretim üyelerinin ekibin eğitimine ve hastaların tedavisine bağlılığı çok iyiydi. Dahası, merkezdeki hakim eğilimi anlatıyorum; denge sağlayıcı unsurlar da vardı. Eğitim programının yöneticileri hem okuma, hem de araştırma konusunda hevesleri etkin bir şekilde kırsalar da, merkezin müdürü Jack Ewalt araştırmaları güçlü bir şekilde destekliyordu. Ayrıca, bu dönemde Harvard psikiyatrisinin ülkenin geri kalanından tamamen farklı bir çizgide olduğundan ve bilimsel ilgisizliğin yurt çapında akademik psikiyatride genel bir olgu olmadığından emindim. Belli ki Eli Robins’in yönetimindeki Washington Üniversitesi’nde, ortabatıdaki bir takım diğer merkezlerde ya da Seymour Kety’nin idaresindeki Johns Hopkins Üniversitesi’nde bilimsel kaygılar eksik değildi. Fakat eleştirel sorgulama eksikliği Boston’da ve ülkenin doğu ve batı kıyılarındaki diğer birçok kurumda yaygın gibi görünüyordu.
Asistanlık yıllarımız (1960’lar) Amerikan psikiyatrisinde bir dönüm noktasına tanıklık etti. Öncelikle, psikofarmakolojik ilaçlar şeklinde yeni ve etkili tedaviler mevcut hale gelmeye başladı. İlk başlarda gözetmenlerimizin bir kısmı bunları kullanma konusunda hevesimizi kırdı, çünkü bunların hastalardan çok bizim kendi kaygılarımıza yardım etmek için tasarlanmış olduklarına inanıyorlardı. 1970’lerin ortalarında doğru terapötik sahne öyle bir dramatik bir şekilde değişti ki, psikiyatri sadece belli psikofarmakolojik tedavilerin nasıl çalıştıklarını anlamak için de olsa sinirsel bilimlerle karşılaşmak zorundaydı.
Psikofarmakolojinin çıkışıyla psikiyatri değişti ve bu değişme onu tekrar akademik tıbbın ana akımı içine soktu. Bu sürecin üç bileşeni vardı. Psikiyatri bir zamanlar tıpta en az etkili ilaçlara sahipken şimdi büyük zihinsel hastalıklar için etkili tedavilere ve en çok yıkım oluşturan üç hastalıktan ikisinin (depresyon ve manik depresif hastalığa) pratik bir şekilde tedavisine yaklaşmaya başladı. İkincisi, ilkin Washington Üniversitesi’nden Eli Robins ve Columbia Üniversitesi’nin New York Devlet Psikiyatri Enstitüsü’nden Robert Spitzer’in öncülüğüyle zihinsel hastalıklara tanı konması için klinik olarak geçerli yeni nesnel ölçütler belirlendi. Üçüncüsü, Seymour Kety NIH’deki liderlik pozisyonunu zihinsel hastalıkların biyolojisine ve özellikle de şizofreni ve depresyonun genetiğine ilginin yeniden canlandırılması için kullandı.
Bunlara paralel olarak, 1980’lerden sonra beyin bilimlerinde, özellikle zihinsel işleyişin farklı yönlerinin beyinde farklı bölgelerde nasıl temsil edildiğiyle ilgili analizlerde büyük gelişmeler görüldü. Böylece psikiyatri yeni ve benzersiz bir fırsata kavuştu. Biyologlar zihinsel işlevlerin incelenmesi konusunda rehberlik yapacak durumda değildiler. İşte burada psikiyatri ve bilişsel psikoloji rehber ve öğretmen olarak beyin bilimlerine özellikle değerli katkılarda bulunabilir. Psikiyatrinin, bilişsel psikolojinin ve psikanalizin gücü, bunların perspektiflerinde yatmaktadır. İnsan zihninin biyolojisinin anlamlı ve incelikli bir şekilde anlaşılması için incelenmesi gereken zihinsel işlevleri biyolojiye tanımlayabilirler. Bu etkileşimde psikiyatri ikili bir rol oynayabilir. Birincisi, kendi düzeyinde sorulara (zihinsel bozuklukların tanısı ve tedavisiyle ilgili kendi sorularına) yanıtlar arayabilir. İkincisi, insanların yüksek zihinsel işlevlerini gerçekçi ve gelişkin bir şekilde anlayacaksak, biyolojinin yanıt vermesi gereken davranışsal sorular ortaya atabilir.
Son yıllarda sinirsel bilimlerdeki ilerlemelerin sonucu olarak gerek psikiyatri, gerekse sinirsel bilimler psikanalitik perspektifin içgörülerinin davranışın biyolojik temelinin daha derinden anlaşılmasına yönelik araştırmaları bilgilendirmesini mümkün kılacak olan bir yakınlaşma için yeni ve daha iyi bir konumdadırlar. Böyle bir yakınlaşmaya yönelik ilk adım olarak güncel psikiyatrik düşünme biçimini ve gelecekteki uygulamacıların eğitimini modern biyolojiyle uyumlu kılacağı düşünülen bir entelektüel çerçevenin taslağını sunuyorum.
Bu çerçeve basitleştirilmiş biçiminde biyologların zihnin beyinle ilişkisi hakkında güncel düşünüşünü oluşturan beş ilkede özetlenebilir.
Şimdi sırayla bu ilkelerin her birini ele alacak ve bu yeni çerçevenin deneysel temelini ve psikiyatri kuramı ve uygulaması açısından anlamını göstereceğim.
Bu ilke biyolojide ve tıpta geleneksel düşünüşte o kadar merkezidir (ve bir yüz yıldır öyledir) ki, neredeyse apaçık bilinen bir gerçek haline gelmiştir ve yeniden dile girmeye gerek bile yoktur. Bu ilke sinirsel bilimin altında yatan temel varsayım, muazzam bilimsel desteği bulunan bir varsayım olarak durmaktadır. Beynin özgül (spesifik) lezyonları davranışlarda ögül (spesifik) değişiklikler oluşturur ve davranışlardaki özgül (spesifik) değişmeler de beyinde karakteristik işlevsel değişikliklerle kendini gösterirler. Ancak, iki nokta vurgulamayı hak eder.
Birincisi, bu ilke bugün biyologlar arasında kabul edilse de, beyin ile zihinsel süreçler arasındaki ilişkinin ayrıntıları (beynin çeşitli zihinsel süreçlere kesin olarak nasıl yol açtığı) henüz pek anlaşılmamış olup taslak halindedir.
İkincisi, biyologların en mahrem düşüncelerimizden en aleni duygu ifadelerine kadar bu ilkeyi davranışın tüm yönlerine uyguladığını değerlendirdiğimizde, zihnin beyinle ilişkisi daha az açık, daha fazla nüanslı ve belki de daha çok tartışmalı hale gelir. İlke tek bir bireyin davranışları, bireyler arasındaki davranışlar ve birey gruplarındaki toplumsal davranışlar için geçerlidir. Böyle bakıldığında tüm sosyoloji bir ölçüde sosyobiyoloji olmalıdır; toplumsal süreçler bir düzeyde biyolojik işlevleri yansıtmalıdır. Hemen eklemek isterim ki, toplumsal süreçler (ya da hatta psikolojik süreçler) ile biyolojik işlevler arasındaki bir ilişkiyi formüle etmenin toplumsal dinamiklerin aydınlatılmasında en iyi içgörüyü kazandırması şart olmayabilir. Grup ya da birey davranışının birçok boyutu açısından biyolojik bir çözümleme optimal bir düzey, hatta bilgilendirici bir çözümleme düzeyi bile olmayabilir, tıpkı atom altı çözünürlüğün çoğu zaman biyolojik sorunların çözümlenmesi açısından optimal düzey olmaması gibi. Ancak, tüm toplumsal faaliyetlerin biyolojik dayanakları bulunduğunu değerlendirmek önemlidir.
İlkenin bu yönü herkes, özellikle de sosyologlar tarafından, kolaylıkla kabullenilmemiştir. Palo Alto, California’daki Davranış Bilimlerinde İleri Çalışmalar Merkezi’nin (ülkenin sosyal bilimlerde önde gelen düşünce kuruluşu) 1996 yıllık raporunda Kültür, Zihin ve Biyoloji başlıklı özel bir proje planladığı belirtildi. Bu projeye yönelik planlar ilerledikçe, birçok sosyal bilimcinin biyolojik bilimlere derin ve sürekli bir antipati duyduğu açığa çıktı, çünkü biyolojik düşünüşü insan doğasına dair bir görüşle eşitlemişlerdi: Buna göre biyolojik düşünüş basitleştirmeci, yanıltıcı ve sosyal ve etik açıdan tehlikeliydi. Sosyal bilimlere yönelik daha önce etkili olan iki biyolojik yaklaşımın (bilimsel olarak savunulan ırkçılık ve sosyal Darvinizm) entelektüel açıdan kısır, toplumsal açıdan tahripkar olduğu ortaya çıktığından, birçok sosyal bilimci bu düşünceye karşı çıktı. Karşı çıktıkları anlayış şuydu:
Canlı bir organizmanın özellikleri (sadece onun fiziksel biçimi değil, davranışsal eğilimleri, yetenekleri ve hayat beklentileri) maddidir ve bu yüzden genlere indirgenebilir. Birçok sosyal bilimcinin biyolojik düşünüşle bir araya getirdiği insan doğası anlayışı fiziksel biçimde, davranış eğilimlerinde, yeteneklerde ve hayat beklentilerinde bireysel ve grupsal benzerlikler kadar bireysel ve grupsal farklılıkların da aynı biçimde genlerle açıklanabileceği ve anlaşılabileceğini iddia eder…. Bu anlayışın sonucu olarak, birçoğu biyolojik düşünüşün davranış açısından önemini kabul etmez ve onun yerine bir tür zihin-beden ikiciliğini benimserler. Buna göre zihnin süreçleri ve ürünlerinin bedenin süreçleri ve ürünleriyle pek ilgisi yoktur.
Sosyal bilimciler arasındaki bu rahatsızlığın temeli nedir? Tüm bilgiler gibi, biyolojik bilgi de iki ucu keskin kılıç gibidir; iyilik için de kullanılabilir, kötülük için de; özel çıkar için de kamu yararı için de. Yanlış bilenlerin ya da kötü niyetlilerin ellerinde doğal seçilim sosyal Darvinizm olarak çarpıtıldı, genetik de öjenik şeklinde yozlaştırıldı. Beyin bilimleri de toplumsal denetim ve manipülasyon amacıyla kötüye kullanılmıştır ve tekrar kullanılabilir. Beyin bilimlerinin ilerlemesinin hayatımızı zenginleştirmeye ve kendimize ve birbirimize dair anlayışımızı yükseltmeye hizmet edeceğinden nasıl emin olabiliriz? Bu bilginin sorumlu kullanımını yüreklendirmenin tek yolu, toplumsal politikada biyolojinin kullanılmasını bir biyoloji anlayışı üzerine oturtmaktır.
Sosyal bilimcilerin rahatsızlığı kısmen (sosyal bilimcilere özgü olmayan) iki yanlış inanıştan çıkar: Birincisi, biyologların biyolojik süreçlerin kesinlikle genler tarafından belirlendiğini düşündüğü, ikincisi, genlerin tek işlevinin kalıtsal bilginin değişmeden bir kuşaktan diğerine aktarılması olduğu. Temelden yanlış olan bu fikirler hiç değişmeyen, düzensiz genlerin dışsal olaylardan hiç etkilenmeden bireylerin ve onların sonraki kuşaklarının davranışları üzerinde kaçınılmaz bir etki gösterdikleri anlayışına yol açtı. Bu görüşe göre, bu haliyle toplumsal güçlerin insan davranışları üzerine pek etkisi yoktur. Bu güçlerin genlerin önceden belirlenmiş insafsız faaliyetleri karşısında hiçbir etkileri yoktur.
1920’lerin ve 1930’ların öjenik hareketlerinin arkasında temelden yanlış bu kaderci görüş vardı. Bir sosyal politikanın temeli olan bu görüş açık düşünceli kişilerde haklı olarak korku ve güvensizlik uyandırır. Ancak, bu görüş genlerin nasıl çalıştığına dair bazı psikiyatristlerin de tam olarak değerlendiremediği temel bir yanlış anlayışa dayanır. Burada önemli olan anahtar kavram genlerin ikili bir işlevinin olmasıdır.
Birincisi, genler güvenilir bir şekilde kopyalanabilen kararlı kalıplar işlevi görürler. Bu kalıp işlevi bedenin (gametler (cinsiyet hücreleri) dahil) her hücresindeki her gen tarafından yerine getirilir. Art arda gelen kuşaklara her bir genin kopyalarını veren bu işlevdir. Kalıp kopyalama işlevinin sadakati yüksektir. Dahası, bu kalıp herhangi bir türden sosyal deneyimle düzenlenmez, ancak mutasyonlarla değişir ve bunlar çok nadir ve çoğu zaman rastgeledirler. Genin bu işlevi, yani kalıp (aktarma) işlevi bireysel ve toplumsal denetimimizin ötesindedir.
İkincisi, genler fenotipi belirlerler; ifade edildikleri hücrenin yapısını, işlevini ve diğer biyolojik karakteristiklerini belirlerler. Genin bu ikinci işlevine onun şifre taşıma işlevi (transcriptional function) denir. Bedenin hemen her hücresi diğer hücrelerin hepsinde mevcut olan genlerin tümüne sahip olsa da, (ister karaciğer hücresi olsun, isterse beyin hücresi) belli bir hücre tipinde genlerin sadece bir kısmı (belki %10-20’si) ifade edilir (şifresi taşınır). Diğer genlerin hepsi başarıyla bastırılır. Karaciğer hücresi karaciğer hücresidir ve beyin hücresi beyin hücresidir, çünkü bu hücre tiplerinin her biri ancak genlerin toplam popülasyonunun belli bir alt kümesini ifade eder. Bir gen bir hücrede ifade edildiğinde, o hücrenin fenotipini (o hücrenin karakterini belirleyen özgül (spesifik) proteinlerin yapılmasını) yönlendirir.
Kalıp işlevi (bir genin dizilişi: organizmanın o dizilişi kopyalama yeteneği) çevresel yaşantılardan etkilenmezken, bir genin şifre taşıma işlevi (verili bir genin verili bir hücrede özgül (spesifik) proteinlerin yapımını yönlendirme yeteneği) fazlasıyla düzenlenir ve bu düzenleme çevresel etkenlere duyarlıdır.
Bir genin 2 bölgesi vardır: Kodlama (coding) bölgesi mRNA’yı kodlar, o da belli (spesifik) bir proteini kodlar. Düzenleyici (regulatory) bölge genellikle kodlama bölgesinin yukarısında bulunur ve iki DNA öğesinden oluşur. Özendirici (promoter) öğe RNA polimeraz denen bir enzimin DNA kodlama bölgesini okuyacağı ve mRNA’ya taşıyacağı yerdir. Geliştirici (enhancer) öğe kodlama bölgesinin polimeraz tarafından hangi hücrelerde ve ne zaman okunup taşınacağını belirleyen protein sinyallerini tanır. Böylece geliştirici öğenin çeşitli kesimlerine bağlanan az sayıda protein (ya da şifre taşıma düzenleyicileri) RNA polimeraz’ın özendirici öğeye hangi sıklıkta bağlanacağını ve geni okuyacağını belirler. İçsel ve dışsal uyaranlar (beynin gelişim aşamaları, hormonlar, stres, öğrenme, toplumsal etkileşimler) şifre taşıma düzenleyicilerinin geliştirici öğesine bağlanmasını değiştirirler ve bu şekilde şifre taşıma düzenleyicilerinin çeşitli terkipleri devreye girer. Gen düzenlemesinin bu yönüne kimi zaman epigenetik düzenleme denir.
Basitçe söylenirse, gen ifadesinin toplumsal etkenler tarafından düzenlenmesi (beynin tüm işlevleri dahil) bütün beden işlevlerini toplumsal etkilenmelere duyarlı kılar. Bu toplumsal etkilenmeler beynin belli (spesifik) bölgelerinin belli (spesifik) sinir hücrelerinde belli (spesifik) genlerin ifade edilmelerinin değişmesi şeklinde biyolojik olarak bünyeye alınırlar/içselleştirilirler. Bu toplumsal etkilenmelerden kaynaklanan değişmeler kültürel olarak aktarılırlar. Sperm ve yumurtanın bir parçası olmazlar ve bu yüzden genetik olarak aktarılmazlar. İnsanlarda gen ifadesinin öğrenme yoluyla (aktarılamayacak bir biçimde) modifiye edilebilmesi özellikle etkili bir yoldur ve yeni bir evrim türüne yol açmıştır: kültürel evrim. Fosil kayıtlarında bulunan kafatası ölçümleri insan beyninin büyüklüğünün Homo sapiens’in 50 bin yıl önce ilk kez görülmesinden beri değişmediğini düşündürmektedir, oysa insan kültürünün aynı zamanda dramatik bir şekilde evrim gösterdiği açıktır.
DNA’nın kalıp işlevinin (gen faaliyetinin kalıtılabilir yönlerinin) katkısını ele alalım. Burada ilkin sormamız gerekir: Genler davranışlara nasıl katkıda bulunur? Açıktır ki genler davranışları doğrudan bir şekilde kodlamazlar. Tek bir gen, tek bir proteini kodlar, kendi başına tek bir davranışı kodlayamaz. Davranış birçok hücre içeren nöral devreler tarafından oluşturulur. Bu hücrelerin her biri de özgül (spesifik) proteinlerin üretilmesini yöneten özgül (spesifik) genleri ifade ederler. Beyinde ifade edilen genler davranışların altında yatan sinir devrelerinin gelişmesi, korunması ve düzenlenmesi adımlarından birinde önemli olan proteinleri kodlar. Tek bir sinir hücresinin ayrımlaşması için çok geniş çeşitlilikte (yapısal, düzenleyici, katalitik: yıkıcı) proteinler gerekir ve bir sinir devresinin gelişmesi ve işlev görmesi için de çok sayıda gen ve çok sayıda hücre gerekir.
Darwin ve izleyicileri neleri bir genin kalıp işlevlerindeki çeşitlemeler (varyasyonlar) olarak değerlendirdiğimizi açıklamak için ilk kez insan davranışlarındaki çeşitliliğin (varyasyonların) bir ölçüde doğal seçilime bağlı olduğunu ileri sürdüler. Eğer böyleyse, herhangi bir popülasyondaki davranışsal çeşitlilik (varyasyon) unsuru zorunlu olarak bir genetik temele sahip olacaktır. Ardından da bu çeşitliliğin (varyasyonun) bir bölümünün açıkça kalıtılabilir farklılıklar oldukları gösterilmelidir. İnsan davranışlarındaki kalıtılabilir etkenlere dair kontrol çalışmalarının zor oldukları bellidir, çünkü bir bireyin çevresini çok kısıtlı bazı durumlar dışında deneysel amaçlarla kontrol etmek ne mümkündür, ne de arzulanır. Bu yüzden, tek yumurta ikizleriyle ilgili çalışmalar başka türlü ulaşılması mümkün olmayan önemli bilgiler sağlar.
Tek yumurta ikizleri aynı genomu paylaşırlar ve bu yüzden genetik olarak iki birey ne kadar birbirine benzeyebilirse, o kadar benzerler. Bu yüzden, nadiren rastlandığı gibi, hayatının erken döneminde ayrılıp farklı evlerde büyütülen ikizler arasındaki benzerliklerin çevreden çok genlere bağlanması daha mümkün olacaktır. Yaş, cinsiyet ve sosyoekonomik durum açısından eşlenmiş bir grup bireyle karşılaştırıldığında, tek yumurta ikizleri göze çarpar sayıda davranış özelliğini (trait) paylaşırlar. Bunlar bir bireyin genellikle toplumsal olarak belirlendikleri ve ayırt edici oldukları düşünülen zevklerini, dinsel tercihlerini, mesleki ilgilerini bile içerir. Bu bulgular insan davranışlarının önemli bir kalıtsal bileşene sahip olduğunu belli eder. Fakat benzerlik mükemmel olmaktan uzaktır. İkizler epey değişik olabilirler ve öyledirler de. Bu yüzden ikiz çalışmaları çevresel etkilenmelerin önemini de vurgularlar; çevresel etkenlerin çok önemli olduklarını çok açıkça gösterirler.
Benzer bir durum davranış bozuklukları ve zihinsel hastalıklar için de geçerlidir. Şizofreninin gelişmesinde genlerin önemli olduğuna dair ilk doğrudan kanıtlar Franz Kallmann tarafından 1930’larda getirildi. Kallman toplumsal ve çevresel etkenler dramatik ölçüde değişse de dünyanın her yerinde şizofreni insidansının %1 kadar olması gerçeğinden etkilenmişti. Bununla birlikte kendisi de hastaların ebeveynleri, çocukları ve kardeşleri arasında şizofreni insidansının %15 olduğunu buldu; hastalığın aileden geldiğine dair güçlü kanıtlar… Ancak, şizofreninin genetik temeli yalnızca ailelerde insidansın artmış olmasından çıkarılamaz. Aileden gelen tüm koşulların genetik olması şart değildir; varsıllık ve yoksulluk, alışkanlıklar ve değerler de ailelerden geçer. Eski zamanlarda pellagra gibi besin eksiklikleri bile aileden gelirdi.
Kallmann genetik etkenleri çevresel olanlardan ayırt etmek için ikiz çalışmalarına yöneldi ve tek yumurta ve çift yumurta ikizlerinde hastalığı karşılaştırdı. Eğer şizofreni tamamen genetik etkenlerden kaynaklanıyorsa, tek yumurta ikizlerinin hastalığı geliştirme eğilimlerinin de aynı olması gerekir. Genetik etkenler, çevresel etkenler de işin içine girdiği için, şizofrenide gerekli ama yeterli değillerse, şizofrenili bir hastanın tek yumurta ikizi çift yumurta ikizinden önemli ölçüde daha yüksek riskte olmalıdır. İkizlerin aynı hastalığa sahip olma eğilimine konkordans denir. İkizler üzerine çalışmalar tek yumurta ikizlerinde şizofreni konkordansının % 45 kadar olduğunu saptamıştır. Bu oran çift yumurta ikizlerinde sadece % 15’tir, ki bu oran diğer kardeşlerinkilerle neredeyse aynıdır.
Doğanın ve yetiştirmenin etkilerini daha ileri düzeyde çözümlemek için Heston ABD’deki , Rosenthal ve meslektaşları Danimarka’daki hastaları incelediler. Her iki çalışma kümesinde de şizofrenisi olan evlatlık çocukların biyolojik yakınlarında şizofreni oranı normal olan evlatlık çocuklarınkinden yüksekti. Orandaki farklılık (%10-15 kadar) daha önce Kallmann tarafından gözlemlenenle aynıydı.
Şizofreniyle ilgili bu ailevi örüntü Gottesman’ın Danimarka verileriyle en dramatik biçimde belirginleşir. Gottesman şizofrenili 40 Danimarkalı hastadan alınan verileri inceledi; sağlam aile soy ağaçlarının mevcut olduğu şizofrenili tüm akrabaları belirledi. Sonra akrabaları şizofrenik hastayla paylaştığı genlerin yüzdesi açısından sıraladı. Kardeşler, ebeveynler ve çocukları içeren ve hastanın genlerinin %50’sini paylaşan birinci derece akrabalar arasında şizofreni insidansının halalar/teyzeler, amcalar/dayılar, yeğenler, kuzenler ve torunları içeren ve hastanın genlerinin %25’ini paylaşan ikinci derece akrabalardan daha yüksek olduğunu buldu. Hastanın genlerinin sadece %12.5’unu paylaşan üçüncü derece akrabalarda bile şizofreni insidansı genel popülasyonda bulunan %1’lik orandan daha yüksekti. Bu veriler şizofreniye genetik katkıyı kuvvetle destekler.
Şizofreni tamamen genetik anormalliklerden kaynaklansaydı, birbirlerinin genlerini neredeyse tümüyle paylaşan tek yumurta ikizleri için konkordans oranı %100’e yakın olurdu. Oranın %45 olması açıkça genetik etkenlerin tek neden olmadığını gösterir. Çoklu nedensellik, hastalığın genetik aktarımıyla ilgili çalışmalarda da belirgindir. Görece rutin soyağacı çalışmaları bir hastalığın baskın mı çekinik mi Mendelyen kalıtımla aktarıldığını saptamaya yeter, fakat şizofrenide aktarım biçiminin böyle olmadığı görülmektedir. Şizofreninin olağan olmayan genetik aktarımı için en olası açıklama dünya çapında popülasyonda belki de 10-15 lokus kadar allelik varyasyonu içeren çok genli bir hastalık olmasıdır. Bir kişide hastalığa neden olması için belki üç ila beş lokusun terkipleri gerekecektir. Dahası, bu birkaç gen penetrans (nüfuz etme) derecesi bakımından da değişken olabilirler.
Doğal bir popülasyonda herhangi bir lokustaki herhangi bir gen allel denen, bir takım farklı fakat ilişkili oldukları belli biçimlerde bulunur. Allelin penetransı çevresel etkenler kadar allel ile genomun geri kalanı arasındaki etkileşime de bağlıdır. İkizlerden biri boy uzamasını programlayan bir gen kümesini kalıtımla almış olabilir, fakat iyi beslenme olmazsa bu ikiz hiçbir zaman uzayamaz. Aynı şekilde, aynı baskın ve anormal Huntington hastalığı geni olan tüm kişiler tam gelişmiş hareket bozuklukları ve eşlik eden bilişsel bozulmalara sahip olmazlar; birkaçı hastalığın daha ılımlı formlarına sahip olabilir.
Diyabet ve hipertansiyon gibi diğer çok genli (polygenic) hastalıklarda olduğu gibi, şizofreninin çoğu formunun da sadece bazı genetik kusurların birikmesini değil gelişimsel ve çevresel etkenlerin faaliyete geçmesini gerektirdiği de düşünülür. Şizofreniyi anlamak için bazı genlerin bir bireyi hastalığa yatkınlaştırmak için nasıl bir araya geldiğini öğrenmek ve çevrenin bu genlerin ifadesini nasıl etkilediğini belirlemek esastır.
Ancak, çok sayıda genin işin içinde olması bazı olgularda tek tek genlerin bir davranışın ifadesi için esas olmadıkları anlamına gelmez. Özgül (spesifik) genlerin davranış için önemi, basit hayvanlarda iyi bir şekilde gösterilebilir. Meyve sineği ya da fare gibi hayvanlarda tek bir gendeki mutasyonlar daha kolaylıkla çalışılabilir. Drosophilia’daki ya da farelerdeki tek tek genlerin mutasyonları, hem kur yapma ve lokomosyon gibi doğuştan gelen davranışlar, hem de öğrenilmiş davranışlar dahil, çeşitli davranışlarda anormallikler oluşturabilir.
Genin aktarılabilir olan, fakat düzenlenmeyen kalıp işlevini ele aldım. Şimdi genetik işlevin düzenlenen, ama aktarılmayan yönüne dönüyorum. Basit hayvanlarda yapılan öğrenme çalışmaları, deneyimin, gen ifadesini değiştirerek, sinirsel bağlantıların etkililiğinde kalıcı değişiklikler oluşturduğuna dair ilk kanıtları sağladılar. Bu bulgunun davranışın biçimlenmesinde toplumsal ve biyolojik süreçler arasındaki ilişkiye dair görüşümüzü gözden geçirmemizi gerektiren derin sonuçları vardır.
Bu ilişkinin önemini değerlendirmek için bir an DSM-II’nin ortaya çıktığı 1968 kadar yakın tarihlerde Amerikan psikiyatrisindeki durumu düşünün. O sırada psikiyatride yaygın görüş, davranışın toplumsal ve biyolojik belirleyicilerinin zihnin ayrı ayrı düzeylerinde etki gösterdiğiydi: bir düzeyin açık ampirik bir temeli vardı, diğeri belirlenmemişti. Sonuç olarak 1970’lere kadar psikiyatrik hastalıklar gelenek olduğu üzere başlıca iki kategoride sınıflandırılırdı: organik ve işlevsel (functional). Seltzer ve Frazier 1978’de şöyle yazıyorlardı: “Organik beyin sendromu sinir sistemindeki işlev bozulmasının psikiyatrik belirtilerle kendini gösterdiği durumları anlatmak için kullanılan genel bir terimdir. Bu durum psikiyatrik sendromların “işlevsel” denen büyük bölümünün karşısında yer alır.
Bu organik zihinsel hastalıklar Alzheimer hastalığı gibi demansları ve kronik kokain, eroin, alkol, vb. kullanımını izleyen toksik psikozları içeriyordu. İşlevsel zihinsel hastalıklar ise sadece nörotiik hastalıkları değil, depresif hastalığı ve şizofreniyi de içeriyordu.
Bu ayrım özgün halinde ondokuzuncu yüzyıl nöropatologlarının gözlemlerinden kaynaklanmıştı. Nöropatologlar hastaların beyinlerini otopside incelediklerinde bazı psikiyatrik hastalarda beynin mimarisinde iri iri, kolayca gösterilebilir şekil bozuklukları bulmuşlar, ama bazılarında da bulamamışlardı. Beyin lezyonlarıyla ilgili anatomik kanıtlar oluşturan hastalıklara organik; bu özellikleri olmayanlara işlevsel dendi.
Bugün iyice çağdışı kalmış olan bu ayrım artık savunulamaz. Davranışlarda sinir sisteminde kendisini göstermeyen herhangi bir değişiklik olamayacağı gibi, sinir sisteminde yapısal değişiklikler şeklinde kendisini göstermeyen kalıcı bir değişiklik de olamaz. Günlük yaşantılar, duysal yoksunluk ve öğrenme bazı durumlarda sinaptik bağlantıların zayıflamasına yol açarken, bazılarında güçlenmesine yol açabilir. Biz artık sadece bazı hastalıkların, organik hastalıkların, beyindeki biyolojik değişiklikler yoluyla zihinsel faaliyeti (mentation) etkilediğini ve diğerlerinin, işlevsel hastalıkların, etkilemediğini düşünmüyoruz. Psikiyatri için yeni entelektüel çerçevenin temeli, tüm zihinsel süreçlerin biyolojik olduğu ve bu nedenle bu süreçlerdeki herhangi bir değişikliğin zorunlu olarak organik olduğudur.
Şimdi DSM-IV’te belirginleştiği gibi, zihinsel bozuklukların sınıflandırılması gözle görünür büyük anatomik anormalliklerin varlığı ya da yokluğundan başka ölçütlere dayanmalıdır. Görünür yapısal değişikliklerin olmaması, hemen göze çarpmayan, fakat önemli biyolojik değişikliklerin gerçekleşiyor olma olasılığını dışlamaz. Bu değişiklikler sadece bugün eldeki henüz sınırlı tekniklerle saptanabilir düzeyin altında olabilirler. Zihinsel işleyişin biyolojik doğasını göstermek, ondokuzuncu yüzyıl patologlarının ışık mikroskoplu histolojisinden daha incelikli anatomik yöntemler gerektirir. Bu konuları aydınlığa kavuşturmak için anatomik yapı kadar anatomik işleve de dayanan bir zihinsel hastalık nöropatolojisi geliştirmek gerekli olacaktır. Pozitron emisyon tomografi (PET) ve işlevsel manyetik rezonans görüntüleme ( fMR) gibi görüntüleme teknikleri insan beyninin zihinsel faaliyetin ve böylece zihinsel bozuklukların fiziksel mekanizmasını anlaması için gereken çözünürlük düzeyinde ve bedensel bütünlüğe fazla zarar vermeyecek (noninvaziv) bir şekilde incelenmesine kapıyı açmıştır.
Şimdi sormaya ihtiyacımız var. Beynin biyolojik süreçleri zihinsel olaylara nasıl yol açıyorlar ve toplumsal etkenler beynin biyolojik yapısını nasıl modüle ediyorlar? Belli bir zihinsel hastalığı anlamak için şöyle sormak daha uygundur: “Bu biyolojik süreç, genetik ve gelişimsel etkenler tarafından ne ölçüde belirlenmiştir?” Ne ölçüde çevresel ya da toplumsal olarak belirlenmiştir? Ne ölçüde toksik ya da enfeksiyöz bir ajan tarafından belirlenmiştir? Toplumsal etkenler tarafından en çok belirlendiği düşünülen zihinsel bozukluklar bile biyolojik bir bileşene sahip olmalıdır, çünkü modifiye edilen beynin faaliyetidir.
Zihinsel işlevlerdeki kalıcı değişiklikleri titiz biçimde incelemenin mümkün olduğu seyrek nadir durumlarda, bu işlevlerin gen ifadesinde değişmelerle ilgili olduğu gösterilmiştir. Bu yüzden, bozuk olduğu kadar normal zihinsel durumlarda da kalıcı zihinsel durumların altında yatan özgül (spesifik) değişiklikleri incelerken gen ifadesinin değişmesine de bakmalıyız. Bugün (şizofreni ve manik-depresif hastalık gibi) büyük psikotik hastalıklara duyarlılığın kalıtımsal olduğuna dair epey kanıt bulunmaktadır. Bu hastalıklar bir ölçüde genin kalıp işlevindeki (bir takım farklı genlerin nükleotid dizilişindeki) anormal mRNA’lara ve anormal proteinlere yol açan değişmeleri yansıtırlar. Bu nedenle, ‘travma-sonrası stres bozukluğu’ (TSSB) gibi psikiyatrik hastalıklar yaşantılarla edinildiğine göre, genin şifre taşıma işlevinde (gen ifadesinin düzenlenmesinde) değişmeleri de işin işine kattıklarını düşünmek ilginç olacaktır. Gene de bazı kişiler kalıtımla aldıkları genlerin terkibinden dolayı bu sendroma daha duyarlı olabilirler.
Gelişme, stres ve toplumsal yaşantı, hepsi şifre-taşıma düzenleyicilerin birbirine ve genlerin düzenleyici bölgelerine bağlanmasını modifiye ederek gen ifadesini değiştirebilirler. En azından bazı nevrotik hastalıkların (ya da onların bileşenlerinin) gen düzenlenmesindeki tersine çevrilebilir kusurlardan kaynaklanmaları muhtemeldir. Bu da özgül (spesifik) proteinlerin bazı genlerin ifadesini denetleyen yukarıdaki belli bölgelere bağlanmasının değişmesine bağlı olabilir.
Gen ifadesinin değişmesi bir zihinsel sürecin kararlı değişimlerine nasıl yol açar? Öğrenmeyle ortaya çıkan gen ifadesindeki değişmelere dair hayvan çalışmaları genin etkinleşmesindeki bu tür değişmelerin başlıca sonuçlarından birinin sinaptik bağlantıların gelişmesi olduğunu gösteriyor. Bu gelişme ilk kez salyangoz Aplysia gibi basit omurgasız hayvanlardaki çalışmalarla gösterildi. Uzun süreli belleğe yol açan kontrollü öğrenmeye tabi tutulan hayvanlar eğitilmemiş hayvanlardan iki kat daha fazla sinaptik terminale sahiptiler. Uzun süreli alışma gibi bazı öğrenme biçimleri bunun tersi değişmeler oluşturur; sinaptik bağlantılarda gerilemeye ve budanmaya yol açarlar. Bu morfolojik değişiklikler uzun süreli bellek sürecinin bir göstergesi gibi görünmektedir. Yakın süreli bellekte bunlar olmaz.
Memelilerde, özellikle de insanlarda sinir sisteminin her bir bileşeni yüz binlerce sinir hücresi tarafından temsil edilir. Böyle karmaşık sistemlerde spesifik bir öğrenme örneğinin (öğrenmede işin içine giren çeşitli duysal ve motor sistemlerin karşılıklı bağlantıları değiştikçe) çok sayıda sinir hücresinde değişmelere yol açması mümkündür. Gerçekten de çalışmalar böyle geniş çaplı değişmelerin olduğunu göstermektedir. En ayrıntılı kanıtlar da bedensel-duysal (somatosensory) sistemden gelmektedir.
Birincil bedensel duysal beyin kabuğu bölgesi (primary somatic sensory cortex) , postcentral kıvrımda dört alanda beden yüzeyinin dört ayrı haritasını içerir (Broadman 1, 2, 3a, 3b). Bu kortikal haritalar o bölgelerin kullanılmalarına bağlı olarak kişiden kişiye değişirler. Üstelik bu bedensel duyum haritaları erişkin hayvanlarda bile durağan (statik) değil dinamiktirler. Bu işlevsel bağlantıların dağılımı çevresel duysal yolakların kendine özgü kullanımları ya da etkinliklerine bağlı olarak genişleyip daralabilir. Her birimiz bir ölçüde farklı çevrelerde büyütülüp farklı uyaran terkiplerine maruz kaldığımızdan ve motor becerileri farklı şekillerde geliştirdiğimizden, her beyin kendine özgü şekilde modifiye edilmiştir. Beyin mimarisinin bu ayırt edici modifikasyonu kendine özgü genetik yapı ile birlikte bireyselliğin biyolojik temelini oluşturur.
İki çalışma bu görüşe dair kanıtlar sunar. Bir çalışma beden-duysal haritaların normal hayvanlar arasında önemli oranda değiştiğini buldu. Ancak, bu çalışma farklı yaşantıların etkilerini farklı genetik donanımın sonuçlarından ayırmadı. Diğer çalışma beden-duysal korteksin topografik örgütlenmesini belirlerken etkinliğin önemli olup olmadığını görmek için yapıldı. Erişkin maymunlar yiyecek elde ederken elinin diğer iki parmağı yerine üç parmağını kullanmaya özendirildi. Birkaç bin denemeden sonra üç parmağa tahsis edilmiş olan korteks alanı normalde diğer parmaklara tahsis edilmiş olan alan aleyhine büyük ölçüde genişledi. Bu nedenle, tek başına pratik yapmak sadece varolan bağlantı örüntülerinin etkililiğini güçlendirmekle kalmayıp yeni faaliyet örüntülerine uyum sağlamak için kortikal bağlantıları değiştirebilir de.
Bu argümanların açığa çıkardığı gibi, psikoterapi davranışta büyük değişiklikler getirmede başarılı oldukça bunu gen ifadesinde beyinde yeni yapısal değişiklikler üreten değişiklikler oluşturarak yapar. Bunun psikofarmakolojik tedavi için de doğru olması gerektiği ortadadır. Nevrozun veya karakter bozukluklarının psikoterapötik müdahalelerle tedavisi de, başarılı olursa, işlevsel ve yapısal değişiklikler oluşturmalıdır. Beyin görüntüleme teknikleri geliştikçe bu tekniklerin sadece çeşitli nevrotik hastalıkların tanısında değil, psikoterapinin seyrinin takibinde de yararlı olabilecekleri şeklinde ilginç bir olasılıkla karşı karşıyayız. Farmakolojik ve psikoterapötik müdahalelerin ortak kullanımı iki müdahalenin potansiyel olarak etkileşimli ve sinerjistik etkisinden dolayı özellikle başarılı olabilir. Psikofarmakolojik tedavi psikoterapiden kaynaklanan biyolojik değişikliklerin pekişmesine yardımcı olabilir.
Bu uyumun bir örneği bugün obsesif kompülsif bozuklukta (OKB) belirgindir. Birçok araştırmacı OKB belirtilerinin ortaya çıkışında kortiko-striatal-talamik beyin sisteminin rolü olduğunu ileri sürmüştür. OKB sağ kaudat çekirdeğin başında işlevsel aşırı etkinlikle ilişkilendirilir. OKB’nin bir seçici serotonin geri-alım engelleyicisi (SSGE) veya tek başına (maruz bırakma ve tepki önleme teknikleri gibi) davranışsal modifikasyonlarla etkili bir şekilde tedavi edilmesinden sonra sağ kaudat nükleus başında anlamlı bir etkinlik azalması olur.
Bu argümanlar bir terapist hastayla konuştuğunda onunla sadece gözle ve sesle temas kurmuş olmadığını; terapistin beynindeki sinirsel mekanizmanın faaliyetinin hastanın beynindeki sinirsel mekanizma üzerinde dolaylı ve (umulur ki) kalıcı bir etki de yaptığını, ve tersinin de çok muhtemel olduğunu düşündürür. Sözcüklerimiz hastalarımızın zihninde değişiklikler oluşturduğu sürece, bu psikoterapötik değişikliklerin hastaların beyninde de değişiklikler oluşturması mümkündür. Böyle bakıldığında biyolojik ve sosyopsikolojik yaklaşımlar birleşirler.
Burada taslağını sunduğum biyolojik çerçeve sadece kavramsal olarak değil, pratik olarak da önemlidir. Bugün eğittiğimiz psikiyatristler gelecekte etkili bir şekilde işlev göreceklerse, beynin biyolojisini çok daha yakından tanımaları gerekecek. Uzmanlık düzeyinde bilgiye ihtiyaçları olacak, iyi eğitilmiş bir nörologdan belki farklı, ama onunla karşılaştırılabilir bir bilgiye… Aslında önümüzdeki on yıllarda nöroloji ile psikiyatri arasında yeni bir işbirliği düzeyi görmemiz olasıdır. Bu işbirliğinin iki yaklaşımın (psikiyatrinin ve nörolojinin) örtüştüğü (otizm, mental retardasyon ve Alzheimer hastalığı ve Parkinson hastalığına bağlı bilişsel bozukluklara yönelik tedavide olan) hastalar üzerinde büyük bir etkisinin olması mümkündür.
Biyolojinin içine gömülmüş ve nörolojiyle aynı hizaya gelmiş bir entelektüel çerçevenin psikiyatri için erken olduğu savunulabilir. Aslında en basit zihinsel işlevleri biyolojik açıdan yeni yeni anlamaya başlıyoruz; klinik sendromlarla ilgili gerçekçi bir nörobiyolojiden uzağız, psikoterapinin nörobiyolojisinden haydi haydi uzağız. Bu argümanlar geçerlidir. Bu yüzden, psikiyatrinin kararı şu soru çevresinde döner: “Psikiyatri ve biyoloji arasında daha eksiksiz bir yaklaşma için en uygun zaman ne zaman olacaktır?” Sorunun hala gelişmemiş olduğu bir zaman mıdır (zihinsel hastalığın biyolojisi bizi hala derin gizemlerle karşı karşıya bırakmaktadır), yoksa sorunun zamanı geçmiş midir (zihinsel hastalık anlaşılma yolundadır)? Eğer psikiyatri entelektüel mücadeleye ancak sorunlar büyük ölçüde çözüldüğünde tüm gücüyle katılacaksa, o zaman kendisini ana işlevlerinden birinden yoksun bırakacaktır. Bu işlev zihinsel süreçlerin ve bunların bozukluklarının temel mekanizmalarını anlama girişimlerinde liderlik yapmaktır. Akademik psikiyatriye atfedilen işlev bilgiyi ilerletecek kişileri (güncel biyolojik devrimin içgörülerinden sadece yararlanan değil, ona katkıda bulunan kişileri) eğitmek olduğuna göre, psikiyatri biyolojik bilimcilerin eğitimine yönelik taahhüdünü daha ciddiye almalıdır. Elini taşın altına sokup ağırlığını koymalıdır. Zihinsel süreçlerin biyolojisi psikiyatristlerin etkin katılımı olmaksızın, başkaları tarafından çözülmeye devam edecekse, pekala sorabiliriz: “Psikiyatri eğitiminin amacı nedir?”
Psikiyatristler kendilerini modern moleküler biyolojinin içine ne ölçüde sokacaklarını tartışırlarken bilimsel topluluğun diğer bölümünün çoğu bu sorunu kendisi açısından çözmüştür. Çoğu biyolog dikkate değer bir bilimsel devrimin -hayatın süreçlerine (hastalığın ve tıbbi iyileştiricilerin doğasına) dair anlayışımızı dönüştürmekte olan bir devrimin- ortasında olduğumuzu hissetmektedir. Çoğu biyolog bu devrimin zihin anlayışımız üzerinde derin bir etkisi olacağına inanmaktadır. Bu görüş bilimsel eğitimine yeni başlayan öğrencilerce de paylaşılmaktadır. Biyolojideki çok iyi lisans mezunlarının birçoğu ve en iyi MD, PhD öğrencileri sinirsel bilimlere, özellikle de zihinsel süreçlerin biyolojisine tam da bu nedenle yönelmektedir. Geçmiş birkaç yılın gidişi ve yetenekli insanların sürekli akını bir fikir veriyorsa, zihinsel süreçlere dair anlayışımızda büyük bir gelişme bekleyebiliriz.
O halde, ilginç bir paradoksla karşı karşıyayız. Genelde bilimsel topluluk zihinsel süreçlerin biyolojisiyle ilgilenir hale gelirken tıp öğrencilerinin psikiyatri kariyerine ilgisi azalmaktadır. Bu yüzden, eğitimsel bakış açısından psikiyatri bir çukurdadır. İlgi kaybının bir nedeni, sağlık sisteminin ekonomik meselelerinin ötesinde, psikiyatrideki güncel entelektüel sahnedir. Tıp öğrencileri genellikle şimdi öğretildiği şekliyle psikiyatrinin büyük bileşeni olan psikoterapiye birincil olarak dayandığı sürece psikiyatri eğitiminin bir tıp eğitimi gerektirmediğini kavrıyorlar. Freud’un açık bir şekilde vurguladığı gibi, psikoterapi tıpçı olmayan uzmanlarca da etkili olarak yapılabilir. O halde niye tıp fakültesine gitsinler ki?
Biyolojiye artan vurgu psikiyatrinin doğasını değiştirmeye başladıkça artan sayıda yetenekli tıp öğrencisinin psikiyatriye yönelmesi de olası hale gelir. Ayrıca, bu psikiyatriyi teknolojik olarak daha incelikli ve bilimsel olarak daha titiz bir tıbbi disiplin haline getirecektir. Biyolojik yönelim zihinsel hastalıklarla ilgili sorunlara beyin süreçlerine dair eleştirel bir anlayış, terapötiklerle aşinalık, hem nörolojik, hem de psikiyatrik hastalıklar dair bir anlayış, kısacası, zihinsel ve duygusal hayatı hem biyolojiyi, hem de toplumsal belirleyicilerini içeren bir çerçeve içinde kuşatma yeteneği getirerek psikiyatri eğitimini ve uygulamasını yeniden canlandıracaktır. Psikiyatrinin biyolojiyle ve nörolojiyle yeniden ilişki kurması bu yüzden sadece bilimsel olarak önemli değildir, yirmi birinci yüzyılda klinik psikiyatri uzmanlığının temeli olması gereken bilimsel yeterliliği de vurgular.
Psikanalizden gelen içgörüler psikiyatri ile biyolojik bilimler arasındaki yakınlaşmada yitirilirse talihsiz, hatta trajik olurdu. Zamanın bakış açısıyla baktığımızda geçen yüzyılda psikanalizin tam entelektüel gelişmesini engelleyen şeyin ne olduğunu kolayca görebiliriz. İlk olarak, psikanaliz bilimsel bir temele benzer bir şeyden yoksundu. Dahası, bilimsel bir gelenekten de yoksundu – sadece muhayyel içgörülere değil, bu içgörüleri araştırmak, desteklemek ya da çoğu zaman olduğu gibi, yanlışlamak üzere tasarlanan yaratıcı ve eleştirel deneylere dayanan bir sorgulama geleneğinden… Psikanalizden gelen içgörülerin birçoğu tek tek olgulara dair klinik incelemelerden türemiştir. Broca’nın hasta (Leborgne) incelemesinden öğrendiğimiz gibi, tek tek olgulardan gelen içgörüler de kuvvetli olabilirler. Bu hastanın çözümlenmesi tarihsel bir dönüm noktasıdır; nöropsikolojinin kökenini belirler. Bu bir hastanın incelenmesi dilin ifadesinin sol yarı kürede, özel olarak da bu yarı kürenin frontal korteksinde bulunduğu keşfine yol açtı. Fakat Broca’nın olgularının gösterdiği gibi, klinik içgörülerin, özellikle de bireysel olgulara dayananların bağımsız ve nesnel yöntemlerle desteklenmeye ihtiyaçları vardır. Broca buna Leborgne’nin beynini otopside inceleyerek ve ardından aynı lezyonlara ve aynı belirtilere sahip olan başka sekiz hasta daha bularak ulaştı. İnanıyorum ki son 50 yılda psikanalizi karakterize eden ve ardından II. Dünya Savaşı döneminde (psikanalizin Amerikan psikiyatrisinde egemen düşünce biçimi olduğu dönemde) psikiyatristlerin eğitimini etkileyen anti-entelektüalizme ve tecrite yol açan şey, her şeyden çok bilimsel kültürün eksikliğidir.
Fakat babaların (ve annelerin) günahlarını sonraki kuşaklara devretmeye gerek yok. Diğer disiplinler aynı çöküş dönemlerinden kendilerini kurtardılar. Örneğin, Amerikan psikolojisi titiz çalışan deneysel bir disiplin olmasına rağmen 1950’lerde ve 1960’larda bir tecrit ve miyopi döneminden geçti. Hull, Spencer ve Skinner’in liderliği altındaki, bunların benimsedikleri davranışçı gelenek, davranışın sadece refleksif ve gözlemlenebilir yönleri üzerine odaklandı ve bunlarla sanki zihinsel hayatta bulunan her şeyi temsil ediyorlarmış gibi uğraştı.
Zihin hakkında fikirlerin modellenebileceği ve sınanabileceği bilgisayarların ortaya çıkışıyla ve insanın zihinsel süreçlerini incelemenin daha kontrollü yollarının gelişmesiyle psikoloji 1970’lerde dili, algılamayı, belleği, güdülenmeyi ve ince hereketleri uyarıcı, içgörü kazandırıcı ve titiz olduğu kanıtlanmış olan yöntemlerle inceleyen bir bilişsel psikoloji olarak modern formunda yeniden ortaya çıktı. Modern psikoloji evrimine devam etmektedir. Son zamanlarda bilişsel psikolojinin sinirsel bilimlerle kaynaşmasının (bugün bilişsel sinir bilimi (cognitive neuroscience) dediğimiz disiplin) biyolojinin bütününde en heyecan verici alanlardan biri olduğu görülüyor. Sinirsel bilimlerin en bilişseli olmak değilse, psikanalizin özlemi nedir? Psikanalizin geleceği, eğer bir geleceği olacaksa, görüntüleme teknikleri, nöroanatomik yöntemler ve insan genetiği tarafından desteklenen bir deneysel psikoloji bağlamında olacaktır. İnsan bilişinin bilimi içine yerleşmiş olan psikanalizin fikirleri sınanabilir ve bu fikirlerin en büyük etkilerini gösterebilecekleri yer de burasıdır.
Aşağıdakiler benim kendi alanımdan (belleğin bilişsel sinir biliminden) sadece bir örnektir. Modern bilişsel sinir biliminin bellek çalışmalarındaki muhteşem içgörülerinden biri, belleğin zihnin tek parçalı bir işlevi olmadığının, açık ve örtük olmak üzere en az iki formunun bulunduğunun anlaşılmasıdır: şeylerin ne olduklarına dair bir bellek ile bir şeyin nasıl yapılacağına dair bir bellek.
Açık bellek otobiyografik olaylar ve olgusal bilgiler hakkındaki bilinçli enformasyonu kodlar. İnsanlar, yerler, olgular ve nesneler hakkında bir bellektir. İfade edilmesi için hipokampus ve medial temporal lob gerekir. Örtük bellek motor ve algısal stratejilerin hatırlanması/yeniden çağrılması için kullanılan bilinçdışı bellektir. Hem spesifik duysal ve motor sistemlere, hem de serebellum’a ve bazal ganglionlara bağlıdır.
Medial temporal lob (veya onun derinlerinde bulunan hipokampus) lezyonları olan hastalar insanlara, yerlere ve nesnelere dair yeni anılar edinemezler. Fakat motor becerileri tümüyle öğrenebilirler ve algısal görevlerdeki performanslarını geliştirebilirler. Örtük bellek sadece basit görevlerle sınırlı değildir. Hazırlama (priming) denen sofistike bir bellek biçimini de içerir. Hazırlama, daha önce bazı sözcüklerle veya görsel ipuçlarıyla karşılaşmanın, sözcüklerin veya nesnelerin tanınmasını kolaylaştırması sürecidir. Böylece, bir özne daha önce ipucu verilmiş olan itemi herhangi bir ipucunun verilmediği diğer itemlerden daha iyi anımsayabilir. Benzer şekilde, daha önce incelenen sözcüklerin ilk harfleri gösterildiğinde, temporal lob lezyonlu bir özne daha önce tanıştığı sözcüğü doğru bir şekilde seçer; o sözcüğü daha önce gördüğünü hatırlamasa bile!
Açık bellek kusurları olan hastaların öğrenebildikleri ödevlerin ortak özellikleri, bilinçli farkındalık gerektirmemeleridir. Hastanın herhangi bir şeyi düşünerek hatırlaması gerekmez. Böylece, çözmesi için son derece karmaşık bir yapboz verildiğinde, onu normal biri gibi hızlı bir şekilde öğrenebilir, fakat sorulduğunda onu gördüğünü veya daha önce üzerinde çalıştığını hatırlamaz. Ödevdeki performansının birkaç günlük pratikten sonra ilk güne göre neden daha iyi olduğu sorulduğunda, şöyle yanıt verebilir: “Neden söz ediyorsun sen? Bu ödevi daha önce hiç yapmadım”.
Ne müthiş bir keşif! Burada ilk kez bir takım bilinçdışı zihinsel süreçlerin sinirsel temelini görüyoruz. Ancak, bu bilinçdışı Freud’un bilinçdışına hiç bir benzerlik taşımıyor. İçgüdüsel dürtülerle ya da cinsel çatışmalarla ilişkileri yok ve enformasyon hiçbir zaman bilince girmiyor. Bu bulgular kümesi psikanalitik yönelimli sinirsel bilime ilk meydan okumayı oluşturuyor. Eğer varsa, diğer bilinçdışı nerededir? Nörobiyolojik özellikleri nelerdir? Bilinçdışı dürtüler analitik terapinin sonucu olarak nasıl dönüşmekte ve farkındalığa girmektedirler?
Başka meydan okumalar da var, elbette. Fakat en azından biyolojik temelli bir psikanaliz, psikanalizin belli özgül (spesifik) bozukluklarda etkili bir bakış açısı olarak yararını yeniden tanımlayacaktır. En iyi halde de, psikanaliz başlangıçtaki vaadine geri dönecek ve zihin ve beyin anlayışımızı devrimcileştirmeye yardımcı olacaktır.
Makalenin aslı: Adolphs R. How do we know the minds of others? Domain-specifity, simulation, and enactive social cognition. Brain Res 2006; 1079: 25-35
Beyin, dışsal uyaranlardan gelen bir dizi duysal enformasyonu bu uyaranlarla etkileşime girecek şekilde uyarlanmış tepkilere dönüştürür. Bu dönüştürmenin mekanizmaları sistemler sinirbiliminin, davranışsal sinirbilimin ve bilişsel sinirbilimin ele almayı seçtikleri büyük sorudur. İlginç ve karmaşık olan hemen tüm davranışlarda uyaranın temsilinin basit bir şekilde motor temsile haritalanmadığı bellidir. Süreç daha çok yaratıcı ve -doğası bakımından- çıkarımsal (inferential) bir süreçtir.
Bu ayrımın en iyi gözlemlendiği yer, toplumsal açıdan önemli (socially relevant) uyaranlara yönelik davranışlardır. İnsanlar ve diğer hayvanlar toplumsal davranışlarına uyaranın ortaya çıktığı geniş bir uzamsal ve zamansal düzleme dayanarak yön verirler. Toplumsal uyaranların davranışlarla bağlantılandırılma biçimi son derece esnektir ve çoğu zaman epey öngörülemezdir. Ve bilhassa insanlar uyaranların ortaya çıkmasının çok ötesine giden çıkarımlarda da bulunurlar – hareketlerini gözlemledikleri kişilerin zihinleri ve bedenlerinde olup bitenlere dair çıkarımlar…
Toplumsal bilişe olanak veren, başkalarının zihinsel durumlarını çıkarsama yeteneğimizi doğuran düzenekler süzücü (çevrede varolan bilgilerin elenmesi) olarak betimlenebilecek olan işlemlere ve en iyi tanımı yaratıcı (çevrede o haliyle bulunmayan bilgilerin üretilmesi) olan işlemlere bağlıdır. Toplumsal bilgileri, tercihen öne çıkmış (salient) olduğu farz edilen şeyleri işleyecek şekilde süzeriz ve ondan toplumsal dünyaya dair, tek başına duyumların bize sağlayabildiklerinin çok ötesine giden, zengin bir model inşa ederiz. Ancak, toplumsal bilgilerin üretilmesinde asıl işin beyinlerimizde görüldüğü düşüncesi aldatıcı olabilir. Bütün yaptığımız pekala model inşası ve bilgi süzme olarak tanımlanabilir. Fakat bilişin üretken doğası sadece duysal enformasyonu alır almaz yaptığımız çıkarımlarla yönetilmez, ilk planda çevrede yeni bilgiler keşfetme olasılığı tarafından da yönlendirilir. Biz çevremizi araştırırız ve etkin bir şekilde sosyal enformasyon ararız – sosyal sinirbilimde tam olarak takdir edilmemiş ve ileri araştırmalar için verimli bir konudur bu.
Bu konu yeni bir örnekle daha iyi açıklanabilir. Birçok çalışma amigdala’nın korkuyla ilgili enformasyonu işlemek için “özelleşmiş” olduğu fikrini ileri sürmüştür. Amigdala zedelenmeleri diğer duygularla kıyaslandığında korkunun tanınmasında orantısız bir zaafa neden olmuş ve korkulu yüz ifadelerini görmek sağlıklı kişilerde de amigdala’nın fazla etkinleşmesiyle sonuçlanmıştır. Ancak, hikayenin o kadar basit olmadığına işaret eden istisnalar da hızla çoğalmaktadır. Verilerin bir başka yorumu şöyle de olabilir: İlk önce yüzü algıladığımızda, temporal görsel korteksler uyaranın ayrıntılı bir temsilini oluştururlar – yüzün özellikleri ve bunların göreli konfigürasyonlarını… Süzme bileşeni burada devreye girer. Görsel uyaranın bu temsili, amigdala tarafından, somatik durumun – yüzünü gördüğümüz kişinin varsayılan bedensel durumunun- bir temsiliyle eşleştirilir. Amigdala tarafından tetiklenen bu eşleme/birleştirme (association) işlemi, gözlemcinin içinde, görülen kişinin duygusal durumuyla ilgili çıkarsanan özelliklerini benzeştirebilir (taklit (simüle) edebilir). Beden-duysal (somatosensory) korteksler, insula vd. somatik haritalama yapıları da bu duygusal durumu temsil edecek ve duygu hakkında açık bilgiler sağlayacaktır. Böylece, amigdala iki tür temsili birbirine bağlayacaktır: görmekte olduğumuz diğer kişinin görsel bir temsili ve o kişinin varsayılan duygusal durumunu temsil edecek olan somatik bir temsil. Amigdalanın kurduğu bu bağlantı oldukça doğrudan (amigdala’dan insula’ya, içduyumla ilgili beden-duysal beyin kabuğuna (interoceptive somatosensory cortex) doğrudan projeksiyonlar yoluyla) ya da daha dolaylı (önce görenin bedeninde aktüel bir duygusal tepki, sonra da insula gibi yapılarda temsil edilebilme yoluyla) olabilir.
Bir başkasının duygusal durumunu simülasyon yoluyla nasıl çıkarsayabileceğimize dair bu açıklama, anlatılan model-inşası tablosuyla tümüyle uyumludur. Ancak, bunun eksik bir tablo olduğu görülmüştür. Yeni bir çalışma amigdalanın daha erken, daha soyut bir işlemleme bileşeninde devreye girdiğine dair şaşırtıcı bulgular ortaya çıkardı. Amigdala hasarının, tanı koydurucu bir yüz özelliğinden (yüzün göz bölgesinden) gelen bilgileri kullanma yeteneğini zaafa uğrattığı bulunmuştur. Amigdala hasarından sonra, bakan kişi korkuyu ayırt etmek için yüzlerin göz bölgesini etkili bir şekilde kullanamıyordu. Kusur çok daha temel bir yerdeydi: Göz bölgesi daha en başta sabitlenemiyordu. İki taraflı amigdala hasarı olan hastaya, bakışlarını diğer insanların yüzlerindeki gözlere yöneltmesi talimatı verildiğinde ise, bu manipülasyon korkuyu tanıma ödevinde geçici olarak normal performans göstermesine olanak sağladı.
Bu çalışmadan çıkan iki önemli sonucu kaydetmeye değer. İlki, amigdala lezyonu olan kişiler sadece korkuyla ilgili yüz ifadelerine değil, herhangi bir yüze gözlerini fikse etmeyi başaramıyorlardı. Aslında genel olarak yüzleri araştırmakta yetersizdiler; bakışlarını göz bölgesine yöneltemiyorlardı. O halde, yüzlerdeki gözlerden gelen bilginin kullanılmasında ya da ona sabitlenmedeki zafiyet yüzler için geneldi. Bu genel zaafın korkunun tanınmasında görece özgül bir zaafa yol açmasının nedeni, sadece yüzün göz bölgesinin aslında diğer duygulardan çok korkunun haber verilmesinde en tanı koydurucu özellik olmasıydı. (Sabitleme zaafı yüzlerden başka nesnelere genelleşmemiş gibi görünüyordu, çünkü ters dönmüş yüzlerde bu sorun görünmüyordu.)
İkincisi, hasta korkuyu tanımaktaki (gözlerini sabitlemedeki) zaafının farkında değildir, merak da etmez. Bu, öznenin, amigdala hasarının sonucu olarak, normalde işleyen çevreyi araştırma mekanizmasının eksik olduğuna işaret eder.
Öyleyse, amigdala, yüzün bazı bölgelerine bakışımızı ve görsel dikkatimizi yönelterek, öne çıkma potansiyeli olan (potentially salient) toplumsal bilgileri araştırmakta özelleşmiş olabilir. Bu rol yüzlerin ötesine geçer, genel olarak toplumsal çevrenin araştırılmasında daha geniş bir rolü kapsar. Amigdala, o halde, hakkında daha fazla enformasyon toplanması gereken, önemli olma potansiyeli bulunan uyaranların tespitine hizmet eder.
Bu makalede şunu savunacağım: Toplumsal biliş, sinir sisteminin dışında (extra-neural) olan bilgi işlem devrelerini gerektirir. Bunlar beynin içine yerleştiği bedenleri ve toplumsal çevreyi kapsar. John Dewey bilişin bu etkinli (enactive) yönünü vurgulamıştı:
“Çözümlemelere göre duysal bir uyaranla değil, bir duysal-motor (sensori-motor) eşgüdümle, görme gözüyle (opticocular) işe başladığımızı, belli bir anlamda birincil olanın hareket, ikincil olanın duyum olduğunu; yaşananların niteliğini bedenin başın ve göz kaslarının hareketlerinin belirlediğini görüyoruz. Başka bir deyişle, gerçek başlangıç ışığın duyumsanması değildir, görme eylemiyledir, bakmadır. Nasıl ki hareket edimin mekanizmasını ve denetimini donatırsa, duysal quale (nitelik) de değerini verir, fakat gerek duyum, gerekse hareket edimin dışında değil içinde bulunurlar” (Dewey, 1896).
Öyleyse, toplumsal biliş, 1) duysal uyaranların algısal işlemden geçmeleri açısından ve 2) bu uyaranlardan çıkarsamalar yapılmasına izin verecek şekilde inşa edilmiş olan türden içsel modeller açısından bir derecede özelleşme gösteren mekanizmalardan yararlanmaktadır. Yüzlerin alana-özgü bir şekilde işlenmesi ve başkalarıyla empati kurma bu özelliklerin iki örneğidir. Fakat üçüncü bir bileşenin eklenmesi gerekir: toplumsal çevreyi araştırma ve onu karşılıklı etkileşim içinde sondajlamaya yönelik mekanizmalar. Birlikte ele alındığında, toplumsal bilişin bu farklı bileşenleri, başkalarının içsel bedensel ve zihinsel durumlarına dair bilgimizin 1) özgül özelliklerin tespiti, 2) özgül çıkarsamalar yapma ve 3) toplumsal ortama dair özgül sorular sormaktan doğduğunu düşündürmektedir. Belki de toplumsal bilişi genel olarak bilişten ayıran şey, bu bileşenlerin bütünleşme düzeyi, ilki ile üçüncünün genelde girdiğimiz karşılıklı toplumsal etkileşimlerde bağlantı kurma düzeyidir.
En iyi görme modalitesinde çalışılmış olan toplumsal olarak önemli uyaranların algılanması ve, örneğin, “zihin kuramı” görevleriyle incelenen diğer insanların zihinsel durumları hakkında çıkarımlar yapma, hepsi alana-özgü özellikleri paylaşırlar.
Önce algısal bileşeni ele alalım. Bir tür için toplumsal önemi olabilecek duysal uyaran sınıflarını belirlemeye dönük geniş kapsamlı yaklaşım aslında nöroetolojinin ulaşmaya çalıştığı şeydir: hayvanların doğal nitelikteki uyaranlara karşı davranışlarını doğal ortamlarında gözlemlemek. Bu yaklaşım, hayvanların davranışsal tepkileri istisnai olarak ekolojik anlamı olan çok özgül uyaran parametrelerine ayarlı olduğu sürece, bunların belirgin bir özgüllüğünün bulunduğunu kesin bir şekilde göstermiştir ve bazı çalışmalar şimdi bu tür bilgi işlem süreçlerinin sinirsel temellerini (neural substrates) aydınlatmaya başlamıştır.
Üst düzey görsel korteks bölgelerinin yüzlerle ya da biyolojik hareketle, diğer görsel uyaran sınıflarıyla kıyaslandığında, orantısız ölçüde ilgilendiğine dair kanıtlar vardır. Bazı oksipital ve temporal kortekslerde bedenlerin, biyolojik hareketin (motion) ve yüzlerin görülmesine karşı farklı etkinleşmeler olduğu gösterilmiştir. Bu tür veriler toplumsal uyaranların daha algılama düzeyinde özelleşmiş oldukları fikrini destekler. Davranışsal olarak yüzlere hayatın çok erken dönemlerinde tercihli bir şekilde dikkat edilmeye başlandığına dair kanıtlar vardır. Ayrıca, hepimizin insanları yüzlerinden tanıma konusunda uzman olduğunu günlük gözlemlerimizden biliriz.
Özellikle “iğ şeklindeki yüz bölgesi”nin (fusiform face area) diğer görsel nesnelerden daha fazla yüzler arasında ayrım yaptığı görülmektedir. Bu veriler yüzlerin alana-özgü olarak işlendikleri şeklindeki bilinen görüşü desteklemektedir. Ancak, “greeble” (soldaki şekil) denen yapay uyaranlara yanıt, görsel korteksin bu bölgesinin bazı uyaran sınıflarından çok bazı işlemleme stratejilerini yürütme açısından özelleştiğini göstermektedir.
Toplumsal bilişin özel olduğuna dair kanıtların bulunduğu ikinci alan (domain) “zihinselleştirme”dir (diğer zihinleri ve onların durumlarını ve içeriklerini insanlara dair gözlemlerden çıkarsama). Diğer herhangi bir primatın benzer yeteneklere sahip olup olmadığına dair tartışmalar devam etmektedir, fakat bu tür çıkarımların toplumsal-olmayan uyaranlar için geçerli olmadıkları açık gibidir.
Zihinsel durum atıflarını tetikleyen algısal ipucu kümeleri çok az olabilir. Çok kısa dinamik görsel uyaran parçalarından toplumsal çıkarımlarda bulunabiliriz ve doğası gereği belirgin bir şekilde toplumsal olmayan uyaranları bile insan-biçimleştirme (anthropomorphize) eğilimimiz vardır: üçgen, daire, gibi geometrik şekillerin görsel hareketi gibi (aşağıdaki şekil). Bu uyaranları gördüğümüzde, yüzleri gördüğümüzde etkinleşen görsel kortikal bölgelerin aynılarının devreye girmesi ve otizmli kişilerde ya da iki yanlı amigdala hasarı olan nörolojik olgularda uyaranın toplumsal yorumunun ortadan kalkması ya da azalması ilginçtir. Bu durumlarda yüze özgü görme bölgelerinin etkinleşmesinin anlamı nedir? Hareketli geometrik şekiller gibi uyaranlar yüzlerle ortak bir şeyleri mi paylaşmaktadırlar, yoksa uyaranları algılamamızı yüksek düzey süreçler mi etkilemektedir?
Psikoloji düzeyinde, zihnin doğası bakımından duysal olan yönleri (ör, bir kişinin yüzünün bize nasıl göründüğüne dair görsel deneyimimiz) ile doğası bakımından kavramsal olan yönleri (yüzünü gördüğümüz kişi hakkında ne bildiğimiz, ona dair yargılarımız) arasında ayrım vardır.
Kimi toplumsal uyaranların “özel olarak” işlendiğine dair kanıtlar vardır. Dönüştürerek iletme (transduction) ve çok erken duysal işlemleme düzeyinde, feromonların tespiti, gerek omurgalılarda, gerekse memelilerde toplumsal bilgi işlemenin son derece özelleşmiş yönüne dair ideal bir örnektir. Aynı şekilde, primatların temporal lobundaki yüz-seçici nöronlara ve ötücü kuşların ön-beyinlerindeki ötüş-seçici nöronlara dair kanıtlar toplumsal uyaranlar açısından son derece özelleşmiş olan duysal işlemlemenin güçlü örnekleri gibi görünmektedirler.
Kavramlar düzeyinde de kanıtlar vardır. İnsanlar hakkında cansız nesneler hakkında düşündüğümüz şekilde düşünmeyiz, muhtemelen düşünemeyiz de. Onlara dünyaya dair bakış açıları uydururuz, hakkımızda ne düşündüklerini merak ederiz, onlara masaların ve sandalyelerin sahip olmadıkları moral haklar veririz. Sonuncusu toplumsal bilişin kavramsal düzeyde özelleşmesinin özellikle tanımlayıcısıdır. İnsanlar hakkında düşünmenin, toplumsal-olmayan uyaranlar hakkında düşünmekte bulunmayan normatif bir karakteri vardır. Aslında insan olmayan hayvanlar hakkında düşünmek bile, insanlara uygun bulduğumuz moral niteliklerin aynısını onlara da uygulamadığımızı gösterir.
Toplumsal malzeme üzerinde akıl yürütmenin olası sinirsel temeli (neural substrate) prefrontal kortekstir (PFK). Ventromedyal PFK lezyonları (somatik durumları düzenlemekte rol alan diğer yapıların da) duygusal ve toplumsal zekanın (olağan bilişsel zeka ile karşılaştırıldığında) orantısız bir şekilde bozulmasıyla sonuçlanır. Elbette toplumsal davranışta ve zihin kuramında (Gallager and Frith, 2003) prefrontal korteks (PFK) bölgelerini işaret eden ünlü çalışmalar da vardır (Damasio, 1994). Ancak, belki de zihinselleştirme, toplumsal zeka ve ilişkili yetiler daha karmaşık olan ya da toplumsal-olmayan dünya hakkında akıl yürütmemizi değerlendirmek üzere tasarlanmış olan daha esnek akıl yürütme gerektiren ödevlerle ölçülmektedir. Belki toplumsal uyaranlar bazı işlem taleplerinde bulunurlar, ama bu psikolojik ya da nörolojik mekanizmaların belki de toplumsal uyaranları işlemek üzere özelleşmiş olmaları şart değildir. Örneğin, çoğu zaman zihin kuramı ödevlerinde görülen medial PFK ve singulat korteks katkısı, bilişsel çabanın ve bu görevleri uygulamak için gereken kontrolün artmasından kaynaklanabilir. Toplumsal bilişte orbitofrontal korteksin (OFK) rolü karşı-olgusal (counterfactual) düşünmedeki rolünden doğabilir. Fakat bu, medyal PFK gibi bölgeleri içeren sinirsel sistemlerin toplumsal bilişe yönelik uyarlanmalar olmadıkları anlamına gelmez; tam da bilişsel kontrolün artması gibi faktörleri gerektiren, karmaşık toplumsal doğamız olabilir pekala.
Başka bir deyişle, tepki verilen duygu kategorisi uyaranların doğasında içerilmiş olmaktan çok beyin tarafından yaratılmış olabilir.
Başkalarını da kendimiz gibi düşünme ve onlar gibi olmanın neye benzediğini hayal ederek insanlar hakkında bilgi edinme yeteneğimiz (Lipps, 1907) son zamanlarda hem kendi eylemlerimize, hem de türdeşinkilere tepki veren “ayna nöronlar”ın keşfedilmesiyle ve beyindeki somatik haritalama yapılarının hem bir duygu hissettiğimizde, hem de bunu ifade eden birini gözlemlediğimizde etkinleştiklerinin bulunmasıyla epey dikkat çekmiştir.
Bir başka kişinin duygusal durumunun gözlemlenmesi insula gibi yapıları devreye sokar – insula kendi somatik hallerimizi temsil etmekte de işin içinde olan, içduyumla ilgili beden-duysal beyin (interoceptive somatosensory cortex) bölgesidir. İnsula’nın kendi beden halimizle ilgili bilinçli yaşantıyla ilişkili olduğu varsayılmış ve son zamanlarda gösterilmiştir. Demek ki, bir başka kişinin duygusal durumuna dair, onların varsayılan somatik durumunun benzeştirme (simulation) yoluyla edindiğimiz bilgi, benzeştirilen (simulated) duyguya bilinçli ulaşımın sağlanması anlamında, apaçık (explicit) olan bir benzeştirmeye (simulation) dayanmaktadır. Yani, onun aracılığıyla bir başka kişinin duygusunu çıkarsadığımız benzeştirme (simulation) mekanizması empatiktir: diğer kişinin duygusunu(n bazı yönlerini) gerçekten hissetmeyi gerektirir. Bu anlamda, benzeştirmeyle edinilen bilgi, tek başına akıl yürütmeyle edinilen bilgiden tamamen farklıdır: tanıyarak (acquaintance) bilme ile betimlemeyle (description) bilme arasındaki farktır bu.
Ancak, çıktı olarak belli bir bilinçli yaşantı sağlayan bir model inşa etme yoluyla bilgi üretme yeteneği toplumsal bilişe özgü değildir. Her türden hayal gücü, somatik bir imge yaratmak yoluyla olması şart değilse de, aslında aynı şeyi yapar. Her durumda avantajı benzerdir: “Evinizde kaç pencere var?” sorusuna yanıt vermek için evinizin görsel bir imgesini yaratmak basit bir şekilde semantik bellekten geri çağırma yoluyla ulaşılamayacak olan incelikli bilgiler verir. “Bu kişi ne hissediyor?” sorusunu yanıtlamak için o kişinin duygusal halinin somatik bir imgesini yaratmak da onun içsel durumu hakkında aynı şekilde incelikli bilgiler verir.
Zihinselleştirmek için kullandığımız benzeştirmelerin (simulation) doğasına dair bazı sorular ortaya çıkar. Örneğin, hangi incelikte/keskinlikte benzeştiriyoruz (simulate)? Benzeştirmeyi (simulation) gerçek şeyden nasıl ayırt ediyoruz?
Yanıtlar muhtemelen gene görsel hayal gücü hakkında vereceğimiz yanıtlara koşut olacaktır: İncelik/keskinlik muhtemelen yeniden inşa edilecek olan bilginin düzeyine bağlıdır.
Benzeştirme (simulation), gerçek şeyden, hem iki temsilin tam olarak örtüşmüyor olması, hem de ikisini ayırt etmemize olanak veren ek yapıların varlığıyla ayrılır.
Ancak, kurama karşı çıkanlar da vardır. Örneğin, motor yollarla benzeştirmenin inançlar gibi gözlemlenemeyen durumların çıkarsanmasını açıklayabileceği düşüncesine itiraz edilir. Ya da bu yaklaşıma göre öfkeli biri görüldüğünde, kendi korkusuna ek olarak, diğerinin öfkesinini de benzeştirmesi gerekecektir. İki suçlamaya da yanıt şu olabilir: Ayna nöronlar bütün hikaye olmayabilir. Bir başka itiraz da, deneylerde öznelerin yaptıkları hata örüntülerinin ayna nöronlar açıklamasına uymamasıdır. Aynı şekilde burada da ayna nöronların benzeştirmenin tek temeli (substrate), hatta tek zihinselleştirme stratejisi olmasının pek inanılır olmamasıdır. Kuşkusuz diğerlerinin zihinleri konusunda çıkarsamalar yapmak için daha fazla “kuram” yönelimli akıl yürütmeler de kullanıyoruz, benzeştirme de geçerli tek olasılık değildir. Ancak, bu da, geniş açıdan bakılırsa, benzeştirmenin öykünün ana yapısı olmadığını da göstermez.
Ayrıca, diğer insanların ayna sistemine bir girdi olarak doğrudan giren ip uçlarına dayanmayan beden ve zihin durumları hakkında da çıkarımlar yapması gerektiği durumlarla da sık sık karşılaşırız. Örneğin, kişinin doğrudan gözlenmesinden çok, onun neler yapıyor olabileceğini üçüncü şahıs anlatımlarından dinler ya da bir romanda okuruz. Bu durumda ayna nöronların bu tür bilgilere dayanarak başkalarının zihinlerine dair çıkarımlarda bir rolü yoktur, duygusal ya da motorik bileşenler işe karışmadan, kendine-göndermede bulunan (self-referential) düşünme biçimi bu tür olgularda yeterli olabilir. Elbette, daha önce elde edilmiş olan bilgiler temelinde üretilmiş imgelere sahip olan çıkarımsal süreçlerden gelen girdilere dayansa da, ayna nöronların rol oynaması da mümkündür. Şu söylenebilir: farklı benzeştirme açıklamaları ya da benzeştirmeci-olmayan zihinselleştirmeci açıklamalar hemen hiçbir zaman tüm hikaye değildir ve tüm hikaye anlatılırken hemen hiçbir zaman birbirlerini dışlamaları da gerekmez. Çeşitli zamanlarda işin gereklerine bağlı olarak hepsi devreye girebilirler.
Diğer insanları benzeştirmenin kendine özgü gibi görünen iki özelliği vardır: eylemle bağlantı ve beden. Bir başkasının duygusunu ona dair benzeştirmemiz yoluyla hissettiğimizde, kendimizi o duygu temelinde hareket etme zorunluluğunda da hissederiz. Duygular içsel olarak güdüleyici olduklarına göre, diğer insanlara empatik tepkilerimiz de bizi hemen harekete etmeye, örneğin, diğer kişiye yardım etmeye ya da ondan kaçınmaya güdüler. Diğer zihinlere dair bilgimizin diğerleriyle etkileşimlerimizle sıkı bir bağlantısının olması, toplumsal bilişin önemli ve ayırt edici bir özelliğidir.
Bedenin rolü de benzeştirmeyi diğer tahayyül biçimlerinden ayırır. Başkalarına dair algı ile onların içsel durumlarına dair benzeştirmemiz arasında aracılık etmek için aşikar bir somatik tepki zorunlu olmayabilir. Muhtemelen (premotor korteksler ya da amigdala gibi) bedendeki aktüel tepkileri tetikleyebilen yapılar beden durumlarının sinirlerdeki temsillerinde (insula’dakiler gibi) de daha doğrudan değişiklikleri tetikleyebilirler. Gene de gerçekte çoğu zaman diğer insanları benzeştirirken bedeni işin içine sokarız ve diğer kişilerin duygularını ifade ederken gözlemlemek, bakan kişide fizyolojik duygusal durumun bir tür aynalanmasıyla sonuçlanır. Bir başka kişinin duygusunu modellerken benzeştirmenin substratı olarak bedeni kullanma olanağı, sadece ekonomik olmakla kalmaz, ilginç bir yol da önerir: aktüel, analog fiziksel süreçler (bedenin normalde duygusal bir tepkiyi oluşturan çeşitli parametrelerindeki durumsal değişmeler) bilgi işlemde bu şekilde kullanılabilirler. Beden, duygusal bir durumun ayrıntılarına dair bilgiyi yeniden inşa etmek amacıyla eferent sinyallerle sondajlama yapan somatik bir karalama defteri olarak düşünülebilir.
Kendi bedenlerimizi bir başka kişininkileri benzeştirmekte kullanırken, diğer kişi tarafından algılanabilen bir toplumsal sinyal de ifade ederiz. Birçok toplumsal etkileşimdeki algılayıcı ile gözlemci arasındaki bu kapalı devre Darwin’in yüz ifadeleri konusunda zaten dikkati çekmiş olduğu şeyi açıklar: bunların toplumsal iletişimsel doğasını.
Toplumsal bilişin özel olup olmadığı sorusu genlerden davranışlara uzanan betimleme düzeylerinde de geçerlidir. Yukarıda tartışılan bilgi-işlem (processing) evrelerinde olduğu gibi, indirgemeci tercihlerimiz çoğu zaman daha mikroskopik düzeydeki kanıtları da daha makroskopik düzeydeki kanıtlardan daha güçlü görme eğilimindedir. Bazı genlerin etkisizleştirilmesinin (knockout) toplumsal davranışın çeşitli yönlerini orantısız ölçüde etkilemesi bunun en iyi örnekleridir: Sözgelimi, oksitosin geni etkisizleştirilmiş (knockout) fareler türdeşlerinin kokularının anısı için seçici olan bellekte bozulma gösterirler. Bu sonuç bu peptidi (insanlardaki gibi) kemiricilerdeki toplumsal davranışlarla bağlantılandıran diğer kanıtlarla da tutarlıdır. Opioid reseptörü etkisizleştirilmiş (knockout) fareler anne ile yavrular arasında bağlanma davranışında zaaf gösterirler. Ancak, bu mikroskopik betimleme düzeylerine daha makroskopik ya da sistemler düzeyindekinden daha fazla ağırlık verilmemelidir. Toplumsal biliş için ya da belli bir duygu için “bir gen”, “bir nörotransmiter” ya da “bir beyin yapısı” olup olmadığını sormak yanlış bir soru sormaktır, çünkü tek bir betimleme düzeyinin tek uygun betimleme olduğunu varsayar.
Farklı betimleme düzeylerinin nasıl bir ilişkide olduklarının iyi bir örneği, duygudurum bozuklukları üzerine son bulgulardan gelmektedir. Depresyon örneğini alalım. Bugün serotonin geri alım taşıyıcı etkinleştiricisindeki (reuptake transporter promoter) polimorfizmleri depresyon riskiyle (Caspi et al, 2003) ve amigdala gibi özgül beyin yapılarının işlevlerinin değişmesiyle (Hariri et al, 2002) ilişkilendiren kanıtlar vardır. İşlev değişmesinin tek bir yapıdaki etkinlik değişmelerinden daha karmaşık olması dikkate değer: depresyon riskiyle bağıntı gösteren özelliklere (traits) yönelik genetik yatkınlık, amigdala ile singulat korteks arasında farklı işlevsel bağlantılarla ilişkili bulunmuştur. Bir diğer bulgu, antidepresanların etkisinin hipokampusta sinir hücresi oluşumunu (neurogenesis) gerektiriyor gibi görünmesidir, çünkü nörojenezisin bloke edilmesi antidepresan ilaçların davranışsal etkisini de bloke etmektedir; hücresel ve moleküler düzeyler arasında şaşırtıcı bir etkileşim. Bir başka etkileşim de hipokampal nörojenezisin hayvanın toplumsal konumu tarafından (artacak şekilde) modüle edilmesidir. Çok sayıda çalışma bugün beyin işlevindeki farklılıkları açıklamak için hem iradi olarak, hem de kendiliğinden düzenlenen duygusal durum kadar kişilik özelliklerindeki bireysel farklılıkları da hesaba katmaktadır. Örneğin, duygusal yüz ifadelerine karşı amigdala’daki etkinlik öznenin sürekli (trait) ve durumluk (state) anksiyetesine göre modüle edilmekte ve duygusal deneyimin talimatla modüle edilmesi duygusal uyaranlara amigdala yanıtını etkilemektedir.
Prefrontal korteks (PFK) çoklu düzeylerde özelleşmenin kanıtlarının iyi bir örneğidir. Frontal korteksin hacmi primatlarda beynin diğer bölgelerine göre genişlemiş görünmektedir, her ne kadar insanlar bu bakımdan diğer maymunlara göre farklı değilse de. Aslında frontal korteksin daha ön bölgelerinin maymunlarda diğer primatlara göre (ve belki insanlarda diğer maymunlara göre) farklı olabileceği de ileri sürülmüştür. Bunun gri madde hacmindeki değişikliklere mi, bağlantılarda artışa mı bağlı olduğu henüz açık değildir. (Muhtemelen ikisi de önemlidir.) Ayrıca, primatların ve insanların prefrontal korteksindeki piramidal hücreler morfolojik olarak farklıdırlar. Bu belki de toplumsal davranışlara da katkıda bulunan yüksek bilişsel işlevlerde oynadıkları farklı rolü yansıtıyordur. Daha çarpıcı bir örnek, anterior singulat ve frontoinsular korteksteki von Economo hücreleridir. Bunlar insanlara ve büyük maymunlara özgü olan büyük, diken biçiminde hücrelerdir ve toplumsal duygularda işlev gördükleri varsayılmaktadır.
Toplumsal bilişe yönelik gelecek çalışmalarda önemli meydan okumalar olduğunu düşündüğüm üç konuyu değerlendirerek bitirmek isterim. İlki, yöntemsel konudur, yani, ekolojik geçerlilik konusu… Toplumsal biliş üzerine tüm sinirbilim verileri ancak son derece türevsel bir şekilde “toplumsal” olan uyaranlardan gelir. Tipik örnekler yüz ifadelerinin statik fotoğraflarıdır. Deneylere katılanlar iyi bilir ki, bunlar gerçek kişiler değildir. Özellikle algısal işlemlemenin birçok yönü bu tür uyaranlar ile gerçek şeyler arasında ortaklıklar taşıyabilirse de, gerçek bir kişinin sağlayacağı etkileşimli ve anlamlı doğadan mahrumdurlar.
Bu evrensel olarak kabul edilmiş bir olgu olduğundan ve giderek düzeltilmekte olduğundan, üstünde durmaya gerek yok. İki katılımcının “oyunlarda” para kazanmak ya da kaybetmek üzere stratejik seçimler yapmasını gerektiren etkileşimli deneyler bunun iyi bir örneğidir. Son zamanlarda bu protokoller fMRI ortamına tercüme edilmişlerdir ve sadece gerçek bir toplumsal etkileşimin sinirsel eşlikçisinin (neural correlate) incelenmesine izin vermezler, ayrıca gelecekteki çalışmalarda iki oyuncunun beyinlerindeki sinirsel etkinliğin eşleşik bir sistem olarak çözümlenmesi fırsatı da vereceklerdir.
İkinci meydan okuma, toplumsal bilişin bilinçli ile bilinçsiz işlemleme arasındaki ayrımı nasıl ilişkilendirdiğini açıklamaktır. Bu soru toplumsal bilişin “özel” olup olmadığı sorusuyla yakından ilişkilidir. Otomatik, örtük işlem düzeyinde özel olduğuna dair kanıtlar çoğu kişi tarafından bilinçli, iradi işlemleme düzeyinde özel olduğuna dair kanıtlardan daha ağırlıklı sayılır. Yüzlere karşı (beyin hasarı, subliminal sunum, örtük çağrışım testleriyle ortaya çıkarılmış olan kişi kategorilerine dönük örtük taraflılık ve kişilere yönelik olarak habersiz oldukları ipuçlarına dayanan tercihlerden dolayı bilinçli bir şekilde algılanamayan) nöral yanıtların hepsi bir izlenim bırakma eğilimindedir ve sosyal psikolojinin büyük bir kısmı bellek şemalarının toplumsal yargılamamız ve davranışlarımız üzerindeki (bilinçli farkındalığımızın dışında yatan) etkileri üzerinde odaklanmıştır.
Ancak, bir başka kişiye dair inşa ettiğimiz nihai modelin, genelde ve büyük ölçüde bilince ulaşabilen bir model olduğu görülmektedir. Çoğu zaman bir başka kişi hakkında neden belli bir şekilde hissettiğimizi ya da düşündüğümüzü bilemeyebiliriz, fakat bu hislere ya da düşüncelere kesin bir şekilde ulaşılabilir gibi görünmektedir. Benzeştirmenin aşikar doğası diğer zihinlere dair bilgimizin başka bir özelliğini de açıklayabilir: kuşku götürmezlik. Bir başka kişinin ne hissediyor ya da düşünüyor olduğunun ayrıntıları konusunda kendimizi kuşkuda hissedebiliriz, fakat nihayetinde hissediyor ya da düşünüyor olduklarından kuşku duymak zordur. Nasıl ki genel olarak kendi zihinlerimizden kuşkulanamazsak, diğerlerinin zihinlerinin varlığından da kuşkulanmayız: Her şeyden önce, onların zihinlerini gerçekten içimizde hissederiz. Bu değerlendirmeler bütün ısrarlarına rağmen görsel varsanılara inanmamanın nasıl bu kadar mümkün olabildiğini de açıklayabilir, ancak, Capgras sendromlu hastalar diğer kişiler ve onların zihinlerine dair sanrılı inançlarını korurlar, çünkü bir benzeştirmenin simülasyonun sağlayabileceği duygulara sahip olma imkanları yoktur.
Son mesele, nelerin toplumsal bilişe özel olabileceği sorusudur.Tüm tartışmalar bireyin içindeki, beynin içindeki mekanizmalara ya da beyni ve bedeni kapsayan mekanizmalara odaklanmıştır. Sinirsel ve bedensel süreçler toplumsal dünyanın bir modelinin oluşturulmasında kesinlikle rol oynasalar da, bunun diğer insanları anlamanın nihai yolu olduğunu düşünmek yanlış olur. Bir başkasının içinde neler olup bittiği -kendilerini nasıl hissettikleri, ne düşündükleri- konusunda bilgi edinirken her gün neler yaptığınızı düşünün. Yüzlerine, bakış istikametlerine bakabilirsiniz, bu görsel ipuçlarına dayanarak çıkarımlarda bulunabilir ve içsel benzeştirmeler yapabilirsiniz. Fakat ona doğru gidip sorular da sorabilir, size bakışlarıyla nasıl yanıt vereceklerini görmek için bir bakış atar ya da size geri gülümseyip gülümsemediklerini görmek için siz onlara gülümsersiniz. Yani, ilgili bilgileri toplamak için toplumsal ortamı etkin bir şekilde araştırırız. Toplumsal biliş sadece tepkisel değildir, araçsaldır da.
Üstelik beyinlerimiz dünyaya dair tüm bilgileri belirtik bir biçimde depolamaz, içinde çevreye dair kapsamlı apaçık (explicit) modeller ya da temsiller tutmaz. Bu bilgileri araştırmak için tarifeler bulundurur; çoğu zaman da çevrede nerelere bakacağına alışkanlıkla karar verir. Değişim körlüğü gibi fenomenlere dair artık klasikleşen çalışmalar tam da bunu gösteriyor gibidir: gözden geçirebileceğimiz zengin görsel bir iç model oluşturmayız, daha çok dış dünyanın görsel olarak gözden geçirilmesine güveniriz. Ulaştığımız şeylerin tümüyle algılayıcının zihninde olması şart değildir. Duruma göre içerdeki benzetime ya da dışarıdaki toplumsal ortamın araştırılmasına dayanırız. Algılayıcı açısından, durumun gereklerine uygun olarak hız ve güvenilirlik gibi etkenlere vurgumuzu değiştirebilecek şekilde uyum sağlamamız için, içsel ve dışsal süreçler arasındaki paylaşımın esnek olması gerekir. Benzer fikirler belleğe yönelik sosyal psikoloji yaklaşımlarında da bulunur. Örneğin, transaktif bellek üzerine çalışmalar genellikle bellek yapılarının toplumsal gruplarda özellikle birbiriyle sıkı toplumsal bağları olan bireylere yönelik çalıştıklarını kabul eder. Gerçekten de, insan kültürü büyük toplumsal grupların kolektif bilişsel yeteneklerine dayandığı sürece, bireysel beyinleri toplumsal bilgi deposu değil, destekleyici bir toplumsal ortamda onu üreten kaynak olarak görmek daha uygundur.
O halde belki de toplumsal bilişi daha geniş olarak, sadece içlerimizde ortaya çıkan olaylara dayanmayan, toplumsal dünyada yer bulma (navigating) süreçlerinin bir toplamı olarak düşünmeliyiz. Toplumsal biliş çevremizdeki insanlarla girdiğimiz toplumsal etkileşimler ağını da içeriyor olabilir. Onların nasıl hissettiklerini ve ne düşündüklerini anlamak için onları araştırırız, onlara sorular sorarız. Bunu yapmakla sadece diğer bireyler hakkında belli özellikler bulmayız, ortak bir kolektif bilgi ve uzmanlık alanı da yaratabiliriz. Diğer kişilerden elde ettiğimiz geri bildirimlere dayanarak kendi zihinlerimize dair bir şeyler de bulmamız da belki aynı derecede önemlidir. Bir anlamda toplumsal zihin kolektiftir ve toplumsal sinirbilimin konusu olan toplumsal bilgilerin “temsilleri” ya da “modelleri” sadece diğerlerinin ve kendimizin zihnini bilme mekanizmasının bir parçasıdır.
Makalenin aslı: Adolphs R. Cognitive Neuroscience of Human Social Behavior. Nature Reviews – Neuroscience ; 4: 165-178
Sosyal davranışın bilişsel sinirbilimini incelemek üzere yeni bir alan ortaya çıktı. Sosyal davranışa yönelik iki farklı yaklaşımın zor evliliğinden çıkan yeni bir alan: bir yanda sosyobiyoloji ve evrimsel psikoloji, öte yanda sosyal psikoloji… Biri sosyal davranışın incelenmesini etolojik olarak ele alırken, öteki insan davranışlarının biricikliğini vurgular.
Bu iki yaklaşımın çatışması gerekmez. Sinirbilim sosyal davranışlara yönelik biyolojik ve psikolojik yaklaşımlar arasında bir uzlaşma önerir. Sinirsel düzenleme (regulation) hem doğuştan gelen otomatik ve bilişsel açıdan nüfuz edilemez (impenetrable) mekanizmaları, hem de kendi kendine düzenleme (self-regulation) dahil, edinilmiş, bağlamsal ve iradi yönleri yansıtır. İlk kategoriyi diğer hayvanlarla paylaşırız, onlardan kısmen ikinci kategorideki özelliklerin daha fazla incelmesiyle (elaboration) ayırt edilebiliriz.
Sosyal biliş nedir? Eğer sosyal-olan her yerdeyse, bilişin tüm yönlerini sosyal-olanın içine alma sorunuyla karşılaşırız. Eğer sosyal biliş özel bir şeyse, bunun neden ve nasıl olduğunu açıklamamız gerekir. Pratikte sosyal beyin bilimi aslında bilişin kısıtlı bir alanı olarak şekillenmiştir. Çalışmaların büyük bir kısmı güdülenme ve duyguyla ilgili etkenleri vurgular. Bilişin (örneğin, dil gibi) diğer yönleri sosyal davranışın düzenlenmesine önemli oranda katkıda bulunsa da, duygunun ayrıcalıklı bir konumda durduğuna dair bir sezgi mevcuttur. Bu sezginin dayanakları diğer türlere ve insan yavrularına dair gözlemlerimizdedir. Bu türlerin sosyal davranışları duyguya sıkıca bağlıymış gibi görünmektedir. Fakat bu sezginin işlevsel bir açıklaması da vardır. Duygular karmaşık dinamik bir ortamda homeostazisi eşgüdümleyen durumlar olarak düşünülebilirler. Çevrenin bir yönü de sosyal-olan olduğuna göre, duygular sosyal davranışın düzenlenmesine de katılacaklardır. Aslında bir duygu sınıfı (sosyal ya da MORAL DUYGULAR) özgül olarak bu yeteneğin hizmetindedirler ve muhtemelen özgeci yardımlaşma ve cezalandırma davranışlarına rehberlik ederler.

Duyguların işlenmesinde önemli oldukları gösterilmiş olan çoğu yapının, sosyal davranış için de önemli oldukları ortaya çıkmıştır:
Bu üç grup bölgeyi üç farklı süreç kümesiyle ilişkilendirmek olasıdır:
Bu üç süreç kümesi, etkileşimleri karmaşık olmakla birlikte, birbiri üzerinde inşa edilirler.
Sosyal görsel sinyaller, yüz konusundaki bilgiler (yüz ifadesi, bakışın yönü) kadar, beden konumu ve hareketlerini de içerir.
Prototipik yüz ifadeleri temel duygular denen korku ve mutluluğu güvenilir bir şekilde gösterse de (signal), etrafa bakan insanlar şaşırtıcı şekilde (yüz ifadelerindeki zayıf değişiklikler ya da birkaç saniyelik sosyal karşılaşmalar gibi) yoksul uyaranlardan da sosyal enformasyona dair güvenilir yargılarda bulunma yeteneğindedirler. Biz sadece sosyal sinyallerin kendilerine değil, bunların ortaya çıktıkları bağlamın ayrıntılarına da son derece duyarlıyız.
Primer-olmayan duysal korteks bölgeleri toplumsal açıdan anlamlı bazı uyaran niteliklerini işlemeye görece özelleşmiş olabilirler. En iyi kanıtlar yüzlerin incelenmesinden gelir. .. Sonuçlar yüzlerin yapısal, statik özelliklerinin işlenmesinde fuziform kıvrımın rolüne işaret eder. Bunlar kişisel kimliğin güvenilir göstergeleridir. Tersine, temporal lobun daha ön ve dorsalindeki bölgeler (superior [üst] temporal oyuk (STS) ve superior [üst] temporal girus (kıvrım) (STG)) -yüz ifadeleri, yüz ve göz hareketleri gibi- yüzün değişen konfigürasyonları hakkında bilginin işlenmesinde rol alırlar. Özneler biyolojik hareketi anlatan bakış kaymaları ve ağız hareketleri gibi uyaranlara bakarken STS ve STG boyunca etkinlik olduğu görülmüştür.
Cinsiyet ve duygu gibi yüz özelliklerinin bazı kaba sınıflamaları 100 ms gibi kısa sürelerde ortaya çıkar. Fuziform kıvrımın yakınındaki yüze-özgü işlemeyle ilgili olan doruk etkinlik ise 170-200 ms civarında görülür.
Spesifik hareket işaretleri (cues) canlılık (ANIMACY), niyetsellik (INTENTIONALITY) ve faillik (AGENCY) niteliklerini üretebilir. Öyle ki, yüzün dinamik yönlerinin işlenmesinde superior [üst] temporal korteksin (STK) rolüne uygun olarak bu bölge tüm vücut olarak ya da onların ışık şeklinde gösterimlerindeki biyolojik hareketleri ya da daha soyut geometrik şekillerin hareketlerini görmekle de etkinleşir. Bu etkinleşmeler muhtemelen ona dayanarak sosyal atıflar yaptığımız biyolojik hareketler hakkında bilginin işlenmesinde STK’in rolünü yansıtır.
Son zamanlarda tanımlanan yavaş iletici C-afferent lifleri yolu, insula’ya hoş, hafif dokunuşlar konusunda bilgi taşırlar, şefkat gibi toplumsal duysal sinyallerin işlemlenmesinin altında bulunuyor olabilir.
Konuşmanın tınısı (prosody) çeşitli duyguları haber veriyor olabilir, yüz ifadelerinin tanınması için kullanılanlarla aynı yapıların bir bölümünü kullanırlar.
Müzik, diğer hayvanlarda bulunmayan bir toplumsal işleve hizmet ediyor olabilir.
Fuziform kıvrım, superior temporal kıvrım ve oksipitotemporal korteksin daha az özelleşmiş bölgeleri yüzün farklı yönleriyle ilgili uzamsal olarak dağılmış bir algısal temsil inşa eden, birbiriyle bağlantılı bir bölgeler sistemi olarak düşünülebilir.
Bütün bu bölgelerdeki etkinlik dikkatle ve görsel toplumsal sinyalin görüldüğü bağlamla modüle ediliyor olabilir.
Bazı beyin bölgeleri uyaranların doğasında bulunan özelliklerin bir işlevi olarak değil, onlara dair vardığımız psikolojik yargıların bir işlevi olarak da etkinleşirler. Amigdala böyle algı-sonrası işlemlemeye anatomik olarak katılacak şekilde konumlanmış bir yapıdır, çünkü anterior [ön] temporal korteksten son derece işlenmiş görsel bilgiler alır ve bu tür algısal bilgilerin diğer beyin bölgelerinde işlenmesi için kodları depolar. Böylece, işlenmekte olan uyaranların toplumsal önemine dayanarak bellek, dikkat, karar verme ve diğer bilişsel işlevleri etkileyebilir.
Amigdala, korku ve ilişkili duyguların işlenmesinde rol alır (son araştırmalara göre muhtemelen daha kapsamlı bir işlevi var). İşlem birkaç evrede olur: uyaranların hızlı bir şekilde değerlendirilmesi ve daha ileri işlem için etiketlenmesi; görsel kortekslerde dikkat süreçlerinin ger-bildirimli modülasyonu; kendini-düzenleme ve iradi rehberliğe tabi olan işleme biçimleri.
Bu bulgular nöral yapılara rijid bir şekilde bilişsel süreçler tayin etme konusunda dikkatli olmamız için bizi uyarır, çünkü verili bir yapının, etkinleşmenin örneklendiği zamana ve işin ve baglamin ayrıntılarına bağlı olarak, birçok sürece katılması mümkündür.
Özetle, amigdala’nın duygusal uyaranların önemine dair hem ilk, hızlı değerlendirmelere, hem de verili bir bağlam ve hedef içindeki daha sonraki değerlendirmelere katıldığı düşünülebilir.
Amigdala temel duyguların tanınmasının ötesinde, daha karmaşık toplumsal yargılarda da rol alır. Örneğin, diğer ırktan insanların yüzlerine farklı alışma davranışları (habituation) gösterir. Amigdala’daki bu etkinleşmenin seyredenin haberdar olmayabileceği ırk stereotipleriyle bağıntılı olduğu bulunmuştur.
Normal özneler güvenilmez görünen kişilerin yüzlerine baktıklarında STS, amigdala, OFK ve insular kortekste etkinleşme bulunur. Belki de algı, yargılama ve duygusal yanıtın kimi yönlerini kapsayan bir süreçler dizisini özetler şekilde… İlginçtir, güvenilmez görünen yüzlerle amigdala’nın etkinleşmesi cinsiyet, bakış, ırk ya da yüzün duygusal ifadesinden bağımsızdır. Buradan da amigdala’nın öznelerin yüzünün algısal özelliklerinden çok, ona dair yaptıkları çıkarımları ve yargıları yansıttığı varsayılabilir.
Amygdala’sı iki yanlı hasarlı hastaların başka kişilere yüzlerine bakarak ne kadar güvenileceğini yargılamalarında bozulma bulunmuştur: bu yüzleri diğer öznelere göre daha fazla güvenilir bulurlar.
Amidala etkinliği, bakanın kişiliğindeki farklarla değiştiği ölçüde, algıdan uzak, yargılamaya yakın süreçler kullanıyoruz demektir.
(Ortalama/simetri, dayanıklılık, çocuksuluk, yüzlerin çekiciliğini artırmaktadır.)
Kadınların evrelerine göre tercihleri değişir. Erkekleri kategorize etmenin diğer biçimleri gibi, muhtemelen eril cins tercihi ve gebelik olasılığı arasında bağ kurarlar.
Yüz çekiciliğinin güdülenimsel yönleri ventral striatum (VS) ve OFK’i etkinleştirir. Bu iki bölgenin amigdala ile karşılıklı bağlantıları vardır.
Üç yapı (OFK, amigdala, ventral striatum) nöral sistemin uyaranların duysal temsillerini -bunların güdülenimsel değerlerine dayanarak- yaptığımız sosyal çıkarsamalarla bağlantılandıran bileşenleri olarak düşünülebilir.
Zihin Kuramı
Diğer insanlara zihinsel durumlar atfetmemizi mümkün kılan yetenek. İnsanlar amaca yönelik zihinsel durumları seyrederken medyal [içerdeki] frontal lob ve inferior [aşağıdaki] parietal lobül’de etkinlik gözlenir.
Sosyal duyguların izlenmesi ve düzenlenmesinde medyal [içerideki] orbital ve anterior [ön] singulat bölgelerin rolü bunların dikkat, farkındalık ve duygu arasındaki etkileşimler sırasında etkinleşmeleriyle tutarlıdır.
Prefrontal korteksin çeşitli kesimleri, bilişsel kaynakların otomatik duygusal değerlendirmeler ve iradi, efor isteyen bir doğrultu temelinde paylaşılmasının ayarlanmasında önemli gibi görünmektedir.

Bu yüzden bu mekanizmalar amaçlar ile davranışlar arasındaki uygunluğun ayarlanması yönünde daha genel bir işlevin bazı yönlerini yansıtıyor olabilirler. O halde sosyal davranışların yararlandığı bu tür alana-genel bilgi işlemenin özgül örnekleri bulunabilir: Amigdala’nın tetiklediği duygusal tepkilerin frontal korteks tarafından bağlama göre ketlenmesi ya da değişen sosyal bağlam karşısında yanıtın ketlenmesi ya da tersine çevrilmesi gibi.
Bu bulgulara uygun olarak medyal [içerideki] ve orbitofrontal korteksler kişiler arası ilişkilerin, toplumsal işbirliğinin, moral davranışın ve sosyal saldırganlığın düzenlenmesiyle bağlantılandırılmıştır.
Bu durumda prefrontal korteksin rolü, sosyal gelişim ve patolojileri bağlamında özellikle vurgulanmıştır.
Diğer insanlar ile kendine dair enformasyonun bütünleştirilmesi ve ikisi arasındaki sosyal ilişki medyal prefrontal işlemlemenin göstergeleri olabilir.
Taklit (Simülasyon)
Başka insanların davranışlarını bir ölçüde taklitle anladığımız düşüncesini destekleyen literatür hızla çoğalmaktadır. Bir başkasının hareketlerini gözlem yoluyla taklit etmek premotor korteksi etkinleştirir. Bu etkinleşme eylemi yaptığı gözlemlenen beden kısmı bakımından somatotopiktir, gözlemleyen özne tarafından aşikar herhangi bir eylem olmasa bile. Aslında, hem insanlarda, hem de maymunlarda “ayna nöronlar” keşfedildi. Bu nöronlar hem özne özgül bir şey yapıyorken, hem de bir başka kişiyi aynı şeyi yaparken gözlemlediğinde tepki gösterirler.
Somatosensori korteksle sınırlı bir hasar yüz ifadelerindeki karmaşık durumları tanıma yeteneğini zaafa uğratır. Ve kişinin kendisine ait somatik duyumunun zayıflaması ile diğer insanların duygularını yargılama yeteneğinin azalması arasında bir bağlantı vardır.
O halde, başkalarının kendilerini nasıl hissettiği, niyetlerinin ne olduğu ve nasıl hareket etme eğiliminde olduklarını anlayabileceğimize dair sağlam kanıtlar vardır ortada. Bu süreç tümüyle otomatik ve örtülü olabilir, fakat öyle görünüyor ki, farklı insanların bu yeteneği kullanma becerilerinde de önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıkların empati, duygusal farkındalık ya da bunlarla ilgili işlev bozukluklarıyla (örneğin, sosyopati ve aleksitimiyle) bağıntılı olmaları beklenir.
OFK hasarı diğer insanların aldatmakta olduğunu anlama yeteneğini zaafa uğratır ve toplumsal alışveriş üzerine akıl yürütürken performansın kötüleşmesine neden olur. Ventromedyal prefrontal kortekslerdeki hasarın gerçek hayatta avantajlı kararlar verme yeteneğini zaafa uğrattığı uzun süredir bilinmektedir. Somatik işaretleyicilere dayanan bir yetenektir bu. Somatik işaretleyiciler riskli bir seçim yapma beklentisinde, hatta uygulanmasından da önce, ortaya çıkar, hatta seçimin riskleri üzerine açıkça bilgiler yokken de görülebilirler.
Karar verme sırasında, özellikle de riskli bir karardan sonra olumsuz olması muhtemel bir şey beklenirken, amigdala da etkinleşebilir.
Erişkinlerde OFK hasarı karar verme açısından somatik işaretleyicileri zaafa uğratırken, karar verme hakkında soyut bilgileri etkilemez. Bu tür hastalar soyut seçim bakımından ne yapacaklarını genellikle anlatabilirler, fakat kendileri gerçekten seçim yapmakla yüz yüze geldiklerinde kötüleşirler.
Buna karşın çocukluğun erken dönemlerinde gerçekleşmiş OFK hasarı, sadece güncel karar verme sürecini değil, avantajlı seçimler konusunda, özellikle de doğru ve yanlış konusundaki soyut bilgileri (yani, moral bilgiyi) de zayıflatır.
Moral ikilemlerin STS, singulat ve medyal prefrontal korteksler gibi duygu işlemlemede rol alan yapıları işe karıştırdığı bulunmuştur.
Bütün veriler medyal ve orbitofrontal korteksin (belki duygusal durumları tetikleyerek, belki taklit rutinlerine girerek ya da belki daha bilişsel stratejilerle) bir başkasının bakış açısının stratejik bir şekilde benimsenmesine rehberlik etmede rol aldıkları yönündedir.
Birincisi, paralel işleme yolları vardır. Örneğin, amigdala ve subkortikal yapıları içeren yolaklar hızlı duygusal yanıtları tetiklerken, daha yavaş duygusal yanıtlar kendini düzenleyici bileşenler içeren prefrontal ve parietal kortikal işlemlere dayanıyor olabilir.
İkincisi, farklı bilgi işlem düzeyleri arasında yaygın geri bildirimler vardır, öyle ki belli herhangi bir hiyerarşiye düzey atamak zorlaşır.
Üçüncüsü, uyaranlar zaten önemli oranda taraflılık getiren beynin zemindeki temel operasyon biçimi bağlamında işlenirler. Örneğin, insanları anlatan sözcüklerden onlara dair semantik yargılar çıkarmak, diğer nesnelere dair yargılarla kıyaslandığında, daha önce sözü edilen bölgelerin birçoğunu etkinleştiriler: medyal [içerideki] prefrontal, superior [üst] temporal ve fuziform kıvrım gibi. Ancak, bu etkinleşmeler dinlenim halinde bu bölgelerdeki yüksek zemin etkinliğinden de doğarlar. Bu şunu gösterir: Beynin zemin etkinliği zaten dünyayı sosyal olarak yorumlama ve kategorize etmeye ayarlanmış olan bir operasyon biçimini yansıtıyor olabilir.
(Her şeye rağmen insanların beyinleri hakkındaki bilgilerden onların davranışlarına dair sonuçlar çıkarma girişimlerinde dikkatli olunmalıdır.)
Otizm, Williams sendromu, psikopati ve sosyal fobi gibi psikiyatrik rahatsızlıklarda sosyal bilişin önemi gösterilmiştir. Otizmde amigdala’nın rolü üzerinde durulmaktadır. Psikopatlarda ise beyinde gri-beyaz cevher oranının azalması, artmış orbitofrontal korteks ve amigdala etkinliği ve otonomik duygusal yanıtlarda azalma gösterilmiştir. Sosyal fobide nötral ve öfkeli yüzlere amigdala yanıtı yüksektir. Sosyal fobinin psikopatinin tersi bulgulara sahip olduğu söylenmektedir: Yani, orbitofrontal korteks ve amigdala’da etkinlik azalmıştır.
Sosyal davranışların nöral temeline dair anlayışımızdaki ilerlemeler hızlı olmuştur. Yakın gelecekte sanal gerçeklik uyaranları kullanan daha fazla çalışma ve karşılıklı sosyal etkileşimlere giren çok sayıda öznenin aynı anda taranması gibi yeni teknikler göreceğiz. Her iki yaklaşım da bizi gerçek hayata daha fazla yakınlaştıracak; sosyal davranışların araştırılmasında hayati olan bir konudur bu. Özgül bilişsel yetilere genetik katkıların incelenmesine ek olarak, özgül beyin yapılarını geri dönüşümlü bir şekilde zedelemenin yeni yollarını sunabilecek olan genetik teknikler de ufuktadır.
Gelecekteki teknolojiler bize nöral olayların uyaranlarla ve davranışlarla nasıl birlikte değiştiklerini daha açık bir şekilde gösterince bile, bu verilerin nasıl yorumlanacağı büyük bir kuramsal meydan okuma olmaya devam edecektir. Bir görüş sosyal biliş için özelleşmiş süreçlerin bulunduğudur, diğeri ise sosyal bilişin o kadar da özelleşmiş olmayan daha temel bileşenlerden çıktığıdır. Bu, sosyal bilişin duygusal ya da güdülenimsel işlemlere indirgenip indirgenemeyeceği sorusunu doğurur. Örneğin, bir yüzü çekici ya da güvenilir bulduğumuzda, davranışlarımızın yiyeceklerle pekiştiği zamankiyle aynı mekanizmaları mı kullanıyoruz? Ya da sosyal uyaranların işlenme tarzı sosyal-olmayan uyaranların ödül ve cezasından temelde farklılaşıyor mu? OFK moral yargılarda işin içindeyken, amigdala’nın temel duyguları içeren duygusal işlemlemede daha kapsamlı bir rolü yerine getiriyor olabileceğine dair işaretler vardır.
Bir yandan, tüm davranışlar bir tür yaklaşma ya da kaçınma olarak ikiye ayrılabilir ve bazı kuramsal şemalar tüm duyguları ödül ve cezanın iki boyutlu uzayı üzerinde haritalamaya çalışmışlardır. Öte yandan, tüm farklı temel ve sosyal duygular ve sosyal davranışlardaki örüntüleri betimlemekte kullandığımız tüm farklı sözcükler bu tür davranışları son derece ince bir düzeyde farklılaştırmaktadır. O zaman soru şudur: Sosyal davranışları ve onları düzenleyen merkezi durumları hangi incelik düzeyinde betimlemeliyiz? Her farklı duygu ve kişilik etkeni için ayrı bir nöral substrat bulmamız imkansız olsa da, sadece ödül ve cezadan daha fazla farklılaşmış sistemler de olması gerekirmiş gibi görünmektedir.
Bazı sosyal bilişsel beceriler (özellikle de diğer insanların zihinlerini temsil etme yeteneği) insanları ve belki maymunları da diğer tüm hayvanlardan ayırıyor olabilir. Diğer insanları bir ölçüde kendimizdeki süreçleri taklit ederek anlıyorsak da, tersi de doğrudur: kendimizi de bir ölçüde diğer insanları ve onların bize tepkilerini gözlemleyerek anlarız. Diğer insanlar hakkında düşünme yeteneğimiz olayları birçok açıdan yeniden betimleme yeteneğimizin bir boyutu olabilir -bilimin, sanatın ve genel olarak kültürün ortaya çıkmasını ateşleyen bir yetenektir bu. Nasıl ki diğer insanlar hakkında düşünebiliyorsak, kendimizin dışına çıkıp kendimiz hakkında da düşünebiliyoruz, kendimizle konuşabiliyoruz, gelecekte başımıza gelecek şeyler hakkında hayal edebiliyoruz.
Şu anda elimizde bulunan veriler getirdikleri yanıtlar kadar sorular da doğuruyor. Biriktirdiğimiz çeşitli bulgular tek bir işlevsel çerçeve içine nasıl yerleştirilebilir? Özgül olarak, nedensel ağlar beyin ile davranış arasında keşfetmekte olduğumuz birçok bağıntıyı nasıl açıklayabilir? Doğuştan gelen ve edinilmiş faktörlerin, kültürün ve bireysel farklılıkların sosyal bilişe göreli katkıları nelerdir? Bu faktörler psikopatolojiye ne ölçüde katkıda bulunmaktadırlar? Politik bilimler ve ekonomide incelendiği gibi, geniş ölçekli sosyal davranışlar tek tek öznelerde sosyal bilişi incelemekle anlaşılabilir mi? Son olarak, bilişsel sinirbilimden gelen içgörüler sosyal davranışlarımızı ve tabii ki toplumu etkilemek üzere bize hangi güçleri verecektir? Ve böyle bir uğraş moral olarak ne ölçüde savunulabilir? Bu sorulara nasıl yaklaşacağımız önümüzdeki on yıllarda sosyal beyin bilimini büyük ölçüde şekillendirecektir.
“Dünya sona erer böyle
Bir patlamayla değil iniltiyle.”
(T. S. Eliot)
Termodinamik, teorik fiziğin, ısı hareketinin yasalarıyla ve ısının diğer enerji türlerine dönüşümüyle ilgilenen bir dalıdır. Sözcük Yunanca /therme/ (“ısı”) ve /dynamis/ (“kuvvet”) sözcüklerinden türetilmiştir. Aslen deneylerden türetilen, ancak artık aksiyom olarak değerlendirilmekte olan iki temel ilkeye dayanır. Birinci ilke, ısı ve işin eşdeğerliği yasası biçimine bürünen, enerjinin korunumu yasasıdır. İkinci ilke, diğer cisimlerde herhangi bir değişiklik olmaksızın ısının kendiliğinden soğuk bir cisimden sıcak bir cisme geçemeyeceğini ifade eder.
Termodinamik bilimi sanayi devriminin bir ürünüydü. 19. yüzyılın başlarında, enerjinin farklı şekillere dönüştürülebileceği, ama asla yaratılamayacağı ya da yok edilemeyeceği keşfedilmişti. Bu, fiziğin temel yasalarından biri olan termodinamiğin birinci yasasıdır. Daha sonra, 1850’de, Robert Clausius termodinamiğin ikinci yasasını keşfetti. Bu yasa, “entropi”nin (yani bir cismin enerjisinin sıcaklığına oranı) her tür enerji dönüşümünde, meselâ buhar makinesinde, her zaman arttığını belirtir.
Entropi genellikle, düzensizliğe (dağılmaya) dönük içsel bir eğilim olarak anlaşıldı. Her aile, bir evin bilinçli bir müdahale olmaksızın, bir düzen durumundan düzensizlik durumuna geçme eğiliminde olduğundan gayet haberdardır, hele etrafta çocuklar dolaşıyorsa. Demir paslanır, ağaç çürür, cansız et bozulur, banyodaki su soğur. Diğer bir deyişle, bozulmaya dönük genel bir eğilim varmış gibi görünür. İkinci yasaya göre atomlar, kendi hallerine bırakıldıklarında mümkün olduğunca karışacaklar ve rasgele dağılacaklardır. Paslanma olur, çünkü demir atomları etraflarındaki havada bulunan oksijen atomlarıyla demir oksit oluşturmak üzere birbirine karışma eğilimindedirler. Banyo suyunun yüzeyindeki daha hızlı hareket eden moleküller havadaki daha yavaş hareket eden moleküllerle çarpışır ve enerjilerini onlara iletirler.
Bu sınırlı bir yasadır, az sayıda parçacık içeren sistemlere (mikro sistemler) ya da sonsuz sayıda parçacık içeren sistemlere (evren) uygulanamaz. Ne var ki, bu yasasının uygulanışını özel bir alanın oldukça ötesine genişletmeye dönük, her türlü yanlış felsefi sonuçlara yol açan arkası kesilmeyen girişimlerde bulunulmuştur. Geçen yüzyılın ortalarında, termodinamiğin ikinci yasasının kâşifleri R. Clasius ve W. Thomson, bu yasayı bir bütün olarak evrene uygulamayı denediler ve tamamen yanlış bir teoriye ulaştılar; evrenin sonunun “ısıl ölüm” teorisi.
Bu yasa 1877’de Ludwig Boltzmann tarafından yeniden tanımlandı. Boltzmann, termodinamiğin ikinci yasasını maddenin atom teorisinden türetmeye çalışmıştı, ki bu atom teorisi ancak onun ölümünden sonra belli bir temel kazanmıştı. Boltzmann versiyonunda, entropi maddenin verili bir durumunun olasılık fonksiyonu olarak görülür: durumun olasılığı arttıkça, entropisi de artar. Bu versiyonda, tüm sistemler bir denge durumuna (yani, net bir enerji akışının olmadığı bir duruma) ulaşma eğilimindedirler. Böylelikle, eğer sıcak bir cisim soğuk bir cismin yanına konulursa, enerji (ısı) sıcak olandan soğuk olana doğru akacaktır, ta ki dengeye ulaşıncaya, yani, aynı sıcaklığa sahip oluncaya değin.
Boltzmann fizikte mikroskobik (küçük-ölçekli) düzeyden makroskobik (büyük-ölçekli) düzeye geçişin sorunlarıyla ilk ilgilenen insandı. Termodinamiğin yeni teorilerini klasik yörünge fiziğiyle uzlaştırmaya çalıştı. Maxwell örneğini izleyerek, sorunları olasılık teorisiyle çözmeye uğraştı. Bu ise mekanik determinizmin eski Newtoncu yöntemleriyle radikal bir kopuşu ifade ediyordu. Boltzmann, entropideki tersinmez artışın, artan moleküler düzensizliğin bir ifadesi olarak görülebileceğini kavramıştı. Onun düzen ilkesi, bir sistemin ulaşabileceği daha olası durumun, sistem içerisinde aynı anda gerçekleşen olaylar çeşitliliğinin birbirini istatistiksel olarak bertaraf ettiği durum olduğuna işaret eder. Moleküller rastgele hareket edebilirken, ortalama olarak, belli bir anda, bir yönde hareket edenlerin sayısı diğerleriyle aynı olacaktır.
Enerji ve entropi arasında bir çelişki vardır. Bu ikisi arasındaki kararsız denge, sıcaklık tarafından belirlenir. Düşük sıcaklıklarda enerji baskın çıkar ve düzenli (düşük entropi) ve düşük enerjili durumların ortaya çıkışına şahit oluruz, tıpkı moleküllerin diğer moleküllere göre belli bir konuma hapsoldukları kristallerde olduğu gibi. Ne var ki, yüksek sıcaklıklarda entropi üstün gelir ve kendini moleküler düzensizlikte dışa vurur. Kristalin yapısı çöker ve önce bir sıvıya, ardından da gaz haline geçişe şahit oluruz.
İkinci yasa, yalıtılmış bir sistemin entropisinin sürekli artacağını ve iki sistem bir araya getirildiğinde bileşik sistemin entropisinin tek tek sistemlerin entropileri toplamından daha büyük olacağını ifade eder.
Ne var ki, termodinamiğin ikinci yasası fiziğin diğer yasaları gibi, meselâ Newton’un kütleçekim yasası gibi değildir, çünkü her zaman uygulanabilir bir yasa değildir. Başlangıçta klasik mekaniğin özel bir alanından türetilen ikinci yasa, Boltzmann’ın elektromanyetizma ya da kütleçekim gibi kuvvetleri hesaba katmaması ve yalnızca atomik çarpışmaları kabul etmesi gerçeğince sınırlanır. Bu da fiziksel süreçlerin öylesine sınırlı bir tablosunu sunar ki, bu yasa, kaynatıcılar gibi sınırlı sistemlere uygulanabilir olsa da, genel olarak uygulanabilir bir yasa şeklinde ele alınamaz. İkinci yasa her koşulda doğru değildir. Meselâ Brown hareketi onunla çelişir. Bu yasa, klasik biçimiyle, genel bir evren yasası olarak açıkçası doğru değildir.
İkinci yasanın, bir bütün olarak evrenin kaçınılmaz bir entropi durumuna meyletmesi gerektiği anlamına geldiği iddia edildi. Evren kapalı bir sisteme benzetilerek, tüm evrenin kaçınılmaz olarak bir denge durumuyla, yani, her yerde aynı sıcaklığa sahip bir durumla sonlanması gerektiği söylendi. Yıldızlar yakıtlarını tüketecekler. Tüm yaşam yok olacak. Evren niteliksiz bir hiçlik enginliğinde yavaşça tükenecek. “Isıl ölümün” acısıyla kıvranacak. Bu iç karartıcı evren tablosu, evrenin geçmiş evrimi hakkında bildiğimiz ya da bugün gördüğümüz her şeyle doğrudan çelişir. Maddenin belli bir mutlak denge durumuna meylettiği fikri, bizzat doğanın kendisine aykırıdır. Cansız, soyut bir evren görüşüdür. Bugün evren herhangi bir denge durumunda olmaktan çok uzaktır ve böyle bir durumun ne geçmişte varolduğuna ne de gelecekte varolacağına dair en küçük bir belirti bile yoktur. Dahası, eğer entropinin artma eğilimi sürekli ve lineer bir eğilimse, evrenin neden uzun zaman önce farklılaşmamış parçacıkların ılık bir çorbası olarak sona ermediği de pek açık değildir.
Bilimsel teorileri açıkça kanıtlanmış bir uygulama alanı buldukları sınırların ötesine genişletmeye dönük girişimlerde bulunulduğunda neler olabileceğinin bir başka örneğidir bu. Termodinamiğinin ilkelerinin sınırları, geçtiğimiz yüzyılda, meşhur İngiliz fizikçisi Lord Kelvin ile jeologlar arasında, dünyanın yaşına dair bir polemikte çoktan ortaya konulmuştu. Lord Kelvin’in termodinamik temelindeki öngörüleri, jeolojik ve biyolojik evrimden öğrendiğimiz her şeye aykırıydı. Teori, dünyanın 20 milyon yıl önce bir eriyik durumunda olması gerektiğini varsayıyordu. Toplanan muazzam sayıdaki delil jeologların haklı olduğunu, Lord Kelvin’in yanıldığını kanıtlamıştı.
1928’de İngiliz bilimci ve idealisti Sir James Jean, Einstein’ın görelilik teorisinden alınmış çeşitli unsurları da ekleyerek evrenin “ısıl ölümü” hakkındaki eski argümanları canlandırdı. Madde ve enerji özdeş olduklarından, diye iddia ediyordu, evren en sonunda tüm maddenin enerjiye dönüşmesiyle sonlanmak zorundadır: “Termodinamiğin ikinci yasası, evrendeki maddeleri, yalnızca ölüm ve yok oluşla sonuçlanan aynı yolda ve aynı yönde hareket etmeye zorlar” diyerek karamsar kehanetlerde bulunuyordu [1].
Benzer karamsar senaryolar yakın zamanlarda da ileri sürülmüştür. Son zamanlarda basılan bir kitapta:
Çok uzak geleceğin evreni, hepsi birbirinden yavaş yavaş uzaklaşan fotonlar, nötrinolar ve gittikçe azalan sayıdaki elektronlar ve pozitronlardan oluşan akıl almayacak derecede seyreltilmiş bir çorba olacak. Bildiğimiz kadarıyla, hiçbir temel fiziksel süreç gerçekleşmeyecek. Ömrünü tamamlamış, ama hâlâ ebedi yaşamla –belki ebedi ölüm daha iyi bir tanımlama olurdu– karşı karşıya olan evrenin soğuk ve kasvetli kısırlığını kesintiye uğratacak hiçbir önemli olay meydana gelmeyecek. Bu kasvetli, soğuk, karanlık, özelliksiz, neredeyse hiçlik görüntüsü, modern kozmolojinin, on dokuzuncu yüzyıl fiziğinin “ısıl ölümüne” en çok yaklaştığı noktadır [2].
Tüm bunlardan ne sonuç çıkarmalıyız? Eğer tüm yaşam, yalnızca dünyadaki değil, baştan aşağı evrendeki tüm yaşam, böyle bir sona mahkûmsa, o zaman herhangi bir şeye canımızın sıkılması niye? İkinci yasanın gerçek uygulama alanının ötesine bu şekilde taşırılması, her türlü yanlış ve nihilist felsefi sonuçlara yol açmıştır. Böylelikle İngiliz filozof Bertrand Russell, “Neden Hıristiyan Değilim” adlı kitabında şunları yazabilmişti:
Çağlar boyu harcanan tüm çabalar, tüm adanmışlıklar, tüm esinlenmeler, insan dehasının tüm parıltısı, güneş sisteminin engin ölümünde tükenmeye yazgılıdır, ve … insanlığın başarılarının tüm anıtları kaçınılmaz olarak yıkılıp giden bir evrenin enkazı altında kalmak zorundadır; bütün bunlar, tartışmasız olmasa bile o denli kesindir ki, bunları yadsıyan bir felsefenin ayakta kalma umudu yoktur. Ruhun barınağı bundan böyle, yalnızca bu gerçekler çerçevesinde, yalnızca bu amansız umutsuzluğun sarsılmaz temeli üzerinde güvenle inşa edilebilir [3].
Son yıllarda, ikinci yasanın bu karamsar yorumuna yeni ve şaşırtıcı bir teoriyle meydan okundu. Nobel ödüllü Belçikalı Ilya Prigogine ve çalışma arkadaşları, termodinamiğin klasik teorilerine tümüyle farklı bir yorumun öncülüğünü yaptılar. Boltzmann’ın teorileriyle Darwin’inkiler arasında bazı paralellikler vardır. Her ikisinde de çok sayıda /rastgele dalgalanmalar/ /tersinmez bir değişim/ noktasına varırlar; birinde biyolojik evrim biçiminde, diğerinde ise enerjinin dağılması ve düzensizliğe dönük bir evrim biçiminde. Termodinamikte zaman, kolayca dönüşüme uğramayan bir duruma indirgenmeyi ve ölümü çağrıştırır. Burada şu soru ortaya çıkar: bu durum, örgütlenmeye ve hatta gittikçe artan bir karmaşıklıkta örgütlenmeye dönük içsel bir eğilim taşıyan yaşam olgusuyla nasıl örtüşmektedir?
Yasa, eğer kendi hallerine bırakılırsa, şeylerin artan entropiye dönük bir eğilim taşıdığını söyler. 1960’larda, Ilya Prigogine ve diğerleri, gerçek dünyada atomların ve moleküllerin neredeyse hiçbir zaman “kendi hallerine bırakılmamış” olduklarını fark ettiler. Her şey diğer her şeyi etkiler. Atomlar ve moleküller neredeyse her zaman dışarıdan madde ve enerji akışının etkisine açıktırlar, ki eğer yeterince güçlüyse, bu akış, termodinamiğin ikinci yasasının varsaydığı görünüşte karşı konulmaz düzensizlik sürecini kısmen tersine çevirebilir. Aslında, doğa yalnızca dağılma ve bozunmanın değil, tam zıt süreçlerin de sayısız örneğini sunar; kendi kendini örgütleme ve büyüme. Odun çürür, ama ağaçlar büyür. Prigogine’e göre doğanın her köşesinde kendini örgütleyen yapılar vardır. Benzer şekilde M. Waldrop da şu sonuca çıkar:
Lazer kendi kendini örgütleyen bir sistemdir, ışık tanecikleri, fotonlar, kendiliğinden, tek bir güçlü demet içerisinde gruplanabilirler, bu demet içerisinde her foton uygun adım hareket eder. Rüzgârları sürükleyen ve okyanuslardan yağmur suyunu çeken kasırga, güneşten gelen kesintisiz bir enerji akışıyla güçlendirilmiş kendi kendini örgütleyen bir sistemdir. Matematiksel olarak analiz edilmek için çok karmaşık da olsa, canlı bir hücre, besin biçiminde enerji alan ve enerjiyi ısı ve atık madde olarak dışarı atan kendi kendini örgütleyen bir sistemdir.[4]
Tabiatın her yerinde çeşitli desenler görürüz. Bazıları düzenli bazıları düzensizdir. Bozunma vardır, ama büyüme ve gelişme de vardır. Yaşam vardır, ama ölüm de vardır. Ve aslında bu çelişik eğilimler birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Birbirinden ayrılamazlar. İkinci yasa, tüm tabiatın düzensizlik ve bozunmaya giden tek yönlü bir yolda ilerlediğini iddia eder. Ama bu, doğada gözlemlediğimiz genel desenlerle bağdaşmaz. “Entropi” kavramının kendisi, termodinamiğin katı sınırlarının dışında, sorunlu bir kavramdır.
Termodinamik çalışmalarına dalmış ciddi fizikçiler, “amaçsız bir enerji akışı nasıl oluyor da dünyaya hayat ve bilinç yayıyor” şeklindeki bir sorunun ne denli rahatsız edici olduğunun farkına varmışlardır. Meseleyi daha da karmaşık hale getiren şey entropi kavramının kaypaklığıdır, termodinamiğin amaçlarına uygun olarak ısı ve sıcaklık terimleriyle oldukça iyi tanımlanmış bulunan entropi, bir “düzensizlik” ölçüsü olarak saptanmasında şeytanca güçlükler çıkarmaktadır. Fizikçiler, sudaki düzenin derecesini ölçmekte büyük güçlüklerle karşılaşıyorlar, çünkü su buz haline dönüşürken kristal yapılar oluşturmakta ve bu arada enerji açığa çıkarmaktadır. Dahası termodinamik entropi; aminoasitlerin, mikroorganizmaların, eşeysiz üreyen bitki ve hayvanların ve beyin gibi karmaşık enformasyon sistemlerinin oluşumundaki biçim ve biçimsizliğin değişen derecelerinin bir ölçüsü olarak sefil bir iflâsa sürüklenir. Elbette bu evrimleşen düzen adacıkları ikinci yasaya boyun eğmelidir. Önemli yasalar, yaratıcı yasalar başka yerde yatar [5].
Nükleer füzyon süreci, evrenin bozunmasının değil, inşasının örneğidir. H. T. Poggio tarafından 1931’de buna işaret edilmişti. Poggio, termodinamik kasvet peygamberlerini, dünyadaki belirli ve sınırlı durumlara uygulanan bir yasayı hiçbir gerekçe göstermeksizin tüm evrene genişletme çabalarına karşı uyarmıştı. “Evrenin her zaman geri kalıp duran bir saate benzediğinden o kadar emin olmayalım. Bu saatin yeniden kurulması söz konusu olabilir” [6].
İkinci yasa –biri olumlu diğeri olumsuz– iki temel unsur barındırır. İlki, belli süreçlerin imkânsız olduğunu söyler (meselâ ısı her zaman sıcak olan yüzeyden soğuk olana doğru akar, asla tersine değil) ve ikincisi (ki bu doğrudan birincisinden çıkar), entropinin tüm yalıtık sistemlerin kaçınılmaz bir özelliği olduğunu belirtir. Yalıtık bir sistemde tüm denge-dışı durumlar aynı türden bir denge durumuna doğru bir evrim üretirler. Geleneksel termodinamik, entropide yalnızca düzensizliğe dönük bir hareketi gördü. Ne var ki bu, yalnızca basit, “yalıtık sistemlere” (örneğin, bir buhar makinesine) atıfta bulunur. Prigogine’in, Boltzmann’ın teorilerine getirdiği yeni yorum çok daha geniş çaplı ve kökünden farklı bir yorumdur.
Kimyasal reaksiyonlar moleküller arası çarpışmaların bir sonucu olarak gerçekleşir. Normalde, çarpışma bir durum değişikliğine yol açmaz, moleküller sadece enerji değiştirirler. Bununla birlikte, bazen bu çarpışma içerdiği moleküllerde bir değişikliğe yol açar (“reaktif çarpışma”). Bu reaksiyonlar katalizörler aracılığıyla hızlandırılabilir. Canlı organizmalarda, bu katalizörler enzim adını alan özel proteinlerdir. Bu sürecin dünya üzerinde yaşamın ortaya çıkışında belirleyici bir rol oynadığına inanmak için her türlü nedene sahibiz. Kaotik olarak görülen, moleküllerin salt rasgele hareketleri, belli bir noktada kritik bir aşamaya ulaşır, burada nicelik bir anda niteliğe dönüşür. Ve bu, yalnızca organik değil inorganik de dahil olmak üzere maddenin tüm biçimlerinin özsel bir özelliğidir. Biyolojik örgütlenme düzeyi yükseldikçe yönelimli zaman algılaması dikkate değer şekilde artar ve muhtemelen insan bilinciyle doruk noktasına varır [7].
Her canlı organizma düzen ve aktiviteyi birleştirir. Tersine, denge durumundaki bir kristal, yapılanmıştır ama hareketsizdir. Doğada denge normal değildir, –Prigogine’den aktarırsak– “nadir ve kararsız bir durumdur”. “Denge-dışılık” kuraldır. Kristaller gibi basit yalıtık sistemlerde, denge uzun süreli olarak, hatta sonsuza değin korunabilir. Ama yaşayan şeyler gibi karmaşık süreçlerle ilgilendiğimizde durum değişir. Canlı bir hücre denge durumunda tutulamaz, aksi takdirde ölür. Yaşamın ortaya çıkışına hükmeden süreçler basit ve lineer değil, diyalektiktir, niceliğin niteliğe dönüştüğü ani sıçramaları içerir.
“Klasik” kimyasal reaksiyonlar oldukça rasgele süreçler olarak görülür. İçerdiği moleküller uzayda düzgün olarak dağılmıştır ve yayılışları “normal bir biçimde”, yani, bir Gauss eğrisi tipindedir. Bu tip reaksiyonlar Boltzmann’ın görüşüne denk düşerler, burada reaksiyonun tüm yan zincirleri kaybolup gider ve reaksiyon kararlı bir reaksiyonda, hareketsiz bir dengede son bulur. Ne var ki, son onyıllarda bu tip ideal ve basitleştirilmiş reaksiyonlardan farklı kimyasal reaksiyonlar keşfedildi. Bunlar yaygın ismiyle “kimyasal saatler” olarak bilinirler. En meşhur örnekleri, Belousov-Zabotinski reaksiyonu ve Ilya Prigogine tarafından tasarlanan Brüksel modelidir.
Lineer termodinamik, mümkün olan en düşük aktivite düzeyine eğilimli, kararlı, öngörülebilir bir sistem davranışı tanımlar. Ne var ki, bir sisteme etkiyen termodinamik kuvvetler, lineer bölgenin aşıldığı bir noktaya ulaştığında, artık kararlılıktan bahsedilemez. Türbülans ortaya çıkar. Türbülans, uzun zaman boyunca düzensizlik veya kaosun eş anlamlısı olarak ele alındı. Fakat artık, makroskobik (büyük ölçekli) düzeyde sırf kaotik düzensizlik olarak görünenin, aslında mikroskobik (küçük ölçekli) düzeyde son derece örgütlü olduğu keşfedilmiş bulunmaktadır.
Bugün, kimyasal kararsızlıkların incelenmesi yaygınlaştı. Ilya Prigogine’in kılavuzluğunda Brüksel’de izlenen özel araştırma programı özellikle dikkate değerdir. Kimyasal kararsızlığın başladığı kritik bir noktanın ötesinde nelerin gerçekleştiğinin incelenmesi, diyalektik açısından son derece büyük bir öneme sahiptir. “Kimyasal saat” olgusu bilhassa önemlidir. Brüksel modeli (Amerikalı bilimciler tarafından “Brusselatör” lakabıyla anılır) gaz moleküllerinin davranışlarını tanımlar. Kaotik, tümüyle rasgele hareket durumundaki iki tip molekül olduğunu varsayalım, “kırmızı” ve “mavi”. Belli bir anda, ara sıra kırmızı ya da mavi parıldamalarla birlikte bir “mor” renk veren düzensiz bir molekül dağılımının söz konusu olması beklenir. Ancak, kimyasal bir saatte, kritik noktanın ötesinde gerçekleşen şey bu değildir. Sistem önce tümüyle mavi, sonra tümüyle kırmızıdır ve bu değişimler düzenli aralıklarla gerçekleşir. Prigogine ve Stengers şöyle diyor:
Milyarlarca molekülün aktivitesinden kaynaklanan böylesi yüksek derece bir düzen inanılmaz görünür ve aslında, eğer kimyasal saatler gerçekten de gözlenmemiş olsaydı, kimse böyle bir sürecin olabileceğine inanmazdı. Tüm rengi bir anda değiştirebilmek için, moleküller bir şekilde “aralarında iletişiyor” olmalıdır. Sistem bir bütün olarak davranmalıdır. İleride tekrar tekrar, kimyadan nörofizyolojiye kadar birçok alanda açık bir öneme sahip bu kilit sözcüğe döneceğiz. Disipatif yapılar* belki de en basit fiziksel iletişim mekanizmalarından birini gösteriyorlar [8].
“Kimyasal saat” olgusu, doğada belli bir noktada, düzenin “kaostan nasıl kendiliğinden çıktığını” gösterir. Bu önemli bir gözlemdir, özellikle de yaşamın inorganik maddeden ortaya çıkış tarzına ilişkin olarak.
“Dalgalanmalı düzen” modelleri, küçük nedenlerin büyük sonuçlarının olabileceği kararsız bir dünya öngörür, fakat bu dünya keyfi değildir. Tam tersine, küçük bir olayın güçlenmesine yol açan nedenler, akılcı sorgulama için meşru bir konudur.
Klasik teoride, kimyasal reaksiyonlar istatistiksel olarak düzenlenmiş bir tarzda gerçekleşir. Normalde, düz bir dağılım gösteren ortalama bir molekül konsantrasyonu vardır. Gerçekte ise, “kendi kendini örgütleyebilen” lokal konsantrasyonlar ortaya çıkar. Bu sonuç geleneksel teori açısından tümüyle beklenmeyen bir durumdur. Prigogine’in “kendi kendini örgütleme” olarak adlandırdığı bu odaklanma noktaları, kendilerini tüm sistemi etkileyebilecek bir noktaya dek pekiştirebilirler. Eskiden marjinal olgular olarak düşünülen şeyin artık mutlak ölçüde belirleyici olduğu anlaşılmıştır. Geleneksel görüş, tersinmez süreçleri, makinelerdeki sürtünme ve ısı kayıplarının neden olduğu bir baş belâsı olarak değerlendirmekteydi. Ancak durum değişmiştir. Tersinmez süreçler olmaksızın yaşam mümkün olamazdı. Cehaletin bir sonucu olarak tersinmezliğe “öznel” bir olgu gözüyle bakan eski görüşe bugün güçlü bir şekilde meydan okunmaktadır. Prigogine’e göre tersinmezlik, gerek mikroskobik gerekse makroskobik, her düzeyde mevcuttur. Ona göre, ikinci yasa, yeni bir madde anlayışına yol açar. Denge-dışı bir durumda, “düzen” ortaya çıkar.
“Denge-dışılık, kaostan düzen çıkarır.”
[1] aktaran: E. J. Lerner. The Big Bang Never Happened. s.134.
[2] P. Davies. The Last Three Minutes. s.98-9. [Son Üç Dakika. Varlık Y., 1999, s.104]
[3] aktaran: P. Davies. The Last Three Minutes. s.13. [Son Üç Dakika, s.24-25]
[4] M. Waldrop. Complexity. s.33-4.
[5] J. Gleick. Chaos. s.308. [Kaos., s.365]
[6] E. J. Lerner. The Big Bang Never Happened. s.139.
[7] Prigogine ve Stengers. Order Out of Kaos. s.298. [Kaostan Düzene. s.348]
[8] Prigogine ve Stengers. Order Out of Kaos. s.148, 206 ve 287. [Kaostan Düzene. s.187, 250 ve 336]
* Disipatif sistemler: Çevreleriyle kütle ve enerji alış verişi yaparken yapı değişimine uğrayarak uzun vadeli global-dengeli yapılar oluşturabilen fiziksel-kimyasal tepki sistemleri. Bu sistemler, kesintisiz bir şekilde enerji dönüştürürler, bu süreç kendi kendini örgütlemeyi içinde barındırır.
Denizyıldızı 2005; 2: 2-5
Çocuklar maskelere düşkündür. Birinin, elbette kendilerinin de, alışılmış hallerinden farklı görünmesi ilginç gelir onlara. İlginç, ama eğlendirici değil. Örneğin, tanıdıkları birinin yüzünü buruşturması, farklı biriymiş gibi davranması ya da kendilerine farklı isimlerle seslenilmesi ürkütür onları. Yüzünü değiştirmiş olan kişinin o bildikleri kişi olduğuna, kendilerine farklı bir isimle seslenen şu kişinin aslında tam da o bildikleri kişi olup aslında tam da kendilerini kast ettiklerine iyice emin olduktan sonra eğlenmeye başlayabilirler. Çevrelerindeki kişilerin gördükleri gibi olmayabileceklerini, insanların farklı ortamlarda değişik roller üstlenebildiklerini keşfetmeleri, kendilerinin de o bildikleri eski kişiden farklı biri olabileceğini anlamaya başladıkları zamanlara rastlar belki de. Herkesin bir tür maskeyle, hatta çeşitli maskelerle dolaştığını görürler. Kendileri gibi… Rahatsız edicidir evet, ama rahatlatır da: Olduğu gibi görünmeyen yalnızca onlar değildir.
Toplum içindeyken takılan bu maskelere Jung, persona der (Persona, Latince, maske). Demek ki, kişilik (personality) dediğimiz şeyin maskelerden ibaret olması o kadar şaşırtıcı olmasa gerek. Yine de kişiden söz ederken maskeleri işin içine katmak tedirgin edicidir. Öyle ya, birileriyle karşılaştığımızda, yani yüz yüze geldiğimizde onu tanımak isteriz; dost mudur, düşman mı? Maske bunu engeller; ardındakini gizler. Öyleyse insanlar neden maskeler taşırlar?
Çünkü maske, toplum içine çıkarken giymek zorunda olduğumuz giysidir. Hepimiz birbirimize giysilerimizle görünebiliriz ancak. Yoksa hep çırılçıplak olmamız, yani her durumda aynı tarzda davranmamız, hep aynı yüzle ortaya çıkmamız gerekirdi: Eğlenirken de, üzülürken de. Arkadaşımızın düğününde de, yakınımızın cenazesinde de. Oysa, hepimizin bildiği gibi, tüm bu farklı ortamlar için farklı maskelerimiz vardır. Çünkü maskeler, yani persona, çevrenin talepleriyle bireyin iç yapısının ihtiyaçları arasındaki uzlaşmadan başka bir şey değildir. O halde bu talepleri karşılayabilmek için persona kaçınılmazdır.
Kaçınılmazdır, ama yeterli değildir, çünkü sadece personadan ibaret bir insanın içi boş demektir. İçerideki dünyasıyla, ben’iyle bağlantısı kopmuştur. Sağlıklı bir kişi, içerideki ben’le bağlantısını sürdüren, dışarıya karşı uygun tavırlar geliştirirken ben’ini unutmayan ve personasını da ben’iyle ilişki içinde kullanabilen kişidir. Fakat bunu yapabilmek için de içerinin farkında olmak gerekir; arzularının, doğal yeteneklerinin, olanaklarının ve hedeflerinin. İçeride sadece ben de yoktur. Ben’in öteki yüzü de vardır. Jung buna da gölge der. Gölge psişik bütünlüğümüzün görünmeyen, ama ayrılmaz bir parçasıdır: “Karanlık kardeşimizdir.” Gölge ben’le paralel bir gelişim gösterir: ben’in kullanmadığı, reddettiği nitelikler kenara konur ya da bastırılır. Hayatımız boyunca, örneğin toplumsal gereklilikler nedeniyle ya da etik, estetik vb. kaygılarla çeşitli niteliklerimizi kısıtladığımız için, gölge giderek güçlenir. Böylece ben de giderek tek yanlı, sakat ve güçsüz kalır. Bu nedenle, gölge hiçbir zaman tamamen aydınlığa çıkmasa da, belli niteliklerin bilince çıkarılması ve ben’le ilişkilendirilmesi kişiyi bütünler; güç ve enerji kazandırır. Gölgeyle “yüzleşmek” kişinin kendi doğasını acımasızca eleştirebilmesi demektir. Ancak, bilinçdışındaki her şeyde olduğu gibi, gölge de dışımızdaki bir nesneye yansıtılarak deneyimlenir. İşte bu yüzden, gölgeyle yüzleşmek, karanlığın aslında kendi içimizde olduğunu keşfetmektir.
Persona ya da maske bizde sûret sözcüğüyle karşılanabilir. Sûret; biçim, görünüş, kılık, tarz, dıştan görünen şekil anlamına gelir. (Yunus Emre’de sûret: “gömlek”.) Tasavvufa göre insan Kalu Bela’dan önce mekânsız bir âlemdedir. Bu âlemde o, “aşk”tır, “can”dır, “hak”tır, “ruh”tur. Kalu Bela ile birlikte varoluş içerisinde yer alır. Oluşun içinde yer alması demek, insanın “sûret” kazanması, yani “aşk-can-hak”ın sûret gömleği giymesi, diğer bir deyişle, başkalaşması, başka biri olması demektir. İnsan “sûret”i giymekle “dünya”ya gelmiş olur. Dünyaya gelmekle de başkalaşır. Önceki varlığından farklı biri olur. Farklılık onun sûretidir, zahiridir. Şeytanı yanıltan, onu asi kılan da zaten insandaki özü değil, sûreti görmesidir. Oysa gerçekte değişen bir şey yoktur. Can aynı candır, aşk aynı aşktır, öz aynı özdür. Aslında sûret ya da zahir (görünen) ile “öz” birdir. Fakat bu birliğe ancak kendilik bilgisi ile ulaşılabilir. Bu bilgi insanın önceki varlığı olan “cana, aşka” ulaşma bilgisidir. Bu bilgi aynı zamanda varlıklardaki “birlik”in anlaşılmasını sağlayan bilgidir. Yunus sûret haline gelerek kaybetmiş olduğu birliği bulmak için kendini arar. Aradığı “kendi”ni, “can içinde” bulur. Ancak, bu can da Yunus’un kendisinden başkası değildir. Böylece kendisini kendisinde bulmuş olur: Kendisi, önceki Yunus’tur.
Yunus Emre bir şiirinde insanı “sûret”ten “sıfat”a çağırır. “Sıfat”a gelmek “hayâl”den kurtulmak, “mânâ”yı bulmaktır. “Sıfat”a gelmek, kişinin kendisiyle “yüzleşmesi”, daha doğrusu kendini, içindeki beni bulması, yani gölgesini bilince çıkarmasıdır. Buna analitik terapide “kişiliğin bütünleşmesi” denir.
Kaynaklar
Jacobi, J. C.G. Jung Psikolojisi. (Çev: Mehmet Arap) İlhan Yayınları, 2002.
dictionary.com
Anksiyete bozuklukları yüksek sıklıklarına rağmen gerçekte olduklarından daha az ve yanlış tanı alırlar ve yetersiz tedavi edilirler. Sosyal Fobi (Sosyal Anksiyete Bozukluğu) ise, Panik Bozukluk’tan ve Yaygın Anksiyete Bozukluğu’ndan daha sık olsa da, kendi doğasından ötürü, daha az “görünür”lük kazanır. Çeşitli çalışmalara göre, hastalığın başlaması ile tedaviye başvuru arasında geçen süre ortalama 15 yıl, tedavi görme oranı yaklaşık dörtte birdir. Bu yetersiz tanınma ve tedavinin başlıca nedenleri hastaların utanması ve durumlarının bir hastalık olduğunu bilmemeleri ile özellikle birinci basamak hekimlerinin hastalığı tanımamasıdır. Sosyal fobinin, diğer psikiyatrik bozukluklarla komorbiditesinin yüksek olması da tanı ve tedavi güçlüklerini artırır.
Ne yazık ki sosyal fobi sık görülen ve düşkünleştirici bir durumdur; tedavi edilmezse tipik olarak kronik ve düzelmeyen bir seyir izler ve önemli ölçüde sosyal ve mesleki güçlüğe yol açabilir. Örneğin, sıklıkla gençlik yıllarında gelişir ve psikososyal gelişimin önemli bir boyutunu oluşturan normal toplumsal etkinliklere katılımı engelleyebilir. Tedavi psikososyal gelişimin tekrar kendi yolunda ilerlemesini sağlar. Tedavinin ana hedefleri anksiyete belirtilerinin düzelmesi, korkulan durumlardan fobik kaçınmanın çözülmesi, belirtilerle ilişkili yeti yitiminin azaltılması, komorbid durumların tedavisi ve nüksün önlenmesini içerir. Tedavi sonuçlarıyla ilgili ortak kanı, ilaçların daha hızlı etkilediği, psikolojik tedavilerinse etkilerinin uzun sürdüğü yönündedir. Kombine tedavinin tek modaliteden oluşan tedavilere göre ek bir yararı olduğu gösterilememiştir.
Sosyal fobinin psikolojik tedavisinin doğasından kaynaklanan bir güçlük, tedavinin kendisinin de hastanın endişe duyabileceği bir sosyal etkileşim olmasıdır. Sosyal fobik hastalar genellikle reddedilme (onaylanmama) belirtilerine karşı aşırı duyarlıdırlar ve bu yüzden hkolaylıkla kendilerini sorgulanıyormuş ya da doğru yanıtları veremiyormuş gibi hissedebilirler. Terapistin hastanın kendisini sorgulanıyor veya onaylanmıyor gibi hissetmemesi için destekleyici ve yüreklendirici geribildirimler vermesi gerekir.
Bilişsel Davranışçı Tedaviler
Sosyal fobisi olan kişiler, hastalığa yatkınlık yaratan bir takım bilişsel özelliklere sahiptirler: 1) Dikkatin olumsuz sosyal enformasyona eğilim göstermesi (eleştirel yorumlara, öfkeli yüzlere, kişinin kendi davranışlarındaki sinirlilik işaretlerine, vb. daha fazla dikkat etmek), 2) Kalabalıkta kendilik-bilincinin yüksek olması (ikiye ayrılabilir: mahrem (private), yani kendini nasıl gördüğüne ve kamusal (public), yani başkalarına nasıl göründüğüne aşırı odaklanma) ve 3) Yüksek düzeyde mükemmeliyetçilik (yani, kendine yüksek standartlar koyma, başkalarına yüksek standartlar koyma ve başkalarının yüksek standartlar koyduğu inancı). Tüm bunlar, kişinin olan biteni “bilişsel taraflılık”la değerlendirmesine yol açar. Bu, kısaca, dikkatin taraflı olması (bazı enformasyona diğerlerinden daha fazla dikkate etmeye yönelik sistematik eğilim), belleğin taraflı olması (bazı enformasyonu diğerlerinden daha fazla hatırlama eğilimi) ve yorumlamanın taraflı olması (belirsiz durumları şu yönde değil de bu yönde yorumlama eğilimi) ile kendini gösterir. 4) Sosyal fobisi olan kişi, bu endişe verici durumlarla başa çıkmak için “güvenlik (ya da kaçınma) davranışları” geliştirir.
Sosyal fobinin Bilişsel Davranışçı Tedavisinde 1) güvenlik davranışlarının ve dikkatin kendine odaklanmasının manipüle edilmesi, 2) gözlemci odaklı çarpık bakış açısının oluşturduğu benlik imgesinin düzeltilmesi, 3) olay öncesi ve sonrası endişenin (pre- and -post-event worry) azaltılması amaçlanır. Bu amaçlara ulaşabilmek için davranış denemeleri yoluyla maruz bırakma yöntemleri kullanılır ve bu sırada güvenlik davranışları engellenir.
Görüşmenin başlangıcında hastaya sosyal anksiyeteyle ilgili bilişsel model tanıtılır ve bir formülasyona ulaşılır. Bu formülasyonda süreci idame ettiren etkenler özetlenir. Bunun için, hastadan sosyal anksiyetesini tahrik eden en son olayı anlatması istenerek başlanır ve çeşitli sorularla devam edilerek verdiği yanıtlarla hastalık ve yaşananlar arasında bağlantılar kurulur. Böyle bir modelin çıkarılması, hastayı, anksiyetesinin spesifik inançlar ve davranışları kapsayan bir dizi kısır döngü tarafından idame ettirildiği ve eğer bu kısır döngüler kırılırsa anksiyetelerinin azalabileceği düşüncesiyle tanıştırır.
Formülasyonu oluştururken özellikle önemli bir evre hastanın toplumsal korkularının doğru bir şekilde belirlenmesidir. Hastanın toplumsal korkularını belirlemek amacıyla aşağıya inen ok tekniğiyle bir dizi “Eğer…” soruları yararlı olabilir. Örneğin, çekici erkeklerle konuşmaktan korkan bir kadına “Eğer çekici bir erkekle konuşmanız gerekseydi, olabilecek en kötü şey ne olurdu?” diye sorulabilir. Bu tekniği kullanırken ‘en dibine’ ulaşana kadar daha ötedeki korkuları sormaya devam etmek önemlidir. Örneğin, bu kadın yüzünün kızarmasından korktuğu için çekici erkeklerle konuşmaktan kaçındığı yanıtını verirse, terapist ‘böyle bir durumda yüzün kızarmasıyla ilgili en kötü şey ne olurdu?’ vb. sorularla bunu takip etmeye devam etmelidir. Bu örnekte kadın çekici bir erkeğin önünde yüzü kızarırsa herkesin bunu görüp o adamın cazibesine kapıldığı ve kocasına sadık bir eş olmadığı sonucuna varacağından korkuyor olabilir.
Güvenlik davranışları hastaların anksiyetelerini idare etmelerini sağlayabileceklerine inandıkları eylemlerdir, ancak bu davranışlar aslında hastaların bu çabalar olmadan da yapabilceklerini öğrenmelerini engeller. Örneğin, bir hasta hatalı bir akıl yürütme kullanarak başarılı bir konuşma için önceden her satırını ezberlemiş olması gerektiğine inanır ve konuşurken ezberini şaşırdığı için korktuğu duruma düşer. Güvenlik davranışları hastanın toplumsal korkularının gerçekleşmeyeceğini, ancak bu davranışların, korkularını gerçekleştirme ihtimalini artıracağını (ör, söyleyeceklerini ezberlemek akıcı konuşmayı daha da zorlaştırır) kavramasını önleyeceğinden, bütün güvenlik davranışları yelpazesinin ortaya çıkarılması önemlidir. Bunu yapmanın en iyi yolu hastaya (i) toplumsal korkusunun ortaya çıkmasını, (ii) başkaları tarafından fark edilmesini veya (iii) başkaları tarafından olumsuz bir şekilde değerlendirilmesini önlemek için herhangi bir şey yapıp yapmadığını sormaktır. Daha sonra bu soru sırası her toplumsal korku için tekrarlanır.
İkinci aşamada dikkatin kendine odaklanmasının ve güvenlik davranışlarının yararsız etkilerinin gösterilmesi amaçlanır. Toplumsal açıdan kaygı uyandıran durumlarda hastalar kendilerine odaklanma eğilimindedirler, böylece dikkatleri büyük ölçüde bu kaygının belirtilerini izlemeye ve güvenlik davranışlarını uygulamaya yönelir; bu durumda ortamda neler olup bittiğini anlamaya dönük bilgileri işlemeye verecek dikkatleri kalmaz. İçeride neler olup bittiğiyle ilgili bu aşırı zihin uğraşı ve sosyal ortama dikkatin azalması kaygıyı artırır ve bu, sosyal fobiklerin zihinleri meşgul ve mesafeli görünmelerine neden olabilir. Sonuçta bu da başkaları üzerinde daha az olumlu bir izlenim bırakmaları demektir.
Güvenlik davranışlarının ve dikkati kendilerine odaklamalarının yararsız etkilerini göstermek amacıyla hastalardan hafif anksiyete uyandıran bir toplumsal durumla ilgili iki kere rol-play yapmaları istenir: Birinde güvenlik davranışları kullanırken ve kendi üzerinde odaklanırken, diğerinde de herhangi bir güvenlik davranışı kullanmamaya ve toplumsal durumda ne olup bittiğine odaklanmaya çalışırken. Sonra terapist ve hasta, hastanın iki rol-play’de kendisini nasıl hissettiği ve nasıl göründüğüne dair karşılaştırmalar yapar. İki rol-play’i kıyaslarken mümkün olduğu kadar çok bilgi elde etmek amacıyla rol play’leri videoya çekmek ve hastanın kendini ne kadar endişeli hissettiği, korkularının ne kadarının gerçekleştiğini düşündüğü ve iki rol play’deki görünümü konusunda kendini nasıl hissettiği ile ilgili (0-10 ölçeğinde) derecelendirmeler yapmak yararlı olur.
Bu iki rol play’in karşılaştırılmasının amacı, hastanın güvenlik davranışları kullanmadığı ve kendine odaklanmadığı zaman kendini daha az endişeli hissettiğini, toplumsal korkularının daha az gerçekleştiğini ve daha iyi göründüğünü öğrenmesidir.
Hastadan toplumsal ortamlarda dışarıya odaklanma egzersizleri yapmasını ve güvenlik davranışları kullanmamasını isteyen ev ödevleriyle bu takip edilir. Güvenlik davranışları yapmanın bulaşıcı etkileri olmadan toplumsal ortamda neler olup bittiğine dikkatin verilmesi, başkalarının hastaya nasıl tepki gösterdiklerini belirlemesine ve toplumsal korkularının doğru olup olmadığı konusunda nesnel geri bildirim almasına da yardımcı olur.
Üçüncü aşama fazlasıyla olumsuz olan kendisiyle ilgili izlenimlerin düzeltilmesini amaçlar. Bu amaçla en sık kullanılan yöntem, video geribildirimdir (VG). Sosyal fobili hastaların toplumsal durumlarda nasıl göründüklerine dair son derece olumsuz bir izlenimleri vardır ve video geribildirimi onların düşündükleri kadar kötü görünmediklerini keşfetmelerine yardım eden, güçlü bir potansiyele sahip bir araçtır. VG’den önce hastadan rol play’leri hatırlaması ve nasıl göründüğünü resmetmesi istenir. Terapist hastaya toplumsal korkularını hatırlatır. Hasta da videoda nasıl görünmeyi beklediğini anlatır. Hastanın videoyu sanki bir yabancıymış gibi izlemesi, o sırada kendisini nasıl hissettiğinden çok, videoda gerçekten ne olup bittiğine dikkat etmesi istenir. Hasta videoyu seyrettikten sonra videoda beklediği görüntüsüyle gerçekte nasıl göründüğünü karşılaştırır. Bu çalışma genellikle hastanın sosyal bir ortamda kendisini ne kadar kaygılı hissederse etsin, bunun tahmin ettiği kadar olmadığını, beklediği kadar kötü bir performans göstermediğini öğrenmesine yo açar. Hastaperformansını kendisiyle ilgili olumsuz izlenimlere dayanarak yargılamak yerine, başkalarından aldığı geri bildirimlere dikkate etmeye özendirilir, çünkü bu ona toplumsal korkularının gerçekleşip gerçekleşmediği ve başkaları üzerindeki etkisi konusunda daha nesnel bilgiler sağlar.
Dördüncü aşamada hastanın toplumsal korkuları sınanır. Bunun çeşitli yolları vardır. “Davranış denemeleri”nde, hastanın toplumsal korkularının gerçekten de ortaya çıkıp çıkmadığını görmesi amacıyla anksiyete uyandıran toplumsal ortamlara girmesi istenir. Bu tür “davranış deneme”lerinden en iyi şekilde yararlanabilmek için üstlerinde titizlikle düşünülmeleri ve dikkatle planlanmaları, davranış denemeleri için bir kayıt defteri kullanılması önemlidir. Bu, hastaların sosyal ortamlardaki korkularını sistematik bir şekilde sınamak amacıyla davranış denemelerini kendilerinin planlamayı öğrenmelerini sağlar.
Toplumsal korkular aşağıdaki düzen içinde sınanabilir:
* Korkulan belirtilerin hastanın tahmin ettiği sıklıkta/şiddette ortaya çıkıp çıkmadığının belirlenmesi (korktuğum kadar kızarır mıyım?)
* Korkulan belirtiler ortaya çıktığında bunun hastanın tahmin ettiği kadar dikkati çeker/görünür olup olmadığının belirlenmesi (kızardığımda bu düşündüğüm kadar olur mu?)
* Korkulan belirtiler ortaya çıkıp görünür hale geldiğinde, başkalarının hastaya düşündüğü kadar dikkat edip etmediklerinin belirlenmesi (kızardığımda, bu ne kadar insanın dikkatini çeker?)
* Korkulan belirtiler ortaya çıktığı ve görünür olduğu, başkalarının da dikkatini çektiği zaman, onların bunu hastanın tahmin ettiği kadar olumsuz olarak değerlendirip değerlendirmediğinin belirlenmesi (birisi kızardığımı fark ettiğinde, bundan ne anlam çıkarır?)
Hastanın bu düzeylerin dördünde de sonuçları sınaması önemlidir. Eğer dört düzeyin hepsiyle uğraşılmazsa, nüks ihtimali artar. Bu yüzden, özellikle tedavinin geç evrelerinde hasta “kabul edilebilir davranış yelpazesini genişletmeye” ve “en kötü durum senaryosunda” ne olacağını keşfetme denemeleri yapmaya yüreklendirilir. Bu, hastanın korkularını abartılmış bir düzeyde sınamasını da kapsar; örneğin, yüzünün kızarmasından korkan hasta, doğal olarak ortaya çıkması beklenenden daha da kırmızı bir makyaj kullanır. Aynı şekilde, hastalar başka abartılmış belirtiler sergilemeye ya da sonuçlarını sınamak amacıyla sosyal anksiyetesini itiraf edip böyle bir “en kötü durum senaryosu”yla başa çıkabileceğine güvenmeye yüreklendirilir.
Sosyal fobinin BDT’si ilerledikçe, hastaların ev ödevi olarak davranış denemeleri planlayıp uygulamayı, sonucu gözden geçirmeyi ve oturumlarda terapistle daha ileri denemeler planlamayı öğrenmiş olması gerekir. Hasta daha sonra gözden geçirebileceği, öğrendiklerini özetleyen, bitmiş davranış denemeleriyle ilgili notlarını biriktirir. Bu süreç öğrenilenleri sağlamlaştırır ve hastalara tahminlerinin ne kadar olumsuz olduğu üzerinde düşünme ve korkularının sosyal ortamlarda gerçekte nasıl göründüklerinden çok, kendilerini nasıl hissettiklerine dayandığını kavrama şansı verir.
Hastaların toplumsal korkularının sınanması için anketler de kullanılabilir. Anket, hastaların belli bir düzeyde sosyal anksiyete yaşamanın normal olduğunu öğrenmesine ve diğer insanların onların toplumsal davranışlarını kendileri kadar olumsuz yorumlamadıklarını keşfetmelerine yardımcı olur. Anketlerde diğer insanlara, belli bir anksiyete belirtisi (ör, yüz kızarması) gösteren biri hakkında ne düşündükleri, o kişiyle ilgili fikirlerinin olumsuz bir yönde değişip değişmediği ve uzun dönemde anksiyete belirtisini fark ettiklerini hatırlayıp hatırlamadıkları sorulur. Bu amaçla hasta ve terapist hastanın korktuğu belirtilerle ilgili endişelerine değinen bir anket oluşturur. Anket hasta ya da terapist tarafından, yüz yüze, e-mektup kullanılarak ya da yanıtlar ses kayıt cihazları ile kaydedilerek uygulanabilir. Amaç hastanın herkesin anksiyete hissettiğini, çoğu insanın başkalarını eleştirel bir şekilde yargılamadığını ya da anksiyete belirtisi gösterdiği veya toplumsal ortamlarda iyi performans göstermediği için dışlamadığını öğrenmesini ve böylece toplumsal korkularını boşa çıkarmasını sağlar.
Hastanın toplumsal korkularının devam etmesine neden olabilen diğer bilişsel süreçler beklentisel ve olay-sonrası bilgi işlemeyi de olumsuz bir şekilde yönlendirebilir. Sosyal fobik hastalar toplumsal etkileşimlerden önce ve sonra olabileceğin en kötüsü üzerinde odaklanma eğilimindedirler. Sosyal fobinin BDT’sinin bir unsuru da, hastadan bunu yapmanın ne kadar yararlı olduğunu gözden geçirmesini ve toplumsal performansı üzerinde daha dengeli bir düşünce biçimi geliştirmesini istemektir. Konuşmayı sürdürmek için uğraştıkları % 2’lik zaman aralığı üzerinde odaklanmak yerine, diğer insanların da konuşmayı sürdürmeye çalıştıklarına ve zamanın % 98’inde hastanın durumu iyi idare ettiğine dikkat etmesi istenir. Hastadan böyle olumsuz ve tarafgir bir bilgi işleme sürecinin yararlarını ve zararlarını gözden geçirmelerini istemek, çoğu zaman bunun sadece anksiyetelerini artırdığı ve sosyal ortamlarda performanslarını düşürdüğü sonucuna varmaları ve bir daha yapmamaya karar vermeleri için yeterli olur. Bunun yerine, toplumsal korkularının geçerliliğini sınayan davranış denemeleri oluşturarak endişeleriyle başa çıkmaya yüreklendirilirler.
Tedavinin sonunda geleceğe dönük planlar oluşturulur. BDT’nin seyri sırasında hastalar doldurdukları düşünce kayıtları, davranış denemelerine dair notlar, anketler, vb. şeklinde sosyal anksiyeteleriyle ilgili bir yığın bilgi biriktirmiş olacaklardır. Terapinin sonuna doğru hastaların sosyal anksiyeteleri konusunda neler öğrendikleri üzerinde düşünmelerini ve bir taslak şeklinde özet oluşturmalarını sağlamak yararlı olur. Bu taslak hastanın sosyal anksiyetesinin neden geliştiğine ve devam ettiğine, başlıca sosyal korkularının neler olduğuna ve bu korkularının geçerliliği konusunda neler öğrendiklerine dair anlayışlarının yazılı bir özetidir. Taslak bir dahaki yıl sosyal anksiyetelerini daha ileri bir şekilde ele almak için neler yapmaları gerektiğinin ve eğer bir gerileme olursa ne yapacaklarının bir planını da içermelidir.
Bugün sosyal fobi için en sık kullanılan bu tedavi türü bazı soruları çözümsüz bırakmaktadır: hastalık ortaya çıkmadan önce de mevcut gibi görünen premorbid kişilik özelliklerini açıklamaz, fobinin ortaya çıkma zamanına dair yeterli bir açıklama sunmaz. Özetle, sosyal fobinin kalıcı bir bozukluk olma özelliğini göz ardı eder. Ayrıca, bazı hastalar BDT’ye yanıt vermezken, bazıları da farmakolojik tedaviyi tolere edemez. Nüks sıklığı da yeterince araştırılmamıştır. Bu nedenlerle, bozukluğa özgü kimi yönleri hedef alan BDT stratejileri geliştirilmiştir ve bunların genel tedavilerden daha etkili olduklarını düşündüren kanıtlar vardır. Örneğin, sosyal standart algıları hedef alınabilir veya kişiler ortama ya da diğer duysal ipuçlarına dikkatlerini vermeye yönlendirilebilirler. Bedensel duyumlarının tehlikeli olmadığını göstermek için “interoceptive exposure” egzersizleri kullanılabilir. Video feeedback, audio feedback, mirror exposure ve grup feedback yöntemleriyle benlik-algısı modifiye edilebilir. Bunlar bilişsel bir hazırlık döneminden sonra uygulandıklarında daha başarılı olmaktadırlar. Hastanın sosyal norm algılarını özellikle ihlal eden davranış denemeleri de kullanılabilir: üstüne tuvalet kağıdı asıp dolaşmak, kitap satın alıp birkaç dakika sonra geri getirmek, kalabalık bir caddede pantolonunun fermuarı açık yürümek, caddedeki bir kadına çıkma teklif etmek gibi.
Son zamanlarda bilgisayar aracılığıyla uygulanan BDT sonuçlarının da diğerleri kadar yüz güldürücü olduğu, en azından bekleme listesindekilere göre tedaviden anlamlı bir yarar gördüklerini tespit eden çalışmalar artmaktadır. Terapistin daha çok işin içinde olduğu, ödevlerin terapist tarafından verildiği ve bilgisayarın oturumları güçlendirmek için kullanıldığı tedavilerden terapistle temasın en az olduğu ve terapistin sadece sonuçları değerlendirdiği tedavilere kadar birçok biçimi vardır. Bilgisayar aracılığıyla uygulanan tedaviler, hastaların nereye gideceklerine yanıt bulmalarını sağlayarak, mali engelleri en aza indirerek, başkalarının ne düşüneceği yönündeki kaygıları ortadan kaldırarak hastaların tedaviye başvurmama nedenlerinin azalmasına yardımcı olabilir. Ancak, sosyal fobili hastaların zaten içinde bulundukları tecrit ortamlarını idame ettirmeleri ve depresyon gibi sık komorbidite gösteren durumların gözden kaçmasına neden olabilmeleri, hatta tedavinin başarısız olması durumunda depresyonu ağırlaştırmaları gibi nedenlerle eleştirilmişlerdir. Hastaların tedaviye ulaşma güçlükleri, terapist temasının en az olduğu internet temelli tedavilerin yanı sıra kitapların kullanıldığı kendine yardım programlarının da (biblioterapi) geliştirilmesine yol açmıştır. Bu tür tedavilerin de bekleme listesindekilere üstün olduğuna dair yayınlar vardır.
Maruz Bırakma
Korkunun azalması için gereken doğal koşullanma süreçlerinin (alışma ve sönme) ortaya çıkabilmesi için hastaların korktukları durumlarla yüz yüze gelmelerini ve psikolojik olarak bu duruma angaje olmaya devam etmelerini amaçlar. İlk adım olarak hasta ile terapist anksiyete doğuran durumlarla ilgili hiyerarşik bir liste oluşturur. Anksiyeteyi dayanılabilir bir sınırda tutmak için hasta en az korktuğu durum üzerine çalışmaya başlar ve daha alttaki durumlara hakimiyet duygusu kazandıkça giderek daha zor durumlara doğru ilerler. İmgelem yoluyla (terapist hastaya hayal edeceği sahneyi anlatır), rol play şeklinde ya da oturum dışında korkulan durumlarla yüzleşerek (veya tipik olarak bu üçünün de bir araya getirilmesiyle) hastadan duruma kendisini vermesi ve anksiyete doğal olarak alçalmaya başlayana kadar bunu yapmaya devam etmesi istenir. Sözcükler de emosyonel uyaran işlevi görebileceklerinden, hayali olarak maruz bırakmada olduğu gibi, bir maruz bırakma aracı olarak kullanılabilirler.
Maruz bırakma bugün fobik durumlarda yerleşmiş bir tedavi formu olarak görülmektedir. Maruz bırakma tekniklerinin azami bir şekilde faydalı olması için hastalar kendilerini korkulan duruma tamamen vermeli, yani, dikkatini tamamen duruma odaklamalı, onu tam olarak yaşamalı ve kaçınılmaz olan anksiyete atağı ve uyarılmanın ortaya çıkmasına izin vermelidir. Ancak, anksiyeteli hastalar bunu yapmayı zor bulduklarından, anksiyete yaşantılarını idare etmek için iyi niyetli fakat uyumsuz çabalara girebilirler. Örneğin, zihinleri çelinebilir ve tüm dikkatlerini korkulan durumun ayrıntılarına verebilirler. Etraflarında gerçekten ne olup bittiğinden çok başka bir şey üzerine (en tipik olarak kendilerinin tehlikedeyken nasıl algılandıkları üzerine) düşünmeye çalışabilirler. Ancak, yeni veriler korkulan duruma dikkat etmeyi sürdürme yönergelerinin maruz bırakma tekniklerinin etkisini artırdığını açıkça göstermektedir.
Gevşeme eğitimi
Gevşeme eğitimi hastaların korkulan olaylar sırasında veya onları beklerken yaşadığı fizyolojik uyarılma haline dikkat etmeyi ve onu denetlemeyi öğrenmelerine yardım eder. Egzersizler aracılığıyla önce tedavi oturumunda, sonra da ev ödevi şeklinde pratik yaparak farklı kas gruplarını gevşetmeyi öğrenirler. Önce belli bir kas grubuna odaklanırlar, onu 5 ila 10 sn gererler, sonra da bu gerilimi boşaltırlar; bu arada gerilim ve gevşeme hisleri arasındaki farka dikkat ederler ve gevşemeye eşlik eden duyumlar üzerinde odaklanırlar. Sonra vücutlarını kas gerilimi yönünden taramayı ve gevşedikleri zaman kasların nasıl hissedildiğini hatırlayarak herhangi bir gerilimi boşaltmayı öğrenirler.
Sosyal fobiye yönelik gevşeme tipik olarak “uygulamalı” olmadıkça etkili değildir. Uygulamalı gevşemede hastalar önce anksiyetenin fizyolojik duyumlarına dikkat etmeyi öğrenirler. Sonra günlük etkinliklere girerken hızla gevşemeyi öğrenirler. Sonra da anksiyete uyandıran durumlarda gevşeme becerileri uygulamaları öğretilir. Böylece uygulamalı gevşeme kişilerin anksiyete uyandıran durumlarla başa çıkmalarına yardım etmek için gevşeme ile maruz bırakmayı bir araya getirir.
Sosyal beceri eğitimi (SBE)
Sosyal fobiye yönelik sosyal beceri eğitimi, hastaların diğer insanlarda olumsuz tepkiler uyandıran davranış kusurları sergiledikleri, bu kusurların da toplumsal etkileşimleri kaygı verici bir hale getirdiği düşüncesine dayanır. Sık kullanılan sosyal beceri eğitimi teknikleri terapistin model olması, davranışsal provalar, düzeltici geri bildirimler, toplumsal pekiştirme ve ev ödevlerini içerir. Eğer bu teknikler anksiyeteyi azaltmada başarılı olurlarsa, bunun nedeni sadece hastanın sosyal beceriler dağarcığındaki eksikliklerin düzeltilmesi olmayabilir, çünkü SBE aynı zamanda doğasında bulunan eğitici yönleri (ör, korkulan sosyal davranışların tekrar tekrar pratiğinin yapılması), maruz bırakmayla ilgili yönleri (ör, korkulan durumlarla yüzleştirme) ya da bilişsel unsurlarından (toplumsal davranışın uygunluğuna dair düzeltici geri bildirim) dolayı da yararlı olabilir. Bilişsel yeniden yapılandırma veya maruz bırakma gibi tekniklerle kolayca kombine de edilebilir. SBE’ne katılan hastalarda sosyal anksiyetede azalmanın ve sosyal becerilerde artışın BDT’ye katılan hastalardan daha fazla olduğu, uzun vadede de bu grubun sosyal anksiyete düzeylerinin normal referans grubundakilere yaklaştığı görülmüştür.
Sosyal Fobide Bilişsel-Davranışçı Grup Terapisi (BDGT)
Bilişsel davranışçı grup terapileri zamanın kullanımı ve hizmetin bedeli açısından bireyel terapilere göre avantajlıdır. Ayrıca, oturum sırasındaki zorunlu olan yüzleşmeler (maruz kalmalar) ve bu sayede belirtilerin normalleşmesi, diğerlerinin deneyimlerinden öğrenme ve becerilerin pratiklerinin yapılabileceği bir ortam oluşturması, tedaviye uyma ve ev ödevlerini tamamlamaya yönelik toplumsal baskıyı artırması gibi üstünlükleri vardır. Ancak, grupların oluşması için uzun süre beklenmesi, oturumların planlanmasında esnekliğin daha az olması ve tedavi stratejilerinin daha az bireyselleştirilebilmesi gibi dezavantajlar taşır. Üstelik, grup üyeleri birbirleriyle konuşarak sosyal fobiyle ilgili bilişlerini karşılıklı onaylıyor ve pekiştiriyor da olabilirler.
Bilişsel bireysel ve grup tedavileri aynı hastada kombine kullanılabilir. Hasta başlangıç oturumlarında bilişsel yeniden yapılandırma, maruz bırakma ve ev ödevlerinin mantığını öğrenir, bunlarla ilgili yönergeler alır ve pratik yapar. Sonra terapist hastaları korktukları durumlarla ilgili rol play yapılmış uyaranlara götürür. Oturumların sonunda terapist her hastayla gelecek hafta tamamlanacak ev ödevleri için çalışır. Ev ödevi tipik olarak gerçek hayat durumlarına maruz bırakmalardan ve maruziyet öncesi ve sonrası bilişsel yeniden yapılandırmadan oluşur; amaç, hastalara uzun vadede kendi bilişsel davranışçı terapistleri haline gelmeyi öğretmektir.
Sosyal anksiyete belirtilerinin tedaviden önceki ciddiyeti, ev ödevlerine uyum, toplumsal etkileşim sırasında olumsuz düşüncelerin sıklığı ve tedavi sonucuna yönelik beklentiler BDGT sonucunun öngörülmesinde işe yaradığı gösterilmiş olan değişkenler arasındadır. Yaygın olmayan sosyal fobide yanıt oranı daha yüksektir. Kaçıngan kişilik bozukluğunun ve diğer 1. eksen bozukluklarla, özellikle diğer anksiyete ve duygudurum bozukluklarıyla komorbiditenin tedavi üzerine etkileri henüz kesin değildir.
İnterpersonal kurama göre sosyal fobinin temelinde “toplumsal rol güvensizliği” (social role insecurity) bulunur. Bu kişilerin başkalarıyla toplumsallaşma, kişisel konuları açma, ilgilerini ortaya koyma, toplumsal etkileşimlerin olumlu yönlerini yaşama konularında güçlükleri vardır. Kendilerini güvensiz hisseder ve buna karşı korunma stratejileri geliştirirler: İsteklerini ve duygularını ifade etmekten kaçınır, kaygılarını gizler, toplumsal ortamlarda nazik olmaya çalışır ve mümkün olduğunca bu tür ortamlardan kaçınırlar. Diğer insanlar o kişinin isteklerinden ve duygularından habersiz kalır ve o kişinin “gerçek benliğine” tepki veremezler. Sonuç olarak diğer insanlara uzak ve ilgisiz görünür, onlar da kendilerini ihmal/ret edilmiş hissederler ve çekinirler. Böylece korktukları tepkiye kendileri neden olmuş olurlar (self-perpetuating interactional cycles) ve toplumsal rol güvensizlikleri pekişir. Bu anlayıştan yola çıkılarak yapılan interpersonal ve bilişsel davranışçı tedavilerin hastalarda benzer neticeler verdiği gösterilmiştir.
Sosyal fobinin psikodinamik psikoterapisi ile ilgili kanıta-dayalı çalışmaların gözden geçirilmesi, bu tedavi biçiminin de gerek belirtilerin iyileştirilmesi, gerekse toplumsal işlevsellik açısından etkili olduğunu göstermektedir. Psikodinamik bakış açısı, hastanın sorunları, özellikle bilinçdışı çatışmaları, savunmaları ve yansıtmaları üzerinde çalışılması ve aktarım aracılığıyla içselleştirilmiş iyi nesne ilişkileri kurulması için uzun bir tedavi döneminin gerekmesi anlamına gelir. Bu, özellikle komorbidite durumlarında, daha iyi bir anlayış ve daha tam bir tedavi fırsatı sunar. Ayrıca, günümüzde artık özellikle -destekleyici-dışavurumcu- psikodinamik terapiler için kılavuzlar da mevcuttur. Bu tür kılavuzlarda hedef koyma, Temel Çatışmalı İlişki Konusu’na odaklanma, içgörüyü artırmak için yorumlayıcı müdahaleler ve işbirliğini geliştirici müdahalelerin yanısıra, daha çok bilişsel modele özgü olan hastayı hastalığı ve tedavi konusunda bilgilendirme, utanç ve gerçekçi olmayan beklentiler üzerinde odaklanma, anksiyete uyandıran ortamlarla yüzleşmeye teşvik etme gibi yöntemler, hatta kalıcı hale gelen kendini-değersizleştirmeler için ilaçlar önerilmektedir. İlaçla kombine edilen psikodinamik grup terapisinin yalnızca ilaç alanlardan daha fazla düzelme gösterdiklerine dair yayınlar vardır.
İlaç tedavisinin anksiyetenin ve bununla ilişkili korkulan durumlardan kaçınmanın azaltılması ve denetlenmesi; depresyon ve diğer komorbid durumların uygun bir şekilde tedavisi; uzun vadede de iyi tolere edilen, uyumu artırıcı tedavilerin seçilmesi gibi hedefleri vardır. Tedavide ilk seçenek seçici serotonin geri alım inhibitörleri (SSGİ) ikinci seçenek serotonin ve noradrenalin reseptör inhibitörleri (SNRİ) ve sonra monoamin oksidaz inhibitörleridir (MAOİ). Kısa süreli tedavide benzodiazepinler seçilebilir. Genel olarak ilaçla tedavi kararı ve bunun biçimi klinisyenin yönelimine, hastanın beklentileri ve istekleriyle hastayı etkileyen bozukluğun şiddeti arasındaki etkileşime bağlıdır. Hem etkinin çabuk başlaması, hem de uzun sürmesi istendiğinde SSGİ ile benzodiazepinler birlikte başlanabilirler. Sosyal fobide sık görülen komorbid bozukluklarla uğraşırken tedaviyi tek tek hastalara göre ayarlamak, seçilen ilacın her iki bozuklukta da etkili olduğu ve komorbid bozukluğun sosyal fobiye ikincil olduğu durumlarda polifarmasi yerine monoterapiyi tercih etmek, birbirleriyle uyumlu ilaçlar seçmek ve psikoterapi ve farmakoterapi kombinasyonunu uygulamak ilkelerine özen göstermek uygun olur.
Geri-dönüşümsüz ve geri-dönüşümlü monoamin oksidaz inhibitörleri (MAOİ)
İlk zamanlarda monoamin oksidaz (MAO) inhibitörü fenelzin sosyal fobinin tedavisinde “altın standart” olarak değerlendirilirdi. Fenelzin’le yapılan çalışmalardan ilk çalışmalardan bu yana fenelzin’in beta-blokerler, alprazolam, BDT, grup BDT veya eğitsel destek grubuyla karşılaştırıldığı bir çok çalışmada benzer yanıt oranları bildirilmiştir. Özetle fenelzin’in sosyal fobisi olan hastaların yaklaşık üçte ikisinde etkili olduğuna dair sağlam kanıtlar mevcuttur. Fenelzin 15 mg/gün dozda başlanabilir ve 3 gün sonra tek dozda 30 mg/gün’e çıkılır. Genellikle ikinci hafta 45 mg/gün, üçüncü ve dördüncü haftalarda 60 mg iyi tolere edilir. Yanıt elde etmek için azami 75-90 mg verilebilir. Kimi yazar özellikle başka tedavilere yanıt vermeyen hastalarda fenelzin denenmeden hastanın dirençli olduğuna karar verilmemesi gerektiği inancındadır.
Fenelzin seçici olmayan, geri dönüşümsüz bir MAO inhibitörüdür. MAO’nun inhibe edilmesi serotonerjik ve noradrenerjik transmisyonu artırır ve inhibitör nörotransmitter GABA’nın beyin düzeylerini de yükseltebilir. Seçici olmayan MAO inhibitörlerinin daha modern antidepresanlardan daha kötü tolere edildikleri düşünülür; baş dönmesi, baş ağrısı, ajitasyon, anksiyete, tremor, terleme, uyku bozukluğu, cinsel işlev bozukluğu, kilo alımı ve ortostatik hipotansiyon gibi sık görülen ciddi yan etkileri olabilir. Sık olmayan sorunlar ise, ajitasyon, hipertansiyon ve nadiren intraserebral kanamadır. Bu potansiyel ciddi yan etkilerinden, diyet kısıtlamalarından ve ilaç etkileşimlerinden dolayı fenelzin artık ilk seçenek tedavi olarak önerilmemektedir ve genellikle ancak diğer tedaviler yetersiz kaldığında düşünülmektedir. Kullanımı, tiraminsiz sıkı bir diyete bağlı kalma zorunluluğunu ve uzman denetimini gerektirir. Diyabetiklerde, epileptiklerde, hipertansiyonu veya hipertiroidizmi olanlarda daha fazla özen gösterilmelidir.
Daha az çalışılmış olmasına rağmen, diğer geri-dönüşümsüz MAOİ tranilsipromin 10 mg/gün başlanabilir ve haftada 10 mg/gün artırılarak 60 mg/gün’e kadar çıkılır. Olağan doz 40-60 mg/gün’dür. Bu ilaçlar kesilirken rebound belirti riskini en aza indirmek için tedricen azaltılmalıdır ve kesildikten sonra 2 hafta daha diyet kısıtlamalarına dikkat edilmelidir.
Bu yan etkiler ve diyet kısıtlamaları geri dönüşümlü MAO inhibitörlerinin (Reversible inhibitor of MAO-A: RIMA – moclobemide ve piyasaya sürülmemiş olan brofaromine) geliştirilmesini teşvik etmiştir. Geleneksel MAO inhibitörleri hem MAO-A, hem de MAO-B’yi inhibe ederken, moklobemid seçici bir MAO-A inhibitörüdür ve MAO-B’yi serbest bırakarak tiramini metabolize etmesine izin verir; bu da tiraminsiz sıkı bir diyet izleme ihtiyacını ortadan kaldırır. Her ne kadar RIMA’lar genellikle MAOİ’lerinden daha güvenli olarak değerlendirilse de, etkililikleri tutarlı bir şekilde gösterilmemiştir. Moklobemid’in başlıca yan etkileri ajitasyon, insomnia, ağız kuruluğu, baş ağrısı, baş dönmesi, gastroentestinal yakınmalar ve bulantıdır. Ciddi karaciğer işlev bozukluğu olan hastalarda dikkatle kullanılmalıdır. Serotonin sendromu ortaya çıkabileceğinden, seçici MAO-B inhibitörü selejilin, bazı opioidler (pethidine) ve L-triptofanla birlikte kullanılmamalıdır. Moklobemid diğer antidepresanlar ve triptanlarla birlikte kullanıldığında da serotonerjik etkilerde artış ortaya çıkabilir. Moklobemid kullanıldığında optimal etki için genellikle 450 mg/gün veya üzerindeki dozlar gerekir. Diğer bir geri-dönüşümlü MAOİ olan ve serotonin geri alımını da inhibe etmesiyle moklobemidden ayrılan brofaromine’le ilgili çalışmalar da tartışmalı sonuçlar vermiştir.
Seçici Serotonin Geri Alım İnhibitörleri (SSGİ)
Randomize kontrollü çalışmalar (RKÇ) SSGİ’lerinin sosyal fobinin tedavisinde etkili olduğunu göstermiştir. Etki mekanizmalarının emosyonel regülasyondan sorumlu beyin bölgelerinde nöronal transmisyon için mevcut olan serotonini (5-hidroksitriptamin – 5-HT) artırmak yoluyla olduğu düşünülmektedir. Sosyal fobide etkinliği kanıtlanmış olan SSGİ’leri citalopram, escitalopram, fluvoxamine, paroxetine, fluoxetine ve sertraline’dir. Bu ilaçlarla tedavi sırasında anksiyete belirtileri çözülmeden önce 2 ila 6 haftalık bir boşluk dönemi olur ve ilk birkaç haftada bazı hastalarda anksiyete belirtileri, huzursuzluk ve uykusuzlukta olası bir artışla birlikte olan uyarıcı etkiler dikkati çekebilir. İlacı düşük dozla başlayıp giderek artırarak bundan kaçınılabilir. Daha kalıcı yan etkiler baş ağrısı, bulantı, diyare, terleme, kilo alma ve cinsel işlev bozukluğudur. Bazı hastalar tedaviyi kestikten sonra bırakma belirtileri yaşarlar. Sıkıntı vermesi mümkün olan belirtiler uyku bozuklukları, mide-barsak rahatsızlıkları, baş ağrıları ve duysal bozukluklardır, fakat bunlar genellikle 2 hafta içinde çözülürler.
SSGİ’leri genellikle bir çok ilaçla birlikte güvenle kullanılırlar, ancak bazı bileşikler sitokrom P450 enzimlerini inhibe eder ve eşlik eden ilaç etkileşimi riskini artırırlar. En fazla etkileşime sahip olması muhtemel olanlar fluvoxamine, paroxetine ve fluoxetine’dir. Diyabet, kalp sorunları ve epilepsisi olan tüm hastaların dikkatle izlenmeleri gerekir. Serotonin mevcudiyetinde ortaya çıkan artış, öldürücü olma potansiyeli bulunan “serotonin sendromu”na yol açabileceğinden, SSGİ’leri ve MAOİ’leri birlikte kullanılmamalıdır.
Görece selim yan etki profilleri ve gösterilmiş etkinliklerinden dolayı SSGİ ajanlar sosyal fobinin tedavisinde ilk seçenek farmakolojik tedavi olarak değerlndirilmelidirler. Bir SSGİ’nü diğerine tercih etmenin mantığı, sosyal fobide etkililiğine dair mevcut verilere, yan etki profiline, diğer ilaçlarla etkileşime girme potansiyeline ve tedaviyi yapan hekimin o bileşikle tanışıklığına dayanmalıdır.
Serotonin Noradrenalin Geri Alım İnhibitörleri (SNGİ)
SNGİ venlafaksinin sosyal fobinin akut ve uzun süreli tedavisinde etkililiği gösterilmiştir. Etkinin başlamasında SSGİ’llerine benzer bir gecikme gösterir ve yan etki profili de benzer. İlk yan etkiler bulantı, ağız kuruluğu, terleme, huzursuzluk ve uykusuzluktur, fakat ilacın uzun salınımlı formunun kullanılması bunları sınırlar. Bildirilen diğer yan etkiler iştah bozuklukları, yorgunluk, baş ağrıları, mide-barsak yakınmaları, terleme, hipertansiyon, baş dönmesi, taşikardi ve çarpıntılardır.
Ciddi karaciğer ve böbrek işlev bozukluğu, epilepsi, diyabet, kalp ya da solunum yetmezliği, miyokard enfarktüsü ve hipertansiyonu olan hastalar dikkatle tedavi edilmelidirler. SSGİ’leriyle aynı nedenlerle, venlafaksin MAOİ’leriyle kombine edilmemelidir. Venlafaksin genellikle hastalar bir SSGİ’ne yanıt vermediği zaman kullanılacak, ikinci seçenek tedavi olarak değerlendirilir.
Benzodiazepinler
Bazı benzodiyazepinlerin (özellikle klonazepam) sosyal fobinin akut tedavisinde etkili oldukları bulunmuştur. Bu grup ilaçlar anksiyete belirtilerinde hızlı bir azalma sağlar ve SSGİ’ler gibi başlangıç ajitasyonuna neden olmazlar. Kullanımları konusundaki başlıca endişe tolerans ve bağımlılık gelişme potansiyelidir ve bu riskler tedaviye başlamadan önce değerlendirilmelidir. Kimi yazar alkol veya benzodiyazepin kötüye kullanım öyküsü olan hastalarda kaçınılmasını önerirken, diğerleri madde veya alkol kullanım öyküsünün gelecekteki benzodiazepin bağımlılığı açısından risk oluşturduğuna dair yeterli kanıt olmadığını ileri sürerler. Bu nedenle, benzodiazepinler bazen, özellikle de başlangıçta, diğer “uyarıcı” antidepresanlara yardımcı olarak, tedavinin ilk evrelerindeki anksiyete artışının idare edilmesine yardımcı olması için kullanılabilirler. Günlük dozları yan etkileri önleyecek kadar düşük, fakat en fazla etkiyi elde edecek kadar yüksek olmalıdır. Önemli derecede sersemlik hali, baş dönmesi ve tepki zamanlarının uzaması sık görülen yan etkilerdir ve bunlar kişi için (ör, araba sürerken veya bir alet kullanırken) pratik güçlükler yaratabilir. Ancak, etkinliği kanıtlanmış bir ilacı hastadan esirgemenin hastaya getireceği ıstırap da göz önüne alınmalıdır. Hastayla riskleri ve yararlarının tartışılarak karar verilmesi önerilir.
Diğer Tedaviler
Antikonvülzan pregabaline’in voltaja bağımlı kalsiyum kanallarının α2 alt birimine bağlandığı düşünülmektedir. Yaygın anksiyete bozukluğunun (YAB) tedavisinde etkinliği gösterilmiş ve sosyal fobik belirtilerde anlamlı düzeyde azalma yaptığı bulunmuştur. Ne yazık ki, sıklıkla sersemlik haline yol açar ve bu etki, klinik pratikte kullanımını kısıtlar. Gabapentine için de, etkili olsa bile, epey yüksek dozlara çıkmak gerektiği belirtilmektedir. 5-HT1A parsiyel agonisti buspiron, pregabalin gibi, YAB’da etkilidir, ancak sosyal fobide etkisine dair ikna edici kanıtlar yoktur. Buspiron’un SSGİ’lerine eklenmesi bir etki çoğaltma stratejisi olarak kullanılabilir.
Literatürde olanzapin ve ketiyapin gibi atipik antipsikotiklerin sosyal fobinin en azından bir alt grubunda etkili olduklarına dair az sayıda olguda yapılmış çalışmalar da mevcuttur.
Beta-blokerler otonomik anksiyete belirtilerinin tedavisinde, özellikle birinci basamak hizmetlerinde, uzun zaman kullanılmışlardır. Performans anksiyetesinin çarpıntılar ve tremor gibi çevresel belirtilerinin beta-blokerlerle düzeltildiği gösterilmiştir, fakat psikolojik belirtiler üzerine pek etkisi yoktur. Etkilerinin olmaması ve önemli tolerabilite sorunları bunların yaygın sosyal fobi tedavisinde kullanımlarının uygun olmadığı anlamına gelir. Astım, diyabet ve bazı kalp hastalıklarında kullanımlarından kaçınılmalıdır.
İtici anıların sosyal fobinin patogenezinde oynadığı rol ve glükokortikoidlerin anıların geri çağırılmasını engelleyen özellikleri göz önüne alınarak hastalara oral kortizol verilen çalışmalarda stres öncesi, sırası ve sonrasında korku bildiriminin azaldığı bulunmuştur. Bu sonuçlar gelecekte glükokortikoidlerin tedavide denenebileceklerini düşündürmektedir.
Anksiyete belirtilerinin ortaya çıkışı ve sürdürülmesinde sempatik sistemin oynadığı rolden yola çıkan kimi araştırmacılar da, ilaçlardan ve psikoterapiden yarar görmemiş dirençli hastalar için endoskopik sempatik blok gibi tedavi seçenekleri önermektedirler. Tedavinin en önemli ve rahatsız edici yan etkisinin refleks terleme olduğu belirtilmektedir.
Geniş bir tedavi yelpazesinin etkili olmasından dolayı, tedavinin seçimi büyük ölçüde klinik özelliklere, bireysel tercihlere ve yerel ulaşma imkanlarına bağlıdır. Daha önceki bir tedaviye yanıtın veya entoleransın, beklenen yan etki profilinin ve depresif belirtilere karşı etkinin de göz önüne alınması gerekir.
Sosyal fobide BDT ile farmakoterapinin bir araya getirilmesi
İlaç ile psikoterapinin birlikte kullanımı klinik pratikte sık ise de, çok az çalışma sosyal fobinin tedavisinde bu yaklaşımın etkililiğini incelemiştir. Yayımlanan iki çalışmada da plaseboya üstünlüğü kanıtlanmamış ilaçlar kullanılmıştır. Moklobemidle yapılan bir çalışmada ilacın anksiyeteyi azaltmada etkili, kaçınma davranışını azaltmada o kadar etkili olmadığı, BDT’ninse, tersine, kaçınmayı azaltmada etkili olurken anksiyetede ilaç kadar etkili olmadığı görülmüştür. 6 ayın sonunda BDT’nin daha etkili bir tedavi olduğu ve kombine tedavinin bir avantajının bulunmadığı tespit edilmiştir. Başka çalışmalar sürmektedir. Kombine tedavi sinerjik bir etki gösterebilir, çünkü birbirinin etkisini büyütebilir. Öte yandan, iki tedavi birbirini etkilemeyebilir, çünkü birinin etkisi o kadar iyidir ki, diğerine yer kalmaz. Bir diğer olasılık da birbirinin etkisini de azaltmaktır. Örneğin, hasta iyiliğini ilaç kullanmasına bağlarsa BDT’nin etkililiği azalabilir, çünkü BDT ödevlerine tam katılmaz. Nitekim bazı çalışmalar iyiliğini ilaca bağlayan hastalarda nüks oranının yüksek olduğunu göstermektedir. Antidepresan ilaç kullanmakta olan sosyal fobik hastaların tedavisine BDGT eklendiğinde, BDGT uygulanan tüm grup içinde ilaç alanlarla ilaç almayanlar arasında bir farklılık gözlemlenmemiştir. Bu, kombine tedavinin tek tek uygulanan ilaç ve BDT tedavilerine göre anlamlı bir avantajı olmadığını gösteren bir çok araştırma ile uyumludur. Ayrıca, kombine tedavilerle ilgili çalışmalarda en etkili ilaçların dahil edilmemesi, BDT’nin süresindeki ve yapısındaki çeşitlilik, örnekleme farklılıkları gibi eksiklikler de göz önüne alınmalıdır. Örneğin, daha önceki çalışmaların çoğu yaygın ve yaygın olmayan alt tipleri birlikte içerirken yeni çalışmalarda yaygın tipe dair çalışmalar artmaktadır.
Uzun süreli tedavi
Sosyal fobinin akut tedavisiyle ilgili literatürün giderek büyümesine rağmen, uzun-vadeli tedavisi konusunda çok daha az şey bilinmektedir. Gerek SSGİ, gerekse MAOİ’lerinin uzun süreli tedavi boyunca sosyal fobideki etkilerinin kalıcılığını soruşturan az çalışma vardır. Bazı çalışmalar bu ilaçları uzun süreli tedavi dönemi boyunca almanın sosyal fobi belirtilerini ve nüks riskini azalttığını bulmuştur. Ancak, ilaç kesildiğinde nüks oranları yüksektir. Yapılan az sayıda çalışma, gerek fenelzin ve RIMA, gerekse SSGİ ve SNGİ idame tedavisinin tedaviden yararlanma süresini uzattığını ve ilacı kesilen hastalardaki yüksek nüks oranları hastaların önemli bir kısmında tedavinin sürdürülmesi gerektiğini göstermektedir. İlaçlar ve psikolojik tedaviler, ayrı ayrı verildiklerinde, akut tedavide geniş ölçüde benzer etkiler gösterirler. Bununla birlikte, (grup veya bireysel) bilişsel terapiyle birlikte olan akut tedavi, izlemede belirtilerin nüksetme riskinde bir azalmayla birlikte olabilir.
Uzun süreli tedavide dikkat edilmesi gereken nokta, psikoterapi (BDT, BDGT, psikodinamik psikoterapi) ile ilacın birbirlerini tamamlayan yaklaşımlar olarak kullanılmalarıdır; bu, akut tedavide başarı şansını artırmakta, idame tedavide de nüksü azaltmaktadır. Sosyal fobiye yönelik bir BDGT programını tamamladıktan sonra, tedavinin kazançlarının uzun vadede sürdüğü gösterilmiştir. Uzun süreli tedavide de BDT’nin bireysel ve grup biçimleri arasında fark bulunmamıştır. Ancak, ilaç ve psikolojik tedavileri bir araya getirmenin her bir tedavinin ayrı ayrı verilmesine göre daha yüksek bir toplam etkiyle birlikte olup olmadığı kesin değildir.
Gelecek yönelimler
Belirtilerin azalması iyileşme anlamına gelmediğinden, gelecekte tedavilerin belirtilerin azalmasından çok iyileşmeyi amaçlaması ve toplumsal işlevselliği de değerlendirmesi gerekmektedir. Ayrıca, kimin hangi tedaviden yararlanacağına dair yordayıcıların tespiti, akut tedavilerin ne zaman bir platoya ulaştığı, dolayısıyla optimal süreleri ve etkiyi çoğaltma yöntemleri gibi konuların da açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Şimdilik tedavi sonuçlarının önceden tahmin edilmesini sağlayan kesin veriler olmamakla birlikte, hastalığın şiddetinin ve kaçıngan kişilik özelliklerinin, belki bir ölçüde depresyonun birlikte bulunmasının neticeyi olumsuz yönde etkilediğine dair bulgular elde edilmiştir. Sosyal fobide uzun süreli tedavinin sonuçlarını nörogörüntüleme yöntemleriyle tahmin etmeyi amaçlayan çalışmalar, gelecekte tedavi sonuçlarının kestirilmesinde bu yöntemlerin kullanılabileceğini düşündürmektedir.
Sosyal fobide BDT ile ilgili gelecekteki çalışmalar açısından belki de en zorlayıcı gereksinim ilaç tedavileriyle birlikteliğindedir. Terapötik etkilerini kişinin bilinci üzerinde en az etkiyle gösteren (yani, görünen yan etkileri en düşük olan) ilaçların BDT’nin özünü oluşturan becerileri öğrenme ve bunları yapabileceğine inanma yeteneğini daha az engellemesi beklenebilir. Daha müdahaleci yan etkileri olan ilaçlar kişiyi olumlu değişmeleri ilaca yormaya sevk edebilir. Örneğin, sosyal fobiyle ilgili literatürde pek bir ipucu olmasa da, ılımlı benzodiyazepin dozları spesifik fobinin tedavisinde korkulan uyarana yaklaşımı kolaylaştırabilir; ancak, yüksek dozlar anksiyete hissini inhibe ederek maruz bırakmanın etkililiğini azaltabilir.
İlaçları ve BDT’yi “bir araya getirme”nin ne anlama geldiğine dair düşüncemizi genişletmemiz gerekiyor. Bu her zaman ikisini de aynı anda başlamak demek değildir. Örneğin, en iyisi hastanın korkularını yumuşatmak ve korkulan durumlara daha hızlı bir şekilde girmesini teşvik etmek için önce ilaç başlamak mıdır? Sonra ilaç aşamalı olarak azaltılırken BDT ön plana geçebilir mi? Bilişsel-davranışçı müdahalelerin sosyal fobisi olan hastaların psikolojik veya fiziksel olarak bağımlı hale gelmiş oldukları ilaçları bırakmalarına yardımcı olmak için kullanılıp kullanılamayacağını değerlendirmek de önemlidir. Bu strateji panik bozukluğu olan hastalarda başarıyla kullanılmıştır. İlaçlarını başarıyla alan fakat ilaç kesilince nüks yaşamaları mümkün olan hastalarda benzer bir yaklaşım kullanılabilir mi? BDT müdahaleleri farmakoterapiye kısmen yanıt veren hastalarda kazancı artırmak için daha etkili bir şekilde kullanılabilir mi? Psikodinamik psikoterapilerle yürütülen çalışmaların sonuçları ne olacaktır?
Bu alanda belki de en önemli gereksinim bazı yeteneklere sahip profesyonellerin sayısını artırmaktır. Sosyal fobide psikolojik tedavilerin etkili bir şekilde kullanılmasının önündeki en büyük engel, bu tedavileri uygulamak için eğitilmiş profesyonellerin eksikliğidir.
Kaynaklar
Aarre TF. Phenelzine efficacy in refractory social anxiety disorder. A case series. Nord J Psychiatry 2003; 57: 313-5
Abramowitz JS, Moore EL, Braddock AE, Harrington DL. Self-help cognitive-behavioral therapy with minimal therapist contact for social phobia: A controlled trial. J Behav Ther Experiment Psychiat 2008, in press
Aderka IM. Factors affecting treatment efficacy in social phobia: The use of video feedback and individual vs. group formats. J Affect Disord 2008, in press.
Allgulander C, Mangano R, Zhang J, et al. Efficacy of venlafaxine ER in patients with social anxiety disorder: a double-blind, placebo-controlled, parallel-group comparison with paroxetine. Hum Psychopharmacol 2004; 19: 387-96
Allgulander C. Paroxetine in social anxiety disorder: a randomized placebo-controlled study Acta Psychiatr Scand 1999; 100: 193-8
Alnæs R, Torensen S. A 6-year follow-up study of anxiety disorders: development and continuity with personality disorders and personality traits as predictors. Nord J Psychiatry 1999; 53: 409-16
Alnæs R. Social phobia: Research and clinical practice. Nord J Psychiatry 2001; 55: 419-25
Anderson P, Zimand E, Schmertz SK, Ferrer M. Usability and utility of a computerized cognitive-behavioral self-help program for public speaking anxiety. Cogn Behav Pract 2007; 14: 198-207
Baldwin D, Bobes J, Stein DJ, Scharwachter I, Faure M. Paroxetine in social phobia/social anxiety disorder: Randomised, double-blind, placebo-controlled study. Br J Psychiatry 1999; 175: 120-6
Baldwin DS, Pitts N, Gergel I, Travers J. Paroxetine in the treatment of social anxiety disorder (social phobia): An overview. Eur Neuropharm 1998; 8(Suppl 2): S262
Barnett SD, Kramer ML, Casat CD, Connor KM, Davidson JR. Efficacy of olanzapine in social anxiety disorder: a pilot study. J Psychopharmacol 2002; 16: 365-8
Başoğlu M, Marks IM, Kılıç C, Brewin CR, Swinson RP. Alprazolam and exposure for panic disorder with agoraphobia: Attribution of improvement to medication predicts subsequent relapse. Br J Psychiatry 1994; 164: 652-9
Bhogal KS, Baldwin DS. Pharmacological treatment of social phobia. Psychiatry 2007; 6: 217-23
Blanco C, Antia SX, Liebowitz MR. Pharmacotherapy of social anxiety disorder. Biol Psychiatry 2002; 51: 109-20
Blanco C, Schneier FR, Schmidt A, Blanco-Jerez CR, Marshall RD, Sanchez-Lacay A, Liebowitz MR. Pharmacological treatment of social anxiety disorder: A meta-analysis. Depress Anxiety 2003; 18: 29-40
Blomhoff S, Haug TT, Hellstrom K, Holme I, Humble M, Madsbu HP, Wold JE. Randomised controlled general practice trial of sertraline, exposure therapy and combined treatment in generalised social phobia. Br J Psychiatry 2001; 179: 23-30
Borge F-M, Hoffart A, Sexton H, Clark DM, Markowitz JC, McManus F. Residential cognitive therapy versus residential interpersonal therapy for social phobia: A randomized clinical trial. J Anxiety Disord 2008; 22: 991-1010
Botella C, Hofmann SG, Moscovitch DA. A self-applied, internet-based intervention for fear of public speaking. J Clin Psychol 2004; 821-30
Bouwer C, Stein DJ. Use of the selective serotonin reuptake inhibitor citalopram in the treatment of generalized social phobia. J Affect Disord 1998; 49: 79-82
Brunello N, den Boer JA, Judd LL, Kasper S, Kelsey JE, Lader M, Lecrubier Y, Lepine JP, Lydiard RB, Mendlewicz J, Montgomery SA, Racagni G, Stein MB, Wittchen H-U. Social phobia: Diagnosis and epidemiology, neurobiology and pharmacology, comorbidity and treatment. J Affect Disord 2000; 60: 61-74
Burrows G, Evans L, Baumhackl U, Hebenstreit H, Katschnig H, Schony W. Moclobemide in social phobia. A double-blind, placebo-controlled study. Eur Arch Psychiatry Clin Neurosci 1997; 247: 71-80
Busch F, Cooper A, Klerman GL, Penzer RJ, Shapiro T, Shear K. Neurophysiological, cognitive behavioral, and psychoanalytic approaches to panic disorder: toward an integration. Psychoanal Inq 1991; 11: 315-22
Butler G, Cullington A, Munby M, Amies P, Gelder M. Exposure and anxiety management in the treatment of social phobia. J Cons Clin Psychol 1984; 52: 642-50
Carlbring P, Furmark T, Steczkó J, Eksclius L, Andersson G. An open study of internet-based bibliotherapy with minimal therapist contact via email for social phobia. Clin Psychologist 2006; 10: 30-8
Davidson JRT, Foa EB, Huppert JD, Keefe FJ, Franklin ME, Compton JS, Zhao N, Connor KM, Lynch TR, Gadde KM. Fluoxetine, comprehensive cognitive behavioral therapy, and placebo in generalized social phobia. Arch Gen Psychiatry 2004; 61: 1005-13
Davidson JRT, Hughes DL, George LK, Blazer DG. The epidemiology of social phobia: Findings from the Duke Epidemiological Catchment Area Study. Psychol Med 1993; 23: 709-18
Davidson JRT. Pharmacotherapy of social phobia. Acta Psychiatr Scand 2003(Suppl); 417: 65-71
Davidson JRT, Potts NLS, Richichi EA, Krishnan R, Ford SM, Smith R, Wilson WH. Treatment of social phobia with clonazepam and placebo. J Clin Psychopharmacol 1993; 13: 423-8
Davidson JRT. Pharmacotherapy of social anxiety disorder. J Clin Psychiatry 1998; 59: 47-51
de Menezes GB, Fontenelle LF, Versinani M. Gender effect on clinical features and drug treatment response in social anxiety disorder (social phobia). Int J Psychiatry Clin Pract 2008; 12: 151-5
de Quervain DJ-F, Margraf J. Glucocorticoids for the treatment of post-traumatic stress disorder and phobia: A novel therapeutic approach. Eur J Psychiatry 2008; 583: 365-71
den Boer. Social anxiety disorder/social phobia: epidemiology, diagnosis, neurobiology, and treatment. Compr Psychiatry 2000; 41: 405-15
Dingemans AE, van Vliet IM, Couvée J, Westenberg HG. Characteristics of patients with social phobia and their treatment in specialized clinics for anxiety disorders in the Netherlands. J Affect Disord 2001; 65: 123-9
Ermes H, Marom S, Hermesh H. Effectiveness of cognitive behaviour group therapy in shutterers with generalized social phobia: Therapeutic and diagnostic implications. J Affect Disord 2008; 107(Suppl 1): S99
Fahlen T, Nillson HL, Borg K, Humble M, Pauli U. Social phobia: The clinical efficacy and tolerability of the monoamine oxidase-A and serotonin uptake inhibitor brofaromine. Acta Psychiatr Scand 1995; 92: 351-8
Fedoroff IC, Taylor S. Psychological and pharmacological treatments of social phobia: a meta-analysis. J Clin Psychopharmacol 2001; 21: 311-24
Feltner DE, Pollack MH, Davidson JRT, Stein MB, Futterer R, Jefferson JW, Lydiard RB, DuBoff E, Robinson P, Phelps M, Slomkowski M, Werth JL, Pande AC. A placebo-controlled, double-blind study of pregabaline treatment of social phobia: Outcome and predictors of response. Eur Neuropharm 2000; 10(Suppl 3): S345
Furmark T, Tillfors M, Marteinsdottir I, Fredrikson M. Subcortical predictors of long-term outcome in patients with social phobia revealed by PET and discriminant analysis. NeuroImage 2000; 11(Suppl 1): S213
Gelernter CS, Uhde TW, Climbolic P, Ankoff DB, Vittone BJ, Tancer ME, Bartko JJ. Cognitive behavioral and pharmacological treatment of social phobia: A controlled study. Arch Gen Psychiatry 1991; 48: 938-45
Gergel I, Pitts C, Oakes R, Kumar R. Significant improvement in symptoms of social phobia after paroxetine treatment. Biol Psychiatry 1997; 42: 26S
Glasgow RE, Rosen GM. Behavioral bibliography: A review of self-help behavior therapy manuals. Psychol Bull 1978; 85: 1-23
Gould RA, Buckminster S, Pollack MH, Otto MW, Yap L. Cognitive-behavioral and pharmacological treatment for social phobia: a meta-analysis. Clin Psychol Sci Pract 1997; 4: 291-306
Gruber K, Moran PJ, Roth WT, Taylor CB. Computer-assisted cognitive behavioral group therapy for social phobia. Behav Ther 2001; 32: 155-65
Harvey AG, Clark DM, Ehlers A, Rapee RM. Social anxiety and self-impression: Cognitive preparation enhances the beneficial effects of video feedback following a stressful social task. Behav Res Ther 2000; 38: 1183-92
Heimberg RG, Liebowitz MR, Hope DA, Schneier FR, Holt CS, Welkowitz L, Juster HR, Campeas R, Bruch MA, Cloitre M, Fallon B, Klein DF. Cognitive-behavioral group therapy versus phenelzine in social phobia: 12-week outcome. Arch Gen Psychiatry 1998; 55: 1133-41
Heimberg RG, Salzman DG, Holt CS, Blendell KA. Cognitive behavioral group treatment for social phobia: Effectiveness at five-year follow-up. Cogn Ther Res 1993; 17: 325-39
Herbert JD, Gaudiano BA, Rheingold AA, Moitra E, Myers VH, Dalrymple KL, Brandsma LL. Cognitive behavior therapy for generalised social anxiety disorder in adolescents: A randomised controlled trial. J Affect Disord 2008 (in press)
Hermesh H, Marom S. The impact of depression on treatment effectiveness and gains maintenance in social phobia: A naturalistic study of cognitive behaviour group therapy. J Affect Disord 2008; 107 (Suppl 1): S99-S100
Hoffart A, Borge F-M, Sexton, Clark DM. Change process in residential cognitive and interpersonal psychotherapy for social phobia: A process-outcome study. Behav Ther 2008 (in press)
Hofmann SG. Cognitive factors that maintain social anxiety disorder: a comprehensive model and its treatment implications. Cogn Behav Ther 2007; 36: 193-209
Høglend P. Brief dynamic psychotherapy in psychiatry. Nord J Psychiatry 1995; 49(Suppl 34): 81-3
Holmes EA, Arntz A, Smucker MR. Imagery rescripting in cognitive behaviour therapy: Images, treatment techniques and outcomes. J Behav Ther Experim Psychiatry 2007; 38: 297-305
Hunt C, Andrews G. Longterm outcome of panic disorder and social phobia. J Anxiety Disord 1998; 12: 395-406
Huppert JD, Roth DA, Foa EB. Cognitive-behavioral treatment of social phobia: New advances. Curr Psychiatry Rep 2003; 5: 289-96
Kasper S, Stein DJ, Loft H, Nill R. Escitalopram in the treatment of social anxiety disorder: randomised, placebo-controlled, flexible-dosage study. Br J Psychiatry 2005; 186: 222-6
Kasper S. Anxiety disorders: under-diagnosed and insufficiently treated. Int J Psychiatry Clin Pract 2006; 10: 3-9
Katschnig H, Stein MB, Buller R, The International Multicenter Trial Group on Moclobemide in Social Phobia. Moclobemide in social phobia. A double blind, placebo-controlled clinical study. Eur Neuropsychopharmacol 1997; 2: 21-9
Katzelnick DJ, Kobak KA, DeLeire T, Henk HJ, Greist JH, Davidson JRT, Schneier FR, Stein MB, Helstad CP. Impact of generalized social anxiety disorder in managed care. Am J Psychiatry 2001; 158: 1999-2007
Katzelnick DJ, Kobak KA, Greist JH, Jefferson JW, Mantle JM, Serlin RC. Sertraline for social phobia: a double-blind, placebo-controlled crossover study. Am J Psychiatry 1995; 152: 1368-71
Kessler RC, Berglund P, Demler O, Jin R, Merikangas KR, Walters EE. Lifetime prevalence and age-onset distributions of DSM-IV disorders in the National Comorbidity Survey Replication. Arch Gen Psychiatry 2005; 62: 593-602
Kessler RC, Chiu WT, Demler O, Merikangas KR, Walters EE. Prevalence, severity, and comorbidity of 12-month DSM-IV disorders in the National Comorbidity Survey Replication. Arch Gen Psychiatry 2005; 62: 617-27
Klieser E, Wurthmann C, Czekalla J, Landefeld H, Lemmer W, Schulte T. Explaratory pilot study with olanzapine in generalized anxiety disorder (GAD) showed anxiolytic treatment with low-dosages of the atypical antipsychotic. Eur Neuropharm 2000; 10(Suppl 3): S344
Knijnik DZ, Blanco C, Salum GA, Moraes CU, Mamback C, Almeida E, Pereira M, Strapasson A, Manfro GG, Eizirik CL. A pilot study of clonazepam versus psychodynamic group therapy plus clonazepam in the treatment of generalized social anxiety disorder. Eur Psychiatry 2008, in press
Kobak KA, Greist JH, Jefferson JW, Katzelnick DJ. Fluoxetine in social phobia: a double-blind, placebo-controlled pilot study. J Clin Psychopharmacol 2002; 22: 257-62
Koponen HJ, Lepola U, Leinonen E. Fluoxetine in social phobia: An open pilot study. Nord J Psychiatry 1998; 52: 141-6
Lader M, Stender K, Burger V, Nil R. Efficacy and tolerability of escitalopram in 12- and 24-week treatment of social anxiety disorder: randomised, double-blind, placebo-controlled, fixed-dose study. Depress Anxiety 2004; 19: 241-8
Liebowitz M, DeMartinis N, Weihs K, Chung H, Clary C. Results from a randomized, double-blind, multicenter trial of sertraline in the treatment of moderate-to-severe social phobia (social anxiety disorder). Eur Neuropharm 2002; 12(Suppl 3): S352
Liebowitz MR, Demartinis NA, Weihs K, Londborg PD, Smith WT, Chung H, Fayyad R, Clary CM. Efficacy of sertraline in severe generalized social anxiety disorder: results of a double-blind, placebo-controlled study. J Clin Psychiatry 2003; 64: 785-81
Liebowitz MR, Fyer AJ, Gorman JM, Campeas R, Levin A. Phenelzine in social phobia. J Clin Psychopharmacol 1986; 6: 93-8
Liebowitz MR, Gelenberg AJ, Munjack D. Venlafaxine extended release vs placebo and paroxetine in social anxiety disorder. Arch Gen Psychiatry 2005; 62: 190-8
Liebowitz MR, Heimberg RG, Schneier FR, Hope DA, Davies S, Holt CS, Goetz D, Juster HR, Lin SH, Bruch MA, Marshall RD, Klein DF. Cognitive-behavioral group therapy versus phenelzine in social phobia: long term outcome. Depress Anxiety 1999; 10: 89-98
Liebowitz MR, Mangano RM, Bradwejn J, Asnis G. A randomized controlled trial of venlafaxine extended release in generalized social anxiety disorder. J Clin Psychiatry 2005; 66: 238-47
Liebowitz MR, Schneier F, Campeas R, Hollander E, Hatterer J, Fyer A, Gorman J, Papp L, Davies S, Gully R. Phenelzine vs. atenolol in social phobia. A placebo-controlled comparison. Arch Gen Psychiatry 1992; 49: 290-300
Liebowitz MR, Stein MB, Tancer M, Carpenter D, Oakes R, Pitts CD. A randomized, double-blind, fixed-dose comparison of paroxetine and placebo in the treatment of generalized social anxiety disorder. J Clin Psychiatry 2002; 63: 66-74
Lott M, Greist JH, Jefferson JW, Kobak KA, Katzelnick DJ, Katz RJ, Schaettle SC. Brofaromine for social phobia: A multi-center, placebo-controlled, double-blind study. J Clin Psychopharmacol 1997; 17: 255-60
Lundh L-G, Öst L-G. Attentional bias, self-consciousness and perfectionism in social phobia before and after cognitive-behavior therapy. Scand J Behav Ther 2001; 30: 4-16
Lydiard RB. The role of drug therapy in social phobia. J Affect Disord 1998; 50: S35-S39
Masia CL, McNeil DW, Colin LG, Hope DA. Exposure to social anxiety words: Treatment for social phobia based on the Stroop paradigm. Cogn Behav Pract 1999; 6: 248-58
Mattick RP, Peters L, Clark JC. Exposure and cognitive restructuring for social phobia: A controlled study. Behav Ther 1989; 20: 3-23
McEvoy PM. Effectiveness of cognitive behavioral group therapy for social phobia in a community clinic: A benchmarking study. Behav Res Ther 2007; 45: 3030-40
McManus FV. Psychological treatment of social phobia. Psychiatry 2007; 6: 211-6
Menuin DS, Heimberg RG, Jack MS. Comorbid generalized anxiety disorder in primary school phobia: symptom severity, functional impairment, and treatment response. J Affect Disord 2000; 14: 325-43
Montgomery SA, Nil RA, Dürr-Pal N, Loft H, Boulenger J-P. A 24-week randomized, double-blind, placebo-controlled study of escitalopram for the prevention of generalized social anxiety disorder. J Clin Psychiatry 2005; 66: 1270-8
Mörtberg E, Bejerot S, Wistedt AÅ. Temperament and character dimensions in patients with social phobia: Patterns of change following treatment. Psychiatry Res 2007; 152: 81-90
Mörtberg E, Clark DM, Sundin O, Aberg WA. Intensive group cognitive treatment and individual cognitive therapy vs treatment as usual in social phobia: A randomized controlled trial. Acta Psychiatr Scand 2007; 115: 142-54
Munjack DJ, Baltazar PL, Bohn PB, Cabe DD, Appleton AA. Clonazepam in the treatment of social phobias: A pilot study. J Clin Psychiatry 1990; 51(Suppl 5): 35-40
Norton PJ. An open trial of a transdiagnostic cognitive-behavioral group therapy for anxiety disorder. Behav Ther 2008; 39: 242-50
Noyes R, Moroz G, Davidson J, Lieboowitz MR, Davidson A, Siegel J, Bell J, Cain JW, Curlik SM, Kent TA, Lydiard RB, Mallinger AG, Pollack MH, Rapaport M, Rasmussen SA, Hedges D, Schweizer E, Uhlenhuth Eh. Moclobemide in social phobia: A controlled dose-response trial. J Clin Psychopharmacol 1997; 17: 247-54
Pálová E, Kovaničová M. Treatment results and personality disorders in social phobia. Eur Neuropharm 1999; 9(Suppl 5): S282
Pande AC, Davidson JR, Jefferson JW, Janney CA, Katzelnick DJ, Weisler RH, Greist JH, Sutherland SM. Treatment of social phobia with gabapentin: a placebo-controlled study. J Clin Psychopharmacol 1999; 19: 341-8
Pande AC, Feltner DE, Jefferson JW, Davidson JRT, Pollack M, Stein MB, Lydiard RB, Futterer R, Robinson P, Slomkowski M, Duboff E, Phelps M, Janney C, Werth JL. Efficacy of the novel anxiolytic pregabalin in social anxiety disorder: a placebo-controlled, multicenter study. J Clin psychopharmacol 2004; 24: 141-9
Pohjavaara P, Telaranta T, Väisänen E. The role of the sympathetic nervous system in anxiety: Is it possible to relieve anxiety with endoscopic sympathetic block? Nord J Psychiatry 2003; 57: 55-60
Posternak MA, Mueller TI. Assessing the risks and benefits of benzodiazepins for anxiety disorders in patients with a history of substance abuse or dependence. Am J Addict 2001; 10: 48-68
Prasko J, Horacek J, Houbova P, Kosova J, Klaschka J, Paskova B, Praskova H, Seifertova D, Vyskocilova J. Moclobemide and cognitive behavioral therapy in the treatment of social phobia. Eur Psychiatry 2008; 23(Suppl 2): S302
Reich J, Noyes Jr R, Yates W. Alprazolam treatment in avoidant personality traits in social phobic patients. J Clin Psychiatry 1989; 50: 91-5
Rosser S, Erskine A, Crino R. Pre-existing antidepressants and the outcome of group cognitive behaviour therapy for social phobia. Aust N Z J Psychiatry 2004; 38: 233-9
Schneier FR, Goetz D, Campeas R, Fallon B, Marshall R, Liebowitz MR. Placebo-controlled trial of moclobemide in social phobia. Br J Psychiatry 1998; 172: 70-7
Schneier FR, Johnson J, Hornig CD, Liebowitz MR, Weissman MM. Social phobia. Comorbidity and morbidity in an epidemiologic sample. Arch Gen Psychiatry 1992; 49: 282-8
Schneier FR, Saoud JB, Campeas R, Fallon BA, Hollnader E, Coplan J, Liebowitz MR. Buspirone in social phobia. J Clin Psychopharmacol 1993; 13: 251-6
Scholing A, Emmelkamp PMG. Prediction of treatment outcome in social phobia: A cross-validation. Behav Res Ther 1999; 37: 659-70
Seedat S, Stein MB. Double-blind, placebo-controlled assessment of combined clonazepam with paroxetine compared with paroxetine monotherapy for generalized social anxiety disorder. J Clin Psychiatry 2004; 65: 244-8
Stein DJ, Ipser JC, Balkom AJ. Pharmacotherapy for social phobia. Cochrane Database Syst Rev 2004; 4: CDOO12O6
Stein DJ, Versiani M, Hair T, Kumar R. Efficacy of paroxetine for relapse prevention in social anxiety disorder. Arch Gen Psychiatry 2002; 59: 1111-8
Stein DJ, Westenberg HG, Yang H, Li D, Barbato LM. Fluvoxamine CR in the long-term treatment of social anxiety disorder: the 12- to 24-week extension phase of a multicentre, randomized, placebo-controlled trial. Int J Neuropsychopharmacol 2003; 6: 317-23
Stein DJ. Evidence-based treatment of anxiety disorders. Int J Psychiatry Clin Pract 2006; 10(Suppl 1): 16-21
Stein MB, Chartier MJ, Hazen AL, Kroft CDL, Chale RA, Cote DM, Walker JR. Paroxetine in the treatment of generalized social phobia: Open-label treatment and double-blind placebo-controlled discontinuation. J Clin Psychopharmacol 1996; 16: 218-22
Stein MB, Fyer AJ, Davidson JRT, Pollack MH, Wiita B. Fluvoxamine treatment of social phobia (social anxiety disorder): a double-blind, placebo-controlled study. Am J Psychiatry 1999; 156: 756-60
Stein MB, Liebowitz MR, Lydiard B. Paroxetine treatment of generalized social phobia (social anxiety disorder): a randomised controlled trial. JAMA 1998; 280: 708-13
Stein MB, Pollack MH, Bystritsky A, Kelsey JE, Mangano RM. Efficacy of low and higher dose extended-release venlafaxine in generalized social anxiety disorder: a 6-month randomized controlled trial. Psychopharmacol (Berl) 2005; 177: 280-8
Stein MB, Stein DJ. Social anxiety disorder. Lancet 2008; 371-1115-25
Vaishnaci S, Alamy S, Zhang W, Connor KM, Davidson JRT. Quetiapine as monotherapy for social anxiety disorder: A placebo-controlled study. Progr Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 2007; 31: 1464-9
van Ameringen MA, Lane RM, Walker JR, Bowen RC, Chokka PR, Goldner E, David GJ, Lavallee Y-J, Nandy S, Pecknold JC, Hadrava V, Swinson RP. Sertraline treatment of generalized social phobia: a 20-week, double-blind, placebo-controlled study. Am J Psychiatry 2001; 158: 275-81
van Ameringen MA, Mancini C, Oakman JM, Farvolden PG, Walker JR, Lane RM. Predictors of sertraline response in the treatment of generalized social phobia. Eur Neuropharm 2001; 11(Suppl 3): S304
van Ameringen MA, Walker JR, Swinson R, Lane RM. 24-week prevention of relapse of generalized social phobia study in responders to 20-weeks of sertraline treatment. Eur Neuropharm 2000; 10(Suppl 3): S336
van Dam-Baggen R. Group social skills training or cognitive group therapy as the clinical treatment of choice for generalized social phobia? J Anxiety Disord 2000; 14: 437-51
van Vliet I, den Boer JA, Westenberg HG, Pian KL. Clinical effects of buspirone in social phobia. J Clin Psychiatry 1997; 58: 164-8
van Vliet IM, den Boer JA, Westenberg HG. Psychopharmacological treatment of social phobia: a double-blind placebo controlled study with fluvoxamine. Psychopharmacol 1994; 115: 128-34
van Vliet IM, den Boer JA, Wstenberg HGM. Psychopharmacological treatment of social phobia: Clinical and biochemical effects of brofaromine, a selective MAO-A inhibitor. Eur Neuropsychopharmacol 1992; 2: 21-9
Varia IM, Cloutier CA, Doraiswamy PM. Treatment of social anxiety disorder with citalopram. Progress Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 2002; 26: 205-8
Versiani M, Amrein R, Montgomery SA. Social phobia – long-term outcome and prediction of response – a moclobemide study. Int Clin Psychopharmacol 1997; 12: 239-54
Versiani M, Nardi AE, Figueira I, Marques C. Doble-blind placebo controlled trial with bromazepam in social phobia. J Bras Psiq 1997; 46: 167-71
Versiani M, Nardi AE, Mundim FD, Alves AB, Liebowitz MR, Amrein R. Pharmacotherapy of social phobia: A controlled study with moclobemide and phenelzine. Br J Psychiatry 1992; 161: 353-60
Versiani M, Nardi AE, Mundim FD, Pinto S, Saboya E, Kovacs R. The long-term treatment of social phobia with moclobemide. Int Clin Psychopharmacol 1996; 11(Suppl 3): 83-8
Versiani M. A review of 19 double-blind placebo-controlled studies in social anxiety disorder (social phobia). World J Biol Psychiatry 2000; 1: 27-33
Vyskocilova J, Prasko J, Novak T, Adamcova K, Pohlova L. Is there any influence of personality disorder in the treatment of social phobia. Eur Psychiatry 2008; 23(Suppl 2): S95
Wang PS, Berglund P, Kessler RC. Recent care of common mental disorders in the United States: Prevalence and conformance with evidence-based recommendations. J Gen Int Med 2000; 15: 284-92
Wells A, Papageorgiou C. Brief cognitive therapy for social phobia: a case series. Behav Res Ther 2001; 39: 713-20
Westenberg HG, Stein DJ, Yang H, Li D, Barbato LM. A double-blind placebo controlled study of controlled release fluvoxamine for the treatment of generalized social anxiety disorder. J Clin Psychopharmacol 2004; 24: 49-55
Wild J, Hackmann A, Clark DM. Rescripting early memories linked to negative images in social phobia: A pilot study. Behav Ther 2008; 39: 47-56
Zerbe KJ. Uncharted waters: Psychodynamic considerations in the diagnosis and treatment of social phobia. Bull Menninger Clin 1994; 59(Suppl A): A27-37
Zohar J, Sheba C. Underlying pathology and treatment of social phobia. Eur Neuropharmacol 2005; 15(Suppl 22): S95