“Darwinci düşünce, yaşamın anlamının ne olduğu veya olabileceği konusundaki bakış açımızı değiştirecek uzun soluklu çıkarımlara sahiptir. s. 20
Zaman içinde Darwinci devrim, dünya üzerindeki her eğitimli insanın aklında ve kalbinde emin ve rahat bir şekilde yerini alacaktır, fakat bugün Darwin’in ölümünün üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen hala onun parmak ısırtan çıkarımlarla dolu ifadelerini tam olarak hazmedebilmiş değiliz. s. 21
Darwin’in tehlikeli fikri bizi yalnızca doğrudan ve çeşitli düzeylerde etkilemekle kalmaz; doğru uygulanması halinde zihin, dil, bilgi, etik gibi insan özgü konuları çeşitli yollarla aydınlatarak bizi geleneksel yaklaşımlardan kurtarır ve eski sorunları yeniden biçimlendiren yepyeni çözümlere işaret eder. s. 25
Bazı insanlar gizemlerin sonsuz gerilemesini tercih edebilir, fakat bu çağda bu davranışın bedeli ağırdır: Kendi kendinizi aldatmanız gerekir. s. 28
Dünyada yaşam, milyarlarca yıldır bir algoritmik işlemden diğerine koşarak, durmadan dallanan bir ağaç gibidir. Bu ağacı da Yaşam Ağacı diye adlandırabiliriz. s. 59
Evrim bir algoritma olabilir; dolayısıyla evrimin özellikle bizi ortaya çıkarmak amacıyla tasarlanmış bir algoritmik süreç olmadığın, sadece bir algoritmik sürecin sonucu olarak bizim ortaya çıkmış olabileceğimizi düşünmemiz gerekir. s. 64
Nietzsche varoluşçuluğun babasıysa, belki Darwin de dedesi olmayı hak eder. s. 73
Akılsız ve amaçsız kuvvetlerin yan ürünü olmak neden insan zihnini önemsiz ve değersiz kılsın? Her şeyden önemli diyebileceğimiz bir varlık, neden önemsiz varlıklardan kaynaklanmasın? Herhangi bir şeyin önemi veya mükemmelliği neden mutlaka ondan daha önemli olan başka bir şeyin uzantısı; Tanrı’nın bir lütfu olsun? s. 78
Gerçekleşmiş olan ile olası olanın arasındaki karşıtlık biyolojinin bütün açıklamalarının temelinde yer alır. s 123
John Donne: “Hiçbir insan bir ada değildir” demişti. Charles Darwin bu sözün devamını getirdi: Bir deniztarağı veya turp da bir ada değildir; her olası canlı varlık sosyal bağlarla diğer canlılara bağlanmıştır. Bu ilke teknolojinin gelecekte yaratabileceği bütün harikalar için de aynen geçerlidir; sonuçta o teknologlar, onların araçları ve yöntemleri de Yaşam Ağacının bir yerlerinde bulunmaktadır. s. 146
Dawkins: “Evrim kuramını bu kadar hünerli yapan şey, ilkel basitliğin böyle düzenli bir karmaşıklığa nasıl dönüşebildiğini açıklayabilme özelliğidir.” s. 181
Değer verdiğimiz her şey gibi anlamın kendisi de aşamalı olarak hiçlikten evrimleşir. s. 219
… tek boyutlu bir kodun üç boyutlu bir “yapı” için kullanıldığı gerçeği, bu koda bilgi eklendiğini gösterir. Hatta bir değer eklendiğini gösterir. Münferit aminoasitlerin bir değeri vardır. Bu değer, aminoasidin sadece zinciri oluşturan tek boyutlu dizi içindeki konumundan değil, zincir katlandıktan sonra üç boyutlu uzayda oluşan konumundan da kaynaklanır. s. 233
Okuyucunun metne yaptığı katkıyı en genel ve soyut anlamıyla ‘bilgi’ olarak tanımlayabiliriz. DNA’da da ancak koddan gelen bilgiler ile kodu okuyan çevrenin birleşimi bir canlıyı meydana getirebilir. s. 234
İşlev gören her yapı, içerisinde “işlev gördüğü” ortam hakkında içkin bir bilgi taşır. s. 235
Yönelmişlik yukarılardan değil, tam tersine aşağılardan yukarıya doğru süzülerek; geliştikçe kademeli olarak anlam ve zeka kazanan, akılsız ve amaçsız algoritmik işlemlerden gelir. s. 244
Bizim türümüz ile bütün diğer türler arasındaki birincil fark, bizim türümüzün kültürel bilgi aktarımına ve dolayısıyla da kültürel evrime olan bağımlılığıdır. s. 397
Kültürel evrim genetik evrimden kat kat hızlı çalışır. s. 404
Yaşamın anlamının yataktan çıkmak, maceralar yaşamak, projeleri tamamlamak, arkadaşlarımızla beraber olmak ve dünya hakkında sürekli yeni bir şeyler öğrenmekten ibaret olduğunu düşünürüz; ama ne yazık ki Doğa Ana hiç de böyle düşünmez. Uykuyla geçen bir ömür de en az diğerleri kadar iyi sayılır, hatta birçok açıdan daha bile iyidir; en azından daha maliyetsiz olduğu kesindir. s. 406
… belli bir hayvan türü esaslı bir şekilde memlerle donatıldığı -ya da istila edildiği- zaman ortaya çıkan tamamen yeni varlığa da insan denilmektedir. s. 407
Homo sapiens’in beyni memler için bir barınak, iletişim alışkanlıklarıysa memlerin aktarım aracı olmuştur. s. 412
Önce konuşma olarak, çok kısa süre bir süre içinde de yazı olarak kendisini göstermeye başlayan insan dili, kültürel evrimin gerçekleştiği bilgi atmosferini yaratarak kültürel aktarımın kuşkusuz başlıca aracı olmuştur. Konuşma ve dinleme, okuma ve yazma; bunlar biyosferdeki aktarım ve eşlenme süreçlerinin altında yatan teknolojiler bakımından DNA ve RNA’ya en çok benzeyen teknolojilerdir. s. 415
… memler şimdilik en azından dolaylı olarak, kullandıkları araçların harika bir mem yuvası olan insan beyni içerisinde kısa da olsa belli bir zaman geçirmesine bel bağlamak zorundadır.// Zihinler sınırlı sayıdadır ve her zihnin memler için ayırdığı sınırlı bir kapasitesi vardır. Bu yüzden memler arasında, girebildikleri kadar fazla zihne girebilmek adına kayda değer bir rekabet vardır. Bu rekabet bilgi atmosferindeki başlıca seçilim kuvvetidir… s. 416
… memler bir zihnin içinde temasa geçtikleri zaman, fenotipik etkilerini koşullara uyacak şekilde hızla değiştirerek birbirleriyle uyumlu hale gelmek gibi harika bir özelliğe sahiptir. s. 424
Hiçbir mem bedeni tek başına idare edemez; bir insanı o kişi yapan şey, uzun vadede hangi kararların alınacağını belirleyen mem koalisyonlarıdır. s. 440
(1) doğuştan sahip olduğumuz beyinlerde bulunan ve son altı milyon küsur yılda seçilim baskısıyla evrimleşen özellikler, diğer türlerin beyinlerinde bulunmaz. (2) bu özellikler kültürel aktarımla beslenen Tasarım zenginliğinin paylaşımıyla ortaya çıkan güçlerin muazzam bir şekilde birikmesini olası kılar. Bu iki etmeni birleştiren başlıca olgu da dilden başka bir şey değildir. s. 444
Beyinlerimizi anatomik açıdan şempanze beyinleriyle (veya yunus beyinleriyle ya da diğer insan dışı beyinlerle) kıyaslamak neredeyse anlamsız olur, çünkü mevcut beyinlerimiz diğer hepsini gölgede bırakacak şekilde bir araya gelmiş tek bir bilişsel sistemden oluşur. Bu birleşme, sadece bizim beyinlerimizi istila eden bir yenilik sayesinde oluşmuştur: Dil. s. 456
Gerçek anlamın, başka bir deyişle sözcüklerimizin ve düşüncelerimizin sahip olduğu anlamın kendisi, özünde anlamsız olan bir takım süreçlerin -bizim de içinde yer aldığımız biyosferi yaratan algoritmik işlemlerin- bir ürünüdür. s. 515
Belli bir insan davranışının, birbirlerine hayli uzak olan farklı kültürlerde her zaman (ve neredeyse her zaman) görülen bir özellik olduğunu göstermek, bu davranışa ilişkin genetik bir yatkınlık olduğunu hiçbir şekilde ifade etmez. Bildiğim kadarıyla antropologlar tarafından bilinen her kültürde, avcılar mızraklarını sivri uçları önde olacak şekilde fırlatır; ama kuşkusuz bu durum, türümüzün mızrağı böyle fırlatmamızı sağlayan bir gene sahip olduğunu göstermez. s. 589
Ona dua edemem; ama ihtişamını doğrulamaktan da çekinmem. Bu dünya kutsaldır. s. 634
Not: Dennett’in s. 523’te Maelzel’in Satranç Makinesi adıyla tanıttığı aletin Satranç Oynayan Türk adıyla bilindiğini ve “bir swami görünüşlü kişi” dediği kişinin de bir Türk olduğunu gözden kaçırmasına ne demeli?
“Dünya sona erer böyle
Bir patlamayla değil iniltiyle.”
(T. S. Eliot)
Termodinamik, teorik fiziğin, ısı hareketinin yasalarıyla ve ısının diğer enerji türlerine dönüşümüyle ilgilenen bir dalıdır. Sözcük Yunanca /therme/ (“ısı”) ve /dynamis/ (“kuvvet”) sözcüklerinden türetilmiştir. Aslen deneylerden türetilen, ancak artık aksiyom olarak değerlendirilmekte olan iki temel ilkeye dayanır. Birinci ilke, ısı ve işin eşdeğerliği yasası biçimine bürünen, enerjinin korunumu yasasıdır. İkinci ilke, diğer cisimlerde herhangi bir değişiklik olmaksızın ısının kendiliğinden soğuk bir cisimden sıcak bir cisme geçemeyeceğini ifade eder.
Termodinamik bilimi sanayi devriminin bir ürünüydü. 19. yüzyılın başlarında, enerjinin farklı şekillere dönüştürülebileceği, ama asla yaratılamayacağı ya da yok edilemeyeceği keşfedilmişti. Bu, fiziğin temel yasalarından biri olan termodinamiğin birinci yasasıdır. Daha sonra, 1850’de, Robert Clausius termodinamiğin ikinci yasasını keşfetti. Bu yasa, “entropi”nin (yani bir cismin enerjisinin sıcaklığına oranı) her tür enerji dönüşümünde, meselâ buhar makinesinde, her zaman arttığını belirtir.
Entropi genellikle, düzensizliğe (dağılmaya) dönük içsel bir eğilim olarak anlaşıldı. Her aile, bir evin bilinçli bir müdahale olmaksızın, bir düzen durumundan düzensizlik durumuna geçme eğiliminde olduğundan gayet haberdardır, hele etrafta çocuklar dolaşıyorsa. Demir paslanır, ağaç çürür, cansız et bozulur, banyodaki su soğur. Diğer bir deyişle, bozulmaya dönük genel bir eğilim varmış gibi görünür. İkinci yasaya göre atomlar, kendi hallerine bırakıldıklarında mümkün olduğunca karışacaklar ve rasgele dağılacaklardır. Paslanma olur, çünkü demir atomları etraflarındaki havada bulunan oksijen atomlarıyla demir oksit oluşturmak üzere birbirine karışma eğilimindedirler. Banyo suyunun yüzeyindeki daha hızlı hareket eden moleküller havadaki daha yavaş hareket eden moleküllerle çarpışır ve enerjilerini onlara iletirler.
Bu sınırlı bir yasadır, az sayıda parçacık içeren sistemlere (mikro sistemler) ya da sonsuz sayıda parçacık içeren sistemlere (evren) uygulanamaz. Ne var ki, bu yasasının uygulanışını özel bir alanın oldukça ötesine genişletmeye dönük, her türlü yanlış felsefi sonuçlara yol açan arkası kesilmeyen girişimlerde bulunulmuştur. Geçen yüzyılın ortalarında, termodinamiğin ikinci yasasının kâşifleri R. Clasius ve W. Thomson, bu yasayı bir bütün olarak evrene uygulamayı denediler ve tamamen yanlış bir teoriye ulaştılar; evrenin sonunun “ısıl ölüm” teorisi.
Bu yasa 1877’de Ludwig Boltzmann tarafından yeniden tanımlandı. Boltzmann, termodinamiğin ikinci yasasını maddenin atom teorisinden türetmeye çalışmıştı, ki bu atom teorisi ancak onun ölümünden sonra belli bir temel kazanmıştı. Boltzmann versiyonunda, entropi maddenin verili bir durumunun olasılık fonksiyonu olarak görülür: durumun olasılığı arttıkça, entropisi de artar. Bu versiyonda, tüm sistemler bir denge durumuna (yani, net bir enerji akışının olmadığı bir duruma) ulaşma eğilimindedirler. Böylelikle, eğer sıcak bir cisim soğuk bir cismin yanına konulursa, enerji (ısı) sıcak olandan soğuk olana doğru akacaktır, ta ki dengeye ulaşıncaya, yani, aynı sıcaklığa sahip oluncaya değin.
Boltzmann fizikte mikroskobik (küçük-ölçekli) düzeyden makroskobik (büyük-ölçekli) düzeye geçişin sorunlarıyla ilk ilgilenen insandı. Termodinamiğin yeni teorilerini klasik yörünge fiziğiyle uzlaştırmaya çalıştı. Maxwell örneğini izleyerek, sorunları olasılık teorisiyle çözmeye uğraştı. Bu ise mekanik determinizmin eski Newtoncu yöntemleriyle radikal bir kopuşu ifade ediyordu. Boltzmann, entropideki tersinmez artışın, artan moleküler düzensizliğin bir ifadesi olarak görülebileceğini kavramıştı. Onun düzen ilkesi, bir sistemin ulaşabileceği daha olası durumun, sistem içerisinde aynı anda gerçekleşen olaylar çeşitliliğinin birbirini istatistiksel olarak bertaraf ettiği durum olduğuna işaret eder. Moleküller rastgele hareket edebilirken, ortalama olarak, belli bir anda, bir yönde hareket edenlerin sayısı diğerleriyle aynı olacaktır.
Enerji ve entropi arasında bir çelişki vardır. Bu ikisi arasındaki kararsız denge, sıcaklık tarafından belirlenir. Düşük sıcaklıklarda enerji baskın çıkar ve düzenli (düşük entropi) ve düşük enerjili durumların ortaya çıkışına şahit oluruz, tıpkı moleküllerin diğer moleküllere göre belli bir konuma hapsoldukları kristallerde olduğu gibi. Ne var ki, yüksek sıcaklıklarda entropi üstün gelir ve kendini moleküler düzensizlikte dışa vurur. Kristalin yapısı çöker ve önce bir sıvıya, ardından da gaz haline geçişe şahit oluruz.
İkinci yasa, yalıtılmış bir sistemin entropisinin sürekli artacağını ve iki sistem bir araya getirildiğinde bileşik sistemin entropisinin tek tek sistemlerin entropileri toplamından daha büyük olacağını ifade eder.
Ne var ki, termodinamiğin ikinci yasası fiziğin diğer yasaları gibi, meselâ Newton’un kütleçekim yasası gibi değildir, çünkü her zaman uygulanabilir bir yasa değildir. Başlangıçta klasik mekaniğin özel bir alanından türetilen ikinci yasa, Boltzmann’ın elektromanyetizma ya da kütleçekim gibi kuvvetleri hesaba katmaması ve yalnızca atomik çarpışmaları kabul etmesi gerçeğince sınırlanır. Bu da fiziksel süreçlerin öylesine sınırlı bir tablosunu sunar ki, bu yasa, kaynatıcılar gibi sınırlı sistemlere uygulanabilir olsa da, genel olarak uygulanabilir bir yasa şeklinde ele alınamaz. İkinci yasa her koşulda doğru değildir. Meselâ Brown hareketi onunla çelişir. Bu yasa, klasik biçimiyle, genel bir evren yasası olarak açıkçası doğru değildir.
İkinci yasanın, bir bütün olarak evrenin kaçınılmaz bir entropi durumuna meyletmesi gerektiği anlamına geldiği iddia edildi. Evren kapalı bir sisteme benzetilerek, tüm evrenin kaçınılmaz olarak bir denge durumuyla, yani, her yerde aynı sıcaklığa sahip bir durumla sonlanması gerektiği söylendi. Yıldızlar yakıtlarını tüketecekler. Tüm yaşam yok olacak. Evren niteliksiz bir hiçlik enginliğinde yavaşça tükenecek. “Isıl ölümün” acısıyla kıvranacak. Bu iç karartıcı evren tablosu, evrenin geçmiş evrimi hakkında bildiğimiz ya da bugün gördüğümüz her şeyle doğrudan çelişir. Maddenin belli bir mutlak denge durumuna meylettiği fikri, bizzat doğanın kendisine aykırıdır. Cansız, soyut bir evren görüşüdür. Bugün evren herhangi bir denge durumunda olmaktan çok uzaktır ve böyle bir durumun ne geçmişte varolduğuna ne de gelecekte varolacağına dair en küçük bir belirti bile yoktur. Dahası, eğer entropinin artma eğilimi sürekli ve lineer bir eğilimse, evrenin neden uzun zaman önce farklılaşmamış parçacıkların ılık bir çorbası olarak sona ermediği de pek açık değildir.
Bilimsel teorileri açıkça kanıtlanmış bir uygulama alanı buldukları sınırların ötesine genişletmeye dönük girişimlerde bulunulduğunda neler olabileceğinin bir başka örneğidir bu. Termodinamiğinin ilkelerinin sınırları, geçtiğimiz yüzyılda, meşhur İngiliz fizikçisi Lord Kelvin ile jeologlar arasında, dünyanın yaşına dair bir polemikte çoktan ortaya konulmuştu. Lord Kelvin’in termodinamik temelindeki öngörüleri, jeolojik ve biyolojik evrimden öğrendiğimiz her şeye aykırıydı. Teori, dünyanın 20 milyon yıl önce bir eriyik durumunda olması gerektiğini varsayıyordu. Toplanan muazzam sayıdaki delil jeologların haklı olduğunu, Lord Kelvin’in yanıldığını kanıtlamıştı.
1928’de İngiliz bilimci ve idealisti Sir James Jean, Einstein’ın görelilik teorisinden alınmış çeşitli unsurları da ekleyerek evrenin “ısıl ölümü” hakkındaki eski argümanları canlandırdı. Madde ve enerji özdeş olduklarından, diye iddia ediyordu, evren en sonunda tüm maddenin enerjiye dönüşmesiyle sonlanmak zorundadır: “Termodinamiğin ikinci yasası, evrendeki maddeleri, yalnızca ölüm ve yok oluşla sonuçlanan aynı yolda ve aynı yönde hareket etmeye zorlar” diyerek karamsar kehanetlerde bulunuyordu [1].
Benzer karamsar senaryolar yakın zamanlarda da ileri sürülmüştür. Son zamanlarda basılan bir kitapta:
Çok uzak geleceğin evreni, hepsi birbirinden yavaş yavaş uzaklaşan fotonlar, nötrinolar ve gittikçe azalan sayıdaki elektronlar ve pozitronlardan oluşan akıl almayacak derecede seyreltilmiş bir çorba olacak. Bildiğimiz kadarıyla, hiçbir temel fiziksel süreç gerçekleşmeyecek. Ömrünü tamamlamış, ama hâlâ ebedi yaşamla –belki ebedi ölüm daha iyi bir tanımlama olurdu– karşı karşıya olan evrenin soğuk ve kasvetli kısırlığını kesintiye uğratacak hiçbir önemli olay meydana gelmeyecek. Bu kasvetli, soğuk, karanlık, özelliksiz, neredeyse hiçlik görüntüsü, modern kozmolojinin, on dokuzuncu yüzyıl fiziğinin “ısıl ölümüne” en çok yaklaştığı noktadır [2].
Tüm bunlardan ne sonuç çıkarmalıyız? Eğer tüm yaşam, yalnızca dünyadaki değil, baştan aşağı evrendeki tüm yaşam, böyle bir sona mahkûmsa, o zaman herhangi bir şeye canımızın sıkılması niye? İkinci yasanın gerçek uygulama alanının ötesine bu şekilde taşırılması, her türlü yanlış ve nihilist felsefi sonuçlara yol açmıştır. Böylelikle İngiliz filozof Bertrand Russell, “Neden Hıristiyan Değilim” adlı kitabında şunları yazabilmişti:
Çağlar boyu harcanan tüm çabalar, tüm adanmışlıklar, tüm esinlenmeler, insan dehasının tüm parıltısı, güneş sisteminin engin ölümünde tükenmeye yazgılıdır, ve … insanlığın başarılarının tüm anıtları kaçınılmaz olarak yıkılıp giden bir evrenin enkazı altında kalmak zorundadır; bütün bunlar, tartışmasız olmasa bile o denli kesindir ki, bunları yadsıyan bir felsefenin ayakta kalma umudu yoktur. Ruhun barınağı bundan böyle, yalnızca bu gerçekler çerçevesinde, yalnızca bu amansız umutsuzluğun sarsılmaz temeli üzerinde güvenle inşa edilebilir [3].
Son yıllarda, ikinci yasanın bu karamsar yorumuna yeni ve şaşırtıcı bir teoriyle meydan okundu. Nobel ödüllü Belçikalı Ilya Prigogine ve çalışma arkadaşları, termodinamiğin klasik teorilerine tümüyle farklı bir yorumun öncülüğünü yaptılar. Boltzmann’ın teorileriyle Darwin’inkiler arasında bazı paralellikler vardır. Her ikisinde de çok sayıda /rastgele dalgalanmalar/ /tersinmez bir değişim/ noktasına varırlar; birinde biyolojik evrim biçiminde, diğerinde ise enerjinin dağılması ve düzensizliğe dönük bir evrim biçiminde. Termodinamikte zaman, kolayca dönüşüme uğramayan bir duruma indirgenmeyi ve ölümü çağrıştırır. Burada şu soru ortaya çıkar: bu durum, örgütlenmeye ve hatta gittikçe artan bir karmaşıklıkta örgütlenmeye dönük içsel bir eğilim taşıyan yaşam olgusuyla nasıl örtüşmektedir?
Yasa, eğer kendi hallerine bırakılırsa, şeylerin artan entropiye dönük bir eğilim taşıdığını söyler. 1960’larda, Ilya Prigogine ve diğerleri, gerçek dünyada atomların ve moleküllerin neredeyse hiçbir zaman “kendi hallerine bırakılmamış” olduklarını fark ettiler. Her şey diğer her şeyi etkiler. Atomlar ve moleküller neredeyse her zaman dışarıdan madde ve enerji akışının etkisine açıktırlar, ki eğer yeterince güçlüyse, bu akış, termodinamiğin ikinci yasasının varsaydığı görünüşte karşı konulmaz düzensizlik sürecini kısmen tersine çevirebilir. Aslında, doğa yalnızca dağılma ve bozunmanın değil, tam zıt süreçlerin de sayısız örneğini sunar; kendi kendini örgütleme ve büyüme. Odun çürür, ama ağaçlar büyür. Prigogine’e göre doğanın her köşesinde kendini örgütleyen yapılar vardır. Benzer şekilde M. Waldrop da şu sonuca çıkar:
Lazer kendi kendini örgütleyen bir sistemdir, ışık tanecikleri, fotonlar, kendiliğinden, tek bir güçlü demet içerisinde gruplanabilirler, bu demet içerisinde her foton uygun adım hareket eder. Rüzgârları sürükleyen ve okyanuslardan yağmur suyunu çeken kasırga, güneşten gelen kesintisiz bir enerji akışıyla güçlendirilmiş kendi kendini örgütleyen bir sistemdir. Matematiksel olarak analiz edilmek için çok karmaşık da olsa, canlı bir hücre, besin biçiminde enerji alan ve enerjiyi ısı ve atık madde olarak dışarı atan kendi kendini örgütleyen bir sistemdir.[4]
Tabiatın her yerinde çeşitli desenler görürüz. Bazıları düzenli bazıları düzensizdir. Bozunma vardır, ama büyüme ve gelişme de vardır. Yaşam vardır, ama ölüm de vardır. Ve aslında bu çelişik eğilimler birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Birbirinden ayrılamazlar. İkinci yasa, tüm tabiatın düzensizlik ve bozunmaya giden tek yönlü bir yolda ilerlediğini iddia eder. Ama bu, doğada gözlemlediğimiz genel desenlerle bağdaşmaz. “Entropi” kavramının kendisi, termodinamiğin katı sınırlarının dışında, sorunlu bir kavramdır.
Termodinamik çalışmalarına dalmış ciddi fizikçiler, “amaçsız bir enerji akışı nasıl oluyor da dünyaya hayat ve bilinç yayıyor” şeklindeki bir sorunun ne denli rahatsız edici olduğunun farkına varmışlardır. Meseleyi daha da karmaşık hale getiren şey entropi kavramının kaypaklığıdır, termodinamiğin amaçlarına uygun olarak ısı ve sıcaklık terimleriyle oldukça iyi tanımlanmış bulunan entropi, bir “düzensizlik” ölçüsü olarak saptanmasında şeytanca güçlükler çıkarmaktadır. Fizikçiler, sudaki düzenin derecesini ölçmekte büyük güçlüklerle karşılaşıyorlar, çünkü su buz haline dönüşürken kristal yapılar oluşturmakta ve bu arada enerji açığa çıkarmaktadır. Dahası termodinamik entropi; aminoasitlerin, mikroorganizmaların, eşeysiz üreyen bitki ve hayvanların ve beyin gibi karmaşık enformasyon sistemlerinin oluşumundaki biçim ve biçimsizliğin değişen derecelerinin bir ölçüsü olarak sefil bir iflâsa sürüklenir. Elbette bu evrimleşen düzen adacıkları ikinci yasaya boyun eğmelidir. Önemli yasalar, yaratıcı yasalar başka yerde yatar [5].
Nükleer füzyon süreci, evrenin bozunmasının değil, inşasının örneğidir. H. T. Poggio tarafından 1931’de buna işaret edilmişti. Poggio, termodinamik kasvet peygamberlerini, dünyadaki belirli ve sınırlı durumlara uygulanan bir yasayı hiçbir gerekçe göstermeksizin tüm evrene genişletme çabalarına karşı uyarmıştı. “Evrenin her zaman geri kalıp duran bir saate benzediğinden o kadar emin olmayalım. Bu saatin yeniden kurulması söz konusu olabilir” [6].
İkinci yasa –biri olumlu diğeri olumsuz– iki temel unsur barındırır. İlki, belli süreçlerin imkânsız olduğunu söyler (meselâ ısı her zaman sıcak olan yüzeyden soğuk olana doğru akar, asla tersine değil) ve ikincisi (ki bu doğrudan birincisinden çıkar), entropinin tüm yalıtık sistemlerin kaçınılmaz bir özelliği olduğunu belirtir. Yalıtık bir sistemde tüm denge-dışı durumlar aynı türden bir denge durumuna doğru bir evrim üretirler. Geleneksel termodinamik, entropide yalnızca düzensizliğe dönük bir hareketi gördü. Ne var ki bu, yalnızca basit, “yalıtık sistemlere” (örneğin, bir buhar makinesine) atıfta bulunur. Prigogine’in, Boltzmann’ın teorilerine getirdiği yeni yorum çok daha geniş çaplı ve kökünden farklı bir yorumdur.
Kimyasal reaksiyonlar moleküller arası çarpışmaların bir sonucu olarak gerçekleşir. Normalde, çarpışma bir durum değişikliğine yol açmaz, moleküller sadece enerji değiştirirler. Bununla birlikte, bazen bu çarpışma içerdiği moleküllerde bir değişikliğe yol açar (“reaktif çarpışma”). Bu reaksiyonlar katalizörler aracılığıyla hızlandırılabilir. Canlı organizmalarda, bu katalizörler enzim adını alan özel proteinlerdir. Bu sürecin dünya üzerinde yaşamın ortaya çıkışında belirleyici bir rol oynadığına inanmak için her türlü nedene sahibiz. Kaotik olarak görülen, moleküllerin salt rasgele hareketleri, belli bir noktada kritik bir aşamaya ulaşır, burada nicelik bir anda niteliğe dönüşür. Ve bu, yalnızca organik değil inorganik de dahil olmak üzere maddenin tüm biçimlerinin özsel bir özelliğidir. Biyolojik örgütlenme düzeyi yükseldikçe yönelimli zaman algılaması dikkate değer şekilde artar ve muhtemelen insan bilinciyle doruk noktasına varır [7].
Her canlı organizma düzen ve aktiviteyi birleştirir. Tersine, denge durumundaki bir kristal, yapılanmıştır ama hareketsizdir. Doğada denge normal değildir, –Prigogine’den aktarırsak– “nadir ve kararsız bir durumdur”. “Denge-dışılık” kuraldır. Kristaller gibi basit yalıtık sistemlerde, denge uzun süreli olarak, hatta sonsuza değin korunabilir. Ama yaşayan şeyler gibi karmaşık süreçlerle ilgilendiğimizde durum değişir. Canlı bir hücre denge durumunda tutulamaz, aksi takdirde ölür. Yaşamın ortaya çıkışına hükmeden süreçler basit ve lineer değil, diyalektiktir, niceliğin niteliğe dönüştüğü ani sıçramaları içerir.
“Klasik” kimyasal reaksiyonlar oldukça rasgele süreçler olarak görülür. İçerdiği moleküller uzayda düzgün olarak dağılmıştır ve yayılışları “normal bir biçimde”, yani, bir Gauss eğrisi tipindedir. Bu tip reaksiyonlar Boltzmann’ın görüşüne denk düşerler, burada reaksiyonun tüm yan zincirleri kaybolup gider ve reaksiyon kararlı bir reaksiyonda, hareketsiz bir dengede son bulur. Ne var ki, son onyıllarda bu tip ideal ve basitleştirilmiş reaksiyonlardan farklı kimyasal reaksiyonlar keşfedildi. Bunlar yaygın ismiyle “kimyasal saatler” olarak bilinirler. En meşhur örnekleri, Belousov-Zabotinski reaksiyonu ve Ilya Prigogine tarafından tasarlanan Brüksel modelidir.
Lineer termodinamik, mümkün olan en düşük aktivite düzeyine eğilimli, kararlı, öngörülebilir bir sistem davranışı tanımlar. Ne var ki, bir sisteme etkiyen termodinamik kuvvetler, lineer bölgenin aşıldığı bir noktaya ulaştığında, artık kararlılıktan bahsedilemez. Türbülans ortaya çıkar. Türbülans, uzun zaman boyunca düzensizlik veya kaosun eş anlamlısı olarak ele alındı. Fakat artık, makroskobik (büyük ölçekli) düzeyde sırf kaotik düzensizlik olarak görünenin, aslında mikroskobik (küçük ölçekli) düzeyde son derece örgütlü olduğu keşfedilmiş bulunmaktadır.
Bugün, kimyasal kararsızlıkların incelenmesi yaygınlaştı. Ilya Prigogine’in kılavuzluğunda Brüksel’de izlenen özel araştırma programı özellikle dikkate değerdir. Kimyasal kararsızlığın başladığı kritik bir noktanın ötesinde nelerin gerçekleştiğinin incelenmesi, diyalektik açısından son derece büyük bir öneme sahiptir. “Kimyasal saat” olgusu bilhassa önemlidir. Brüksel modeli (Amerikalı bilimciler tarafından “Brusselatör” lakabıyla anılır) gaz moleküllerinin davranışlarını tanımlar. Kaotik, tümüyle rasgele hareket durumundaki iki tip molekül olduğunu varsayalım, “kırmızı” ve “mavi”. Belli bir anda, ara sıra kırmızı ya da mavi parıldamalarla birlikte bir “mor” renk veren düzensiz bir molekül dağılımının söz konusu olması beklenir. Ancak, kimyasal bir saatte, kritik noktanın ötesinde gerçekleşen şey bu değildir. Sistem önce tümüyle mavi, sonra tümüyle kırmızıdır ve bu değişimler düzenli aralıklarla gerçekleşir. Prigogine ve Stengers şöyle diyor:
Milyarlarca molekülün aktivitesinden kaynaklanan böylesi yüksek derece bir düzen inanılmaz görünür ve aslında, eğer kimyasal saatler gerçekten de gözlenmemiş olsaydı, kimse böyle bir sürecin olabileceğine inanmazdı. Tüm rengi bir anda değiştirebilmek için, moleküller bir şekilde “aralarında iletişiyor” olmalıdır. Sistem bir bütün olarak davranmalıdır. İleride tekrar tekrar, kimyadan nörofizyolojiye kadar birçok alanda açık bir öneme sahip bu kilit sözcüğe döneceğiz. Disipatif yapılar* belki de en basit fiziksel iletişim mekanizmalarından birini gösteriyorlar [8].
“Kimyasal saat” olgusu, doğada belli bir noktada, düzenin “kaostan nasıl kendiliğinden çıktığını” gösterir. Bu önemli bir gözlemdir, özellikle de yaşamın inorganik maddeden ortaya çıkış tarzına ilişkin olarak.
“Dalgalanmalı düzen” modelleri, küçük nedenlerin büyük sonuçlarının olabileceği kararsız bir dünya öngörür, fakat bu dünya keyfi değildir. Tam tersine, küçük bir olayın güçlenmesine yol açan nedenler, akılcı sorgulama için meşru bir konudur.
Klasik teoride, kimyasal reaksiyonlar istatistiksel olarak düzenlenmiş bir tarzda gerçekleşir. Normalde, düz bir dağılım gösteren ortalama bir molekül konsantrasyonu vardır. Gerçekte ise, “kendi kendini örgütleyebilen” lokal konsantrasyonlar ortaya çıkar. Bu sonuç geleneksel teori açısından tümüyle beklenmeyen bir durumdur. Prigogine’in “kendi kendini örgütleme” olarak adlandırdığı bu odaklanma noktaları, kendilerini tüm sistemi etkileyebilecek bir noktaya dek pekiştirebilirler. Eskiden marjinal olgular olarak düşünülen şeyin artık mutlak ölçüde belirleyici olduğu anlaşılmıştır. Geleneksel görüş, tersinmez süreçleri, makinelerdeki sürtünme ve ısı kayıplarının neden olduğu bir baş belâsı olarak değerlendirmekteydi. Ancak durum değişmiştir. Tersinmez süreçler olmaksızın yaşam mümkün olamazdı. Cehaletin bir sonucu olarak tersinmezliğe “öznel” bir olgu gözüyle bakan eski görüşe bugün güçlü bir şekilde meydan okunmaktadır. Prigogine’e göre tersinmezlik, gerek mikroskobik gerekse makroskobik, her düzeyde mevcuttur. Ona göre, ikinci yasa, yeni bir madde anlayışına yol açar. Denge-dışı bir durumda, “düzen” ortaya çıkar.
“Denge-dışılık, kaostan düzen çıkarır.”
[1] aktaran: E. J. Lerner. The Big Bang Never Happened. s.134.
[2] P. Davies. The Last Three Minutes. s.98-9. [Son Üç Dakika. Varlık Y., 1999, s.104]
[3] aktaran: P. Davies. The Last Three Minutes. s.13. [Son Üç Dakika, s.24-25]
[4] M. Waldrop. Complexity. s.33-4.
[5] J. Gleick. Chaos. s.308. [Kaos., s.365]
[6] E. J. Lerner. The Big Bang Never Happened. s.139.
[7] Prigogine ve Stengers. Order Out of Kaos. s.298. [Kaostan Düzene. s.348]
[8] Prigogine ve Stengers. Order Out of Kaos. s.148, 206 ve 287. [Kaostan Düzene. s.187, 250 ve 336]
* Disipatif sistemler: Çevreleriyle kütle ve enerji alış verişi yaparken yapı değişimine uğrayarak uzun vadeli global-dengeli yapılar oluşturabilen fiziksel-kimyasal tepki sistemleri. Bu sistemler, kesintisiz bir şekilde enerji dönüştürürler, bu süreç kendi kendini örgütlemeyi içinde barındırır.
(Düşünbil Dergisi’nin 77.sayısında yayımlandı.)
“… kendimi öldürmedimse, biraz daha fazla matematik öğrenmek istediğim içindir.”
Bertrand Russell, Mutluluk Yolu, sa. 11
“Freud’un Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları kitabına Editör’ün Girişi’nden Freud’un seçtiği özgün başlığın “Das Unglück in der Kultur” olduğunu öğreniyoruz. Sonradan başlık Das Unbehagen in der Kultur olmuş. Yani, Talihsizliği (Unglück), Rahatsızlığa (Unbehagen) dönüştürmüşler, nedense: “Kültürdeki Talihsizlik”, “Kültürdeki Rahatsızlık” olmuş. Sanki yazgısal bir şey, iradi bir şey haline getirilmiş. Bir an Unglück’ün Unbehagen’e değiştirilmesini bir yana bıraksak bile, Kultur’un Civilisation’a dönüşmesine ne diyeceğiz? Kitabın İngilizce’deki acı verici başlığını biliyorsunuz: Civilisation and Its Discontents! Kültür değişmiş ve Uygarlık olmuş! Talihsizlik de Hoşnutsuzluklar… Belki de birbirinin yerine kullanılabilecek kavramlar, ama sanki aralarında küçük de olsa kimi farklılıklar var gibi. Ayrıca, bu sözcüklerin çıkışlarından bu yana ikisi de, yani, kültür de uygarlık da giderek çeşitlenmiş. Örneğin, ilk başta uygarlık, sayılmayan bir ad iken, tek bir şeyi anlatırken, zamanla sayılır olmuş: “uygarlıklar” sözcüğü ortaya çıkmış: İlkel uygarlıklar, gibi. Sayılmayan bir ad olarak uygarlık, “bir toplumun merkezileşmiş, kentleşmiş, katmanlaşmış bir yapıya doğru gelişmesini anlatır.” Bir başka tanımlamayla, uygar toplum, doğal ortamdan ayrılmış ve doğa üzerinde egemenlik kurmuş toplum olarak kabul edilir. Latince civitas (kent, şehir) ve civis (yurttaş) ile ilişkilidir. Burada, kent anlamındaki “medine”den gelen “medeniyet” sözcüğünün civilisation’la ilişkisinin daha belirgin olduğuna değinmeden geçmeyeyim. Üstelik, “uygarlık” sözcüğünün erkenden kent yaşamına geçen Uygur Türklerinden geldiğine dair doğrulanmamış bilgiler bulunduğunu da ekleyeyim. Uygarlık, “doğadan kopma ve onun üzerinde egemenlik kurma” halini anlattığına göre, “tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü” olan kültürle örtüşen birçok yönü olması doğaldır. Nihayetinde bunlar, yani, uygarlık ve kültür, “nihai” gerçeklikler değil (öyle bir şeyler varsa elbette). Hatta bunlar, daha çok, biz insanların algıladıklarımıza ve olup bitenlere verdiğimiz adlar. O halde, uygarlık ve kültür üzerine değinmeleri kısa kesip mutluluğa geçeyim.

Mutluluğu geniş anlamda “iyi bir hayat yaşamak” olarak alırsak, entelektüel tarihin en başından beri “iyi hayat”ı neyin oluşturduğu konusunda epey tartışma olmuştur. İlk çağlardan bu yana iyilik haliyle ilgili araştırmaların iki ana eksen etrafında döndüğü söylenebilir: 1) Hedonizm’e göre, iyilik haz ya da mutluluktan oluşur. 2) Yudemonizm’e (eudaimonism) göre ise, “iyilik sadece mutluluk değildir, onun daha fazlasıdır. Aslında iyilik hali, insanın potansiyelinin (demon’unun ya da hakiki doğasının) gerçekleşmesinde bulunur.” Bu iki gelenek, insan doğasına ve iyi bir toplumu neyin oluşturduğuna dair farklı görüşler üzerine kurulmuştur. M.Ö. 4. yüzyılda yaşayan Aristippos hayatın amacının azami miktarda haz yaşamak olduğunu ve mutluluğun hedonik anların toplamı olduğunu öğretiyordu. Hobbes mutluluğun insani iştihalarımızın peşine düşüp onları elde etmekte yattığını savunuyordu, De Sade duyumsama ve haz peşine düşmenin hayatın nihai amacı olduğuna inanıyordu. Bentham gibi faydacı filozoflar da iyi bir toplumun bireylerin hazlarını ve öz-çıkarlarını azamiye çıkarma çabası yoluyla inşa edileceğini savunuyordu.
Makalenin aslı: Sabelli H.C., Carlson-Sabelli L. Biological Priority and Psychological Supremacy: A New Integrative Paradigm Derived from Process Theory. Am J Psychiatry 1989; 146(12): 1541-1551
Süreç kuramı biyolojik, sosyal ve psikodinamik psikiyatrinin bütünleştirilmesine yarayan, fiziksel ve psikolojik süreçlere ilişkin kapsamlı bir kuramdır. Süreç kuramı matematiksel dinamikler ve Heraklitus’un süreç felsefesinden çıkan kavramları kullanır. Klinik olarak da uygulanabilen üç yeni kavram sunar: i) (biyolojik ya da psikolojik üstünlük kuramlarına karşıt olarak) biyolojik öncelik ve psikolojik üstünlük, 2) (psikoanalitik ve diyalektik çatışmalara ve sistemler homeostazisine karşıt olarak) karşıtların birliği ve 3) (belirlenimciliğe ve gelişimsel kuramlara karşıt olarak) yaratıcı çatallanmalar.
Çoğu klinisyen bugün psikiyatrik bakımda biyolojik, sosyal ve kişisel etkenleri bütünleştirme gereksinimini kabulleniyorsa da, (bu yöndeki) çabalar kapsamlı bir kuramın eksikliğinden dolayı kesintiye uğramaktadır. Eklektizm, belli bir bozukluğun nedeninde ya da tedavisinde bir çerçevenin ne zaman ötekinden daha önemli olduğunu göstermeyi savsakladığından, yeterli değildir. Klinik ve sosyal bilimlerde deney yapmanın muazzam ekonomik ve insanî bedeli kuramsal yaklaşımların kullanılması gereğini gösterir. Olası bir bütünleştirici çerçeve olarak bir çok Amerikan psikiyatristi tarafından benimsenen “sistemler kuramı” sorunların ele alınma sırası konusunda yol gösterici olmadığından, bu işi görememektedir. Engel, sistemler kuramına dayanarak ardışık bir biyopsikososyal yaklaşım önerirken, Pribram tedavinin herhangi bir noktadan başlayabileceğini, çünkü herhangi bir parçayı değiştirmenin bütünü değiştirmek olduğunu savunmuştur. Bu kavramların ikisi de sosyolojik ve sosyobiyolojik formülasyonlarla uyuşmamaktadır; çünkü bunlar gerek türün, gerekse tek bir kişinin tarihinde bireyselliğin gelişiminde toplumsal süreçlerin önceliğini kabul eder. Süreç kuramının işaret ettiği biyopsikososyal yöntem budur.
Çoğu süreç kuramı örneğini fizikte (mekanikte) bulmuş ve matematik modeller (örneğin, Newton’un dinamiğini) kullanmıştır. Başkaları toplumsal söylemi (diyalektik, Sokratik, Hegelyan, Marksist) ya da ilkin Heraclitus’u esinleyen biyolojik ve psikobiyolojik modelleri örnek almıştır. Freud üç modelden de yararlanmış; psikolojik süreçlerin mekanik ve biyolojik süreçlerle aynı yasaları izlediğini varsaymış, kendi psikodinamiklerini zamanının dinamik bilimi üzerine kurmuştur. Bu varsayımı benimsemek, psikodinamikleri zamanımızın doğrusal olmayan dinamik bilimi temelinde yeniden formüle etmemize yol açar.
Klasik dinamik geçmişin bugünü belirlediği mekanik bir model benimsemişti; klasik termodinamik kapalı sistemler üzerinde odaklanmıştı. Her iki nitelik de psikolojik kurama taşınmıştı. Ancak, insanlar açık sistemlerdir, yani, sürekli etkileşim ve değişim içinde olan süreçlerdir. Kapalı sistemler dengeye (“nokta çekicisine”) eğilim gösterirler: Bu kavram Hem Freud’un dürtü kuramında, hem de aile homeostazisiyle ilgili sistem formülasyonlarında mevcuttur. Açık sistemlerin ayrıca iki örüntüleri daha vardır: mevsimsel ve biyolojik ritimlerde olduğu gibi döngüsellik ve fiziksel sistemlerin, biyolojik mutasyonların ve psikolojik yaratıcılığın şekillenmesinde ve ayrımlaşmasında olduğu gibi yaratıcı çatallanmalar (“kaotik çekiciler”). Açık sistemlerde akışın bozulmasının kendiliğinden yeni yapılar yaratabileceğinin keşfedilmesiyle dinamikte devrim olmuştur. Bu “çatallanmalar” evrimin ve insanî yaratıcılık ve özgür istencin olabilirliğini açıklar. Günümüzde çatallanma kuramı fizikten fizyolojiye değin çeşitli uygulamalar dahil, uygulamalı matematiğin en etkin alanlarından biridir.

Modern dinamikten alınan temel kavramlar klasik homeostazis kavramını dramatik bir şekilde değiştirmiş ve çoktan biyolojik psikiyatriye girmiştir. Bununla birlikte, dinamiklerin psikolojik konulara uygulanmaya uygun kavramsal bir yorumu yoktur. Bu tür yorumların araştırılması bizi M.Ö. beşinci yüzyılda İyonyalı filozof Heraclitus’tan köken alan felsefî süreç kuramlarına götürür. Marmor, Heraclitus’un süreç kuramının modern psikiyatride gerek duyulan bütünleştirici çerçeve olarak kullanılabileceğini öne sürmüştü. Jung, Heraclitus’un kuramlarına açıkça gönderme yaparken, Freud bunları Hegel’in diyalektik modeli aracılığıyla kendine almıştı.
SÜREÇ KURAMI
Süreç kuramı her şeyin enerji içeren ve enerji alışverişi yapan bir süreç olduğunu öne sürer. Enerji akışı karşıtları farklılaştırır ve yaratıcı evrim, karşıtların evrensel etkileşiminden kaynaklanır. “Süreç” sözcüğü Latince “ilerlemek ya da öne çıkmak”tan türemiştir. Bu, izole olaylar, denge durumları etrafında salınımlar, istikrarlı bir durumun homeostatik devamı, döngüsel yinelemeler ya da rastgele değişmeler gibi diğer değişim görüşlerinden farklıdır.
[Psikeart Kasım Aralık (54) 2017 (Sadizm) sa. 8-15.]
Sadizm terimi eziyet, şiddet ve şehvet arasındaki bağlantıyı tanımlayan bir terim olarak Krafft-Ebing (1886) tarafından -filozof ve yazar Marquis de Sade’e atfen- uyduruldu. Kısaca, “kurbana duygusal veya fiziksel acı vermekten ve onun üzerinde egemenlik kurmaktan cinsel olarak uyarılma” şeklinde tanımlanabilir. Razı olan partnerleri aşağılama, ısırma gibi eylemlerden başlayıp kurbanlara isteği dışında işkence yapmaya (bağlama, kamçılama, yakma, boğma, bedenine yabancı cisim sokma, yaralama), hatta öldürmeye değin uzanır. Esas olarak bir erkek fenomenidir. Bir takım kişilik bozuklukları (örneğin, toplum karşıtı, narsisist, şizoid kişilik bozuklukları) ve transvestik fetişizm (karşın cinsin elbiselerini giymekten haz duyma), mazoşizm, röntgencilik, teşhircilik gibi diğer parafililerle de sıklıkla birliktedir.

Özellikler
Sadizm çalışmaları genellikle suçlular üzerinde yapıldığından ve toplum içindeki insanlar bu tür eğilimlerini gizleme gereği duyduklarından, çeşitli biçimleriyle sadizmin gerçek sıklığını ve karakter özelliklerini bilmek zordur. Bazı çalışmalar bilgi verici olabilir. Örneğin, herhangi bir suç işlememiş erkek üniversite öğrencilerinin belli bir yüzdesi “başkalarına acı verme” fantezilerinden
PsikeArt, Mayıs Haziran (39) 2015 (sır), sa. 12-15
Bulutların görülmesine engel olamadığı gecelerde sırtüstü uzanıp gökyüzündeki aya bakarak şarkılar mırıldanan bir aşık ile dünyanın altıda biri gücünde yer çekimine sahip olan aynı ayın yüzeyinde zorlukla adım atmaya çalışan astronot görüntüsünü kıyaslayalım: Hangisi bizi heyecanlandırıyor, içimizde bir şeyleri kıpırdatıyor, tuhaf bir his uyandırıyor?
Bu soruyu yanıtlamak için şu ya da bu yanda durmak zorunda değiliz elbette. “Ya o ya da öbürü” demek zorunda değiliz. Üstünde düşünebiliriz. Belki.

İlksel insanların soğuk gecelerde içlerini ısıtan “ateş”in etrafında oturup birbirleriyle o günkü av ya da çocuklar ya da ataları ya da bitkiler, vs. hakkında konuşurken hissettikleri şeyin, aynı ateş çevresinde dualar edip dönerek tanrılarıyla konuştukları zaman hissettikleri şeyden farklı; birinin diğerinden daha alt ya da üst düzey bir hissetme biçimi olduğunu kim söyleyebilir?
İntiharın tanımlanması zordur, çünkü hangi davranışların intihar sayılacağı her zaman çok açık değildir. Söz gelimi, sadece tasarlayarak kafasına kurşun sıkmak, yüksekten atlamak, kendini zehirlemek, vb. gibi bilinçli olarak ve ölme niyetiyle yapılan eylemler mi intihar sayılmalıdır? Peki, hızlı araba kullanmak, dağcılık, çok fazla alkol ya da sigara, vb. tüketimi, vb. gibi, ölüme yol açma ihtimali yüksek davranışlar, en azından bilinçdışı düzeyde, intihar kabul edilemezler mi? İntihar üzerinde tartışabilmek; yaygınlığı, nedenleri, koruyucu önlemleri vb. konularında fikir yürütebilmek için, hangi davranışların bu kategoriye dahil edilebileceğini bilmek gerekir. Ayrıca, tarihin bilinen zamanlarından beri toplumların bu konudaki kınayıcı, yasaklayıcı, hatta cezalandırıcı tutumları da intiharın araştırılmasını çok güçleştirmiştir. İntiharla ilgili buna benzer daha başka birçok soruna rağmen, bu alandaki çalışması hâlâ aşılamayan Durkheim’ın tanımı, birçok açıdan yeterli görülmelidir. Ona göre, “ölen kişi tarafından ölümle sonuçlanacağı bilinerek yapılan olumlu ya da olumsuz bir edimin doğrudan ya da dolaylı sonucu olan her ölüm olayına intihar denir1.” Okumaya devam et
(Şizofrengi 1996; 22: 19-25)
Makalenin aslı: Varghese FT: The phenomenology of psychiatry. Am J Psychother 1988; 42(3): 389-403
Temelde bilinçli yaşantının doğasını açığa çıkarmakla uğraşan fenomenoloji, psikiyatride, ruhsal belirtilerin ayrıntılarını hastaların betimlediği gibi anlamak demektir. Çoğu psikiyatriste göre fenomenoloji, betimleyici psikopatoloji ile eş anlamlıdır; psikiyatristin, hastanın bazı belirtileri nasıl yaşadığını anlama sürecinin altında yatan felsefî ilkeler pek önemsenmez. Fenomenolojik yöntemin psikoterapötik sonuçlarına daha da az dikkat edilir.

Ruhsal hastalık yaşantısının doğasını açıklayacak bir yöntembilim geliştirmeye çalışırken fenomenolojiyi psikiyatriye sokan Jaspers’in en büyük katkısı, belirtileri, bu belirtilerin içeriklerinden çok, hastanın onları yaşama biçimine göre ayırt etmekti. Okumaya devam et