(PsikeArt dergisinin 30. (Merak) sayısında yayımlanmıştır.)
Uyandıklarında yanlarında bir bebek bulunduğunu ve bebeğin kendisine ait olduğunu iddia eden iki kadın anlaşmaya varamayınca Kral Süleyman’ın karşısına çıkarılırlar. Süleyman kadınları uzlaştıramayacağını anlayınca adamlarından bir kılıç getirmelerini ister. Bebeği ikiye bölüp kadınlar arasında paylaştırmayı önerir. Bebeğin gerçek annesi, yalan söylediğini düşünecekleri için öldürülmeyi göze alarak, hemen atılır ve iddiasından vazgeçtiğini, bebeğin kendisine ait olmadığını söyler. Süleyman bunun üzerine durumu anlar ve bebeğin gerçek annesine verilmesini buyurur.
Bu öykü farklı yönlerden okunabilir: Genellikle Süleyman’ın kararının ne kadar adil olduğu ya da gerçek annenin ne kadar fedakarca bir davranış sergilediği üzerinde durulur. Forrester, Freud Savaşları’nda, yaygın olan bu iki okumaya ek olarak, üçüncü bir okumaya, Freud’unkine değinir ve öykünün gözden kaçan önemli bir yönünün, bebeğin annesi olmadığı halde öyle olduğunu iddia eden annenin davranışının anlaşılmasıyla ilgilenir. Freud’dan yola çıkarak, haset kavramı üzerinde fikir yürütür. Özetle, ona göre, haset, “ondan benim de olsun” ana fikriyle özetlenebilecek olan imrenmeden farklı olarak, “benim yoksa, onun da olmasın” ifadesiyle dile getirilebilir.
(PsikeArt, Mayıs Haziran 2019: Sayı 63)
Bir gün, içinde kendimi kaybolmuş hissettiğim AVM’lerden birinde dolaşırken, yürüyen merdivenlere adım atacağım anda, bir tür baş dönmesi hissettim. Algım daha sonra geldi: Yürüyen merdiven duruyordu; yürümüyordu. İlk anda bu nahoş hissin yürümesi gereken merdivenin durduğunu fark etmekten kaynaklanan şaşkınlık duygusuyla ilişkili olabileceğini düşündüm. Fakat daha sonra bu yaşantı hemen o sıradaki okumalarımla birleşti ve bunun “tahmin eden beyin” (predicting brain) olgusunun tipik bir örneği olduğunu anladım. Daha çok şey öğrendikçe, “tahmin eden beynin” zihinsel faaliyetlerimizin birçok yönü için açıklayıcı bir yaklaşım olabileceğini gördüm. Çünkü ben yürüyen merdivenin yürüdüğünü tahmin ediyordum, yürümesini bekliyordum, ama beklentimin gerçekleşmediğini “görünce” be(yi)n afalladı(m). İşte beynin çalışma biçimi budur: Hem beklemek, hem de beklememek. Evet, bir yandan beklemek, çünkü neler olup biteceğini tahmin etmek ve ona göre hazırlanmak; öte yandan, değişik bir durum beklememek ve her şey aynı şekilde devam ediyormuş gibi tekdüze çalışmak. Beyin tüm faaliyeti sırasında bu tür tahminler yaparak, yani, geçmişten çıkarsanan beklentilerle işlev görür. Bunun en basit örneği, başımızın ve gözümüzün bedenimizle birlikte sürekli hareket ediyor olmasına karşın, dış dünyayı hep kararlı bir şekilde algılamamızdır. Bu bize beynin “gördüğüne göre” değil, kendi oluşturduğu tahmini modele göre algılayıp davrandığını gösterir.

“Tahmin” , “prediction”; “tahmin eden beyin” de “predictive brain” için geçici olarak önerdiğim bir terim. “Öndeyici beyin” ya da “yordayıcı beyin” de denebilir, fakat bunlar cümle içinde kullanılınca hantal göründüklerinden, şimdilik “tahmin” sözcüğünü tercih ediyorum. Hem terminolojik, hem de işlevsel olarak hazırlanma (preparation), önsezi (anticipation), öngörü (prospection), beklenti (expectation) gibi kavramlarla akraba gibi görünüyor. Kısaca açıklamak gerekirse; beyin daha olaylar olmadan önce zaten neler olup biteceği konusunda bir tahminde bulunur ve tahmin edilenlere en iyi uyan algıları, davranışları, fizyolojik tepkileri ve kişilerarası ilişki yollarını harekete geçirir. Beynin bu kadar etkili bir şekilde işlemesinin altında, farklı zamansal noktaları birleştirme ve gelecekteki davranışları düzeltmek amacıyla geçmişten yararlanma yönündeki bu tahmin yeteneğinin yattığı ileri sürülmüştür. (“Beynin bütün işlevi şunda özetlenebilir: hata düzeltme.” Ashby, 1947) Tahminler sürekli, otomatik ve tümüyle bilinçsiz olup beyin süreçlerinin her düzeyinde işler. Beyin bu tahminleri yapmak için şimdiki durumla birlikte geçmiş deneyimleri ve öğrenmeyi kullanır. Bu tahmin yetisi bireylerin bir olay olur olmaz daha rahat bir şekilde, etkili ve hızlı yanıt vermesini sağlar. Ve bilindiği gibi, daha hızlı tepki göstermeye hazır olan hayvanların hayatta kalma ve genlerini sonraki kuşaklara geçirme olasılıkları daha yüksektir.
Psikeart Ocak-Şubat 2019 (Aldatma)
Ebeveyn ve evlat sevgisi de dahil olmak üzere, belirgin toplumsal içgüdüler bahşedilmiş herhangi bir hayvan, kaçınılmaz olarak bir ahlak anlayışı ya da vicdan kazanacaktır.
(Darwin, İnsanın Kökeni)
Kurallara uymamak bir marifet midir? Kurulu düzene başkaldırı mıdır? Devrimci bir eylem midir? Örneğin, İstanbul’un kaotik trafiğinde gıdım gıdım ilerlemeye çalışırken yanımızdaki emniyet şeridinden 90 km hızla geçen arabayı bu devrimci eylemi için alkışlamalı mıyız? Görüyoruz, kimi arkasında Arapça Besmele yazan bir Doblo, kimi KAtatürk imzalı bir Astra olabiliyor. Yani, ideolojik bir mesele değil, belli ki. Bir Müslüman sıkışık trafikte kurallara uyarak beklerken yanından kurallara uymadan geçen, hatta emniyet şeridine çok yaklaştığı için korna çalıp kenara çekilmesini isteyen besmeleli bir Doblo sürücüsü hakkında ne düşünür acaba? Ya da aynı durumdaki bir Atatürk hayranı, arkasına KAtatürk imzası yapıştırmış bir arabanın emniyet şeridinden -muhtemelen bir suçluluk da hissetmeden- ilerlemesini nasıl yorumlar?
Kısa da olsa bir dönem göz ağrımız olan Psikodiyalektik Araştırmalar Derneği’nde Gönül Yarası filmi üzerine yönetmen Yavuz Turgul’un da katıldığı bir söyleşide, filmdeki Halil (Timuçin Esen) karakteri dolayımıyla solcuların psikopati meselesini çözmeleri gerektiğini, 12 Eylül öncesinde olduğu gibi, bazı toplumsal hareketlerin psikopatlara açık olması yüzünden değerinden kaybettiğini, ileride de kaybedeceğini, vs. söylemiştim. Sonlara yaklaşmıştık sanırım, çok fazla tartışmaya zamanımız yoktu, ancak, tarihsel ilerlemede psikopatların rolünü göz ardı etmemek gerektiği, birçok ilerlemede başı çektikleri, vs. şeklinde uyarılar geldiğini hatırlıyorum.

Öte yandan, herkes emniyet şeridinden gitse, yol boş kalırdı elbette. Buradan, birilerinin yararlanabilmesi için en azından çoğunluğun kurallara uyması gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. Nitekim, insanların birbirlerini öldürmelerini, işkence çektirmelerini istemiyoruz; özellikle çocuklara, zayıf durumda olanlara, hastalara kötü muamele edilmesi halinde genel bir itiraz yükseliyor, vs. Neyse ki, ortak karşı çıkacağımız birçok konu var. Daha önce Psikeart’ın bazı sayılarında insanın toplumsal bir varlık olduğundan, bu durumun insanı toplumsal zihinle düşünmeye mecbur bıraktığından, dolayısıyla, insanı her zaman ilişkileri içinde değerlendirmenin temel bir ilke olması gereğinden söz etmiştim. Bu yazıda, söz konusu toplumsallığı aşındırması beklenen, ama doğal tarihte bunca süre geçmesine karşın insan hayatındaki mevcudiyetini sürdürme başarısı gösteren Aldatma’dan söz edeceğim.
PsikeArt Kasım-Aralık 2018 (Nörobilim)
Teknoloji öyle ilerledi ki, Mars’a yolculuklar planlanabiliyor ve belki de yakında gerçekleştirilebilir hale gelecek. Hatta güneş sisteminin yakınlarından geçen gök cisimlerine gözlem aracı gönderebilecek durumdayız. Ancak, hala dünyada epey bir insan Dünya’nın düz olduğundan emin. Ya da başka bir kısım insan da aya gidilmediğine inanıyor. Teknolojinin ulaştığı düzeyi ve bulgularını kabul etmekte güçlük çekenlerin önemli bir bölümü geleneksel düşünce biçimlerinden kopamayanlar olabilir, ancak, öyle sanıyorum ki, küçük de olsa, bir başka kısmını bu gelişmelerin Dünya’nın büyüsünü bozabileceğine inananlar oluşturuyor. Örneğin, bazıları eğer aya gerçekten gidildiyse ve astronotlar o koca ayaklarıyla ay yüzeyinde dolaştılarsa, sevgilisiyle bir akşam vakti aya bakarak şiir okumanın yaratacağı romantizmin bozulacağı kanısındalar. Bu bakış açısının altında bir yönüyle beyin ile kalp ya da akıl ile duygu arasındaki yarılmanın yattığı düşünülebilir. Dolayısıyla, aşk gibi kalple doğrudan bağlantılandırılmış bir olgu söz konusu olduğunda, yaşantıyı değil de bilgiyi işin içine sokmanın yaratacağı rahatsızlık da bu fasıldan sayılabilir. Dünya giderek büyüsünü yitirir ve mekanikleşirken, böylece doğa giderek hayatımızdan çıkarken, sonuçta koşmak yürümeye, fotoğraf çekmek seyretmeye, bilmek yaşamaya ve anlamaya giderek daha fazla üstün gelirken, elimizde kalan son iyi şeylerden birini daha, yani, sevgiyi, sadece yaşamaya bırakmak yerine, bilgi nesnesi haline getirmekte gerçekten de sakınca yok mu?
Bu soruya 12 Eylül Cuntası’ndan sonraki o boğucu karanlıkta bana mum ışığı olmuş Bilim ve Sanat dergisinin yayımladığı kitaplardan birinde okumuş olduğum bazı ifadelerle yanıt vermek isterdim. Ama ne yazık ki, şu anda elimde değil; bir şekilde kitaplığımdan kaybolan bu kitabı daha sonraki aramalarımda piyasada da bulamadım. Bu yüzden, ancak hatırladığım kadarıyla söyleyebilirim: Orada kendisi de bir bilim adamı olan yazar, yukarıdaki meseleyi tartıştıktan sonra konuyu bilimin güzelliğine getiriyor ve bir fizik formülünden örnek vererek bilimin aslında ne kadar şiirsel bir dili olduğunu, insana ne kadar yüksek bir estetik haz verebileceğini anlatıyordu.
Ben de bu yazıda, şiirsel bir dille olmasa da, kendisi bir şiir olan sevme eyleminin aslında nasıl milyonlarca yıl süren şiirsel bir örgütlenmenin ürünü olduğunu, o sırada bedenimizde nasıl şiirsel işler döndüğünü kısaca anlatmaya alışacağım. İngilizce “love” sözcüğünün dilimizde en az iki karşılığı var: sevgi ve aşk. Her ikisi birbiri yerine kullanılabilirse de, annenin çocuğa duyduğuna sevgi, kadınla erkek arasında gelişen duygusal bağa ise aşk demek daha uygun gibi görünüyor. Bu yüzden, yazının birçok yerindeki sevgi sözcüğü yerine aşkı, aşk yerine de sevgiyi koymak mümkündür.
![]()
GİRİŞ
Daha önce bir yerde yazmış olabilirim, ama yineleyeyim: Aşk üzerine bir yazıda Freud’dan söz etmemek, Marx’sız sosyoloji yazmaya benzer. Freud’a göre aşık olmak, bazı durumlarda, cinsel içgüdüler açısından doğrudan cinsel doyum arayan nesne yüküdür ve bu yük bu amaca ulaşıldığında, tekrar ortaya çıkmak üzere, tükenir. Buna “şehevi sevgi” diyebiliriz. Çocuk ilk sevgi nesnesini ebeveynin birinde bulur. Daha sonraki bastırma, çocuğu cinsel hedeflerin pek çoğundan vazgeçmeye zorlar. Çocuk hala ebeveynine, ama “amaçlarına ket vurulmuş” içgüdülerle, bağlı kalır. Bu da “sevecenlik” olarak adlandırılabilir.
(PsikeArt 2018; 9: 6-11)
Yeryüzü açısından iyi ya da kötü olduğuna bakmaksızın, “insan türünün hayatta kalma başarısının nedeni kültürdür” denirse, çok yanlış bir saptama olmayacaktır. İnsan önceki kuşaktan miras aldığı genetik yapısıyla bu dünyaya geldiğinde, kendisini aynı zamanda verili bir kültür dünyası içinde de bulur. Kültür, tıpkı genler gibi, önceki kuşağın bilgilerini sonrakine aktarır. Ancak, genetik kalıtım birçok açıdan incelenmiş ve hakkında çok şey öğrenilmiş olmasına karşın, kültürel kalıtımın nasıl gerçekleştiği konusunda bilgilerimiz kısıtlıdır. Oysa, dışımızdaki türlerden farklı olarak, hayat bilgileri (yemek yemeden oturup kalkmaya, konuşmaya, patates pişirmeye, çalışmaya, yüzmeye, bisiklete binmeye, vs. dair birçok bilgi) biz insanlara hazır olarak sunulmakta, çeşitli yollarla aktarılmaktadır. Kültürün bu şekilde kalıtımının insan için anlamını ve işleyiş biçimini açıklamak için çeşitli kuramlar öne sürülmüş, çalışma alanları oluşturulmuştur. Bu yaklaşımlardan biri, kültürü evrimsel açıdan açıklamaktır. Buna göre, bizimki dahil, tüm türlerde en önemli kalıtım mekanizması genetiktir.
Örneğin, evrimsel psikologlara göre, insanlar arasında yağlı yiyeceklerin yaygın olarak beğenilmesinin nedeni, türümüzün uzak geçmişinde ender fırsatlarda olabildiğince çok yağ tüketilmesinin önemli olmasıdır. Böyle bir varsayım yeni kültürel eğilimleri açıklamak için de yardımcı olabilir: Örneğin, son zamanlarda obezitedeki artış, yeni bir çevresel değişikliğin (ucuz, bol yağlı yiyeceklerin kolayca bulunabilmesinin) sonucudur. Sadece biyolojinin değil, kültürün de kendine özgü bir evrimi olduğunu savunan kültürel evrim kuramcıları ise, genetik olmayan kalıtımı, özellikle de öğrenme yoluyla edinilen kültürel kalıtımı, türlerin toplumsal ve biyolojik çevrelerine uyum sağlamadaki olumlu, yaratıcı rol oynayan bir etken olarak daha fazla vurgular.
PsikeArt‘ın Annelik sayısında (Mayıs Haziran 2018) yayımlandı.
Sevgili Cengiz’e ve Cumartesi Annelerine
Siyasal’ın yanından Basın Yayın’a doğru üstünde gri bir paltoyla hayalet gibi süzülen genç bir adam olarak hatırlıyordum Cengiz’i. O sıralar Cumhuriyet Yurdu’nda kalıyordum. Yine aynı bölgede yer alan Eğitim Fakültesi’nden arkadaşlar onun sol bir “siyaset”in yöneticilerinden olduğunu söylemişlerdi. Sonra çok yıllar geçti, ben tıbbı bitirdim, mecburi hizmet yaptım, ihtisas için Bakırköy’e geldim. Derken bir gün orada Cengiz’e rastladım. Cengiz cunta günlerinde uzun süre çok zor şartlarda saklanmış, aç susuz uykusuz günlerden; yakalandıktan sonra da işkencelerden geçmiş, oralarda bir yerde ciddi bir ruhsal hastalığa yakalanmıştı. Cengiz’i Bakırköy’de birlikte ihtisas yaptığımız arkadaşım Erdoğan’ın (Özmen) Ankara’dan tanıdığını ve onun tedavisine yardımcı olduğunu bu vesileyle öğrendim. Erdoğan’ın ilgisi ve dostça hekimliği sayesinde Cengiz (Türüdü) çok uzun süre hastaneye yatmadan, ama kendisi de ilaçlarını düzenli kullanarak, hastalığın yıkıcı etkilerinden bir ölçüde korunabildi ve insanca bir hayat sürebildi. Son zamanlarda, babasını daha erken, annesini iki yıl kadar önce kaybetmiş, ruhsal ve bedensel hastalıkları olan bir kardeşle yalnız kalmış olmasına rağmen, ilaçlarını alıyor, evi idare ediyor, düşünüyor, okuyor. Hatta söyleşilerden oluşan ikinci kitabı bu yenilerde çıktı (Hayat Üzerine Diyaloglar, Naim Kandemir ile birlikte. Birlikte ilk söyleşi/kitapları olan İnziva Diyalogları da Notabene Yayınları’ndan çıkmıştı).

Cengiz geçen gün gene aradı. Kardeşi diyabet vb. sorunları yüzünden hastaneye yatırılmıştı. Son zamanlarda sık tekrarlıyordu sanki bu. Önceki akşam akrabalarının uğradığını söyledi. “Pek yalnız bırakmıyorlar sizi” dedim. “Bizde akrabalık ilişkileri önemlidir, amcalık, dayılık, anneannelik, teyzelik, halalık önemlidir. Anadolu bilgeliğinin bir yönü böyledir. Annemi biliyorsun, beni koruyan kollayan; iyileştiren ilaçlar değil, annem oldu” dedi. “PsikeArt’ın son sayısı Annelik üzerine olacak, bu söylediklerini anlatayım” dedim. Hep söylenir: Cunta zamanlarında herkes bir yere dağılmış, işkencede, mapusta acıda iken, Cengiz gibi birçok devrimcinin yanında neredeyse sadece anneleri vardı. “Olur tabii, İnziva Diyalogları’nda da var” dedi Cengiz. Konuşmadan sonra kitabı tekrar açıp baktım: Bir bölüm Cengiz’in sevgili annesi Fatma Teyze’ye ayrılmıştı.
PsikeArt, Eylül Ekim (5) 2009 (şiddet), sa. 18-25
Günlük dilde şiddet sözcüğünü nicelik belirtmek için kullanıyor olmamız ilginçtir; yağışın şiddeti, ağrının şiddeti, sevginin şiddeti gibi. Bu anlamıyla şiddet, aslına uygun olarak, “bir güç, hareket veya kuvvetin derecesini” ifade eder; yüksüz bir şekilde. Bu anlamı, şiddetin arızî ya da beklenmedik bir kullanımına değil, hakikî köklerine işaret ediyor olabilir. Öyle ya, belki de bir şeyi (ağırlık, uzunluk, mesafe, sevgi, öfke, vb. açısından) en sağlıklı bir şekilde ölçmenin yolu, ona dokunmak, onunla -şiddetli bir- ilişki kurmaktır. Her halûkârda, şiddetten söz etmek, henüz keşfedilmemiş, dolayısıyla haritası çizilmemiş bir bölgeye doğru pervasızca yola çıkmak, hadi konuyla ilgili bir benzetme yapalım, tehlikelerle dolu bir ormana cahilâne bir cüretle dalmak demektir. Çünkü, daha işin başında, şiddetten söz ettiğimizde, asansöre sığmak için birini iteklemekten tutun da, pusu kurup adam öldürmeye, hatta şehirlerin tepesine yüzbinlerce kişiyi yok edecek güçte bombaları fırlatmaya kadar çok geniş bir davranış yelpazesinden söz ediyoruz demektir. Karşıdaki kişinin (ya da kişilerin ya da şeylerin) sayısı (miktarı) ile verilen zararın büyüklüğü -adı üzerinde- şiddetin niceliğine dair bilgi verebilir, fakat şiddetin “ne”liği (niteliği: nasılı, nedeni) sadece bu -nicel- bilgilerden çıkarsanamaz. Saldırganlık (agresyon), kızgınlık, yıkıcılık, tahripkârlık, düşmanlık (hostilite) gibi, şiddete eşlik eden ya da onun yerine kullanılan sözcükler varolan kargaşayı çoğaltır. Bu nedenle, şiddetin; çok boyutlu, yıkıma olduğu kadar yaşama da yardımcı olma potansiyeli taşıyan, dünyada kendisine bir yer açmaya çalışan temel yaşam gücünün hareketi olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum.

O halde bu zorlu yola girmeyi deneyelim… Yakın zamanlara değin, son yüzyıl da dahil olmak üzere, şiddet üzerine yapılan araştırmaların çoğu toplumsal, ailevi, kültürel etkiler üzerinde odaklanmıştı. Böylesine çok boyutlu, insanlığın gerek bugününü, gerekse geleceğini böylesine derinden ilgilendiren, ekonomik, toplumsal, politik ve kültürel konularla böylesine içiçe geçmiş bir konunun bireyin/biyolojinin ötesinde, alabildiğine geniş kapsamlı bir şekilde ele alınması kaçınılmazdı. Ancak, son zamanlarda moleküler biyoloji, genetik, nöro-görüntüleme gibi alanların çığır açıcı bir şekilde gelişmesi üzerine, birçok insan davranışında olduğu gibi, şiddete yönelik davranışların da önemli biyolojik, genetik ve evrimsel kökenleri bulunduğunu gösteren veriler çoğaldı. Bu yazıda, şiddetin toplumsal, tarihsel, kültürel, politik vb. çok yönlülüğünü akıldan çıkarmadan, nörobiyolojik temelleriyle ilgili yeni çalışmalar özetlenecektir.
Okumaya devam etPsikeArt, Mart Nisan (2) 2009 (stigma), sa. 10-19
Giriş
İngilizce’de “insane” teriminin onlarca eş anlamlısı bulunduğu, bunların en azından bazı bağlamlarda önyargılı bir anlam taşıdıkları söylenir (örneğin, crazy, mad, demented, moon-struck, frenzied). Türkçe’de de “akıl hastası” hemen her zaman muhatabını aşağılayan bir anlamda kullanılır. “Deli” sözcüğünün o kadar çok sayıda eş anlamlısı bulunmamakla birlikte, bir uyumsuzluk, dengesizlik, aşırılık, hatta tehlikelilik haline işaret ettiği görülebilir: Örneğin, Ayverdi Sözlüğü’nde deli “akli dengesini kaybetmekten ötürü kendisine ve çevresine zararlı davranışlarda bulunan, intibakını yitirmiş, aklını kaçırmış, çıldırmış (kimse)” ya da “sözlerinde ve hareketlerinde pervasız, aklını yerinde ve gereği gibi kullanmayan, davranışları taşkın ve aşırı (kimse)” olarak tanımlanmaktadır. Kimi zaman “şaşkın, çılgın gibi bazan sevgi, bazan sitem ifadesi taşıyan hitap sözü” olarak kullanılsa da, en kısa ve özlü tanımı “normal sınırını aşan, sınır tanımayan, coşkun, azgın, ölçüsüz” sıfatlarında bulmaktadır. Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlük’ünde de deli aynı şekilde “akıl ve ruh dengesi bozulmuş olan, akıl ve ruh sağlığı yerinde olmayan (kimse)” olarak tanımlandıktan sonra “davranışları aşırı ve taşkın olan, aşırı davranışlarda bulunan (kimse)” diye eklenmektedir.

PsikeArt, Mayıs Haziran (22) 2012 (mizah), sa. 14-19
Giriş
PsikeArt’tan “Mizah” konulu bir yazı istendiğinde (daha doğrusu, Emin Bey “mizahla ilgili bir yazı” istediğinde), aklımdan “’Gülme’ sayısına zaten yazmamış mıydık? Bu ‘mizah’ da nereden çıktı?” diye geçmedi değil. Ve belki de bu nedenle, ama belki de “başka işler vardı”, “zaman yoktu”, “Emin Bey sayıyı bir şekilde kotarır”, vb. nedenlerle, konuyu unuttum gitti. Yazı gönderme süresi bitmiş ve ben, kimi zaman zihnimi -belli belirsiz- meşgul eden bu görevin geçip gitmiş olmasından dolayı tam rahatlamıştım ki, Emin Bey’in kısa mesajı geldi: “İyi aksamlar hakan yazini acele bekliyorum.”
Gülsem mi, ağlasam mı, bilemedim. Bu saatten sonra oturup yazmaya başlasam komedi, yazı göndermemekle Emin Bey’e yaşattığım şeyse, bir trajedi gibi görünüyordu. Acaba traji-komik bir şey yapabilir miydim? Yaptım: Bu saatten sonra oturup yazdım, yayımlanmama olasılığını unutmadan, suçluluk hissinden kurtulmanın başka yolunu da bulamadan…

PsikeArt, Eylül Ekim (29) 2013 (uzlaşma), sa. (yayımlanmış mıydı, emin değilim:-)
Başka bir yerde de söyledim, yazdım. Gene yazmamda sakınca yok: “Umut”u neyse o olarak görmeye başlamam yenidir. Bu içgörüye bu kadar geç ulaşmış olmam, aptallık değilse (ki, inşallah değildir!), aymazlık sayılabilir. “Umut”u hep olumlu bir nitelik olarak düşünmüşümdür. (“Umudu besleyelim abiler!” gibi.) Yenilerde öğrendim ki, Niçe denen bir adam umudun Pandora’nın Kutusu’nda kalan son kötülük olduğunu söylemiş. Nasıl aklıma gelmedi böyle bir şey? Tabii ya.. zekice, değil mi? Bütün kötülükler kutudan döküldüğüne ve son olarak umut kaldığına gore, umut nasıl “iyi” bir “şey” sayılabilir? (Kötülüklerin arasına saklanmış bir “iyi şey”!) (Bir keşif daha olabilir mi?: “Kötülüklerin arkasına saklanmış iyilik” ibaresi bana –nedense- Tanrı’yı düşündürdü.) Her neyse, konu o değil. Ben de keşif yapmak istiyorum. Herkesin bilmediği bir şeyi öğrenmek, olmazsa herkesin bildiğini sandığı bir şeyi belki de bilmiyor olabileceklerini göstermek. (Ah, gene Sokrat!) O hayranlık duyduğum isimlerin söyledikleri karşısında hissettiğim şaşkınlık ile kıskançlık karışımı duygu ne güzeldir! Bunu başkalarına hissettirmek de güzel olmalı.

Bu yazıda yeni bir bilgiyi keşfetmekten çok, yaygın olarak yanlış bilinenlere başka bir açıdan bakmayı (“demistifikasyon” diyebilir miyiz?) deneyeceğim. Konumuz olan “uzlaşma” ile ilgili, birbirinden uzak gibi görünen, ama (büyük) bir ölçüde bağlantılı iki alandan örnekle tartışmaya katkıda bulunmak istiyorum. Bu örneklerden biri evrimsel psikoloji/antropoloji, diğeri de beyin bilimleri alanından olacak.