//
Arşiv

Psikiyatri

This category contains 37 posts

Scythian Disease? (Hipokrat ve Türkler!)

Psikiyatriye Giriş dersini anlatırken psikiyatrinin başvuru kitabından yararlanıyorum.1 Psikiyatri Tarihi başlığı altında -elbette- Hipokrat’tan da söz ediyorum. 4 unsur, 4 beden sıvısı ve bunlara uyan 4 karakter tipini anlattıktan sonra, Hipokrat’ın hastalık sınıflandırması hakkında kısaca bilgi veriyorum. Orada Hipokrat Scythian disease diye bir şeyden söz ediyor ve derste bu hastalığa parantez içinde kısaca transvestizme benzer deyip geçiyorum. Bugün daha önce zaman bulamadığım bazı işlerle uğraşmak için uygun bir fırsat buldum. Ders slaytlarını gözden geçirirken, bu kelimeye (Scythian) takıldım ve araştırmaya karar verdim. Aslında daha internete girmeden scythian2 ile İskitler bağlantısını fark etmeye başlamıştım, fakat aralarında nasıl bir ilişki olduğunu bilmiyordum. 

Arama motoruna “scythian” diye girince, önce tabii ki “kutsal bilgi kaynağı” wikipedia çıktı karşıma.3 Ben de baktım. Daha önceki okumalarımdan İskitler ile Türkler arasındaki ilişkiye dair bir şeyler aklımda kalmıştı, fakat wiki’deki madde çok ayrıntılı olmasına karşın, Türklerden neredeyse hiç söz edilmiyordu. Wikipedia’da bu tür taraflılıklara alışmıştım, fakat çok uzun zaman önce Avrasya bozkırlarında at koşturan bir kavmin ön-Türklerle de olsa ilişkilendirilmemesi kafamı karıştırmıştı. Hele ki yazıda “kurgan”lardan, bunların bulunduğu Norşuntepe, İmirler, Kul-Oba, Ust-Alma, Kermen-Kyr, Ak-Kaya gibi açıkça Türkçe yerleşim yeri adlarından söz ederken…

Bunun üzerine Türkçe kaynak aradım. Bilimsel bir makaleye rastlayamadım, ama birçok Türkçe kaynakta, güvenilir bilimsel temelleri olmasa da, İskitler’in Türklerle ilişkisinin neredeyse kanıtlanmış bir gerçek olduğundan söz ediliyordu.4

Bu son kaynakta ilginç bir bilgi de vardı: Jeannie Davis-Kimball adlı tarih araştırmacısı, İskitler’in İç Asya’dan Anadolu’ya göçlerini, Kafkasya-Anadolu hattında arkalarında bıraktıkları kurganları ve İskit coğrafyasında yaşayan kadın savaşçıları (Amazonları) incelemişti.5 Davis-Kimball araştırmalarının sonucunda İskitlerin soydaşları olan Amazonların Türklerin ataları olduğunu öne sürmüştü. Yazıya göre, Kimball, bu araştırmaları sırasında Antik Yunan’ın büyük savaşçısı Aşil’in bir Amazon kraliçesi Pentezile ile mücadelesine de rastlamıştı. Öyküye göre, Aşil, zorlu bir mücadeleden sonra, Pentezile’yi öldürmüş, rakibinin (rakibesinin!) yüzünü görmek için miğferini çıkardığında sarı saçlı, çok güzel bir kadınla karşılaşmıştı.

Scythian’ın İskitlerle ilgili olanının değil de, Hipokrat’taki anlamını bulmak için arama motoruna yazmayı sürdürünce, karşıma “enaree” başlığı çıktı.6 Evet, Hipokrat’ın söz ettiği psikiyatrik bozukluk bu olmalıydı, çünkü “enaree”’nin (eski Yun.) “efemine (kadınsı) ya da androjin (erdişi) olarak tanımlanan İskit şamanları için kullanılan bir sözcük” olduğunu yazıyordu. Metne göre, bu şamanların tapınakları yoktu ve doğa güçlerine ibadet ediyorlardı. Herodot, (bazılarına göre ön-Türk kavimlerinden biri olan) İskitler’in Askhelon’daki (İsrail) bir Afrodit tapınağını yağmalamaları üzerine, tanrıça’nın bu İskitleri ve onlardan gelen tüm soyları “dişilik” hastalığı ile malul ettiğini yazıyordu. Hipokrat ise, Havalar, Sular ve Yerler Üzerine (On Airs, Waters, Places) adlı yapıtında İskit sakinlerinin kadınsılıklarını ilahi güçlere bağladığını, fakat kendisinin onların sürekli ata binmelerinden dolayı iktidarsızlaşıp kadınsı rolleri benimsediklerine inandığını söylüyordu.

Metinde geçen İskit sakinleri (Scythian inhabitant) sözcüğündeki paradoksu bir an için unutalım. Öyle ya, Orta Asya ve Sibirya bozkırlarından Ukrayna, İran ve Anadolu ovalarına kadar at süren bir kavmin “sakin” (inhabitant: yerleşik) olarak nitelenmesi biraz tuhaf! Bu “küçük” dikkatsizliği bir yana bırakıp tüm öğrendiklerimizi birbirine bağlarsak, şu sonucu çıkarabiliriz: Hipokrat ve onun uygarlığından olan kişiler at üstünde kadın-erkek oradan oraya özgürce at süren insan topluluklarını tanıyamamışlar, davranışlarını ve göreneklerini yanlış yorumlamışlardı. Tıpkı Aşil gibi, gördükleri her savaşçıyı erkek sanıyorlardı; saçları uzun savaşçıları kadınlaşmış erkekler olarak görüyorlar, hele de pantolon giyiyorlarsa, onların dişilik eğilimi taşıdığına (transvestizmine) inanıyorlardı. Hiçbiri Aşil gibi miğferlerini açıp bakmaya cesaret edemediler, demek ki… Böylece, özgür ruhlu, savaşçı kabilelerin nazik insanları, yerleşik kültürde yaşayanlar tarafından sapkın bir hastalığa sahip olarak tanımlandılar. Scythian disease böyle çıktı…7

Ne büyük hata!

Dipnotlar:

  1.  Sadock BJ, Sadock VA, Ruiz P. Kaplan and Sadock’s Comprehensive Textbook of Psychiatry. 9th Edition, Lippincott Williams & Wilkins, 2009. ↩︎
  2.  “sid’iyın” diye okunuyor, ama bence “skityın” diye okumak daha uygun.
    ↩︎
  3.  www.wikidia.org/Scythians (27 Haziran2020’de indirildi).
    ↩︎
  4.  https://www.turktarihim.com/Iskitler.html (27 Haziran 2020’de indirildi).
    ↩︎
  5.  Davis-Kimball’ın Warrior Women kitabı Savaşçı Kadınlar Amazonlar adıyla Türkçeye çevrilmiş. (Çeviren : Mert Çağdaş). İleri Yayınları, 2013.
    ↩︎
  6.  www.wikipedia.org/Enaree (27 Haziran 2020’de indirildi).
    ↩︎
  7.  Elbette bu bilimsel bir saptama değil. Biraz hoş bir rastlantıyla bulunan şaşırtıcı bir ilişkiye dair bilgilerin eğlenceli bir biçimde metne dökülmüş hali.
    ↩︎

His, Duygu, Etki (Duygulanım)

[Mizah çalışmaları, stand-up komedi ve kültürel çalışmalar alanında çalışan Prof. Eric Shouse’nin (East California Üniversitesi) özellikle Massumi’den (ve Spinoza’dan) yola çıkarak His, Duygu ve Duygulanım/Etki üzerine yazdığı yazının çevirisi.]

AFFECT (ETKİ, DUYGULANIM)/AFFECTION (DUYGULANIM, ETKİLEME, TEESSÜR) Her iki kelime de kişisel bir hisse (Deleuze ve Guattari’de sentiment) işaret etmez. L’affect (Spinoza’nın affectus‘u) etkileme ve etkilenme (affect and be affected; teessür ve müteessir olma) yeteneğidir. Bedenin bir deneyimsel durumundan diğerine geçişine karşılık gelen ve o bedenin hareket etme kapasitesinde bir artış veya azalmayı belirten ön-kişisel (prepersonal) bir yoğunluktur. L’affection (Spinoza’nın affection’u) etkilenen beden ile etkileyen ikinci bir beden arasındaki bir karşılaşma olarak düşünülen bu tür her bir durumdur (Massumi, Plateaus xvi).

His (feeling) ve etki (affect, duygulanım), rutin olarak birbirinin yerine kullanılsa da, etkiyi (affect) hisler ve duygularla karıştırmamak gerekir. Brian Massumi’nin Deleuze ve Guattari’nin A Thousand Plateaus adlı eserine yazdığı giriş bölümündeki etki (affect) tanımının açıkça belirttiği gibi, etki kişisel bir his değildir. Hisler (feeling) kişisel ve biyografiktir, duygular (emotion) toplumsaldır ve etkiler (affect) ön-kişiseldir (prepersonal). Bu makalenin geri kalanında, önceki cümleyi açmaya ve hisler, duygular ve etkiler/duygulanımlar arasında yaptığım ayrımın neden bilgiçlikten daha fazlası olduğunu gösterecek bazı örnekler sunmaya çalışacağım.

His (feeling), önceki deneyimlerle karşılaştırılıp etiketlenmiş bir duyumdur (sensation). Kişisel ve biyografiktir, çünkü her insanın hislerini yorumlarken ve etiketlerken içinden çekip çıkarabileceği kendine özgü bir dizi önceki duyumu vardır. Bebek hem dilden, hem de biyografiden yoksun olduğu için, hisler deneyimlemez. Yine de, neredeyse her ebeveyn herhangi bir kuşku duymadan çocuğunun hisleri olduğunu ve bunları düzenli olarak ifade ettiğini belirtecektir (ebeveynin aslında hakkında tanık olduğu şey, kısaca söylemek gerekirse, etkidir).

Duygu (emotion), bir hissin yansıtılması/gösterilmesidir. Hislerin aksine, duygunun gösterilmesi gerçek veya sahte olabilir. Hisler ve duygular arasındaki ayrım, Paul Ekman tarafından yapılan ve Amerikan ve Japon denekleri yüz ameliyatı tasvir eden filmler izlerken videoya çeken bir deneyle aydınlatılmıştır. Tek başlarına izlediklerinde, her iki grup da benzer ifadeler sergilemiştir. Gruplar halinde izlediklerinde, ifadeler farklıydı. Duyguyu dünyaya yayınlarız; bazen bu yayın içsel durumumuzun bir ifadesidir ve diğer zamanlarda sosyal beklentileri karşılamak için uydurulur. Bebekler, duyguları deneyimlemek için biyografiye ya da dil becerilerine sahip olmasalar da duygularını sergilerler. Bebeklerin duyguları, doğrudan etki (affect) ifadeleridir.

Etki (affect), bilinçsiz bir yoğunluk (intensity) deneyimidir; bir anlık biçimlenmemiş ve yapılandırılmamış potansiyeldir. Etki dilde tam olarak kavranamadığından (realise) ve her zaman bilincin önünde ve/veya dışında olduğundan, bu makaledeki üç temel terimden (his, duygu ve etki) en soyut olanı etkidir (Massumi, Parables). Etki, bir deneyimin niteliğine nicel bir yoğunluk boyutu ekleyerek bedenin belirli bir koşulda kendini eyleme hazırlama yoludur. Bedenin, dilde tam olarak yakalanamayan kendine özgü bir grameri vardır, çünkü “sadece atımları veya ayrık uyarımları özümsemez; bağlamları da içine katar…” (Massumi, Parables 30). Bu daha da soyutlaşmadan bebek örneğine geri dönelim.

Bir bebeğin duyumları bilişsel olarak işleyebileceği bir dil becerisi veya bedeninde sürekli yayılan duyumların akışını değerlendirirken yararlanabileceği bir geçmiş deneyim tarihi yoktur. Bu nedenle, bebek yoğunluklara dayanmak zorundadır (bu, Massumi’nin etki (affect) ile eş tuttuğu bir terimdir). “Etkiler  (duygulanım, affect), organizmaya dokunan belirli bir uyarımın yoğunluğunun veya eğim derecesiinin bir benzerini üretmek üzere birlikte hareket eden yüz kaslarını, iç organları, solunum sistemini, iskeleti, otonomik kan akışı değişikliklerini ve seslendirmeleri içeren, birbiriyle ilişkili tepki kümelerinden oluşur” (Demos 19). Buradaki anahtar nokta, bebek için etkinin/duygulanımın (affect) doğuştan olmasıdır. Bebekler, yüz ifadesi, solunum, duruş, renk ve seslendirmeler yoluyla, kendilerine etki eden uyarımların yoğunluğunu ifade edebilirler. Bu nedenle, ebeveynler çocuklarının duygu (emotion) ifade ettiğini söylediklerinde haklıdırlar. Öte yandan, küçük yavrulara hisler (feeling) atfettiklerinde yanılıyorlar. Yavrularının hissetmek için ne biyografileri, ne de dilleri vardır. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş, bir ölçüde duygunun (emotion) gösterimini bilinçli kontrol altına almayı öğrendiğimiz bir geçiştir. Ancak, etkiler (affect) bilinçsiz ve biçimsiz olmaya devam ederler ve “bireyin çok az kontrolü olduğu etkenler tarafından kolayca uyandırılırlar..” (Tompkins 54). Bebek için etki (affect) duygudur (emotion), yetişkin için etki (affect) hisleri (feeling) hissettiren şeydir. Bir hissin (niteliğin) yoğunluğu (niceliği) kadar günlük hayatlarımızın arka plan yoğunluğunu (hiçbir deneyime gerçekten kendimizi ayarlamadığımızda deneyimlediğimiz yarı-hissedilen, devamlı nicelik/nitelik uğultusunu) belirleyen şey de budur.

Etkinin (duygulanımın) yetişkinlerin hayatlarında, duyguları üzerinde bilinçli bir kontrol kazandıktan sonra bile anlamlı bir şekilde nasıl işlemeye devam ettiğini anlamak için en basit yollardan biri, etki (affect) sistemi kontrolden çıkmış bir bireye bakmaktır. Nörolog Oliver Sacks böyle bir kişiyle deneyimini anlatmıştı. Bu, kalça kırığı geçiren yaşlı bir hastaydı. Bu olay kırık bacağının uzun bir süre hareketsiz kalmasına neden olmuştu. Sacks onunla çalışmaya başladığında, kadın üç yıldır bacağındaki hisleri henüz geri kazanmamıştı. Bacağını bilinçli olarak hareket ettiremiyordu ve onu “eksik” hissediyordu. Ancak, müzik duyduğunda ayağını ritme uyarak istemsizce yere vuruyordu. “Bu, müzik terapisi olasılığını akla getirdi; sıradan fizyoterapi hiçbir işe yaramamıştı. Destek (yürüteç vb.) kullanarak, onu yavaş yavaş dans etmeye ikna edebildik ve sonunda üç yıldır işlevsiz olmasına rağmen bacağının neredeyse tamamen iyileşmesini sağladık” (Sacks 170-1).

Önceki öyküdeki kadın olağan bilinçli mekanizmalar yoluyla bacağını oynatamıyordu, çünkü bacağın bedenin bilinçli farkındalığıyla ya da “derin-duyuyla” bağlantısı kopmuştu. Derin-duyu, “bedenin hareketli kısımlarından (kaslar, tendonlar, eklemler), bunların konumlarının, tonüslerinin ve hareketlerinin, fakat otomatik ve bilinçdışı oldukları için bizden gizli bir tarzda ve sürekli olarak takip edildiği ve ayarlandığı, sürekli fakat bilinçsiz duyu akışı”dır (Sacks, 43). Etki derin-duyuya yoğunluk ya da bir ivedilik hissi (sense) katar, (hatırası kısmen bedende depolanmış olan) müziğin bu kadın tek başına olduğunda hareket ettiremediği bacağını hareket ettirebilmesinin nedeni budur.

Bacağı kendi başına dans eden kadının öyküsü hakkında dikkate değer olan şey bu kendine özgü olguda etkinin iradeyi alt etmesi değil, bunun etkinin her zaman iradenin ve bilincin önüne geçmesinin bir örneği olmasıdır (Massumi, Parables 29). Herhangi bir anda yüzlerce, belki binlerce uyaran insan bedenine çarpar ve beden bunların hepsini aynı anda içine alarak ve onları bir yoğunluk olarak kaydederek yanıt verir. Etki, bu yoğunluktur. Bebekte saf ifadedir, erişkinde saf potansiyeldir (verili bir durumda bedenin harekete geçmeye hazır olmasının bir ölçüsüdür). Silvan Tomkins etkinin biyolojik durumuna dair farkındalığımızı yükselterek bilinci etkileme gücüne sahip olduğunu anlatır:

Etkinin mekanizması, bu açıdan ağrının mekanizması gibidir. Elimizi kesseydik, kanadığını görseydik, fakat doğuştan ağrı reseptörlerimiz olmasaydı, onarım gerektiren bir şey yapmış olduğumuzu bilirdik, fakat bir aciliyet duymazdık. Arabamızın ayar gerektirmesi gibi, daha fazla zamanımızın olduğu sonraki haftaya kadar bekletebilirdik. Fakat ağrının mekanizması, etkinin mekanizması gibi, onu aktive eden yaralanmaya dair farkındalığımızı  o kadar yükseltir ki endişelenmeye, hem de hemen endişelenmeye mecbur kalırız (Tomkins 88).

Etki olmazsa, hisler “hissetmez”, çünkü yoğunluğu yoktur, ve hisler olmazsa akılcı karar verme sorunlu hale gelir (Damasio 204-22).  Kısaca, etki bedenlerimiz, çevremiz ve diğerleri arasındaki ilişkinin ve etki deneyime dönüşürken hissettiğimiz/düşündüğümüz öznel deneyimin belirlenmesinde önemli bir rol oynar. 

Tüm bunlar medya ve kültürel çalışmalarla ilgilenen bireyler için ne anlama geliyor? Bu, “medya etkileri”ni (media effects) ideolojinin iletimi açısından betimlemenin kimi zaman post hoc ergo propter hoc (bundan sonra, dolayısıyla bunun yüzünden) yanılgısına neden olması anlamına gelir. Bu Massumi’nin etki/etkileme (affect/affection) tanımlarındaki ikinci terimle ilgilidir. Etkileme (affection) etkinin bedenler arasında aktarıldığı süreçtir. Etkinin aktarılması enerjilerimizin kendimize yetmeediği anlamına gelir. “Birey” ile “çevre” arasında güvenli bir ayrım yoktur (Brennan 6). Etki hislerden ve duygulardan farklı olarak biçimlenmemiş ve yapılanmamış olduğundan bedenler arasında aktarılabilir. Etkinin önemi, birçok durumda bilinçli olarak alınan mesajın o mesajın alıcısı için mesajın kaynağıyla bilnçsiz duygulanımsal (affective) rezonansından da haz önemli olabilmesine dayanır.

Müzik, duyumların bedene çarpmasının yoğunluğunun insanlar için anlamın kendisinden daha fazla “anlam” ifade edebileceğinin belki de en net örneğini sunar. Jeremy Gilbert’in dediği gibi, “Müziğin belirlenebilen, betimlenebilen ve tartışılabilen, fakat anlama sahip olmakla aynı şey olmayan fiziksel etkileri (effects) vardır ve müziğin kültürde nasıl işlediğini anlamaya dönük herhangi bir girişim… bunları anlamlara indirgemeye çalışmadan etkiler üzerine bir şeyler söyleyebilmelidir.” Çoğu zaman bireylerin müzikten aldıkları haz, anlamın iletilmesiyle daha az, belli bir müzik parçasının onları “harekete geçirme” biçimiyle çok daha fazla ilgilidir. Anlamların önemli olmadığını yanlış olsa da, müziğin kültürel etkilerini kavramaya çalışırken biyolojinin rolünü görmezden gelmek de aynı derecede aptalca olacaktır. Elbette müzik etkiyi aktarma potansiyeline sahip olan tek ifade biçimi değildir. Yüz ifadelerinin, solunumun, ses tonunun ve duruşun algılanabilir olduğu her iletişim biçimi etkiyi artırabilir ve bu liste şu anda deneyimlemekte olduğumuz iletişimin dışında kalan hemen her türlü aracılı iletişim biçimini içerir.

Etkinin aktarılmasının bir kişinin hislerinin başkalarının hisleri haline gelmesi anlamına gelmediğini açıklığa kavuşturayım. Etkinin aktarılması bedenlerin birbirini etkileme biçimiyle ilgilidir. Bedenimiz bir bağlama katıldığı ve (gerçek ya da sanal) bir başka beden o bağlamda yoğunluk ifade ettiğinde bir yoğunluk bir başkasına katılır. Beden içine girdiği bağlamın yoğunluğuyla rezonansa girerek belirli bir duruma uygun şekilde yanıt vermeye hazır olduğundan emin olmaya çalışır. Etkinin her yerde bulunduğu düşünülürse, birçok medya biçiminin gücünün onların ideolojik etkilerinde değil, içerikten ya da anlamdan bağımsız duygulanımsal (affective) rezonanslar yaratma yeteneklerinde yattığını unutmamak gerekir.

Etkinin gücü, biçimlenmemiş ve yapılanmamış (soyut) olmasında yatar. Etkiyi hislerin ve duyguların olmadığı şekilde aktarılabilir kılan, “soyutsallığı”dır (abstractivity) ve potansiyel olarak böylesine güçlü toplumsal kuvvet olmasının nedeni aktarılabilir olmasıdır. Etkiyi hislerle ve duygularla karıştırmamanın önemli olmasının ve Lawrence Grossberg’in “duygulanımsal yatırımlar” teriminin pek de mantıklı olmadığı konusunda Brian Massumi’yle hemfikir olmamın nedeni budur. Massumi’nin öne sürdüğü gibi etki “biçimlenmemiş ve yapılanmamış” ise ve her zaman bilinçli farkındalığın önünde ve/veya dışındaysa, insan nasıl ona “yatırım” yapabilir (Parables 260)? Yatırım önseziyi ve bir yatırma yerini varsayar; etki de düşünceden önce gelir ve elektrik kadar stabildir. Bu, etkinin belki zenginleştirici biçimlerinin daha yaygın olduğu pratiklerin bulunmadığını söylemek değildir, sadece bu pratiklere katılan kişilerin etkiye yatırım yapmamaları demektir. Elbette kültürel çalışmaların derslerinden biri, umuda yatırım yapmanın daha önce insanları harekete geçirmiş olmasıdır.

Shouse, E. (2005). Feeling, Emotion, Affect. M/C Journal, 8(6). https://doi.org/10.5204/mcj.2443

Ek:

  • Brian Massumi (d. 1956). Kanadalı felsefeci ve sosyal kuramcı. Deleuze ve Guattari’nin İngilizce konuşan dünyaya tanıtılmasında etkili oldu. Disiplinlerarası bir alan olan etki/duygulanım çalışmaları alanının gelişmesinde de önemli bir rol oynadı. En bilinen yapıtı: Parables for the Virtual: Movement, Affect, Sensation (2002).
  • Silvan Tomkins (1911-1991). Etki/duygulanım kuramı (affect theory) ve betik kuramı (script theory) geliştiren psikolog ve kişilik kuramcısı. En bilinen yapıtı: Affect Imagery Consciousness (1991).

Kaynaklar:

Brennan, Teresa. The Transmission of Affect. Cornell U. P., 2004.

Damasio, Antonio. Descartes’ Error. 1994. Quill, 2000.

Demos, Virginia E. “An Affect Revolution: Silvan Tompkin’s Affect Theory.” Exploring Affect: The Selected Writings of Silvan S. Tompkins. Ed. Virginia E. Demos. Press Syndicate of the U. of Cambridge, 1995: 17-26.

Ekman, Paul. “Universal and Cultural Differences in Facial Expression of Emotion.” Nebraska Symposium on Motivation. Ed. J. R. Cole. U of Nebraska P, 1972: 207-83.

Gilbert, Jeremy. “Signifying Nothing: ‘Culture’, ‘Discourse’ and the Sociality of Affect. Culture Machine 2004. http://culturemachine.tees.ac.uk/>.

Massumi, Brian. “Notes on the Translation and Acknowledgements.” In Gilles Deleuze and Felix Guattari, A Thousand Plateaus. U of Minnesota P, 1987.

———. Parables for the Virtual. Durham: Duke UP, 2002.

Sacks, Oliver. A Leg to Stand On. Touchstone, 1984.

Tompkins, Silvan. Exploring Affect: The Selected Writings of Silvan S. Tompkins. Ed. Virginia E. Demos. Press Syndicate of the U of Cambridge, 1995.

Psikiyatrik Hastalıkların Kriminalizasyonu

Psikiyatrik rahatsızlıkların kriminalize edilmesinin arkasında ne var?

Fiziksel dünya gibi toplumsal hayatın, kültürün de kendine özgü işleyiş kuralları vardır. Örneğin, ilişkilerde yaşadığınız herhangi bir duygusal sorunu görmezden gelirseniz ve bu görmezden gelme tavrı alışkanlığa dönüşürse, o sorun kendini bir şekilde, ama bu kez semptom olarak gösterir. Toplumlar ve onların yöneticileri de sorunları analiz edemeyebilir ya da sınıfsal, politik çıkarlarından dolayı görmezden gelebilirler. Nasıl ki çözülmeyen bireysel sorunlar insanın karşısına semptom olarak çıkıyorsa, göz ardı edilen toplumsal sorunların da kendilerini gösterme biçimleri, yani, semptomları vardır.

Ancak, insan çoğu zaman kendi çıkarları, kendine özgü bakış açısı, bulunduğu bağlam, hayat dönemi, psikolojik yapılanması, vb. nedenlerle kendini en azından bir süre kolayca kandırmaya yatkın bir türdür. Toplumlar da öyle. Buna uygun olarak, yüzyıllardır insanlar yaşadıkları fakat anlayamadıkları sorunları yine bilmedikleri, tanımadıkları başka güçlere, başka insanlara, özellikle başka gruplara yükleme eğiliminde olmuşlardır. Bunlar bazen komşu kabile, bazen cadılar, bazen komünistler, vs. olabilir. Toplumun kendi gelişim evresinin, kendi işleyiş dinamiklerinin sonucu olarak ortaya çıkan bu yansıtmacı savunma biçimi, yönetenler tarafından da kullanılmaya elverişlidir ve nitekim çeşitli dönemlerde başarıyla kullanılmıştır da. Örneğin, Selanik’te Atatürk’ün evine adam gönderip bombalattıktan sonra İstanbul’da insanları kışkırtıp azınlıkların üzerinde saldırtmanın, sonra da bu olaylardan komünistleri sorumlu tutup onları yargılamanın ne kadar keskin bir zekanın ürünü olduğu üzerinde düşünmeye değer.

Psikiyatri hastaları toplumsal bir kesim olarak baştan itibaren böyle bir yansıtma için en uygun adaylardan biridir. Bilinen tarihin başından beri psikiyatrik sendromların yol açtığı davranışlar, bunları anlamlandıramayan insanların “hasta”lardan çekinmelerine ve onları dışlamalarına neden olmuştur. Foucault’nun “büyük kapatılma”sının mekanları olan tımarhaneler ile cüzzam hastanelerinin -Bakırköy’deki gibi- yan yana inşa edilmiş olması bile bu insanları toplumdan dışlama politikasının somut örneklerindendir. Dolayısıyla, sorunları üstüne yükleyecek bir grup arandığında psikiyatri hastaları elverişli bir gruptur. Enflasyonun nedeni olarak suçlanamasalar da, aksine bütün kanıtlara karşın, toplumun gözünde şiddet olaylarının failleri haline kolaylıkla getirilebilirler.

Peki, bugünlerde neden psikiyatri hastaları suçlamaların odağı haline geldiler? Tıpkı 6-7 Eylül olayları gibi, bu olgunun altında yatan “akıllıca” mantık şudur: Nasıl ki Türk lirasının değerinin düşmesinin nedeni ekonomik yapı ve uygulanan politikalar değil Geziciler ve dış güçlerse, yurttaşların büyük bölümünü tedirgin eden yaygın şiddet olaylarının nedeni de ekonomik eşitsizlik ve yoksullukla paralel giden bir yasasızlık, birlikte yaşama sözleşmesi olan anayasa metnine uyulmaması, işine geldiğini yasayla korkuturken işine geldiğine yasalar yokmuş gibi davranılması değil, psikiyatri hastalarının kliniklerden dışarıya salınmasıdır.

Bu rahatsızlıklar toplumsal ve kamusal olarak nasıl giderilebilir?

Öyle olmasalar da, ikisi ayrı kategorilermiş gibi, ister psikolojik, isterse biyolojik açıdan düşünülsün, hastalık denen şey, mutlak, tarihsellikten, toplumsallıktan, kültürden kopuk bir olgu değildir. Patolojik şişmanlık (obezite), şeker hastalığı, yüksek tansiyon gibi hastalıklar bunun en iyi örnekleridir. Bu “hastalık”lar kapitalist toplumun dayattığı hayat tarzından, çalışma koşullarından, beslenme biçimlerinden bağımsız düşünülemez. Yoksulluk, trafik sıkışıklığı, zamansızlık, dinlenememe, sağlık açısından nitelikli yiyecekler yerine ucuz, fakat enerji veren endüstri ürünleriyle beslenme, vs. gibi nedenler patolojik şişmanlığa, o da şeker hastalığına ve çoğu zaman yüksek tansiyona yol açar. Ancak, kimsenin kapitalist üretim ve bölüşüm biçimlerinin değiştirilmesi, gönüllülerin severek üretim yapabilecekleri, adil, dayanışmacı, doğayla uyumlu bir dünya kurulması üzerine konuşması istenmez. Sermayenin beslediği medyada yer alan “uzmanlar” şişmanlık ve zayıflama üzerine konuşur; zayıflatan ve tansiyonu düşüren ilaçlar üzerine konuşur, çeşitli diyetler, fitness salonları, vs. üzerine konuşur. 

Çok büyük oranda genetik olarak aktarılanlardan en az genetik olup en çok çevresel etkenlere bağlı olanlara kadar psikiyatrik “hastalıklar” da tıpkı patolojik şişmanlık, şeker hastalığı ya da yüksek tansiyon gibi belli bir tarihsel kesitte, belli bir toplumsal ve kültürel bağlamda daha yaygın biçimde ortaya çıkarlar. Böyle bakıldığında depresyon ile şeker hastalığı arasında çok fazla fark olmadığı görülebilir. Nasıl ki farklı bir dünyada; rekabetin ve geçim kavgasının yarattığı stresin daha az olacağı, insanların severek üretim yapacakları, doğayla uyumlu biçimde yaşayacakları adil bir dünyada şeker hastalığına zemin hazırlayan çevresel etkenler daha az olacaksa, böyle bir dünyada kendisi de yaşantılardan beslenen beynin hastalıkları, yani psikiyatrik hastalıklar da daha az görülecek, belki kökleri de kazınacaktır.

Ülkede şiddet mi artıyor, yoksa görünürlüğü mü?

Ne yazık ki bu soruyu yanıtlamak için elimizde sağlıklı, yeterli istatistiksel veriler yok. Ancak, günlük konuşmalara ve medyaya yansıdığı kadarıyla, toplumun şu anda ikili bir şiddet sarmalının içinde kendini çok çaresiz hissettiği sonucuna varılabilir. Bu sarmalın bir yanını ekonomik ve politik şiddetin yoğunlaşması, ikincisini de gündelik hayatın şiddete teslim edilmesi oluşturmaktadır. Ekonomik ve politik şiddet geniş kitlelerin derin biçimde yoksullaştırılması ve bununla yakından ilişkili olmak üzere bu duruma itiraz edenlerin zorla susturulması şeklinde kendini gösteriyor. Yine bununla birçok noktadan ilişkili olan gündelik hayatın şiddeti ise mafyalaşma, insanlara yönelik rastgele saldırılar, kadınlar ve çocuklar gibi toplumun görece zayıf kesimlerine yönelik taciz, tecavüz ve cinayetler şeklinde ortaya çıkıyor. Yöneticilerin herhangi bir yasaya tabi olmadıkları düşüncesinin bu tabloya katkısı ne kadar vurgulansa azdır. Eklemek gerekir ki, toplumsal patlama her zaman grevler, direnişler, gösteriler şeklinde ortaya çıkmaz, şiddetin toplumun kılcal damarlarına kadar yayılıp olağanlaşması da toplumsal patlamanın bir versiyonu sayılır.

Evet, elimizde istatistiksel veriler yok, fakat medyaya yansıyanların nesnel olarak gözlemlenmesinden ve zaman zaman bize çok iyi yol gösteren öznel hislerimizden yola çıkarsak, toplum olarak kendimizi yoğun bir şiddet atmosferinde hissettiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durum, soğuk rakamlardan tanık bulmaya ihtiyaç duymayacağımız kadar açık olup elimizden geldiğince alternatif hayat biçimleri üzerinde daha yoğun olarak düşünme ve bu yönde çaba gösterme sorumluluğumuzu da artırmaktadır.

Zihin, Zihinsiz Maddeden Nasıl Çıkabildi?

Özgün metin: Ralph Lewis. How could mind emerge from mindless matter? Psychology Today Posted Jan 2019. Downloaded on January 30, 2019.

(Ref. Bu makalenin bölümleri şundan uyarlandı: Ralph Lewis. Finding Purpose in a Golden World: Why We Are Even If the Universe Doesn’t (Amherst, NY: Prometheus Books, 2018)

Ben bir psikiyatristim (metnin yazarı Ralph Lewis’i kast ediyor:-), beyin ve davranış arayüzünden çalışıyorum. Hastalarımı sinir ateşlenmesi ve bağlantıları olarak mı, yani, kimya ve biyoloji olarak mı görmeliyim, yoksa diğer bireylerle ve toplumla ilişkiler içinde yaşayan zengin içsel zihinsel hayatları olan psikolojik varlıklar olarak mı? Reçete ettiğim ilaçlar kimyasal ve biyolojik düzeyde çalışırken, uyguladığım psikoterapi ve salık verdiğim çevresel değişiklikler psikolojik ve sosyal düzeylerde iş görüyor. Bu düzeyler arasına gerçekten bütünleşmiş bir biçimde bağlantı kurmak insanın tam olarak anlaşılmasında meydan okuyucu olabilir.

2019’da bile birçok insan hâlâ zihnin ve kendiliğin sadece fiziksel parçacıkların ürünü olmayan bir ruha sahip olduğunu savunuyor. Sinirbilimciler hâla yağmurun nereden geldiğini çözmeye çalışan bilim-öncesi insanlar tarafından hayal edilen köhne dinlere dayandığını düşünerek bir tür tuhaf halk psikolojisiyle alay etse de, gerçekte akıllı insanların bu tür şeylere hâlâ inanması tamamen anlaşılabilir. Nihayetinde zihin ve öznel öz-farkındalık bilinci (kendinin farkında olan bilinç) maddenin fiziksel özelliklerine (her ne iseler) nitel bir benzerlik taşımaz. Beynin işleyişini devrelere, nöronlara ve nörotransmiterlere dayanan salt maddî bir temelde açıklamaya yönelik indirgemeci bilimsel yaklaşım inanılmaz ilginç ve aydınlatıcı olmakla birlikte, henüz bilinçli bir kendilik olmanın nasıl bir şeye benzediği ya da neden böyle olduğunun gizemini çözememektedir. Fakat durum şu: Bilimden öğrendiğimiz her şey bizim ve dünyanın salt fiziksel madde ve enerjiden oluştuğumuzu doğrulamaktadır.

Tahayyülümüz dışında herhangi bir yerde tinsel bir alemin varolmasının bilimle uyuşmasının kesinlikle bir yolu yoktur. Ruhlar ve doğaüstü veya normaldışı kuvvetler gibi tinsel fenomenlerin gerçek olması için bilimin çoğunun yanlış olması gerekir. Başka bir sonuca varmak istersek, bütün bir bilimsel bilgi ve kanıt toplamının epey bir kısmını reddedip en baştan başlamaya hazır olmalıyız. (Bunun mobil telefonumu çalıştıran aynı bilgiler ve kanıt tabanı olduğunu düşünün; bilim yanlış olsaydı, çalışmazdı.)

Beynin ya da zihnin işleyişinin sadece parçalarının (fiziğin yalın yasalarına göre birbirleriyle etkileşen temel parçacıklardan yapılmış atomlardan oluşan sinir hücreleri devrelerinin) toplamı olduğunu öne süren geleneksel bilimsel indirgemecilik yöntemi (karmaşık şeyleri sistemin en küçük unsurlarını ya da parçalarını belirleyip çözümlemek) insan zihni ve onu üreten beyin için eksik bir açıklama getiriyor.

Her Şey Bu Kadar Mı

Bilimsel indirgemecilik (beyin dahil) dünyanın anlaşılmasına yönelik çok önemli ve şık bir yaklaşımdır ve şaşırtıcı içgörülere yol açmıştır, ama bazı insanlara doyurucu gelmeyebilir, iç karartabilir. Her şey nihayetinde parçacıklara ve fiziğe indirgenebilirse, o zaman her şey nihayetinde amaçsız ve boşuna görünebilir. “Hepsi bu kadar mı?” diye sorulabilir. Öyleyse, insanlığımız nereden geliyor? Karmaşık öznelliğimiz olmadan, böyle bir evrene nerede uyduğumuzu anlamaya ihtiyacımız var.

Karmaşıklık ve Ortaya Çıkış – Parçaların Toplamından Daha Büyük

Yaklaşık son otuz yılda karmaşıklık kuramı (karmaşık sistemler kuramı) denen etkileyici bir yeni disiplin gelişti. Bu bilim karmaşık sistemlerin özelliklerinin daha yalın bileşenlerin etkileşiminden nasıl çıktığını açıklamaya yönelik modeller tasarlamaya odaklandı. Karmaşık sistemler gerek nicel, gerekse nitel olarak daha yalın bileşenlerinden ayrılan özellikler kazanırlar. Bunlar bileşenlerinin doğasında bulunmayan ve onlardan çıkarsanamayan ya da yordanamayan / öngörülemeyen özelliklerdir. Karmaşık sistemin bu yeni özelliklerine ortaya çıkan (emergent) fenomenler denir. Ortaya çıkış (emergence), indirgemeciliğin zıttıdır. Bütün, parçalarının toplamından büyüktür. Söz konusu olan ‘büyü’ değil, sadece karmaşık fiziksel etkileşimlerdir. Ortaya çıkış, kendiliğinden, aşağıdan yukarıya, kendini-örgütleyen bir karmaşıklık fenomenidir, herhangi bir dışsal neden, hiçbir yukarıdan aşağıya tasarım, hiçbir merkezî sistem denetimi gerektirmez. Karmaşıklık bilimi standart indirgemecilik yaklaşımının yerini almaz. Onu tamamlar. İndirgemecilik hâlâ karmaşık sistemlerin anlaşılması için son derece yararlı ve güçlü bir yöntemdir.

Ortaya Çıkış: Yenilik Evrene Girebilir

En temel örnek olarak suyun özelliklerini düşünün. Suyun bazı temel özellikleri vardır: Yapıştırıcı (cohesive) davranış, ısıyı ılıtma yeteneği ve donunca genişleme… Hatta daha yalını, suyun ‘ıslaklığını’ düşünün. H2O’yu oluşturan tek tek hidrojen ve oksijen atomları bu özelliklerin ve davranışların, hiçbirine sahip değildir. Bu özellikler tek tek atomların özelliklerinden yordanamaz ya da çıkarsanamaz; bunlar ortaya çıkmışlardır (emergent).

Su, basit bir örnektir. Ortaya çıkmış olandan çok daha görkemli yenilik, doğanın tümü, aslında. Bunu evrenin kendiliğinden rehbersiz yaratıcılığı olarak düşünün; en mucizevi olan şey, bilinçli niyetin hiç olmaması.

Beyin Uyumlu Karmaşık Sistemlerin En Karmaşığıdır

Beynin, bütünün parçalarının toplamından büyük bir fenomen olduğu açıktır ve onun ürünü olan zihin ya da öznel kendilik duygusu parçalarından nitel açıdan kökten farklıdır; ortaya çıkan bir özelliktir.

Aslında bu sadece beyin için değil herhangi bir karmaşık uyumsal (adaptive) sistem için geçerlidir; dünyada bunun sayısız örneği vardır. Sadece birkaçını sayarsak: Bireysel organizmalar, bir organizmanın içindeki bağışıklık sistemi ya da beyin gibi sistemler, sosyal böcek kolonileri, kuş sürüleri, hayvan sürülerinin göçleri, trafik akışı, kentler, malî piyasalar, internet, ekosistemler, iklimler… Bunların her biri birçok failin/bileşenin etkileştiği bir ağa sahip olan bir sistemdir.

Ortaya çıkış fenomenlerini üreten karmaşık uyumsal sistemler bileşen parçaları arasında dinamik etkileşim ağları oldukları için karmaşık olarak değerlendirilirler. Değişen ortamlarına yanıt olarak değiştikleri ve kendilerini örgütledikleri için uyumsal olarak değerlendirilirler.

Bilinç Evrende Kökten Yeni Bir Fenomen Olarak Ortaya Çıktı. Hayat da Öyle.

İnsan beyni bildiğimiz en karmaşık uyumsal sistemdir. Bir fenomen olarak bilinç de bildiğimiz tüm fenomenlerin fiziksel maddesinden en kökten farklı olandır. Fakat elbette bilincin her zaman çok zengin ve karmaşık olmadığını unutmayın; farklı türlerde ve insanlarda farklı beyin sağlığı hallerinde derece derece ortaya çıkar, çok sayıda minimal ve yalın bilinç halleri bulunur.

Bilinçten başka sıradan maddeden ortaya çıkan bildiğimiz çok farklı diğer fenomen, hayatın kendisidir. Bir zamanlar canlıların mutlaka canlı olmayan maddenin yoksun olduğu bir tür gizemli hayat verici öze, bir tür hayati kuvvete (élan vital) sahip oldukları varsayılırdı. Fakat bir şeyi neyin canlı yaptığına dair gizem yirminci yüzyılda çözüldü. Bir şeyi canlı yapan şey, atomlarının örgütlenmesidir.

Karmaşık Uyumsal Sistemlerin Kendiliğinden ve Kendi Kendine Örgütlenmesi ve Bunları Yöneten Kurallar

Canlılar karmaşık uyumsal sistemlerin özel bir sınıfıdır. Karmaşık Uyumsal Sistemlerin merkezî bir karakteristiği, örgütlenmedir. Göze çarpan bir şekilde bu sistemler kendini-örgütleme ya da kendiliğinden bir düzen süreciyle oluşurlar. Başlangıçta düzensiz olan bir sistemin parçaları arasında yerel etkileşimlerden bütün düzeni yaratırlar. Süreç, herhangi bir dış failin ya da merkezî denetimin tasarımını gerektirmez.

Karmaşık uyumsal bir sistemin bileşenlerinin etkileşimlerini yöneten ‘kurallar’ genellikle çok elementerdir ve bireysel bileşenler arasında yerel bir düzeyde çalışırlar. Karmaşık uyumsal sistemler mahalle sakinleri arasındaki etkileşimlerden yerel bir düzeyde doğan yeni politik örgütlenmelere kadar benzer şekilde ortaya çıkarlar. Basit ve yerel etkileşim kuralları kendi kendine örgütlenmeyi olası kılar. Kimse ‘zorunlu’ değildir, süreç yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğrudur. Fakat bu etkileşimlerden kaynaklanan karmaşık bütün sistem, yeni ortaya çıkan özellikleriyle birlikte, tek tek bileşenler üzerinde sınırlayıcı bir etkiye sahiptir, geriye dönük olarak da onları etkiler. Bileşenler ile bütün arasında karşılıklı ya da yansıtıcı geri bildirim halkaları kurulur, örneğin, termitler ile bütün olarak koloni arasında ya da bireysel nöronlar ile bütün olarak bireyin arasında…

Tasarlanmış Gibi Görünecek Kadar “Akıllı”

Doğadaki Karmaşık Uyumsal Sistemler çok girift olabilirler ve o kadar ‘akıllı’ görünebilirler ki, bir kopyaya ya da master plana göre birleşik süreç aracılığıyla dikkatle yönlendirilmiş ve zekice tasarlanmış olmaları gerektiğini düşünmek affedilebilir. Fakat karmaşıklık bilimi bütün bunların doğal, kendiliğinden, kendini-örgütleyen süreçler aracılığıyla, hiç yol gösterilmeden, nasıl olduğunu açıklayabilir. (Zeki bir Tasarımcı Olarak Her Şeye Gücü Yeten’i çağırmakta özgür hissedin, fakat bunu yapmak tamamen gereksizdir ve süreçlerin kusurlulukları, yetersizlikleri ve eksiklikleri düşünülürse, Tasarımcı ne yazık ki her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ya da hep iyi olmayabilir.)

Tasarım gereği dayatılan sınırlamaları olan insan yapımı Karmaşık Uyumsal Sistemler bile insan tasarımcıları tarafından tamamıyla denetlenemez ya da yordanamazlar (malî piyasaları yordayabilen biri var mı?)

Canlı organizmalar söz konusu olduğunda doğal seçilimle ve cinsel seçilimle evrimin iyi anlaşılmış süreçleri doğada gördüğümüz mucizevî ve girift karmaşıklığın daha fazla şekillenmesinde ilaveten muazzam güçlü bir rol oynar, zeki tasarımın görülmesini büyük oranda pekiştirir. Fakat Karmaşık Uyumsal Sistemlerin kendini örgütleyen süreçleri evrimden bağımsız olarak ortaya çıkar ve hem canlı, hem de cansız sistemler için geçerlidir. Evrimsel kuvvetler karmaşıklığın artmasını yönlendirmekte denetimi almadan önce, hayatın başlangıçtaki köklerinde neredeyse kesin olarak merkezî bir rol oynadılar.

Bilincin Nasıl Ortaya Çıktığını Bilimsel Olarak Daha Yeni İncelemeye Başladık

Karmaşıklık kuramı bilimcilere nihaî bir bilinç kuramının olabileceği konusunda önemli ipuçları verir. Karmaşıklık kuramı bugün artık sinirbilimin bilgi-işlemin ve döngüsel denetimin beyin-sinir ağlarında nasıl çalıştığını anlama arayışının ayrılmaz parçasıdır. Bu ağlar tek bir bölgenin tamamen denetlemediği sibernetik halkalar olarak iş görürler.

Şurası muhakkak ki bilincin bilimsel açıklanmasından epey uzağız. Bilinci açıklamaya yönelik ciddi bilimsel çabalar ancak 1990’larda başladı -ondan önce bilinç çok zorlu bir konu olarak düşünülür ve bilimselden çok felsefî bir sorunun parçası olarak görülürdü. Gerçekten de sinirbilim disiplin olarak birkaç onyıl yaşındadır. 1990’ların başlarında psikiyatri eğitimine başladığımda zihni ve beyni az çok paralel konular olarak inceledik, genellikle nasıl tamamen bütünleştirileceklerinden emin değildik. O zamandan bu yana zihin-beyin ilişkisinin bilimi büyük ilerlemeler kaydetti. Buna gelişkin beyin görüntüleme gibi yeni teknolojiler yardımcı oldu. Sinirbilimciler algıların, düşünce süreçlerinin ve öznel kendilik duygusunun her biri binlerce bağlantıya sahip milyarlarca nöronun yoğun ve karmaşık etkileşimlerinden nasıl ortaya çıktığı; karmaşık ağları ve geri bildirim halkalarını nasıl oluşturduğu, yüz milyonlarca yıllık, rehberi olmayan doğal seçilim süreçleriyle nasıl şekillendiğinin gizemini istikrarlı bir şekilde çözüyorlar.

Bilinci bilimsel olarak açıklama sürecine gerçekten ancak yeni başladık ve şaşırtıcı ilerlemelere ve fantastik içgörülere rağmen açıklamalarda hâlâ doldurulması gereken büyük boşluklar var. Fakat belli bir boşluğun sonunda bilim tarafından kapatılamayacağını iddia etmek akıllıca bir iddia olmazdı.

RxP Hareketi: Psikologların Reçete Yetkisi Üzerine Tartışmalar

Bu yılın başlarında, ABD’nin Utah eyaleti uygun eğitim alan psikologların psikotrop ilaçları reçete etmelerine izin veren yedinci eyalet oldu ve bu uygulamayı destekleyenlerin kapsamın genişletilebileceği yönündeki umutlarını artırdı.

Psikologların reçete yazmasına izin verilip verilmemesi konusundaki tartışma, 1990’ların başında başlayan RxP denen hareket1 kadar eskidir.

Ancak, Amerikan Psikiyatri Birliği ve bazı psikologlar, psikologlara bu ayrıcalığın verilmesine karşı çıkıyor ve sunulan eğitimin yetersiz olduğunu ve bu uygulamanın hasta güvenliğini tehlikeye atabileceğini savunuyor.

Psikologlar lisanslı reçete yazan kişiler olmak için akın etmediler. Clinical Psychology: Science and Practice dergisinde yeni yayımlanan bir araştırmaya göre, otuz yılın ardından, Amerika Birleşik Devletleri’nde lisanslı olanların yalnızca %0,14’ünü temsil eden tahmini 226 psikologa yasal olarak altı eyalette ve bir bölgede ilaç yazma yetkisi verildi: Colorado, Idaho, Illinois, Iowa, Louisiana, New Mexico ve Guam. Çalışmadan elde edilen veriler, 2002’de yetkilendirilen New Mexico’da sadece 73 psikoloğun reçete yazdığını göstermektedir. Savunma Bakanlığı, Yerli Sağlık Hizmetleri ve ABD Halk Sağlığı Hizmetleri’nde ruhsat altında  reçete yazan psikolog sayısı hakkında daha az şey bilinmektedir.

Okumaya devam et

Karanlık Üçlü (Dark Triad)

Craig Neumann, Scott Barry Kaufman. Psyche.

Son yıllarda narsisizm, psikopati ve Makyavelizmden oluşan karanlık üçlü üzerine birçok araştırma yayımlandı. Araştırmalara bakılırsa, genel nüfusun %1-2’si uç düzeyde karanlık üçlü özellikleri sergiliyor. %10-20 ise orta düzeyde. Ancak bu ılımlı düzeyde bile karanlık üçlü özelliklerine sahip olan kişiler yalan söylüyor, aldatıyor, ırkçı tutumlar takınıyor ve başkalarına şiddet uyguluyorlar.

By Melisa Hogan (wikimediacommons)

Kişiiliğin bir de aydınlık yanı, aramızdaki ‘sıradan azizler’ var: Bu kişiler başkalarıyla içtenlikle ilgilenir, onlara bir amaca yönelik araçlar olarak değil sorgusuz iyi muamele ederler. Başkalarının başarılarını alkışlar, insanların temelde iyi olduğuna inanır, herkesin onuruna saygı duyarlar. İnsanların %30-50’si de belirgin bir aydınlık kişilik profili gösteriyor. Bu oran özellikle kadınlarda daha yüksek.

İlk bakıldığında “sona kalan dona kalır” sözü doğru gibi görünüyor. Enerjinizi hep başkalarına özen göstererek harcarsanız, belki de arkada kalmaya mahkum olursunuz. Başkalarının hislerine aldırmadan onları aldatmaya ve kullanmaya hevesliyseniz, hep “bir numara” olmakla ilgilenir ve daha hızlı zirveye çıkarsınız. Fakat araştırmalar bu çıkarımları desteklemiyor.

Araştırmalarda “başarılı” karanlık kişilik fikrine destek var, ancak, bir noktaya kadar. Örneğin, bir çalışmada psikopatik kişilik özellikleri olanların partnerle rekabet etmelerini gerektiren bir ödev verildiğinde daha fazla, fakat işbirliği gerektiren bir ödev verildiğinde daha az puan kazandıkları bulunmuş.

Az Biraz İçki Faydalı Mı? Tıbbın Bu Görüşü Değişiyor Mu?

Eskiden doktorların sigara reklamlarına çıktığını ve sigara kullanılmasını önerdiklerini biliyor muydunuz? Yakında hastalarına az biraz içki içebileceğini, hatta kalp ve damarları için bunun yararlı olduğunu söyleyen hekimler sigara tavsiye edenler gibi görülecek sanki… Az ila orta düzeyde içki içenler, az biraz alkolün sağlığa yararı olduğunu söyleyen sağlık kılavuzlarına uydukları için kendilerini ağır içicilerle bir tutmasalar da, son yıllarda bu düşüncenin değişmeye başladığı görülüyor. Yeni ortaya çıkan veriler mutedil düzeyde içki içmenin (sosyal içicilik?) de yararını tartışmaya açıyor.

Az ya da orta düzeyde (günde 1-2 bira, 1 tek/duble rakı, 1-2 kadeh şarap) içki içmenin yararına dair en çok bilinen argüman, kalp ve damar sistemini için koruyuduğu yönündedir. Bugünlerde alkolün koruyucu etkisini gösteren sonuçların düşük nitelikli gözlemsel çalışmalardan çıkan istatistiksel bir hata olabileceği öne sürülmektedir. Örneğin, daha önce ağır biçimde içki içen, ama çalışma sırasında içmeyi bırakmış olan kişilerin bu çalışmalara içmeyenler olarak alındıkları görülmektedir. Yeni bazı çalışmalar ise alkolün kalp damar sistemine yararı bir yana, zararlı olabileceğini düşündürmektedir. Örneğin, alkol atrial fibrilasyon nöbetlerini tetiklemektedir ve içki bırakıldığında bu belirti düzelmektedir. 

2021 başlarında yapılan bir epidemiyolojik analizin tahminine göre, alkol ABD’deki kanser olgularının %4.8’ine, kanserden ölümlerin %3.2’sine katkıda bulunmuştur. Bu yaz Lancet Oncology alkolün sonucu olarak global kanser yükü üzerine yüksek profilli, genel nüfusa dayanan bir çalışmanın sonuçlarını yayımladı. 2020’de dünya çapında yeni kanser olgularının %4’ü alkole atfedilebilirken ılımlı düzeyde içki içmenin bu yıllık 741.000 olgunun 103.000’inden sorumlu olması dikkate değer. Çalışmanın baş araştırmacılarından Harriet Rumgay “Kanser riski düşük ya da orta düzeyde içki içme ile bile yükselmektedir.” dedi.  “Az içmeniz kanser riskinin çok içmenize göre daha az olduğu anlamına gelir, fakat alkol tüketiminin güvenilir sınırı diye bir şey yoktur.”

Çalışmaya göre, içki içmek ağız boşluğu, yutak, gırtlak, yemek borusu, kalın bağırsak, rektum, karaciğer ve göğüs dahil, en az yedi farklı tür kanserin görülme riskini artırıyordu. Kuzey Amerika’da erkekler alkole bağlı kanser yükünün üçte iki kadarını temsil etse de az ya da orta düzeyde içki içmek kadınlarda kanser olgularının erkeklere göre göre daha fazla artmasına neden oluyordu.

Güney Kore’den gelen son araştırma mide bağırsak sistemi kanserlerinde nöbet şeklinde içmenin sürekli fakat ılımlı bir şekilde içki içmeye tercih edilebilir olduğunu gösterdi.

2020’de American Kanser Derneği kılavuzlarını güncelledi. Artık kılavuzda kısa ve özlü bir öğüt var: “Alkol içmemek en iyisidir.”

Fransa’da bir milyonun üstünde bunama olgusuyla yapılan çalışma alkol kullanım bozukluklarının en güçlü bunama etkenlerinden biri olduğunu göstermiştir. Bu etki hipertansiyon ve şekerden daha fazladır. Bunlardan farklı olarak son gözden geçirmelerin bir bölümü en düşük bunama riskinin haftada 4 içki alanlarda olduğunu göstermektedir.

Son zamanlarda Birleşik Kralllık’ta 25.000 kişiyle MRI (manyetik rezonans görüntüleme) ve bilişsel testlerle yapılan bir çalışmadan gelen veriler alkolün beyin için de güvenli bir dozu olmadığını göstermektedir. Ilımlı içme bile gri madde hacmini ve işlevsel bağlantıları azaltmıştır. Alkolün özellikle bilişsel bozukluklar ve bunamaya etkisi olduğu görülmektedir. 

Üç dönemde alkolün sinir sistemine yönelik zehirli etkilerine beynin daha duyarlı olduğu görülmektedir: döllenmeden doğuma kadar geçen süre, geç ergenlik (15-19 yaş) ve geç erişkinlik (65 yaş üstü). 

Yakın zamanlarda Massachusetts General Brigham Biobank’ın verileri az ya da çok alkol kullanımından farklı olarak ılımlı alkol kullanımının hem stresle ilişkili nörobiyolojik faaliyeti, hem de büyük kalp damar sistemi olaylarını düşürdüğünü göstermiştir.

Bu yeni bilgiler hekimlerin ılımlı düzeyde alkol tüketiminin sağlık üzerine etkileri konusunda bilgi verirken önceki yıllardan daha temkinli olmaları gerekeceği anlamına gelir.

Uluslararası Kanser Üzerine Araştırmalar Kurumu’ndan Harriet Rumgay “Alkol etiketlerine sigara paketlerindekine benzer kanser uyarılarının eklenmesinin insanları alkol ürünleri satın almaktan caydırabileceğine ve kanser ile içkinin nedensel bağlantılarına dair farkındalığı artıracağına dair kanıtlar var” diyor. “Fakat genel nüfusta alkol kullanımını azaltmanın en etkili yolları yüksek vergiler yoluyla alkolün fiyatını artırmak, satın alma  olanaklarını kısıtlamak ve alkol markalarının halka pazarlanmasını engellemektir.”

Kardiyolog Christopher Labos alkolün negatif etkilerine dair yeni ortaya çıkan verilerin çoğu hasta tarafından şaşırtıcı bulunmayacağına dikkat çekiyor. “Derinlerde bir yerde çoğu kişinin alkolün sağlıklı olmadığını bildiklerini düşünüyorum, ama bu sosyal kültürümüzün bir parçası ve dolayısıyla davranışlarımızı haklılaştırmanın yolunu buluyoruz… Tıpkı abur cuburlarda olduğu gibi, bu arada sırada kendimizi sevindirmeyeceğiz anlamına gelmez, fakat artık içkiyi yararlı bir şey gibi sunmayı bırakmalıyız, çünkü değil.”

Kaynak: https://www.medscape.com/viewarticle/965387. John Watson, 22 Aralık 2021.

Donald Trump’un ve Sadık Destekçilerinin “Paylaşılmış Psikozu”

Yazının Özgün Hali: Tanya Lewis. The “Shared Psychosis” of Donald Trump and His Loyalties. Scientific American. Ocak, 2021.

Not: Bandy X. Lee, Dünya Ruh Sağlığı İttifakı’nın (World Mental Health Coalition) başkanıdır ve The Dangerous Case of Donald Trump: 27 Psychiatrist and Mental Health Experts Assess a President (Tehlikeli Donald Trump Vakası: 27 Psikiyatrist ve Ruh Sağlığı Uzmanı Bir Başkanı Değerlendiriyor) başlıklı bir kitabın yayımlanmasına öncülük etmiştir. Grup, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin 1970’lerde kılavuzlara koyduğu, psikiyatristlerin “şahsen muayene etmedikleri kamusal şahsiyetler hakkında profesyonel görüş bildirmelerini istemeyen” Goldwater kuralına karşı, Nazizm’e tepki olarak oluşturulan Ceneve Bildirgesi’ne gönderme yapmaktadır. Lee yakın zamanda Profile a Nation: Trump’s Mind, America’s Soul (Bir Ulusun Profili: Trump’un Aklı, Amerika’nın Ruhu) kitabını yazdı. Kitap, arka planda bütün olarak ülkenin ve Trump destekçilerinin yer aldığı psikolojik bir başkan değerlendirmesidir. Lee ve meslektaşları 9 Ocak’ta Trump’un hemen görevden alınmasını talep eden bir bildiri yayımladılar.

Bildiğiniz gibi, 7 Ocak’ta ABD’nin başkenti Washington’da “tuhaf” bir olay yaşandı. ABD’nin dünyanın geri kalmış birçok ülkesinde onlarca yıldır sahnelediği darbe senaryosu, neredeyse kendi yuvasında gerçekleşiyordu. O gün Trump taraftarları kitleler halinde Kongre’yi bastı. Bütün dünyaya bir tiyatro sahnesini andıran şaşırtıcı görüntüler servis edilmeye başlandı. ABD’de böyle bir olayın yaşanabileceği çok kimsenin aklından bile geçmezdi. Ancak, olaya şaşırmayanlar da vardı. Aşağıda adli psikiyatrist Bandy X. Lee ile yapılan söyleşiyi bulacaksınız. Söyleşi sadece ABD’de değil, dünyanın birçok ülkesindeki otoriter popülist politikacılar ve onların destekçilerini anlamak ve demokratik bir çözüm üretmek isteyenler için de ufuk açıcı olabilir.

İnsanları Trump’a çeken nedir? Destekçilerinin animus’u, arkalarındaki itici güç nedir?

Başlıca iki duygusal güç var: Narsistik sembiyoz ve “paylaşılmış psikoz”. Narsistik sembiyoz önder-izleyici ilişkisini mıknatıs gibi çekici kılan gelişimsel yaralanmalara işaret eder. Benlik-değerindeki içsel eksikliği telafi etmek için aşırı övgüye aç olan önder, büyüklenmeci tümgüçlülüğünü (omnipotence) yansıtırken, toplumsal baskıyla ya da gelişimsel yaralarla muhtaç hale getirilmiş olan izleyiciler de böyle bir ebeveyn figürüne ihtiyaç duyarlar. Bu tür yaralı kişilere iktidar makamı verildiğinde, kitlede bir “anahtar-kilit” ilişkisi yaratan patolojiler ortaya çıkar.

Paylaşılmış psikoz” (folie a millions: milyonların deliliği) ulusal düzeyde olduğunda, durum sıradan grup psikolojisinin ötesine geçer ve ciddi semptomlar kitlelere bulaşır. Çok semptomlu bir kişi, etkili bir konuma getirilirse, bu kişinin semptomları nüfusun içinde duygusal bağlar aracılığıyla yayılır, varolan patolojileri çoğaltır ve önceden sağlıklı olan kişilerde bile hezeyanları, paranoyayı ve şiddet eğilimini tetikler. Tedavi, maruziyeti ortadan kaldırmaktır.

Trump’un kendisi neden şiddete ve yıkıma doğru kaymış gibi görünüyor?

Ruhsal arazlar suçlu aklı ile birleştiğinde, insanlar tek başlarına olduklarından daha tehlikeli olabilirler. İnsan sevgiye sahip olamazsa, saygı görmek ister. Saygı olmadığında da korkuya başvurur. Trump bugün saygınlığını katlanılamaz ölçüde yitirdi: Seçim yenilgisi ulus tarafından reddedildiğini gösterdi. Şiddet her zaman iktidarsızlık, yetersizlik ve gerçekten üretken olamama hislerini telafi etmeye yardımcı olur.

Trump’un gerçekten hezeyanlı ya da psikotik davranış sergilediğini düşünüyor musunuz? Yoksa, sadece iktidarını korumak için utanmazca çabalayan bir otokrat gibi mi davranıyor?

Bu ikisinin de olduğuna inanıyorum. Aşırı narsizmi, demokrasinin gerektirdiği gibi, diğer insanlarla eşit olmasına olanak vermediğinden, kesinlikle otokratik bir eğilimi var. [Fakat] birincisi, Trump hezeyanlarına gerçekten inanıyor. İkincisi, dünyayı istediği gibi görmesine engel olan gerçeklere büyük tahammülsüzlüğüyle kendini gösteren duygusal kırılganlığı onu psikotik çalkantılara hazır hale getiriyor. Üçüncüsü, kamusal kayıtlarına bakılırsa, diğer insanlarla hezeyanlarını neredeyse doğrulayan sayısız görüşme yaptığı görülüyor.

Destekçilerinin gösterdikleri nefret nereden geliyor? İyileşmeyi özendirmek için neler yapabiliriz?

İzleyicilerinde mutlak değil ama göreli sosyoekonomik yoksunluktan kaynaklanan önemli psikolojik yaralar var. Büyük yaralanmalar, öfkeler ve yeniden nefrete yönlendirilebilir enerjiler var. Trump bunları toplayıp manipülasyon amacıyla kışkırttı. Yarattığı duygusal bağlar paylaşılmış psikozu kitlesel ölçekte kolaylaştırdı. Hazırladığımız koşulların doğal bir sonucu bu. İyileşmek için genel olarak üç adım öneriyorum: 1) Saldırgan failin (ağır semptomları olan etkili kişinin) uzaklaştırılması, 2) reklamcılıkta yaygın olan ama artık politikada da benimsenen düşünce kontrol sistemlerinin dağıtılması ve 3) kolektif ruh sağlığının kötü olmasına her şeyden önce neden olan sosyoekonomik şartların düzeltilmesi.

Onun başkanlıktan sonra ne yapacağını düşünüyorsunuz?

Başkanı, izleyicilerini ve ulusu izole olarak değil, bir ekoloji olarak düşünmemiz gerekir. O nedenle, başkanlıktan sonra ne yapacağı büyük ölçüde bize bağlı. Gölge başkanlık kurmak gibi ulus için yıkıcı olabilecek bir takım sonuçlar elde etmesini önlemek için aktif müdahale etmemiz gerekir. Sınır tanımayacaktır, o yüzden görevden alınıp kovuşturulmalıdır. Onun artık bir önder değil, bir izleyici olduğunu unutmamalıyız ve onun kendisine içeriden koyamadığı sınırlamaları bizim dışarıdan koymamız gerekir.

Destekçilerine ne olacağını düşünüyorsunuz?

Durumu uygun bir şekilde halledebilirsek, epey bir düş kırıklığı ve travma ortaya çıkacaktır. Bu iyi bir şey; anormal bir duruma karşı sağlıklı tepkiler… İyileşme için duygusal destek sağlamalıyız. Ait olma ve saygı görme da dahil, toplulukların desteği de bunlar arasındadır. Kült üyeleri ve istismar kurbanları çoğu zaman ilişkiye duygusal olarak bağlıdılar, kendilerine verilen zararı göremezler. Bir süreden sonra aldatmanın büyüklüğü kendi acı ve düş kırıklıklarını gizlemekte el birliği eder. Bu, gerçeği görmekten kaçınmalarına neden olur. Tehlike, bir başka patolojik figürün çıkıp onları yanlış bir “çözüm”le cezbetmesidir.

Gelecekteki ayaklanma girişimlerini ya da şiddet hareketlerini nasıl önleyebiliriz?

Şiddet uzun bir sürecin son ürünüdür, bu yüzden de önlemek çok önemlidir. Davranışsal şiddetin en güçlü uyarıcısı, yapısal şiddet ya da eşitsizliktir. Ekonomi, ırk ve cinsiyet dahil, tüm biçimleriyle eşitsizliğin azaltılması şiddetin önlenmesine yardım edecektir. Önlemenin etkili olması için, bilgi ve derin bir anlayışın ihmal edilmemesi gerekir, böylece pandemide olduğu gibi, başımıza nelerin gelebileceğini öngörebiliriz. Trump döneminde esas olarak etik kılavuzların politik nedenlerle çarpıtılması yüzünden ruh sağlığı profesyonelerinin suskunluğu, bana göre, ulusun bu başkanlığın tehlikelerini anlama, öngörme ve önlemede yetersiz kalması bakımından felaket oldu.

Trump’u desteklemeyen fakat hayatlarında onu destekleyen kişiler ya da “mini-Trumplar” olan insanlar için ne önerirsiniz?

Trump ile destekçileri arasındaki ilişki istismara dönük bir ilişki olduğundan, bu çok zor. Aklınızı istismarcıya rehin verdiğinizde, artık olgular sunmak ya da mantığa başvurmakla konunun bir ilgisi kalmaz. Trump’un iktidardan ve nüfuz alanından çıkarılması kendi başına iyileştirici olacaktır. Fakat ilk olarak destekçilerinin inançlarını yüzleştirmeyi önermiyorum, çünkü bu sadece direnci artıracaktır. İkincisi, amaç ikna etmek değil, onların hatalı inançlarına neden olan durumların değişmesi olmalıdır. Üçüncüsü, içlerinde hezeyanlı hikayeler taşıyan insanlar bu hikayelerinin yanlış olduğunu kabul etmemek için gerçekliği kolayca ezip geçme eğiliminde olduklarından, herkesin kendi gücünü ve ruh sağlığını koruması gerekir. Mimi-Trumplara gelince… her şeyden önce katı sınırlar koymak, teması kısıtlamak, hatta mümkünse ilişkiyi bırakmak önerilebilir. Ben şiddet eğilimi olan kişileri tedavi etmekte uzmanlaştığımdan, onlar için yapılabilecek bir şeyler olduğuna her zaman inanıyorum, fakat mecbur kalmadıkça pek tedaviye başvurmadıkları da bilinmelidir.

Bowlby ile Robertson’un Anne-Çocuk Ayrılması Üzerine Kuramsal Tartışmalarının Anlatılmayan Öyküsü

“Karşılaşmalar” sayfasında yayımladığım makaleyi “Yazılar” sekmesine ekledim ve böylece “Son Posta” olarak öne çıkmasını istedim. “Karşılaşmalar” sayfasında daha sonra Bohm’un yaşadıkları ile ilgili daha geniş başka bir yazıya geçmeyi umuyorum.

Makale: Van Der Horst FCP, Van Der Veer R. Separation and Divergence: The untold story of James Robertson’s and John Bowlby’s theoretical dispute on mother-child separation. Journal of the History of the Behavioral Sciences 2009;45(3):236-52).

Bağlanma kuramının tarihinde James Robertson (1911-1988) ve John Bowlby’nin (1907-1990) adları genellikle birlikte anılır. Robertson ve Bowlby 1950’lerin başlarında ayrılık teması üzerinde çalışırken, çocuğun anneden ayrılmayı takiben tepkilerinde üç evre belirleyerek gelişimsel psikolojide önemli bir dönüm noktasına ulaştılar ve bunları “protesto” (protest), “umutsuzluk” (despair) ve “inkar” (denial) diye adlandırdılar. Bu sırada dışarıdan bakıldığında Bowlby ve Robertson tam bir uyum içinde çalışıyorlar, temelde aynı görüşleri paylaşıyorlarmış gibi görünüyorlardı. Bu izlenim ortak kariyerlerinin başında doğruydu da, fakat sonraki yıllarda bir takım kuramsal konularda uyuşamadılar ve kişisel ilişkileri epey gerginleşti. Gerçi Bowlby kitaplarında Robertson’u kuramsal ve pratik başarılarından ötürü övmeye gayret etti. Onun başlıca kaygısı galiba uyuşmazlıklarının halka mal olması ve bunun kuramsal rakiplerinin ekmeğine yağ sürmesiydi. Robertson’a mektuplarından birinde Bowlby bu kaygıyı açık bir şekilde ifade etmiştir:

Birlikte yararlı bir tartışmaya girebilmeyi umut ediyorum, çünkü korkarım ki bunu yapamazsak yanlış anlamalar çoğalacak ve belki de kamuoyuna mal olacak, bu da ancak ikimizin çalışmalarına ve geliştirmeye çalıştığımız sosyal değişmelere karşı çıkmakta olan insanları rahatlatacaktır.

Daha Yüksek Düzeyde Narsisizm Daha Fazla Politik Katılımla İlgili Olabilir

Kaynak: https://neurosciencenews.com/narcissism-politics-17084/

Özet: Çalışmalar narsisistik kişilik özellikleri olanların politik olarak daha aktif olabileceklerini gösteriyor. Politikacılarla temas kurma, dilekçe imzalama ve politik davalara bağışta bulunma olasılıkları daha yüksek. Önceki çalışmalar narsistik özellikleri, çatışma ve iç kargaşa dahil, işleyen demokrasiler için zararlı davranışlarla ilişkilendirmişti.  

Seçmenlerin politikayla meşgul olmaları sağlıklı demokrasi için çok önemlidir, fakat herkes seçimlere ve diğer politik etkinliklere aynı düzeyde katılmaz. Yeni araştırmalar narsisistik özellikleri olan kişilerin politik olarak da daha etkin olabileceklerini göstermektedir.

ABD ve Danimarka’da yapılan çalışmalarda araştırmacılar; bencillik, haklılık duygusu ve hayran olunma gereksiniminden oluşan narsisistik özellikleri fazla olan kişilerin politikaya katılma olaslıklarının da daha yüksek olduğunu buldular. Bu etkinlikler politikacılarla temas kurma, dilekçe imzalama, para bağışlama ve ara seçimlerde oy kullanma gibi davranışları içerebilmektedir.

Araştırmacılardan, Penn State Üniversitesi’nden profesör Peter Hatemi “Eğer kendi kişisel kazançları ve statüleriyle daha fazla ilgilenen insanlar seçimlerde daha büyük bir rol oynarsa, kendi arzularını yansıtan adayların ortaya çıkmasını bekleyebiliriz: Narsisizm, narsisizm doğurur” diyor.

Daha önceki çalışmalar genel nüfusta narsisizm düzeyinin yüksek olmasının bir yandan daha az işbirliği, daha az uzlaşma ve daha az bağışlayıcılıkla, diğer yandan daha fazla çatışma ve daha fazla iç kargaşayla bağlantılı olduğunu bulmuştu.

Bu yeni çalışmanın sonuçları üstünlük ve otorite/liderlik özelliklerinin daha fazla katılımla, kendine yeterlik duygusunun ise daha az katılımla ilişkili olduğunu gösterdi. Başka bir deyişle, kendilerine, kendilerinin başkalarından daha iyi olduklarına inanan insanlar politik sürece daha fazla katılıyorlar. Bu, politikaların ve seçim sonuçlarının giderek artan biçimde daha fazla şey isteyen fakat daha az verenler tarafından belirlendiği anlamına geliyor.

Hatemi kesin bir çözüm getirmek zor olsa da, daha farklı karakterlerde seçmenlerin politikaya katılımını artırırken narsisizmin fazla temsilini azaltmanın yollarını bulmanın iyi bir bağlangıç olacağını söyledi.

“Demokrasinin başarılı biçimde çalışması için kurumlara, sistemin etkililiğine ve demokratik süreçlere katılıma güven gerekir. Eğer fazla narsisistikler politikayla daha çok ilgilenirse ve politik sürecin kendisi toplumda narsisizmi beslerse, demokrasimizin geleceği tehlikede olacaktır.”

Özgün Makale: Fazekas Z, Hatemi PK. Narcissism in Political Participation. Personality and Social Psychology Bulletin. June 4, 2020.

İletişim

444 7000
Salı: 09:00-18:00
Perşembe: 09:00-18:00

Kategoriler

Blogdaki Yazıların ve Görsellerin Yasal Kullanımı Hakkında

© Hakan Atalay ve hakanatalay.wordpress.com. 2011-2019.

Bu malzemenin bir açıklamada bulunmadan ve yazardan yazılı izin almadan yetkisizce kullanılması ve/veya çoğaltılması yasaktır. Özgün içeriğe uygun ve özgül bir yönlendirme yapılması, [Hakan Atalay]ın ve [hakanatalay.wordpres.com]un tam ve açık kaynak gösterilmesi hallerinde alıntılar ve bağlantılar kullanılabilir.

Akbank Sanat'ta Yapay Zeka ve Aşk üzerine panel.
FB TV'de Depresyon üzerine söyleşi.
Follow Hakan Atalay on WordPress.com