PsikeArt Kasım-Aralık 2018 (Nörobilim)
Teknoloji öyle ilerledi ki, Mars’a yolculuklar planlanabiliyor ve belki de yakında gerçekleştirilebilir hale gelecek. Hatta güneş sisteminin yakınlarından geçen gök cisimlerine gözlem aracı gönderebilecek durumdayız. Ancak, hala dünyada epey bir insan Dünya’nın düz olduğundan emin. Ya da başka bir kısım insan da aya gidilmediğine inanıyor. Teknolojinin ulaştığı düzeyi ve bulgularını kabul etmekte güçlük çekenlerin önemli bir bölümü geleneksel düşünce biçimlerinden kopamayanlar olabilir, ancak, öyle sanıyorum ki, küçük de olsa, bir başka kısmını bu gelişmelerin Dünya’nın büyüsünü bozabileceğine inananlar oluşturuyor. Örneğin, bazıları eğer aya gerçekten gidildiyse ve astronotlar o koca ayaklarıyla ay yüzeyinde dolaştılarsa, sevgilisiyle bir akşam vakti aya bakarak şiir okumanın yaratacağı romantizmin bozulacağı kanısındalar. Bu bakış açısının altında bir yönüyle beyin ile kalp ya da akıl ile duygu arasındaki yarılmanın yattığı düşünülebilir. Dolayısıyla, aşk gibi kalple doğrudan bağlantılandırılmış bir olgu söz konusu olduğunda, yaşantıyı değil de bilgiyi işin içine sokmanın yaratacağı rahatsızlık da bu fasıldan sayılabilir. Dünya giderek büyüsünü yitirir ve mekanikleşirken, böylece doğa giderek hayatımızdan çıkarken, sonuçta koşmak yürümeye, fotoğraf çekmek seyretmeye, bilmek yaşamaya ve anlamaya giderek daha fazla üstün gelirken, elimizde kalan son iyi şeylerden birini daha, yani, sevgiyi, sadece yaşamaya bırakmak yerine, bilgi nesnesi haline getirmekte gerçekten de sakınca yok mu?
Bu soruya 12 Eylül Cuntası’ndan sonraki o boğucu karanlıkta bana mum ışığı olmuş Bilim ve Sanat dergisinin yayımladığı kitaplardan birinde okumuş olduğum bazı ifadelerle yanıt vermek isterdim. Ama ne yazık ki, şu anda elimde değil; bir şekilde kitaplığımdan kaybolan bu kitabı daha sonraki aramalarımda piyasada da bulamadım. Bu yüzden, ancak hatırladığım kadarıyla söyleyebilirim: Orada kendisi de bir bilim adamı olan yazar, yukarıdaki meseleyi tartıştıktan sonra konuyu bilimin güzelliğine getiriyor ve bir fizik formülünden örnek vererek bilimin aslında ne kadar şiirsel bir dili olduğunu, insana ne kadar yüksek bir estetik haz verebileceğini anlatıyordu.
Ben de bu yazıda, şiirsel bir dille olmasa da, kendisi bir şiir olan sevme eyleminin aslında nasıl milyonlarca yıl süren şiirsel bir örgütlenmenin ürünü olduğunu, o sırada bedenimizde nasıl şiirsel işler döndüğünü kısaca anlatmaya alışacağım. İngilizce “love” sözcüğünün dilimizde en az iki karşılığı var: sevgi ve aşk. Her ikisi birbiri yerine kullanılabilirse de, annenin çocuğa duyduğuna sevgi, kadınla erkek arasında gelişen duygusal bağa ise aşk demek daha uygun gibi görünüyor. Bu yüzden, yazının birçok yerindeki sevgi sözcüğü yerine aşkı, aşk yerine de sevgiyi koymak mümkündür.
![]()
GİRİŞ
Daha önce bir yerde yazmış olabilirim, ama yineleyeyim: Aşk üzerine bir yazıda Freud’dan söz etmemek, Marx’sız sosyoloji yazmaya benzer. Freud’a göre aşık olmak, bazı durumlarda, cinsel içgüdüler açısından doğrudan cinsel doyum arayan nesne yüküdür ve bu yük bu amaca ulaşıldığında, tekrar ortaya çıkmak üzere, tükenir. Buna “şehevi sevgi” diyebiliriz. Çocuk ilk sevgi nesnesini ebeveynin birinde bulur. Daha sonraki bastırma, çocuğu cinsel hedeflerin pek çoğundan vazgeçmeye zorlar. Çocuk hala ebeveynine, ama “amaçlarına ket vurulmuş” içgüdülerle, bağlı kalır. Bu da “sevecenlik” olarak adlandırılabilir.
Psikeart’ın Temmuz-Ağustos 2018 (Empati) sayısında yayımlandı.
İnsanlar dünyada giderek çoğalsalar da, çeşitli nedenlerle birbirlerine daha çok yaklaşmak zorunda kalsalar da, toplumsal ilişkiler açısından daha fazla uzaklaşıyor gibi görünüyorlar. Teknoloji kıtalar arası ilişkileri kolaylaştırırken, komşular birbirini tanımaz hale geliyor. Çok uzun zamandır birbirine temas ederek, birbirini görerek, duyarak hemcinsini anlama yeteneğini geliştiren insanların empati yeteneğine ne olduğu/olacağı sorusu da giderek daha çok önem kazanıyor. Sözgelimi, gözünün önünde arkadaşlarının, sevdiklerinin acı çektiğini görerek ona göre duygu dünyasını oluşturan insanın, ekranda gördüğü hemcinslerinin acılarına karşı nasıl bir duygu içinde olduğu, daha önemlisi, gelişmeler bu şekilde seyrederse, gelecekte bütün bunların insanın duygu dünyasını nasıl etkileyeceği, üstünde düşünmemiz gereken bir soru olarak önümüzde duruyor. Sinir-bilimin bu konuda neler söylediğine bakarak, hemcinslerimizden neler bekleyebiliriz, herkeste ve kendimizde, mümkünse, bu yetimizi ne ölçüde geliştirebiliriz, onu görelim:
Toplumsal Biliş ve Duygular
En başta şunu söylemek gerek: İnsana dair Robinsoncu anlayış hem ekonomi politikte, hem de doğal bilimlerde aşılmıştır. Öyle görünüyor ki, insan toplumsal bir varlıktır ve insanı toplumsal bağlamından soyutlayarak anlamaya çalışan her çaba eksik kalacaktır. İnsan zihnini, ister bilinç, duygu, algı gibi tek tek ayrı yetileriyle, isterse bütün bir çalışma aygıtı olarak anlamaya çalışalım, kalkış noktamız toplumsal zihin ya da toplumsal beyin olmak zorundadır. Zihin araştırmalarının geçmişinde ihmal edilen bir diğer önemli alan da, duygu dünyamızdır. Aslında, en biyolojik gibi görünen duygularımız ile en toplumsal gibi görünen kişilerarası ilişkilerimiz bir madalyonun iki yüzü gibi birbirini tamamlarlar, çünkü, kısaca söylenirse, dünyaya uyum sağlayabilmemiz için toplumsal zihnin sağlıklı çalışması, başka bir deyişle, diğer insanları ve dünyayı anlamamız gerekmekte; bu süreçte de duygularımız yol gösterici bir rol üstlenmektedir. Nitekim, duyguların işlenmesinde önemli oldukları gösterilmiş olan çoğu yapının toplumsal davranışlar için de önemli oldukları ortaya çıkmıştır. Birkaç örnek vermek gerekirse: toplumsal görme sinyalleri hem yüz konusundaki bilgiler (yüz ifadesi, bakışın yönü), hem de beden konumu ve hareketlerine dair bilgiler içerir.

Son zamanlarda tanımlanan, duysal yolaklardan biri olan yavaş iletici C-aferent lifleri, insula’ya hoş, hafif dokunuşlar konusunda bilgi taşırlar ve bunlar şefkat gibi toplumsal duysal sinyallerin işlenmesinde işlev görüyor olabilirler. Konuşmanın tınısı çeşitli duyguları haber veriyor olabilir. Amigdala, ön şakak bölgesinden son derece işlenmiş görsel bilgiler alır ve bu tür algısal bilgilerin diğer beyin bölgelerinde işlenmesi için gerekli kodları depolar. Böylece, işlenmekte olan uyaranların toplumsal önemine dayanarak bellek, dikkat, karar verme ve diğer bilişsel işlevleri etkileyebilir. Korku ve ilişkili duyguların, muhtemelen daha kapsamlı bir şekilde işlenmesinde rol alır. Amigdala temel duyguların tanınmasının ötesinde, daha karmaşık toplumsal yargılarda da rol alır. Örneğin, diğer ırktan insanların yüzleri gösterildiğinde, etkinlik düzeyi farklılaşır. Tehdit değerlendirmesi açısından da önemlidir: İki yanda da amigdala’sı hasar görmüş hastalarda kişilerin yüzlerine bakarak ne kadar güvenileceğine dair yargıları bozulmuştur, şöyle ki, bu yüzleri olduklarından daha güvenilir bulurlar. Yüksek düzey korteksler ise, bu modüller arasında ilişki kurarak bilgilerin bütünleşmesine yardımcı olurlar.
Özet: Araştırmacılar hayatınızı belgelemek için Instagram ya da Snapchat gibi sosyal medya hizmetlerinin kullanılmasının belgelediğiniz olayları tam olarak hatırlama yeteneğinizde azalmaya neden olabileceğini söylüyorlar.
Anılarınıza ne kadar değer veriyorsunuz? Bir dahaki büyüleyici Instagram resmi gelene kadar mı?
UC Santa Cruz doktora öğrencisi Julia Soares’in araştırması, fotoğraf çekme hareketinin insanların olaya dair anılarını zayıflattığını buldu.
Soares “İnsanlar fotoğraf çekmenin bir şeyi daha iyi hatırlamalarına yardımcı olacağını düşünüyor, oysa tam tersi”
dedi.
Bir takım deneyde insanları görsel bir müze turu için laboratuvarına çağırdı ve bilgisayar ekranındaki resimlere bakmalarını istedi. Denekler ne gördüklerinin test edileceğini biliyorlardı.
Katılımcıların şu üç senaryoyu (sadece resimlere baktıkları zamanı, resimlere bakıp kameralı bir telefonla resim çektikleri zamanı ve Snapchat kullanarak resim çektikleri zamanı) takiben resimleri ne kadar iyi hatırladıklarını karşılaştırdı.
Resim çekenler ne gördüklerine dair çoklu seçme testlerinde sürekli olarak en kötü puanı (%20 kadar) aldılar.
Soares sonucun “bilişsel boşaltma” [cognitive off-loading] olarak bilinen fenomene bağlanabileceğimi düşündü; yani, hatırlamanız için kameranın orada olduğunu bildiğiniz için de hazırlayamıyordunuz.
İmajların sadece 10 saniye sürdüğü Snapchat kullanarak resim çeken insanlar daha az hatırladılar. Resim çekip sonra imajı silmeleri istenen kişiler de hatırlamada kötüydü.
“Nasıl ki bakıp geçtiğinizde az hatırlıyorsanız, kamera kullandığınız her seferinde de hatırlama olasılığınız gene öyle azalıyordu.”
(Not: Bu yazıyı yayımlanması için Birgün Pazar ekine gönderdim. “Polemik yazıları yayımlamayı tercih etmediklerini” belirterek reddettiler. Burada yayımlıyorum, belki birkaç kişiye ulaşır.)
1 Temmuz 2018’de Birgün Pazar’da “Bir Sahte Sığınak Olarak Antidepresanlar” başlıklı bir yazı çıktı. Son yıllarda gerek tıp camiasında, gerek kamuoyunda, gerekse şarlatanlar arasında antidepresan ilaçların etkililiği çokça tartışılmaya başlandı. Popüler yayınlara bakılırsa, bu tür ilaçların bir yararları yok, hatta zararlılar. Yazı da bu genel kabulleri ve halk arasında bu tür tedavilere yönelik genel kuşkuyu arkasına alarak “bildiğini okuyor”. Yazar “Neden İlaçlar?” altbaşlığı altında özetle şöyle diyor: Birey düzen karşısında direnç gösteremez, bekleyen sorunlar karşısında ne yapacağını bilmeden sendeler. Sendeleyince bekleyen sorunların altında kalır. Başa çıkamadığı bir eşikte de DANIŞMAN’a başvurur. [Bir de bu var: DANIŞMAN. Ben bunun hekim olmayan ruh sağlığı çalışanlarının hekim gibi hasta bakabilmeleri için uydurdukları bir terim olmasından kuşkulanıyorum. Dikkatinizi çekerim, sorunların altında kalan birey hekime değil, DANIŞMAN’a gidiyor.] Arada ancak felsefecilerin anlayabileceği bir cümle: “Bireyin zihninde beliren böylesi bir yardım düşüncesi, söz konusu sorunlara rağmen, verili ilişkilerle barışık kalmanın bir ısrarıdır aslında.” Anladığım kadarıyla, birey şöyle diyor kendine: “Sorunlarım var, ama ben bu hayata nasılsa öyle devam etmek istiyorum.” Birey yardım istediği danışmanın “alternatif bir bilinç” taşımamasını beklemektedir. Taşımasın ki, sorunlarla kendisinin başa çıkmasını ya da düzeni değiştirmesini istemesin. Danışman (yasalara göre Türkiye’de bu ilaçları sadece hekimler reçete edebildiklerine göre, dürüst olalım, hekim) bu durumda anlaşmaya uyar, alternatif bilinç taşımaz ve bireye ancak “sahte bir sığınak olabilecek olan sentetik ilaçlar” sağlar. [Tüm ilaçlar bir kimyasal sentezle üretildiklerine göre, sentetik ilaçlar dışındaki ilaçlar nelerdir? “Doğal” ilaçlar. Örneğin, St. John’s Wort (sarı kantaron) mu? Gene bir hile: Ben aslında “doğal” ilaçlara karşı değilim. Tipik bir kamuoyu önyargısı daha: “Doğal” ilaçlar kimyasal ilaçlardan daha az tehlikelidir.” Oysa, tam tersine, ilaçlar bin türlü araştırma ve denetimden süzülerek piyasaya sürülürken ve çıktıktan sonra belli prosedürlere uygun olarak takip edilirken, doğal ilaçlar, içerikleri -büyük ölçüde- bilinmeyen ilaçlardır. Örneğin, depresyonda kullanılan St. John’s Wort (sarı kantaron otu) bitkisel bir ilaçtır, ancak, ölümcül karaciğer harabiyeti yapabilir.]
Sorunların altında kalan birey ile (danışman değil) hekim karşı karşıya geldi. Anlaşma gereği, hasta birey ilacını alıp gitti. Peki, sorun ne? Sorun şu: Yazara göre, “bireyin karşılaştığı sorunların hemen hepsi, doğrudan ya da dolaylı olarak, meta bağımlı toplumsal ilişkilerin yapısından kaynaklanan sorunlardır.” Bu nedenle, “sorunların çözümünün biricik yolu düzenin, yani koşulların değiştirilmesidir.” Koşulları değiştiremiyorsa (çünkü “değişim henüz bütünsel anlamda gerçekleştirilememiştir”, biz bunu “henüz devrim olmamıştır!” diye anlayabiliriz), yapılması gereken, hekime koşup ilaç almak değil, “birey nezdinde bir karşı oluşun ortaya koyulmasıdır. Bu karşı oluşun sağlanması, değişimin bireyin düşünce ve eylemlerinde var kılınması, eşdeyişle değişimin parçada gerçekleşmiş olması anlamına gelir.” Af dileyerek anlaşılır bir dile çeviriyorum: “Birey sorunlarını hemen devrimle çözemeyeceğine göre, şimdilik düzene karşı çıkmalıdır.” Burada birey, devrimci bütünün bir “parça”sıdır, gördüğünüz gibi! Elbette “bireyin sorunlar karşısında benliğini güçlendirmesi” de bir olanaktır, ama “uyumu salık veren bir danışan ve danışılan ilişkisinde, başka bir seçeneğin, danışman eşliğinde benliğin yanıltılmasının benimsenmesi daha olasıdır.” Böylece “bireyin mücadele seçeneğini reddetmesi, onu bu noktada [yani, tam mücadeleyi reddettiği noktada] antidepresanlara iter.” Sonuç: “Kendisine tutunmak için belirlediği gerekçeleri ilaçlar yardımıyla pekiştirir ve düzenle olan uyumunu sürdürür.” Yazar daha sonra hem dünyada, hem de Türkiye’de antidepresan kullanımının artışına dair rakamlar vererek son bölümde “ilaçların tahakküm araçlarına dönüşümü”nden söz ediyor.

Bu yazının Pazar Eki’nin politik yazılarıyla hemen görülmeyen ama yakın bir ilişkisi var. Anlatmaya çalışayım: İlk yazı Bülent Forta’dan: “Seçim Sonuçlarına İlişkin 10 Saptama”. Ne yazmış? Parlamenter demokrasinin sonu, Suriye faktörü, ekonomik riskler, iktidar gücü, AKP-MHP koalisyonu ve siyasal dengeler, egemen güçlerin muhtemel yönelimi (“daha baskıcı bir yönetim tarzı”), muhalefet tablosu, AKP ile HDP, yeni durum (“bütün toplum bir mücadele alanı olarak kurgulanmalıdır”) ve “mücadeleyi yükseltmek gerek”. Yeni bir şey? Bir öneri? Yok. Her gün gazetelerde okuduğumuz haberleri başlıklar halinde sunarsam, benzer bir tablo ben de çıkarırım. Mücadele nasıl yükseltilecek? Nasıl bir hedefle? Bunun araçları ne olacak? Bir yanıt yok.
Okumaya devam et(Başka Psikiyatri ve Düşünce Dergisi 2009; 2(1))
Gerçek erinç, durma zamanı geldiğinde devinimsiz durmak, gitme zamanı geldiğinde gitmektir. Böylece, dinlenme ile devinim zamana uygun olur. O zaman yaşamda ışık vardır.
I Ching ya da Değişimler Kitabı
Giriş
Başka’nın geçen sayısı (Kaygı) için Freud’da anksiyete kavramıyla ilgili bir derleme yapmıştım. Konusu “keder” olan bu sayıda, Freud’un 1915’te yazdığı ve Ricoeur’un deyimiyle, “hayranlık duyulası küçük denemelerinden biri” olan “Yas ve Melankoli” başlıklı makalesini özetlemek istiyorum. Bu makalede, genel görünümlerinden psikanalitik açıklamalarına değin, yas ve melankoliye dair anlatılanların büyük bölümünün bugün de önemli değişmelere uğramadan geçerliliğini sürdürdüğünü görmek ilginç olabilir. Freud, biyolojik psikiyatrinin alıp başını gittiği bugünleri önceden görmüş gibi, daha işin başında hemen melankolinin tek bir hastalık olduğunun gösterilemediğini ve klinik olarak çeşitli biçimler aldığını, bu biçimlerden bazılarının ruhsal olmaktan çok bedensel kökenli hastalıkları düşündürdüğünü belirtme gereği duyar ve kendisini ruhsal kökeni tartışılmaz olan az sayıda olguyla sınırlayacağını açıklar. Sonra melankoli ile yasın genel tablolarını karşılaştırır, melankolinin nasıl yasla aynı patolojik süreci paylaştığını ve farklılıklarını gösterir. Ayrıca bu makale, bir klinik tabloya dair açıklamaların ötesinde, Freud’un kimi temel kavramlarının şekillenme sürecini gösteren temel metinlerden biridir. Genel olarak, melankolinin benlik değerinin düşmesi, nesne kaybı ve özdeşleşme süreçleri ile ilişkileri üzerinde durur; üstben’e dair ilk kuramsal öncüllerini ortaya atar. Son olarak da melankolinin mani ile ilişkisine değinir.
Psikopatoloji

Freud’un yazının girişinde hatırlattığı gibi, görünüşte yas tutan bir kişi ile melankolik arasında fark yok gibidir: Yas her zaman sevilen bir kişinin ya da onun yerini alan ülke, özgürlük, ideal, vb. gibi bazı soyutlamaların kaybına duyulan tepkidir. Yas da melankoli gibi dış dünyadan ilginin kesilmesini, yeni bir nesneyi sevme yeteneğinin kaybını, o nesneyle ilgili etkinliklerden uzak durmayı içerir. Yas da gündelik hayattan aynı ölçüde uzaklaşmaya yol açar. Bununla birlikte, yas, melankoli gibi bir hastalık olarak değerlendirilmez. Yasın belli bir süre sonra geçeceğine güvenilir ve ona müdahale etmek gereksiz, hatta zararlı bulunur. Bu tablonun hastalık olarak değerlendirilmemesinin tek nedeni, yalnızca, nasıl açıklanacağını bilmemizdir.
(Başka Psikiyatri ve Düşünce Dergisi 2008; 1(1))
Psikanaliz, belki de tarihte iz bırakmış ve geniş “kanaat iklimlerini” etki altına almış diğer bir çok bütünsel kuram gibi, Freud tarafından temellerinin atıldığı ilk dönemlerinde, daha anlaşılır bir dile ve günlük hayata ait kavramlara sahiptir. Psikanalizin dili, gene belki diğer bir çok bütünsel kuram gibi, giderek daha teknik, daha ağdalı bir hal alır, sıradan insanın daha güç anlayabileceği bir şekle dönüşür. Hep söylenmiştir, ancak, tekrar örnek verilebilir: Freud’un yazılarında dürtüsel güçlerin temsilcisinden ve buna karşı çıkan örgütlü yapıdan “ego” ve “id” olarak değil; bildiğimiz dilbilgisi zamirlerinden, “ben” ve “o”dan söz edilir. Bizim daha sonra “ego” diye okuyacağımız zihinsel ajansın adı onda Almanca’daki “Ich”tir (Ben), “id” de “Es”tir (O). İngilizceye çevrilirken teknik bir dil kurma kaygısıyla “ben”e karşılık “ego”, “o”ya karşılık “id” önerilmiştir. Freud’un “trieb” şeklinde kullandığı ve daha az biyolojik çağrışımlar içeren “dürtü” terimi, “instinct = içgüdü” olarak çevrilmiştir. Sadece bir çeviri eyleminden başlamış gibi görünen, ancak, elbette psikanalizin gerçek hayatta kendini gösterdiği her alana yayılan; giderek onun tarikatvari bir örgütlenme içinde kendi içine kapanmasıyla sonuçlanan bu “profesyonelleştirme” eyleminin ve bunun sonucunda ortaya çıkan psikanaliz ile geniş okur kitlesi arasındaki büyük yarılmanın -bu sonuca katkıda bulunan sosyo-ekonomik, politik, kültürel etkiler de ihmal edilmeden- başka bir yazıda etraflıca tartışılması uygun olabilir.


Şimdilik, konumuz olan “anksiyete” kavramının da benzer bir süreçten geçerek benzer bir akıbete uğradığını söylemek yeterli olabilir. Zira, bugün yaygın olarak “anksiyete” terimiyle karşıladığımız duygu halinin Freud’un yazılarında olağan Alman konuşmasında sık kullanılan bir sözcük olan “angst”şeklinde geçtiği biliniyor.”Angst” ise etimolojik olarak “dar”, “kısıtlı” anlamındaki Almanca sözcük “eng”le akraba. Anksiyete, Latince “sıkmak”, “sıkıştırmak” anlamına gelen “engere”den türemiş. (Editör’ün Eki, “Anksiyete Nevrozu Adı Altında Belli Bir Belirti Kümesini Nevrasteniden Ayırmanın Nedenleri Üzerine. Psikopatoloji içinde, s. 56-7) O halde “anksiyete”nin geçtiği yerlerde bunu bir tür sıkışma/boğulma hissi, halk diliyle “daralma” olarak okumak mümkün.
Okumaya devam etGiriş
Deliryum, özellikle dikkatte bozulmayla birlikte, bilişsel yetilerin zayıflaması ve bilinç düzeyinin akut bir şekilde azalmasıyla kendini gösteren bir bozukluktur. Merkezi sinir sisteminin (MSS) hayatı tehdit eden, ancak geri döndürülme potansiyeli de taşıyan bir bozukluğudur; genellikle algı bozuklukları, psiko-motor aktivitede değişmeler ve uyku-uyanıklık döngüsünde kaymalar eşlik eder. Hastaneye yatan popülasyonda yüksek sıklıkta görülmesi, pek iyi tanınmaması ve yüksek mortalite oranına bağlı olarak deliryum, sağlık bakımının seyrini de önemli ölçüde karmaşıklaştırır. Hastane bakım yükünü, yatış süresini, bilişsel çöküşü ve evde bakım hizmetleri gereksinimini artırır, bakım evine yerleştirilme oranını yükseltir. Olguların önemli bir kısmında beyin işlevleri bir daha asla eski haline dönmeyebilir.
Yaş, ilaç kullanımı ve ek tanılar gibi birçok etken görülme sıklığını (prevalansı) artırır. Ancak, deliryum çoğu zaman sağlık çalışanlarınca tanınmaz. İncelenen ortama bağlı olarak yanlış tanıyla ilgili tahminler %40-60 arasındadır. Çoğu durumda deliryum merkezi sinir sistemine (MSS: beyin ve omurilik) yönelik travma ya da stres, ilaç zehirlenmesi ya da çekilmesi/yoksunluğu, organ yetmezliklerinden kaynaklanan metabolik bozukluklar gibi bir çok etkene bağlı olarak gelişir. Çeşitli oluş nedenlerinden (etiyolojilerden) söz edilmesine rağmen, deliryumun altında yatan mekanizmalar (patofizyoloji) henüz aydınlatılamamıştır. Güncel araştırmalar nöro-kimyasal anormallikler, iltihabi (enflamatuar) değişmeler, oksidatif stres ve kan-beyin-bariyeri işlev bozukluğu gibi mekanizmaların hepsinin deliryumun ortaya çıkmasına (patojenezine) katkıda bulunabileceğini göstermektedir.

Tanım
Deliryum terimi, Latince deliro (to be crazy: delirmek) fiilinden gelmektedir: de+lira (çizgiden çıkmak). “Akut konfüzyonel durumlar”,” ensefalit” ya da “ensefalopati”, “akut beyin yetmezliği”, “toksik metabolik durum”, “organik beyin sendromu” gibi isimler de kullanılmaktadır.

Bütün dünyada yaygın olarak kullanılan Amerikan Psikiyatri Birliği’nin psikiyatrik hastalıklarla ilgili sınıflandırma sistemi Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders’ın 5. versiyonunda (DSM-5) Nörobilişsel Bozukluklar (NBB) deliryumla başlar; onu bunama gibi büyük nörobilişsel bozukluklar (NBB), hafif NBB ve bunların etiyolojik alt tipleri izler. NBB kategorisi birincil klinik eksikliğin bilişsel işlevlerde olduğu, gelişimsel değil de, daha ziyade edinilmiş olan bozukluklar grubunu içine alır.
PsikeArt, Mart Nisan (2) 2009 (stigma), sa. 10-19
Giriş
İngilizce’de “insane” teriminin onlarca eş anlamlısı bulunduğu, bunların en azından bazı bağlamlarda önyargılı bir anlam taşıdıkları söylenir (örneğin, crazy, mad, demented, moon-struck, frenzied). Türkçe’de de “akıl hastası” hemen her zaman muhatabını aşağılayan bir anlamda kullanılır. “Deli” sözcüğünün o kadar çok sayıda eş anlamlısı bulunmamakla birlikte, bir uyumsuzluk, dengesizlik, aşırılık, hatta tehlikelilik haline işaret ettiği görülebilir: Örneğin, Ayverdi Sözlüğü’nde deli “akli dengesini kaybetmekten ötürü kendisine ve çevresine zararlı davranışlarda bulunan, intibakını yitirmiş, aklını kaçırmış, çıldırmış (kimse)” ya da “sözlerinde ve hareketlerinde pervasız, aklını yerinde ve gereği gibi kullanmayan, davranışları taşkın ve aşırı (kimse)” olarak tanımlanmaktadır. Kimi zaman “şaşkın, çılgın gibi bazan sevgi, bazan sitem ifadesi taşıyan hitap sözü” olarak kullanılsa da, en kısa ve özlü tanımı “normal sınırını aşan, sınır tanımayan, coşkun, azgın, ölçüsüz” sıfatlarında bulmaktadır. Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlük’ünde de deli aynı şekilde “akıl ve ruh dengesi bozulmuş olan, akıl ve ruh sağlığı yerinde olmayan (kimse)” olarak tanımlandıktan sonra “davranışları aşırı ve taşkın olan, aşırı davranışlarda bulunan (kimse)” diye eklenmektedir.

PsikeArt, Mayıs Haziran (15) 2011 (tükenmişlik), sa. 28-39
TÜKENMİŞLİK – KLİNİK OLARAK
GİRİŞ
Tükenmişlik sendromu bilimsel literatürde 40 yıla yakın süredir bilinmektedir. Terim ilk kez Freundenberg tarafından kullanılmıştır (1974). Hemen ardından da Christina Maslach, tükenmişlik için bir değerlendirme aracı (Maslach Tükenmişlik Envanteri: Maslach Burnout Inventory – MBI) geliştirmiştir (1981). Başlangıçta tükenmişliğin iş stresleriyle bağlantısı üzerinde durulurken, genel olarak uzun süreli streslerin tükenmişlikte rol oynayabileceğine dair çalışmalar giderek artmıştır. Son otuz-kırk yıldır ekonomide, kültürde, vb. dolayısıyla iş hayatında da birçok değişiklik ortaya çıkmış, bu arada çalışan nüfusun içindeki psikososyal yapı da dramatik bir şekilde değişmiştir. Örneğin, iş hayatında daha önce görülen psikososyal sorunlar genellikle görevlerin yeterince uyarıcı olmamasıyla, yalnızlıkla ve anlamsızlık hissiyle bağlantılıydı. İş ortamları değiştikçe, görevler de daha çok geliştirici ve anlamlı olarak algılanmasına rağmen, bellek sorunlarının, yetersizlik hissinin ve çökkün duygu-durumunun son yıllarda daha yaygın hale geldiği görülmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) Uluslar arası Hastalıkları Sınıflandırma Sistemi’nde (ICD) bir tanı kategorisi olarak yer almasına karşın, tükenmişlik hâlâ geliştirilmekte olan bir kavramdır. Bu yüzden de tanımlar kadar tedaviyle ilgili güncel durum da tartışmalı konular arasındadır.

Ancak, gerçek şudur ki, özellikle bazı ülkelerde tükenmişlik tanısı alanların sayısı giderek artmaktadır ve bu olguların önemli bir bölümünde stres en önemli etken olarak kabul edilmektedir. Bazı ülkelerde bu hasta grubunun sağlık bakım masraflarının son yıllarda dramatik biçimde yükselmiş olması, hükümetleri ve araştırmacıları bu konuyu yeniden düşünmeye ve incelemeye yöneltmiştir (Eriksson ve Wallin 2004)
Okumaya devam et