İnsan belleği ne kadar güvenilirdir? Aylar önce gerçekleşen bir olayı düşünürseniz, belleğinizdeki ayrıntılardan kaç tanesi doğru olur?

Bu hafta Psychological Science‘da yayınlanan yeni bir makaleye göre, günlük deneyimlerimize dair belleğimiz, hayata oldukça sadıktır. Dahası, belleğin bir grup bellek bilimcisinin tahmin ettiğinden çok daha doğru olduğu kanıtlandı.
Pennsylvania Üniversitesi’nden araştırmacılar Nicholas B. Diamond ve meslektaşları bu çalışmayı yürüttüler ve oldukça basit bir yaklaşım kullandılar.
Diamond ve diğerleri, 74 katılımcıdan daha önce deneyimledikleri belirli bir olay hakkında mümkün olduğunca çok ayrıntıyı hatırlamalarını istedi. Örneğin, olaylardan biri, katılımcıların her birinin tamamladığı yerel bir sanat galerisi turuydu.
En önemlisi, olay sırasında gerçekten ne olduğunun kesin ayrıntıları araştırmacılar tarafından biliniyordu; çünkü olayı onlar ayarlamıştı. Bu şekilde, her katılımcının bildirdiği her ayrıntının doğruluğu kanıtlanabiliyordu. Sanat galerisi turu katılımcıları iki gün sonra test edildi, ancak olay ile test arasındaki gecikmenin birkaç ay olduğu ikinci bir olay daha vardı.
Sonuçlar, her katılımcının çok sayıda olayın ayrıntısını hatırladığını (sanat galerisi etkinliği için ortalama 50’nin üzerinde) ve katılımcıların bildirdiği ayrıntıların yüzde 93’ünden fazlasının, olay ile bellek testi arasındaki gecikmeye bakılmaksızın doğru olduğunu gösterdi. Daha uzun gecikmelerle, katılımcılar daha az ayrıntıyı hatırladı, ancak bildirdikleri ayrıntılar doğruydu.
Bu yüzde 93’lük doğruluk, bellek konusunda uzmanlaşmış 68 psikologdan oluşan bir panelin sağladığı tahminlerden çok daha yüksekti. Uzmanlara deneysel yöntemlerin bir açıklaması verildi ve hatırlanan ayrıntıların doğru olma oranını tahmin etmeleri istendi. Ortanca uzman tahmini sadece yüzde 40 doğruluk içindi.
Diamond ve diğerleri, insan belleğinin çoğu araştırmacının inandığından daha doğru olduğu sonucuna varmıştır. Yazarlar, belleklerimizin örneğin çok duygusal olaylar sırasında bozulmasının birçok nedeni olsa da, normal belleklerimizin epey güvenilir olduğunu söylüyorlar:
Uzak (günler veya yıllar öncesine ait) gerçek dünya olaylarının belleği beklenenden daha doğrudur… Belleğin belirli koşullar altında kirlenmeye maruz kalması, belleğin doğası gereği güvenilmez olduğu anlamına gelmez.
Yazarlar, yine de, bu çalışmada kullanılan olayların nispeten yeni olaylar olduğunu kabul ediyorlar, bu yüzden her gün tekrar tekrar gerçekleşen olaylara ilişkin belleğimiz karışıklığa daha yatkın olabilir.
Bana göre, bu ilginç bir çalışma, ancak olayların yeni ve sıra dışı olması önemli bir faktör olabilir. Sıkıcı şeyler için belleğin -örneğin belirli bir günde kahvaltıda ne yediğiniz gibi- çok daha az güvenilir olacağından şüpheleniyorum. Ama sonra, sıkıcı olaylara yönelik belleğin gerçekten o kadar da güvenilir olması gerekmediğini düşünüyorum.
Kaynak: The Surprising Accuracy of Memory
Nov 26, 2020 3:00 PM. Last updated Dec 2, 2020 12:12 AM. By Neuroskeptic.
https://www.discovermagazine.com/mind/the-surprising-accuracy-of-memo
Algılanan bir görüntünün sinirsel temsilleri ve onun anısı neredeyse aynıdır. Yeni araştırmalar bunların nasıl ve neden farklı olduğunu gösteriyor.

Bellek ve algı tamamen farklı deneyimler gibi görünür ve sinirbilimciler beynin bunları farklı şekilde ürettiğinden emindiler. Ancak 1990’larda, nörogörüntüleme çalışmaları beynin yalnızca duyusal algı sırasında aktif olduğu düşünülen kısımlarının anıların hatırlanması sırasında da aktif olduğunu ortaya koydu.
Boston Üniversitesi’nde sinirbilim doçenti ve Görsel Sinirbilim Laboratuvarı müdürü olan Sam Ling, bu yüzden “Bir bellek temsilinin aslında algısal bir temsilden farklı olup olmadığı sorusu gündeme gelmeye başladı” dedi. Örneğin, güzel bir manzaraya dair anılarımız, daha önce onu görmemizi sağlayan sinirsel aktivitenin yeniden yaratılması olabilir mi?
“Tartışma, duyusal kortekslerin herhangi bir katılımı olup olmadığı konusundaki bu tartışmadan ‘Bir dakika, bir fark var mı?’ demeye doğru kaydı” dedi Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü’nde öğrenme ve esneklik birimini yöneten araştırmacı Christopher Baker. “Sarkaç bir taraftan diğerine, ama bu kez de çok uzağa sallandı.”
Anılar ve deneyimler arasında çok güçlü bir nörolojik benzerlik olsa bile, bunların tam olarak aynı olamayacağını biliyoruz. Columbia Üniversitesi’nde doktora sonrası bilim insanı ve yakın zamanda Nature Communications tarafından yapılan bir çalışmanın baş yazarı olan Serra Favila, “İnsanlar bunları birbirine karıştırmıyor” dedi. Ekibinin çalışması, anıların ve görüntü algılarının nörolojik düzeyde farklı şekilde bir araya getirildiği yollardan en az birini belirledi.
Dünyaya baktığımızda, onunla ilgili görsel bilgiler retinanın fotoreseptörlerinden geçerek görsel kortekse akar ve burada farklı nöron gruplarında sırayla işlenir. Her grup görüntüye yeni karmaşıklık seviyeleri ekler: Basit ışık noktaları çizgilere ve kenarlara, sonra konturlara, sonra şekillere ve sonra gördüğümüz şeyi somutlaştıran tamamlanmış sahnelere dönüşür.
Yeni çalışmada, araştırmacılar nöronların erken gruplarında çok önemli olan bir görme işleme özelliğine odaklandılar: şeylerin uzayda nerede bulunduğu. Bir görüntüyü oluşturan pikseller ve konturlar doğru yerlerde olmalıdır, aksi takdirde beyin gördüğümüz şeyin karışık, tanınmaz ve çarpık bir görünüşünü yaratacaktır.
Araştırmacılar, katılımcıları dart tahtasına benzeyen bir zemin üzerinde dört farklı desenin konumlarını ezberlemeleri için eğittiler. Her desen tahtada çok belirli bir yere yerleştirildi ve tahtanın ortasındaki bir renkle ilişkilendirildi. Her katılımcının bu bilgiyi doğru bir şekilde ezberlediğinden emin olmak için test edildi; örneğin, yeşil bir nokta görürlerse, yıldız şeklinin en soldaki konumda olduğunu biliyorlardı. Daha sonra, katılımcılar desenlerin yerlerini algılayıp hatırladıkça, araştırmacılar beyin aktivitelerini kaydetti. Beyin taramaları araştırmacıların nöronların bir şeyin nerede olduğunu nasıl kaydettiğini ve daha sonra bunu nasıl hatırladıklarını haritalandırmalarına olanak sağladı. Her nöron, görüş alanınızdaki bir alana veya “alıcı alana”, örneğin sol alt köşeye dikkat eder. Favila, bir nöronun “sadece o küçük noktaya bir şey koyduğunuzda ateşleneceğini” söyledi. Uzayda belirli bir noktaya ayarlanmış nöronlar bir araya gelme eğilimindedir ve bu da beyin taramalarında aktivitelerinin tespit edilmesini kolaylaştırır.
Görsel algı üzerine yapılan önceki çalışmalar, erken, daha düşük işleme seviyelerindeki nöronların küçük alıcı alanlara sahip olduğunu ve daha sonraki, daha yüksek seviyelerdeki nöronların daha büyük alıcı alanlara sahip olduğunu ortaya koymuştur. Bu mantıklıdır, çünkü daha yüksek seviyeli nöronlar, görsel alanın daha geniş bir bölümünden bilgi çekerek birçok düşük seviyeli nörondan gelen sinyalleri derler. Ancak daha büyük alıcı alan aynı zamanda daha düşük mekansal duyarlılık anlamına gelir ve Ankara’yı göstermek için Anadolu’nun üzerine büyük bir mürekkep lekesi koymak gibi bir etki yaratır. Aslında, algılama sırasında görsel işleme, küçük, net noktaların daha büyük, daha bulanık ama daha anlamlı lekelere dönüşmesi meselesidir.
Ancak Favila ve meslektaşları, algıların ve anıların görsel korteksin çeşitli bölgelerinde nasıl temsil edildiğine baktıklarında, büyük farklılıklar keşfettiler. Katılımcılar görüntüleri hatırladıkça, görsel işlemenin en üst seviyesindeki alıcı alanlar algı sırasında oldukları boyuttaydı; ancak alıcı alanlar zihinsel görüntüyü çizen diğer tüm seviyelerde bu boyutta kaldı. Hatırlanan görüntü her aşamada büyük, bulanık bir lekeydi. Bu, görüntünün anısı depolandığında, yalnızca en üst seviyedeki temsilinin saklandığını gösteriyor. Anı tekrar deneyimlendiğinde, görsel korteksin tüm alanları aktive edildi; ancak bunların aktivitesi, girdi olarak daha az kesin versiyona dayanıyordu.
Yani bilginin retinadan mı yoksa anıların depolandığı yerden mi geldiğine bağlı olarak, beyin bunu çok farklı şekilde ele alıyor ve işliyor. Orijinal algının kesinliğinin bir kısmı belleğe girerken kayboluyor ve Favila, “bunu sihirli bir şekilde geri alamazsınız” diyor. Dartmouth College’da doktora sonrası araştırmacı olan Adam Steel, bu çalışmanın “gerçekten güzel” bir yönünün, araştırmacıların gördüklerini bildirmek için insan deneklere güvenmek yerine, doğrudan beyinden bir anı hakkındaki bilgileri okuyabilmeleri olduğunu söyledi. “Yaptıkları deneysel çalışmanın gerçekten olağanüstü olduğunu düşünüyorum.”
Peki, anılar neden bu “daha bulanık” şekilde hatırlanıyor? Bunu bulmak için araştırmacılar, artan büyüklükte alıcı alanlara, farklı nöron seviyelerine sahip görsel korteksin bir modelini oluşturdular. Daha sonra, seviyeler arasında ters sırada bir sinyal göndererek uyandırılmış bir anıyı simüle ettiler. Beyin taramalarında olduğu gibi, en büyük alıcı alana sahip seviyede görülen mekansal bulanıklık, geri kalan tüm seviyelerde devam etti. Favila, bunun hatırlanan görüntünün görsel sistemin hiyerarşik yapısı nedeniyle bu şekilde oluştuğunu gösterdiğini söyledi.
Görsel sistemin hiyerarşik olarak düzenlenmesinin nedenine dair bir kuram, nesne tanımaya yardımcı olmasıdır. Alıcı alanlar küçük olsaydı, beynin görüş alanında olanı anlamlandırmak için daha fazla bilgiyi entegre etmesi gerekirdi; bu, Eyfel Kulesi gibi büyük bir şeyi tanımayı zorlaştırabilirdi, dedi Favila. “Daha bulanık” hafıza görüntüsü, “nesne tanıma gibi şeyler için optimize edilmiş bir sisteme sahip olmanın sonucu” olabilir.
Ancak Minnesota Üniversitesi’nde doçent olan Thomas Naselaris, “bunun bir özellik mi, yoksa bir hata mı olduğu net değil” dedi. Yeni çalışmada yer almadı, ancak 2020 tarihli bir çalışmada algı ve hafızanın beyinde çok farklı göründüğü sonucuna vardı. Farkın avantajlı olduğu fikrini, belki de algıları anılardan ayırt etmeye yardımcı olduğu fikrini destekliyor. “Zihinsel imgelemesi sahne imgelemesinin tüm ayrıntısına ve kesinliğine sahip olan bir kişinin kolayca kafası karışabilir” dedi.
Bulanıklık ayrıca gereksiz bilgilerin depolanmasını önlemeye yardımcı olabilir. Favila, “Belki de önemli olan her pikselin görüş alanında nerede olduğunu hatırlamak değil, piksellerin bir aile üyesine veya bir arkadaşa ait olmasıdır” dedi.
Naselaris, “Görsel sistemin son derece ayrıntılı, canlı ve kesin görüntüler üretemediği gibi bir durum söz konusu değil,” dedi. İnsanlar örneğin uyku ve uyanıklık arasındaki “hipnogojik” durumdayken çok canlı görsel görüntüler bildirdiler. Beyin “uyanık saatlerde bunu yapma eğiliminde değil.”
Favila ve ekibi, benzer işlemlerin şekiller veya renkler gibi görsel belleğin diğer yönlerinde de gerçekleşip gerçekleşmediğini keşfetmeyi umuyor. Özellikle algı ve bellekteki bu farklılıkların davranışları nasıl yönlendirdiğini incelemek konusunda istekliler.
Favila, “Algı ve bellek farklıdır; onlara ilişkin deneyimimiz farklıdır ve tam olarak hangi şekillerde farklı olduklarını belirlemek, belleğin nasıl ifade edildiğini anlamak için önemli olacaktır,” dedi. Bu farklılıklar “verilerde her zaman gizlice beklemektedir.”
Bellek modelleme, derin öğrenme alanında aktif bir araştırma alanıdır. Son yıllarda, Nöral Turing Makineleri (NTM) gibi teknikler, derin öğrenme sistemlerinde insan benzeri bellek yapıları oluşturmak için temel oluşturma konusunda önemli ilerleme kaydetti. Bu yazıda konuya farklı bir açıdan yaklaşacak ve derin öğrenme modellerinde bellek hakkında düşünürken aklımızda bulundurmamız gereken üç temel soruyu yanıtlamaya çalışacağım:
a) Derin öğrenme sistemlerinde belleği bu kadar karmaşık bir konu yapan nedir?
b) Bellek mimarileri için nereden esinlenebiliriz?
c) Derin öğrenme modellerinde belleği temsil etmek için kullanılan ana teknikler nelerdir?
İlk iki soruyu iyi cevaplamak için, hem biyolojik hem de psikolojik bellek kuramlarına bakmalıyız. Bu bizi, bellek hakkındaki bilgimizi en çok etkileyen iki düşünce okuluna götürecektir: Sinirbilim ve bilişsel psikoloji. Aynı düşünce akışını izleyerek, bu makaleyi üç ana bölümde yapılandıracağız. İlk bölüm, sinirbilimin bellek kuramını açıklayacaktır. İkinci bölüm, belleğe bilişsel psikoloji perspektifinden yaklaşırken, son bölüm, derin öğrenmenin, belleği sinir ağlarına dahil etmek için bu disiplinlerden nasıl esinlendiğine odaklanacaktır. O halde, anıların yaratıldığı yerden başlayalım: İnsan beyninden…

Anıların nasıl yaratıldığını ve bazen nasıl yok edildiğini ve uzun ve kısa süreli bellek arasındaki farkları anlamak, son on yılda sinirbilim araştırmalarının önemli bir alanı olmuştur. Bu düzeydeki araştırmaları esinleyen simgesel konulardan biri, HM olarak bilinen hastadır.
Henry Gustav Molaison (HM), dokuz yaşındayken geçirdiği bir kaza sonucu, sonraki yıllarda düzenli olarak kasılmalar yaşıyordu. 1952’de, yirmi beş yaşındayken, belirtilerini hafifletmek için bir ameliyat geçirdi. Prosedür başlangıçta başarılı kabul edildi, ta ki doktorlar HM’nin hipokampüsünün bir kısmını yanlışlıkla kestiklerini keşfedene kadar… Sonuç olarak, HM yeni anıları hatırlayamıyordu.
Yeni anılar olmadan yaşama fikri, her zaman şimdiki zamanda yaşamanın analoğudur. İnanın bana, farkındalıkla ilgili bir şeyden söz etmiyorum, geçmişteki yakın bir olayla ilişki kuramayacağınızı ya da gelecekteki bir olayı hayal edemeyeceğinizi düşünün. HM gününü sadece birkaç dakika boyunca bilgileri hatırlayarak, aynı insanları selamlayarak ve aynı soruları tekrar tekrar sorarak geçiriyordu. HM vakası, sinirbilimcilerin anıların nasıl yaratıldığını, depolandığını ve hatırlandığını anlamalarına yardımcı olmak için çok önemliydi.
Modern sinirbilimin bellek kuramı beynin üç temel bölgesini içerir: Talamus, prefrontal korteks (beyin kabuğunun ön-alın bölgesi) ve hipokampus. Talamus, duyusal bilgileri (görme, dokunma, konuşma) işleyen ve değerlendirme için beynin duyusal loblarına ileten bir yönlendirici olarak düşünülebilir. Değerlendirilen bilgiler sonunda kısa süreli anılar oluşturmak üzere bilincimize girdiği prefrontal kortekse ulaşır. Bilgiler ayrıca hipokampüse gönderilir ve oradan farklı kısımları uzun süreli anılar oluşturmak üzere çeşitli kortekslere dağıtılır. Sinirbilimin bugün karşılaştığı en büyük zorluklardan biri, bu dağınık anı parçalarının tutarlı bellek deneyimlerine nasıl yeniden birleştirilebileceğini anlamaktır. Bu, sinirbilimde “bağlama sorunu” olarak bilinir.
Sinirbilimsel bellek kuramının en kafa karıştırıcı yönlerinden biri olarak kabul edilen bağlama sorunu, diğer duyusal bilgilerden anıları yeniden yaratma kavramına meydan okur. Sevdiğiniz biriyle konsere gitme deneyimini ele alın. Olayla ilgili anılar parçalanacak ve beynin farklı bölgelerinde depolanacaktır. Ancak, aynı grubun bir melodisini dinlemek veya karınızı dans ederken görmek gibi tek bir deneyim, kavramın tüm anısını hatırlamak için yeterli olacaktır. Bu nasıl mümkün olabilir?
Bağlama sorununu çözen bir kuram, anı/bellek parçalarının beyinde sürekli akan elektromanyetik titreşimlerle birbirine bağlı olduğunu belirtir. Bu titreşimler, anı parçaları arasında zamansal (mekansal değil) bir bağlantı oluşturarak bunların tutarlı bir bellek olarak birlikte etkinleşmesini sağlar.
Sinirbilimsel bellek kuramı, akıllı bir bellek mimarisinin bazı ana bileşenlerini anlamamız için bize temel sağlar. Ancak, insan belleği yalnızca beynin bileşenlerinin bir yan ürünü değildir, aynı zamanda bağlamsal koşullardan da derinden etkilenir.
Sinirbilimsel bellek kuramının “bağlama sorunu”, dağınık anı parçalarının nasıl tutarlı anılara geri çağrılabileceğini açıklar. Bağlama sorununu açıklamak için beynimizin mimarisinin ötesine geçmemiz ve anıların nasıl hatırlandığını derinden etkileyen her türlü psikolojik bağlamsal unsuru değerlendirmemiz gerektiği ortaya çıkar. Bilişsel psikolojide belleğin çağrışımsal doğasını açıklamaya çalışan ana kuramlardan biri, Hazırlama Etkisi olarak bilinir.
Bilişsel psikolojideki tüm iyi kuramlar gibi, Hazırlama Etkisini deneyler bağlamında açıklamaya çalışalım. “Akşam yemeği” sözcüklerini duyduğunuzda aklınıza gelen ilk şeyi düşünün. Şarap mıydı, tatlı mıydı? Belki de cumartesi gecesi bir buluşma? Gördüğünüz gibi, bir sözcük kadar basit bir şey bile karışık bir duygu kümesini ve hatta diğer ilgili kelimeleri uyandırabilir. İlişkili anıları başarılı bir şekilde hatırlarız.
Önceki deneylerin en dikkat çekici sonuçlarından biri, bu ilgili kelimeleri veya anıları ne kadar hızlı hatırlayabildiğinizi fark etmektir. Bunun nedeni, ilişkili anıların Ekonomi Nobel Ödülü sahibi Daniel Kanehman’ın Sistem 1 olarak adlandırdığı şeyin bir parçası olmasıdır: Bunlar hızlı gerçekleşirler ve bir dizi ilgili duygusal ve fiziksel tepki üretirler. Psikolojide, bu tür fenomene İlişkisel Olarak Tutarlı denir.
Sözcüğümüze geri dönersek… “akşam yemeği” sözcüğünün “şarap” veya “tatlı” fikrini uyandırması, “akşam yemeğinin tatlıyı hazırlaması” anlamında bir hazırlama etkisi olarak bilinir. Hazırlamanın, belleğin nasıl çalıştığını açıklamada önemli bir rolü vardır. Hazırlama etkisi yalnızca sözcükler için değil, aynı zamanda duygular, fiziksel tepkiler, içgüdüler ve diğer bilişsel fenomenler için de geçerlidir. Bellek bağlamında, hazırlama etkisi bize anıların yalnızca ilişkili fikirlerle değil, aynı zamanda “hazırlanmış fikirlerle” de hatırlandığını söyler.
Bilişsel psikolojik bellek kuramının bir diğer önemli unsuru, olayların sıklığını nasıl hatırladığımızı kapsar. Örneğin, size “son on yılda kaç konsere gittiniz?” diye sorarsam, cevap akıcı geliyorsa veya yakın zamanda bir endişeye kapıldıysanız sayıyı abartmanız muhtemeldir. Aksi takdirde, son konser deneyiminizden hoşlanmadıysanız, sayı çok düşük olabilir. Bu bilişsel süreç Kullanırlık Sezgisi olarak bilinir ve belleğimizin bir yanıtın hızlı kullanılabilirliğinden nasıl derinden etkilendiğini açıklar.
Artık belleği beyin (sinirbilim) ve sosyal ortamlarımız (bilişsel psikoloji) bağlamında nasıl düşünebileceğimize dair bir fikrimiz var. Bu kuramlar derin öğrenme algoritmalarında nasıl taklit edilir?
Sinirbilim ve bilişsel psikolojik bellek kuramlarından, herhangi bir yapay bellek sisteminin insan belleğine benzemek için belirli bir özellik kümesine sahip olması gerektiğini biliyoruz. a) Belleği farklı bilgi alanlarını tanımlayan bölümlere ayırın b) Ayrı bölümleri tutarlı bilgi yapılarına yeniden birleştirin c) Bağlamsal ve doğrudan ilişkili olmayan bilgilere ve dışsal veri referanslarına dayalı verileri alın.
Bilgisayar bilimindeki hiçbir disiplin, derin öğrenmeden daha fazla insan benzeri bir bellek sisteminden faydalanamaz. Derin öğrenme alanında, ilk günlerinden beri, insan belleğinin bazı temel özelliklerini simüle eden sistemleri modelleme çabaları olmuştur.
Derin öğrenme modellerinde belleğin önemini anlamak için örtük ve açık bilgi kavramlarını birbirinden ayırmamız gerekir. Örtük bilgi genellikle bilinçdışıdır ve dolayısıyla açıklanması zordur. Konuşma ve görme analizi gibi alanlarda örtük bilgiye örnek bulabiliriz: Örneğin, bir resimdeki maymunu tanımak veya konuşulan bir cümledeki ton ve ruh halini anlamak gibi. Bu modelle çelişen şekilde, açık bilgi kolayca bildirimsel olarak modellenebilir. Örneğin, bir maymunun bir hayvan türü olduğunu veya belirli sıfatların saldırgan olduğunu anlamak, açık bilginin klasik örnekleridir. Derin öğrenme algoritmalarının örtük bilgiyi temsil etmede inanılmaz ilerleme kaydettiğini biliyoruz, ancak hâlâ açık bilgiyi modelleme ve “ezberleme” konusunda zorluk çekiyorlar.
Açık bilgiyi derin öğrenme algoritmaları bağlamında bu kadar zor yapan nedir? Milyonlarca birbirine bağlı düğüme sahip geleneksel sinir ağları mimarisini düşünürseniz, çıkarımsal bilgi parçalarını ve bunların ilişkilerini depolayabilen ve böylece ağdaki farklı katmanlardan kolayca erişilebilen bir çalışma belleği sisteminin eşdeğerinden yoksun olduklarını fark ederiz. Son zamanlarda, bu sınırlamayı ele almak için yeni derin öğrenme teknikleri yaratıldı.
Derin öğrenme algoritmalarının hızlı evrimi, açık bilgiyi işlerken insan belleğinin özelliklerine benzeyen bellek sistemlerine olan ihtiyacı tetikledi. Bellek modelleme alanındaki en popüler tekniklerden biri Nöral Turing Makineleri (NTM) olarak bilinir ve DeepMind tarafından 2014 yılında tanıtılmıştır.
NTM, tam vektörleri depolayabilen bellek hücreleriyle derin bir sinir ağını genişleterek çalışır. NTM’nin en büyük yeniliklerinden biri, bilgileri okumak ve yazmak için sezgisel yöntemler kullanmasıdır. Örneğin, NTM, girdi desenlerine dayalı vektörleri alabilen içerik tabanlı adresleme olarak bilinen bir mekanizma uygular. Bu, insanların bağlamsal deneyimlere dayalı anıları hatırlama biçimine benzer. Ek olarak, NTM, ne sıklıkla hatırlandıklarına bağlı olarak bellek hücrelerinin önemini artırmak için mekanikler içerir.
NTM, derin öğrenme sistemlerinde bellek yeteneklerini etkinleştiren tek teknik değildir, ancak kesinlikle en popüler olanlardan biridir. İnsan belleğinin biyolojik ve psikolojik işlevlerini taklit etmek kolay bir çaba değildir ve derin öğrenme alanındaki en önemli araştırma alanlarından biri haline gelmiştir.
İnsan belleği, bilindiği üzere, yanılabilirdir. Bir şeyleri unuturuz, yanlış hatırlarız ve çoğu zaman artık neleri bilmediğimizi bile bilmeyiz. Ya değerli anı kataloğumuzu karıştırıp, bir düğmeye basarak onları bilinncin en önüne çıkarmanın bir yolu olsaydı? Bazılarınızın bildiği gibi, insanlığa fütüristik teknolojilerin merceğinden bakan İngiliz bilimkurgu şaheseri Black Mirror’ın bir bölümünün varsayımı budur. Henüz tam olarak orada olmasalar da, son birkaç yılda sinirbilimciler insan beyniyle ilgili en temel sorulardan birini anlamada şaşırtıcı bir ilerleme kaydettiler: Bireysel bellek “izleri” beynimizde nerede bulunur?

Yeni teknolojilerin patlaması, en azından farelerde bir anıyı tanımlamamıza, bir anıyı silmemize veya hatta yapay anılar yerleştirmemize olanak sağladı. Teksas Üniversitesi’nden Dr. Alison Preston, her zaman anıların ne olduğuna dair sezgisel bir algıya sahip olduğumuzu, ancak bunların ardındaki mekanizmaları gerçekten anlamadığımızı söylüyor. Beynin devasa nöron yumağının içinden kırılgan anıları çıkarıp alma yeteneği sadece ilk adımdır. Bir olayı, bir kavramı veya hatta bir fikri yalnızca nöronların birbirleriyle konuşmalarına dayanarak izole edebildiğimizde, anılarımızı zamanın erozyonundan kurtarmak için kaydedip manipüle edebilmeye de yakınız demektir.
Bellek araştırmalarının “altın çağına” hoş geldiniz.
2000’li yıllarda, sözde “yüz hücreleri”nin keşfi, belirli anıların tamamen tek tek nöronlarda tutulduğunu öne sürüyordu. Örneğin, bir kişi Jennifer Aniston’ın yüzünü gördüğünde, görsel işleme merkezindeki tek bir hücre aktive oluyordu. Nöron, sahibi sadece aktrisin yüzünü düşünse bile canlanıyordu ve bu da Aniston kavramının tamamı için gerçek bir yer olduğunu düşündürüyordu.
Basit mi? Evet. Peki, doğru mu? Pek sayılmaz.
Günümüzde, sinirbilimciler genellikle anılar hakkında yüzyıllık bir hipotezi (anıların, beyin bölgelerine epey dağıtılmış nöron ağlarında depolandığını) kabul ediyorlar. İlk olarak 1910’larda psikolog Dr. Karl Lashley tarafından öne sürülen bellek izi (veya bellek engramı) fikri, modern nörobilimde deneysel olarak bir türlü araştırılamamıştır. Ancak yeni teknolojiler sayesinde bilim insanları belirli bir anıyı oluşturan nöron kümesini belirleyebilir hale geldi.
Burada, öğrenme sırasında harekete geçen önemli bir protein olan CREB devreye giriyor. 2009’da bilim insanları şaşırtıcı bir şekilde nöronlardaki CREB (bkz.) seviyesini yapay olarak artırırsanız, bunun onları aktive etme ve bir anıyı depolama olasılığını artırdığını buldular.
Araştırmacılar bir virüs kullanarak, korku anılarında rol oynayan bir beyin bölgesi olan amigdaladaki nöronları farelerde CREB seviyelerini artırmaya ikna ettiler. Daha sonra hayvanları bir ses tonunu elektrik şokuyla ilişkilendirecekleri şekilde eğittiler. Şaşırtıcı bir şekilde, yeni bellek engramının yüksek CREB seviyelerine sahip nöronlarda depolanma eğiliminde olduğunu buldular; öyle ki, bu nöronları bir toksinle öldürdüklerinde, kemirgenler acı dolu deneyimi kalıcı olarak unuttular.
Kısa bir süre sonra, başka bir çalışma bu sonuçları doğruladı: CREB, nöronal Jedi’ların midicholorian’ları (bkz.2) gibidir; seviyeler ne kadar yüksekse, gücü kullanmak, öhöm, bir anıyı kaydetmek için seçilmiş olma şansları o kadar yüksektir. Sebebi şudur: CREB nöronların daha uyarılabilir olmasına neden olur, böylece komşularına kıyasla gelen deneyimleri kaydetmeye daha istekli olurlar.
Sonuç? Öğrenmeden hemen önce belirli nöron gruplarını yapay olarak etkinleştirebilirsek, bu anıların nerede sonlanacağını seçebiliriz, tıpkı yeni verileri sabit diskteki bir bloğa taşımak gibi. Ve hangi beyin hücrelerinin -hatta hangi sinapsların- anıları depoladığını bilirsek, bu bağlantıları güçlendirmeye veya ortadan kaldırmaya doğru büyük bir adım olur.
Ancak anıları bulmak resmin sadece bir parçasıdır. “Anı engramı” kuramının gerçek testi, anıları (yani, hiç gerçekleşmemiş olayların anılarını) yaratma yeteneğidir. Bunu zaten kaba bir düzeyde yapabiliyoruz. Bir olayı zihnimizin ön saflarına getirdiğimizde, beyin anıyı depolamak için kullanılan aynı sinirsel bağlantıları yeniden etkinleştirmek için çok çalışır. Ancak, tam da bu süreç aynı zamanda anıyı kırılgan ve değişime açık hale getirir. Birçok çalışma, anıların hatırlandıktan sonra “yeniden sağlamlaştırma”(bkz. 3) adı verilen bir süreçten geçtiğini göstermiştir; bir kez daha sinir devrelerine kazınırlar ve bu süre zarfında, bu anı hakkında yanlış bilgiler yerleştirmek oldukça kolaydır.
Ancak nöroteknolojiler bilim insanlarının çok daha kesin sonuçlara varmasını sağlamıştır. MIT’den Dr. Susumu Tonegawa bir dizi çalışmada, korkutucu bir şeyi tamamen zararsız bir duruma yapay olarak bağlamanın ne kadar kolay olduğunu göstermiştir. Bu ekip, farelerde anı kodlamasıyla ilişkili bir beyin bölgesi olan hipokampüsteki aktif nöronlara ışığa duyarlı proteinler iletmek için bir virüs kullandı. Daha sonra hayvanları bir şoku bir odayla ilişkilendirmeleri için eğittiler. Bu anıyı depolayan nöronlar canlandı ve sırayla bu ışığa duyarlı proteinleri seri biçimde ürettiler, yani esasen bunları engramın bir parçası olarak etiketlediler. Ekip fareleri tamamen yeni, zararsız bir ortama yerleştirdiğinde, korku engramını ışıkla yapay olarak aktive ettiler – böylece, fareler anında güvenli yerden korkmaya başladılar. Bunun aksine, engram nöronlarını farklı bir ışık frekansıyla engellemek, orijinal şok odasına olan korkularını geçici olarak “sildi”.
Daha sonraki bir çalışmada, aynı ekip benzer bir korkulu anıyı büyük bir anıya -cinsel çekim anısına- bağladı, özünde duygusal yükü olumlu bir şeye dönüştürdü.
Bu teknolojiler insanlar için fazla istilacı olsa da, bilişsel bilim insanları kendi anılarımızı ortaya çıkarmada da ilerleme kaydediyorlar. “Anı kodu çözme” olarak adlandırılan teknoloji, bireysel hatırlamalarla ilişkili sinirsel kalıpları belirlemek için fonksiyonel MRI görüntülerini kullanıyor. Pennsylvania Üniversitesi’nde bir sinirbilimci olan Dr. Michael Kahana, “Bu, bilişsel sinirbilimdeki en önemli devrimlerden biri” diyor.
Son bulgular, insanların sinirsel kalıplarının son derece özgül olabileceğini, gördükleri yüzleri, uykularındaki düşleri veya hatta hatırladıkları bir TV şovundan belirli sahneleri yeniden oluşturabileceğimizi gösteriyor. Örneğin, İngiliz dizisi Sherlock’u izleyen insanlara bakan bir çalışma, gönüllünün bir sahneyi ünlü dedektifle mi, yoksa onsuz mu düşündüğünü belirleyebildi. Daha da ilginci, bu sinirsel kalıp insanlar arasında, hatta sahneyi hiç görmeden sadece başkalarının tarif ettiğini duyanlar arasında bile dikkat çekici derecede benzerdi. “Farklı insanların aynı sahneyi hatırladıklarında, kendi sözcükleriyle tarif ettiklerinde, hatırlamak istedikleri şekilde hatırladıklarında aynı parmak izini görmemiz şaşırtıcıydı,” diyor Johns Hopkins Üniversitesi’nde çalışmaya liderlik eden Dr. Janice Chen.
Bu muazzam bir şey: temelde insan beyninin sadece yüzler veya yerler için değil, çok daha soyut ve genel bir şey için de benzer şekilde anıları kodladığını ve geri çağırdığını gösteriyor. Başka deyişle, anı kodu çözme aktarılabilir olabilir: anı kalıplarını çözmek için bir kişinin zihinsel süreçlerini kullanabilirsek, kuramsal olarak, bilmeyen veya isteksiz bir kişinin anısını da kabaca çözümleyebiliriz.
Daha da çılgını şu: bilim insanları fare çalışmalarını insanlarla birleştirmeye başladı. DARPA (bkz. 4) liderliğindeki bu deneyler, insanlar yeni bir görev öğrenirken hipokampüsteki elektriksel aktiviteyi kaydetmek için implante edilmiş elektrotlar kullanıyor. Aynı devreyi hatırlama sırasında etkinleştirdiğimizde, bu anıları biyolojik olarak arka planda kaybolmuş olsalar bile, potansiyel olarak güçlendirebiliriz.
Bellek engramları arayışı son birkaç yıldır şaşırtıcı derecede verimli oldu. Ve hâlâ kendi anılarımızla özgürce oynayabilmenin bir yolunu bulamamış olsak da, artık böyle bir geleceği hayal etmek imkansız değil. Belki de gelecekte daha yeni teknolojilerin yardımıyla bellek engramlarına erişebileceğiz, bunları harici depolama aygıtlarına kopyalayabileceğiz ve bu engramları istediğimiz zaman geri sarabileceğiz, yeniden oynatabileceğiz veya yeniden yazabileceğiz.
Kaynak:
Shelley Fan. Here’s the Tech That Could One Day Track, Boost, or Erase Human Memory
January 25, 2018.
https://singularityhub.com/2018/01/25/heres-the-tech-that-could-one-day-track-boost-or-erase-human-memory/
Aldatmayı Saptama Algoritması İşe Yarar Mı?
Ebeveyn ve evlat sevgisi de dahil olmak üzere, belirgin toplumsal içgüdüler bahşedilmiş herhangi bir hayvan, kaçınılmaz olarak bir ahlak anlayışı ya da vicdan kazanacaktır.
(Darwin, İnsanın Kökeni)

Kurallara uymamak bir marifet midir? Kurulu düzene başkaldırı mıdır? Devrimci bir eylem midir? Örneğin, İstanbul’un kaotik trafiğinde gıdım gıdım ilerlemeye çalışırken yanımızdaki emniyet şeridinden 90 km hızla geçen arabayı bu devrimci eylemi için alkışlamalı mıyız? Görüyoruz, kimi arkasında Arapça Besmele yazan bir Doblo, kimi KAtatürk imzalı bir Astra olabiliyor. Yani, ideolojik bir mesele değil, belli ki. Bir Müslüman sıkışık trafikte kurallara uyarak beklerken yanından kurallara uymadan geçen, hatta emniyet şeridine çok yaklaştığı için korna çalıp kenara çekilmesini isteyen besmeleli bir Doblo sürücüsü hakkında ne düşünür acaba? Ya da aynı durumdaki bir Atatürk hayranı, arkasına KAtatürk imzası yapıştırmış bir arabanın emniyet şeridinden -muhtemelen bir suçluluk da hissetmeden- ilerlemesini nasıl yorumlar?
Kısa da olsa bir dönem göz ağrımız olan Psikodiyalektik Araştırmalar Derneği’nde Gönül Yarası filmi üzerine yönetmen Yavuz Turgul’un da katıldığı bir söyleşide, filmdeki Halil (Timuçin Esen) karakteri dolayımıyla solcuların psikopati meselesini çözmeleri gerektiğini, 12 Eylül öncesinde olduğu gibi, bazı toplumsal hareketlerin psikopatlara açık olması yüzünden değerinden kaybettiğini, ileride de kaybedeceğini, vs. söylemiştim. Sonlara yaklaşmıştık sanırım, çok fazla tartışmaya zamanımız yoktu, ancak, tarihsel ilerlemede psikopatların rolünü göz ardı etmemek gerektiği, birçok ilerlemede başı çektikleri, vs. şeklinde uyarılar geldiğini hatırlıyorum.
Öte yandan, herkes emniyet şeridinden gitse, yol boş kalırdı elbette. Buradan, birilerinin yararlanabilmesi için en azından çoğunluğun kurallara uyması gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. Nitekim, insanların birbirlerini öldürmelerini, işkence çektirmelerini istemiyoruz; özellikle çocuklara, zayıf durumda olanlara, hastalara kötü muamele edilmesi halinde genel bir itiraz yükseliyor, vs. Neyse ki, ortak karşı çıkacağımız birçok konu var. Daha önce Psikeart’ın bazı sayılarında insanın toplumsal bir varlık olduğundan, bu durumun insanı toplumsal zihinle düşünmeye mecbur bıraktığından, dolayısıyla, insanı her zaman ilişkileri içinde değerlendirmenin temel bir ilke olması gereğinden söz etmiştim. Bu yazıda, söz konusu toplumsallığı aşındırması beklenen, ama doğal tarihte bunca süre geçmesine karşın insan hayatındaki mevcudiyetini sürdürme başarısı gösteren Aldatma’dan söz edeceğim.
İnsanlar birçok sosyal tür gibi ortak yaşamanın yararları yüzünden baştan itibaren toplumsal işbirlikleri ve iletişim biçimleri geliştirmiş olmalarına karşın, toplu yaşamanın bu özelliklerine uymayan aldatma davranışı sosyal hayatta nasıl kendine yer bulmaktadır? Her gün haberlerde kurumsal dolandırıcılıklardan, vergi kaçırmalardan, hırsızlıktan ve bunun gibi etik olmayan bir sürü davranışlardan söz ediliyor. Akademide bile ünlü hocaların intihal, veri manipülasyonu ve bilimsel suistimalle suçlandığı skandallar oluyor. Bazı çalışmalar aldatmanın sadece arılar, karıncalar ya da insanlar, hatta üniversite hocaları gibi gelişkin organizmalarda değil, bakteri düzeyinde bile işlediğini düşündürüyor. Örneğin, bakteri dünyasında “Çoğunluğu Algılama” (Quorum sensing) adı verilen olguyu ele alalım: Çoğunluğu algılama, bakterilerden arılara kadar sosyal ortamlarda bir tür karar verme yöntemidir. Merkezi yönetimi olmayan yapılarda işe yarar. Çoğunluğu algılama halinde bakteriler grup davranışının eşgüdümüne olanak veren, ortama yayılabilen sinyal moleküller üretirler. Hücreler büyüdükçe bu sinyaller hücre içinde ve dışında birikirler. Belli bir eşik düzeyinin üstünde (çoğunluk yeter sayıya ulaştığında) sinyaller hedef genlerin ifadesini etkinleştirmek üzere aynı kökten transkripsiyon faktörlerine bağlanırlar. Çoğunluk yeter sayısının kontrol ettiği 30’dan fazla gen hücre dışı enzimleri, ikincil metabolitleri ve toksinler gibi virülans (hastalandırma gücüyle ilgili) faktörleri kodlarlar. Bu virülans faktörlerinin enfeksiyonlara katkıda bulundukları düşünülmektedir. Ancak, bazı enfeksiyonlarda çoğunluk algılama yetileri eksik olan mutant bakteriler de saptanmıştır. Örneğin, Pseudomonas aeruginosa. Bazı mutantları hücre erimesine ve ölümüne dirençli olan, enfeksiyonda çoğalma avantajları bulunan bu türlere “sosyal hilebazlar” (cheaters) adı verilmektedir.
Herhangi bir canlı grubunun üyelerinin diğer üyelerle işbirliğine girerlerse, tek başına yaşamaya göre daha iyi bir hayatları olacağı açıktır, fakat bu tür topluluklarda ya herkes başkaları daha çok verirken kendileri daha çok almaya çalışırsa? Herkes bencilce davranırsa sömürülecek işbirliği eğilimli üyeler azalır, işbirliği sistemi çöker. Onun için, evrim sonucunda ortaya çıkan ahlak ilkeleri karşılıklı yarar sağlayan, işbirliğine dönük ilişkiler geliştirmenin en etkili araçlarını oluşturdukları için evrililirler. Böyle bakıldığında, tüm normal insanlar bir ahlak duyusuna (sense of morality) sahiptir. Başka bir deyişle, ahlak türe özgü ve kültürel açıdan evrenseldir; insan doğasının ayrılmaz bir parçasıdır. Ahlak, ortak yaşamı kolaylaştırmak için süzülerek gelen toplumsal yaşama ilkeleri olarak kabul edilebilir. O halde her yerde geçerli bir ahlaktan söz edebilir miyiz? Evrimsel psikoloji alanında çalışan bilim insanlarına göre, evet. Tür olarak biz insanlara, hatta memelilere özgü belli evrensellerden, ön-toplumsal ilkelerden söz edebiliriz.
Peki, biz bu ilkelere mantıksal yöntemlerle, akıl yürüterek mi ulaştık? Onları matematik yasaları gibi her yerde, her zaman geçerli mi kıldık? Ahlak ilkeleri, önerme mantığı gibi, içerikten bağımsız biçimsel kuralları içeren akıl yürütme süreçleri mi, yoksa yaşantımız için önemli uyum sorunlarını çözmek için tasarlanmış olan akıl yürütme süreçleri mi? Bunlar genel amaçlı olan ve her probleme uygulanan kurallardan mı, yoksa ilgi alanına özgül olan ve sınırlı problem grupları için tasarlanmış olan kurallardan mı oluşur? İnsanlar tarih boyunca bu kuralları belirleyen açık ya da gizli toplumsal sözleşmeler (ya da toplumsal düzenlemeler) yapmışlardır. Toplumsal sözleşme, kısaca, bir alışveriştir: bir birey, diğer birey ya da gruptan bir yarar elde edecekse, o bireye ya da gruba bir bedel ödemesi gerekir. Oysa aldatma, gelen yararı kabul ederken, toplumsal sözleşmenin yürümesi için gerekli olan bedeli ödememektir.
İnsan topluluklarında (açık ya da örtük) toplumsal sözleşmeler mevcut olmuştur, çünkü türümüz tarihinin %99’dan çoğunu avcı-toplayıcı olarak geçirdi. Avcı-toplayıcılar için toplumsal sözleşmeler, yani, karşılıklı yarar için işbirliği, hayatta kalmak için zorunluydu. Buna uygun olarak, insan zihni toplumsal olan kurallar ile olmayanlar arasında ayrım yapar. Fakat aldatanları saptayamadıkça, işbirliği (karşılıklı fedakarlık) evrilemez. Bu nedenle, kişinin aldatanları etkili bir şekilde saptamasına olanak veren bir “akıl yürütme prosedürleri kümesi” (aldatanı-saptama algoritması) da evrim göstermiştir. Buna göre, bir kural toplumsal sözleşme olarak algılanırsa, aldatanları saptayabilecek bilgileri araştıran bir “aldatanı-saptama algoritması” faaliyete geçer. Başka bir deyişle, eğer bir özne toplumsal sözleşmede bir tarafı temsil ediyorsa ve öteki tarafın bir aldatma seçeneği varsa, aldatanı saptama algoritması (yani, öteki tarafın sağladığı yarar ile ödenmeyen bedel konusunda bilgileri araştıran bir sistem) etkinleşir. Toplumsal ilişkilerde aldatmanın saptanması, tıpkı küçük gruplarda dedikodunun oynadığı rol gibi, evrim mirasımızın yaşamsal bir parçasıdır.
İnsanlar çıkarları gereğince başkalarını aldatma seçeneğiyle, yani, bir tür etik ikilemle karşılaştıklarında, rekabet halindeki iki arzuyu dengelemeleri gerekebilir: Kendi anlık bireysel çıkarlarına hizmet etmek arzusu ile uzun vadeli toplumsal iyilik için ahlaki standartlarını korumak arzusu. Bu etik ikilemi kendilerini kandırma stratejileri kullanarak, yani, ahlakla ilişiği keserek ve akla uydurarak çözerler. Bu strateji, hem kuralları esnetmekten kaynaklanan negatif sonuçlardan kaçınmaya, hem de dürüst olmamanın yararlarından istifade etmeye imkan verir.
Kendini kandırmanın en bilinen yollarından biri, “görmezden gelme”dir. Dürüst olmamak kazandırdığı zaman, insanlar istenmeyen bilgilere pek dikkat etmeme eğilimindedirler. Böylece bir yandan davranış ile ahlaki standart arasındaki tutarlılık hissi sürdürülür, bir yandan da dürüst olmamaktan yararlanılır. Aldatmanın görmezden gelme ile ilişkisini özlü bir şekilde ortaya koyan ve göz hareketleri kaydedilerek yapılan bir çalışmada, deneklerden, üstünde Joker ya da 1’den 9’a rakamlar olan kartlar gösterilip Joker çıktığında bir düğmeye, rakam çıktığında başka bir düğmeye basması istenir. Her J’ye bastıklarında başlangıçta verilen ödülden kalan kısımları kendilerine kalacaktır. Deneklere verilen 60 doların, sonuçların dürüstçe bildirilmesi halinde, 120 deneme sonunda 0’a inmesi gerekmektedir. Fakat herkes belli bir düzeyde kazanır. İlginç olan, rakamlı kartlarda hiç hata yapılmazken J’li kartlarda %30 oranında yanlış bildirilmiş olmasıdır, yani, para kaybetmemek için hile yapılmıştır. Deneklerin göz hareketlerinin analizi sonucunda odaklandıkları bölgeler saptandığında, katılanların dürüst davranmadıkları denemelerde Joker’de takılıp kalma süreleri daha kısayken, rakamlı kartlarda takılma süreleri daha uzun bulunmuştur. Yani, istenmeyen bilgilere daha az dikkat ayırmışlar, istemedikleri bilgiyi görmezden gelmeyi yeğlemişlerdir. Oysa aynı çalışma eğer doğru yanıtlarlarsa ödül alacakları söylenerek yinelendiğinde, denemelerin %99.5’unda doğru yanıtlar vermişlerdir.
Sosyal psikoloji literatürü aldatmanın hem eylemin farkında olmaktan, hem de aynı durumlarda diğerlerinin ne yaptığından etkilendiğini göstermiştir. Başka bir deyişle, grubun diğer üyelerinin etik olmayan eylemleri gerek aldatmanın bir seçenek olduğu mesajı verdiklerinden, gerekse de bu seçeneğin izlenecek bir norm olmasından dolayı bireysel aldatmayı artırabilir. O halde, iyi örnekler yayıp kötüleri saklı mı tutmalıyız? Bir toplumda yüksek düzeyde dürüstlüğün olmamasını açığa vurmak iyi bir fikir mi? Normun dürüstlük olduğu öğrenilirse, insanların buna uyup daha az aldatmasını bekleyebilir miyiz?
Evet, araştırmalara göre, insanların sorumluluk duygusunun değiştirilmesi, davranışlarını değiştirebilir. Örneğin, kişisel sorumluluk duygusunu hatırlatmak, insanların davranışlarını tutumlarıyla aynı olacak şekilde düzeltmelerine neden olur. Sonuçların çabadan çok doğuştan gelen özelliklere dayandığına inanmak da davranışı ters yönde etkiler.
Üniversite öğrencilerinin katıldığı bir çalışmanın birinci aşamasında Francis Crick’in Şaşırtan Varsayım kitabından özgür iradeyi reddeden bir pasaj, kontrol grubuna bilinçle ilgili, özgür iradeye değinmeyen bir yazı okundu. Sonra Özgür İrade ve Belirlenimcilik Ölçeği ve Pozitif ve Negatif Duygulanım Ölçeği doldurtuldu. Deneklere bilgisayardan bir aritmetik testi verildi. Bilgisayarda bir programlama hatası olduğu ve her problemi çözmeye çalışırlarken doğru yanıtın ekranda göründüğü, ama problem göründükten sonra boşluk tuşuna basarak yanıtın görülmesini engelleyebilecekleri söylendi. Ayrıca, deneyci boşluk tuşuna bastıklarını bilmeyecek olsa da, soruları kendi başlarına dürüstçe çözmeleri istendi. Aslında bilgisayar sadece yanıtları göstermeye değil, boşluk tuşuna basma sayılarını da hesaplamaya ayarlanmıştı. Katılanlar özgür iradeye karşı olan denemeyi okuduktan sonra daha çok aldattılar: boşluk tuşuna daha az bastılar. Yani, kişisel davranışların kendi dışından belirlendiği anlayışının benimsenmesi, aldatma örneklerinin artmasıyla orantılıydı.
Çalışmanın ikinci aşamasında aldatmanın olası olduğu 3 durum belirlendi: özgür irade durumu, belirlenimcilik (determinizm) durumu ve yüksüz durum. Katılanlar inançları değiştirmesi amaçlanan bir dizi fadeyi okuyup değerlendirdiler. Her sayfada bir yazı olacak şekilde 15 yazılık bir broşür verilip her sayfanın üstünde 1 dakika düşündükten sonra sayfayı çevirmeleri istendi. Katılanlara 15 okuma-anlama, matematik, mantık ve akıl yürütme problemi verildi. Deneycinin insanların ödevlerden zevk almasını araştırdığı ve doğru çözdükleri her problem için 1 dolar alacakları söylendi. Bu noktada deneyci telefonuna bakıp birden katılması gereken bir toplantı olduğunu fark ettiğini söyledi. Katılanların en fazla 15 dakikaları olduğunu, sonra kendi problemlerini puanlayıp her doğru cevap için kendilerine 1 dolar ödemelerini istedi. Cevap kağıtlarını ve dolar içeren zarfları gösterdi. Cevap kağıtlarını parçalamak için mekanik bir kağıt öğütücüyü kullanmalarını, bunları saklamalarına izin verilmediğini anlattı. Sonra odadan çıktı, fakat dışarıda bekleyip çıkanları bilgilendirdi.
Katılanlar ne kadar çok özgür irade ifadelerini benimsiyorsa, kendileri puanladıkları bilişsel testler için kendilerine o kadar az ödediler. Çalışmanın iki aşamasında da özgür irade inançlarının zayıflaması aldatmayı artırdı.
Bu sonuçlar eldeki sayısal verilerle birlikte düşünüldüğünde karamsar olunabilir, çünkü 1960’lardan 1990’lara kontrol odağı (yani, “hayattaki sonuçlardan içsel (kişisel) faktörler mi, yoksa dışsal (çevresel) faktörler mi sorumludur?”) puanlarında önemli değişmeler olduğu bulundu. İnsanların kendi akıbetlerini kontrol etmedikleri (dışsal kontrol odağı) inancı bu on yıllarda ¾ standart sapma yükselmiş gibi görünüyor. Sınavda sahte kağıt kullandıklarını söyleyen öğrencilerin yüzdesi 1969’da %34 iken, 1989’da %68’e çıkmış. Özetle, özgür iradeye inancın azalması, aldatmada artışa katkıda bulunuyor olabilir. Kendisinin dışındaki güçlerin davranışlarını belirlediği inancı, aldatmanın cazibesine direnme isteğini zayıflatıyor, “niye canımı sıkayım ki?” zihniyetini tetikliyor olabilir.
O zaman, aldatmanın yerine işbirliği ve dayanışmanın egemen olduğu bir toplumsal hayat için önerilebilecek yollardan biri, herkese her şeyin mükemmel olacağı bir başka dünyaya ulaşana kadar bireysel sorumluluk duygusunu yeniden hatırlatmak ve aldatmanın güncel toplumsal hayatı nasıl tehlikeye sokabileceğini yeniden ve yeniden anlatmak olabilir.
Kaynaklar:
Bucciol A, Piovesan M. Luck or cheating? A field experiment on honesty with children. J Econ Psychol 2011; 32: 73-78
Coricelli et al. Cheating, emotions, and rationality: An experiment on tax evasion. Exp Econ 2010; 13: 226-247
Cosmides L. The logic of social exchange: has natural selection shaped how humans reason? Studies with the Wason selection task. Cognition 1989; 31(3): 187-276
Crofoot MC, Gilby IC. Cheating monkeys undermine group strength in enemy territory. PNAS Early Edition.
Fosgaard TR, Hanzen LG, Piovesan M. Separating Will from Grace: An experiment on conformity and awareness in cheating. J Econ Behav Organiz 2013; 93: 279-284
Gigerenzer G, Hug K. Domain-specific reasoning: Social contracts, cheating, and perspective change. Cognition 1992; 43: 127-171
Krebs DL. Morality: An evolutionary account. Pers Psychol Sci 2008; 3: 149-172
Pittarello A. et al. The relationship between attention allocation and cheating. Psychon Bull Rev 2016; 23: 609-616
Sandoz KM, Mitzimberg SM, Schuster M. Social cheating in Pseudomonas aeruginosa Quorum sensing. Proc Nat Acad Sci USA 2007; 104: 15876-15881
Shermer M. İyiliğin ve Kötülüğün Bilimi. (Türkçesi Sinem Gül) Varlık, 2007.
Vohs KD, Schooler JW. The value of believing in free will: Encouraging on beliefs in determinism increases cheating. Psychol Sci 2008; 19: 49-54
PsikeArt Ocak Şubat 2019.
(Ref. Bu makalenin bölümleri şundan uyarlandı: Ralph Lewis. Finding Purpose in a Golden World: Why We Are Even If the Universe Doesn’t (Amherst, NY: Prometheus Books, 2018)
Ben bir psikiyatristim (metnin yazarı Ralph Lewis’i kast ediyor:-), beyin ve davranış arayüzünden çalışıyorum. Hastalarımı sinir ateşlenmesi ve bağlantıları olarak mı, yani, kimya ve biyoloji olarak mı görmeliyim, yoksa diğer bireylerle ve toplumla ilişkiler içinde yaşayan zengin içsel zihinsel hayatları olan psikolojik varlıklar olarak mı? Reçete ettiğim ilaçlar kimyasal ve biyolojik düzeyde çalışırken, uyguladığım psikoterapi ve salık verdiğim çevresel değişiklikler psikolojik ve sosyal düzeylerde iş görüyor. Bu düzeyler arasına gerçekten bütünleşmiş bir biçimde bağlantı kurmak insanın tam olarak anlaşılmasında meydan okuyucu olabilir.
2019’da bile birçok insan hâlâ zihnin ve kendiliğin sadece fiziksel parçacıkların ürünü olmayan bir ruha sahip olduğunu savunuyor. Sinirbilimciler hâla yağmurun nereden geldiğini çözmeye çalışan bilim-öncesi insanlar tarafından hayal edilen köhne dinlere dayandığını düşünerek bir tür tuhaf halk psikolojisiyle alay etse de, gerçekte akıllı insanların bu tür şeylere hâlâ inanması tamamen anlaşılabilir. Nihayetinde zihin ve öznel öz-farkındalık bilinci (kendinin farkında olan bilinç) maddenin fiziksel özelliklerine (her ne iseler) nitel bir benzerlik taşımaz. Beynin işleyişini devrelere, nöronlara ve nörotransmiterlere dayanan salt maddî bir temelde açıklamaya yönelik indirgemeci bilimsel yaklaşım inanılmaz ilginç ve aydınlatıcı olmakla birlikte, henüz bilinçli bir kendilik olmanın nasıl bir şeye benzediği ya da neden böyle olduğunun gizemini çözememektedir. Fakat durum şu: Bilimden öğrendiğimiz her şey bizim ve dünyanın salt fiziksel madde ve enerjiden oluştuğumuzu doğrulamaktadır.
Tahayyülümüz dışında herhangi bir yerde tinsel bir alemin varolmasının bilimle uyuşmasının kesinlikle bir yolu yoktur. Ruhlar ve doğaüstü veya normaldışı kuvvetler gibi tinsel fenomenlerin gerçek olması için bilimin çoğunun yanlış olması gerekir. Başka bir sonuca varmak istersek, bütün bir bilimsel bilgi ve kanıt toplamının epey bir kısmını reddedip en baştan başlamaya hazır olmalıyız. (Bunun mobil telefonumu çalıştıran aynı bilgiler ve kanıt tabanı olduğunu düşünün; bilim yanlış olsaydı, çalışmazdı.)
Beynin ya da zihnin işleyişinin sadece parçalarının (fiziğin yalın yasalarına göre birbirleriyle etkileşen temel parçacıklardan yapılmış atomlardan oluşan sinir hücreleri devrelerinin) toplamı olduğunu öne süren geleneksel bilimsel indirgemecilik yöntemi (karmaşık şeyleri sistemin en küçük unsurlarını ya da parçalarını belirleyip çözümlemek) insan zihni ve onu üreten beyin için eksik bir açıklama getiriyor.
Bilimsel indirgemecilik (beyin dahil) dünyanın anlaşılmasına yönelik çok önemli ve şık bir yaklaşımdır ve şaşırtıcı içgörülere yol açmıştır, ama bazı insanlara doyurucu gelmeyebilir, iç karartabilir. Her şey nihayetinde parçacıklara ve fiziğe indirgenebilirse, o zaman her şey nihayetinde amaçsız ve boşuna görünebilir. “Hepsi bu kadar mı?” diye sorulabilir. Öyleyse, insanlığımız nereden geliyor? Karmaşık öznelliğimiz olmadan, böyle bir evrene nerede uyduğumuzu anlamaya ihtiyacımız var.
Yaklaşık son otuz yılda karmaşıklık kuramı (karmaşık sistemler kuramı) denen etkileyici bir yeni disiplin gelişti. Bu bilim karmaşık sistemlerin özelliklerinin daha yalın bileşenlerin etkileşiminden nasıl çıktığını açıklamaya yönelik modeller tasarlamaya odaklandı. Karmaşık sistemler gerek nicel, gerekse nitel olarak daha yalın bileşenlerinden ayrılan özellikler kazanırlar. Bunlar bileşenlerinin doğasında bulunmayan ve onlardan çıkarsanamayan ya da yordanamayan / öngörülemeyen özelliklerdir. Karmaşık sistemin bu yeni özelliklerine ortaya çıkan (emergent) fenomenler denir. Ortaya çıkış (emergence), indirgemeciliğin zıttıdır. Bütün, parçalarının toplamından büyüktür. Söz konusu olan ‘büyü’ değil, sadece karmaşık fiziksel etkileşimlerdir. Ortaya çıkış, kendiliğinden, aşağıdan yukarıya, kendini-örgütleyen bir karmaşıklık fenomenidir, herhangi bir dışsal neden, hiçbir yukarıdan aşağıya tasarım, hiçbir merkezî sistem denetimi gerektirmez. Karmaşıklık bilimi standart indirgemecilik yaklaşımının yerini almaz. Onu tamamlar. İndirgemecilik hâlâ karmaşık sistemlerin anlaşılması için son derece yararlı ve güçlü bir yöntemdir.
En temel örnek olarak suyun özelliklerini düşünün. Suyun bazı temel özellikleri vardır: Yapıştırıcı (cohesive) davranış, ısıyı ılıtma yeteneği ve donunca genişleme… Hatta daha yalını, suyun ‘ıslaklığını’ düşünün. H2O’yu oluşturan tek tek hidrojen ve oksijen atomları bu özelliklerin ve davranışların, hiçbirine sahip değildir. Bu özellikler tek tek atomların özelliklerinden yordanamaz ya da çıkarsanamaz; bunlar ortaya çıkmışlardır (emergent).
Su, basit bir örnektir. Ortaya çıkmış olandan çok daha görkemli yenilik, doğanın tümü, aslında. Bunu evrenin kendiliğinden rehbersiz yaratıcılığı olarak düşünün; en mucizevi olan şey, bilinçli niyetin hiç olmaması.
Beynin, bütünün parçalarının toplamından büyük bir fenomen olduğu açıktır ve onun ürünü olan zihin ya da öznel kendilik duygusu parçalarından nitel açıdan kökten farklıdır; ortaya çıkan bir özelliktir.
Aslında bu sadece beyin için değil herhangi bir karmaşık uyumsal (adaptive) sistem için geçerlidir; dünyada bunun sayısız örneği vardır. Sadece birkaçını sayarsak: Bireysel organizmalar, bir organizmanın içindeki bağışıklık sistemi ya da beyin gibi sistemler, sosyal böcek kolonileri, kuş sürüleri, hayvan sürülerinin göçleri, trafik akışı, kentler, malî piyasalar, internet, ekosistemler, iklimler… Bunların her biri birçok failin/bileşenin etkileştiği bir ağa sahip olan bir sistemdir.
Ortaya çıkış fenomenlerini üreten karmaşık uyumsal sistemler bileşen parçaları arasında dinamik etkileşim ağları oldukları için karmaşık olarak değerlendirilirler. Değişen ortamlarına yanıt olarak değiştikleri ve kendilerini örgütledikleri için uyumsal olarak değerlendirilirler.
İnsan beyni bildiğimiz en karmaşık uyumsal sistemdir. Bir fenomen olarak bilinç de bildiğimiz tüm fenomenlerin fiziksel maddesinden en kökten farklı olandır. Fakat elbette bilincin her zaman çok zengin ve karmaşık olmadığını unutmayın; farklı türlerde ve insanlarda farklı beyin sağlığı hallerinde derece derece ortaya çıkar, çok sayıda minimal ve yalın bilinç halleri bulunur.
Bilinçten başka sıradan maddeden ortaya çıkan bildiğimiz çok farklı diğer fenomen, hayatın kendisidir. Bir zamanlar canlıların mutlaka canlı olmayan maddenin yoksun olduğu bir tür gizemli hayat verici öze, bir tür hayati kuvvete (élan vital) sahip oldukları varsayılırdı. Fakat bir şeyi neyin canlı yaptığına dair gizem yirminci yüzyılda çözüldü. Bir şeyi canlı yapan şey, atomlarının örgütlenmesidir.
Canlılar karmaşık uyumsal sistemlerin özel bir sınıfıdır. Karmaşık Uyumsal Sistemlerin merkezî bir karakteristiği, örgütlenmedir. Göze çarpan bir şekilde bu sistemler kendini-örgütleme ya da kendiliğinden bir düzen süreciyle oluşurlar. Başlangıçta düzensiz olan bir sistemin parçaları arasında yerel etkileşimlerden bütün düzeni yaratırlar. Süreç, herhangi bir dış failin ya da merkezî denetimin tasarımını gerektirmez.
Karmaşık uyumsal bir sistemin bileşenlerinin etkileşimlerini yöneten ‘kurallar’ genellikle çok elementerdir ve bireysel bileşenler arasında yerel bir düzeyde çalışırlar. Karmaşık uyumsal sistemler mahalle sakinleri arasındaki etkileşimlerden yerel bir düzeyde doğan yeni politik örgütlenmelere kadar benzer şekilde ortaya çıkarlar. Basit ve yerel etkileşim kuralları kendi kendine örgütlenmeyi olası kılar. Kimse ‘zorunlu’ değildir, süreç yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğrudur. Fakat bu etkileşimlerden kaynaklanan karmaşık bütün sistem, yeni ortaya çıkan özellikleriyle birlikte, tek tek bileşenler üzerinde sınırlayıcı bir etkiye sahiptir, geriye dönük olarak da onları etkiler. Bileşenler ile bütün arasında karşılıklı ya da yansıtıcı geri bildirim halkaları kurulur, örneğin, termitler ile bütün olarak koloni arasında ya da bireysel nöronlar ile bütün olarak bireyin arasında…
Doğadaki Karmaşık Uyumsal Sistemler çok girift olabilirler ve o kadar ‘akıllı’ görünebilirler ki, bir kopyaya ya da master plana göre birleşik süreç aracılığıyla dikkatle yönlendirilmiş ve zekice tasarlanmış olmaları gerektiğini düşünmek affedilebilir. Fakat karmaşıklık bilimi bütün bunların doğal, kendiliğinden, kendini-örgütleyen süreçler aracılığıyla, hiç yol gösterilmeden, nasıl olduğunu açıklayabilir. (Zeki bir Tasarımcı Olarak Her Şeye Gücü Yeten’i çağırmakta özgür hissedin, fakat bunu yapmak tamamen gereksizdir ve süreçlerin kusurlulukları, yetersizlikleri ve eksiklikleri düşünülürse, Tasarımcı ne yazık ki her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ya da hep iyi olmayabilir.)
Tasarım gereği dayatılan sınırlamaları olan insan yapımı Karmaşık Uyumsal Sistemler bile insan tasarımcıları tarafından tamamıyla denetlenemez ya da yordanamazlar (malî piyasaları yordayabilen biri var mı?)
Canlı organizmalar söz konusu olduğunda doğal seçilimle ve cinsel seçilimle evrimin iyi anlaşılmış süreçleri doğada gördüğümüz mucizevî ve girift karmaşıklığın daha fazla şekillenmesinde ilaveten muazzam güçlü bir rol oynar, zeki tasarımın görülmesini büyük oranda pekiştirir. Fakat Karmaşık Uyumsal Sistemlerin kendini örgütleyen süreçleri evrimden bağımsız olarak ortaya çıkar ve hem canlı, hem de cansız sistemler için geçerlidir. Evrimsel kuvvetler karmaşıklığın artmasını yönlendirmekte denetimi almadan önce, hayatın başlangıçtaki köklerinde neredeyse kesin olarak merkezî bir rol oynadılar.
Karmaşıklık kuramı bilimcilere nihaî bir bilinç kuramının olabileceği konusunda önemli ipuçları verir. Karmaşıklık kuramı bugün artık sinirbilimin bilgi-işlemin ve döngüsel denetimin beyin-sinir ağlarında nasıl çalıştığını anlama arayışının ayrılmaz parçasıdır. Bu ağlar tek bir bölgenin tamamen denetlemediği sibernetik halkalar olarak iş görürler.
Şurası muhakkak ki bilincin bilimsel açıklanmasından epey uzağız. Bilinci açıklamaya yönelik ciddi bilimsel çabalar ancak 1990’larda başladı -ondan önce bilinç çok zorlu bir konu olarak düşünülür ve bilimselden çok felsefî bir sorunun parçası olarak görülürdü. Gerçekten de sinirbilim disiplin olarak birkaç onyıl yaşındadır. 1990’ların başlarında psikiyatri eğitimine başladığımda zihni ve beyni az çok paralel konular olarak inceledik, genellikle nasıl tamamen bütünleştirileceklerinden emin değildik. O zamandan bu yana zihin-beyin ilişkisinin bilimi büyük ilerlemeler kaydetti. Buna gelişkin beyin görüntüleme gibi yeni teknolojiler yardımcı oldu. Sinirbilimciler algıların, düşünce süreçlerinin ve öznel kendilik duygusunun her biri binlerce bağlantıya sahip milyarlarca nöronun yoğun ve karmaşık etkileşimlerinden nasıl ortaya çıktığı; karmaşık ağları ve geri bildirim halkalarını nasıl oluşturduğu, yüz milyonlarca yıllık, rehberi olmayan doğal seçilim süreçleriyle nasıl şekillendiğinin gizemini istikrarlı bir şekilde çözüyorlar.
Bilinci bilimsel olarak açıklama sürecine gerçekten ancak yeni başladık ve şaşırtıcı ilerlemelere ve fantastik içgörülere rağmen açıklamalarda hâlâ doldurulması gereken büyük boşluklar var. Fakat belli bir boşluğun sonunda bilim tarafından kapatılamayacağını iddia etmek akıllıca bir iddia olmazdı.
Eskiden doktorların sigara reklamlarına çıktığını ve sigara kullanılmasını önerdiklerini biliyor muydunuz? Yakında hastalarına az biraz içki içebileceğini, hatta kalp ve damarları için bunun yararlı olduğunu söyleyen hekimler sigara tavsiye edenler gibi görülecek sanki… Az ila orta düzeyde içki içenler, az biraz alkolün sağlığa yararı olduğunu söyleyen sağlık kılavuzlarına uydukları için kendilerini ağır içicilerle bir tutmasalar da, son yıllarda bu düşüncenin değişmeye başladığı görülüyor. Yeni ortaya çıkan veriler mutedil düzeyde içki içmenin (sosyal içicilik?) de yararını tartışmaya açıyor.

Az ya da orta düzeyde (günde 1-2 bira, 1 tek/duble rakı, 1-2 kadeh şarap) içki içmenin yararına dair en çok bilinen argüman, kalp ve damar sistemini için koruyuduğu yönündedir. Bugünlerde alkolün koruyucu etkisini gösteren sonuçların düşük nitelikli gözlemsel çalışmalardan çıkan istatistiksel bir hata olabileceği öne sürülmektedir. Örneğin, daha önce ağır biçimde içki içen, ama çalışma sırasında içmeyi bırakmış olan kişilerin bu çalışmalara içmeyenler olarak alındıkları görülmektedir. Yeni bazı çalışmalar ise alkolün kalp damar sistemine yararı bir yana, zararlı olabileceğini düşündürmektedir. Örneğin, alkol atrial fibrilasyon nöbetlerini tetiklemektedir ve içki bırakıldığında bu belirti düzelmektedir.
2021 başlarında yapılan bir epidemiyolojik analizin tahminine göre, alkol ABD’deki kanser olgularının %4.8’ine, kanserden ölümlerin %3.2’sine katkıda bulunmuştur. Bu yaz Lancet Oncology alkolün sonucu olarak global kanser yükü üzerine yüksek profilli, genel nüfusa dayanan bir çalışmanın sonuçlarını yayımladı. 2020’de dünya çapında yeni kanser olgularının %4’ü alkole atfedilebilirken ılımlı düzeyde içki içmenin bu yıllık 741.000 olgunun 103.000’inden sorumlu olması dikkate değer. Çalışmanın baş araştırmacılarından Harriet Rumgay “Kanser riski düşük ya da orta düzeyde içki içme ile bile yükselmektedir.” dedi. “Az içmeniz kanser riskinin çok içmenize göre daha az olduğu anlamına gelir, fakat alkol tüketiminin güvenilir sınırı diye bir şey yoktur.”
Çalışmaya göre, içki içmek ağız boşluğu, yutak, gırtlak, yemek borusu, kalın bağırsak, rektum, karaciğer ve göğüs dahil, en az yedi farklı tür kanserin görülme riskini artırıyordu. Kuzey Amerika’da erkekler alkole bağlı kanser yükünün üçte iki kadarını temsil etse de az ya da orta düzeyde içki içmek kadınlarda kanser olgularının erkeklere göre göre daha fazla artmasına neden oluyordu.
Güney Kore’den gelen son araştırma mide bağırsak sistemi kanserlerinde nöbet şeklinde içmenin sürekli fakat ılımlı bir şekilde içki içmeye tercih edilebilir olduğunu gösterdi.
2020’de American Kanser Derneği kılavuzlarını güncelledi. Artık kılavuzda kısa ve özlü bir öğüt var: “Alkol içmemek en iyisidir.”
Fransa’da bir milyonun üstünde bunama olgusuyla yapılan çalışma alkol kullanım bozukluklarının en güçlü bunama etkenlerinden biri olduğunu göstermiştir. Bu etki hipertansiyon ve şekerden daha fazladır. Bunlardan farklı olarak son gözden geçirmelerin bir bölümü en düşük bunama riskinin haftada 4 içki alanlarda olduğunu göstermektedir.

Üç dönemde alkolün sinir sistemine yönelik zehirli etkilerine beynin daha duyarlı olduğu görülmektedir: döllenmeden doğuma kadar geçen süre, geç ergenlik (15-19 yaş) ve geç erişkinlik (65 yaş üstü).
Yakın zamanlarda Massachusetts General Brigham Biobank’ın verileri az ya da çok alkol kullanımından farklı olarak ılımlı alkol kullanımının hem stresle ilişkili nörobiyolojik faaliyeti, hem de büyük kalp damar sistemi olaylarını düşürdüğünü göstermiştir.
Bu yeni bilgiler hekimlerin ılımlı düzeyde alkol tüketiminin sağlık üzerine etkileri konusunda bilgi verirken önceki yıllardan daha temkinli olmaları gerekeceği anlamına gelir.
Uluslararası Kanser Üzerine Araştırmalar Kurumu’ndan Harriet Rumgay “Alkol etiketlerine sigara paketlerindekine benzer kanser uyarılarının eklenmesinin insanları alkol ürünleri satın almaktan caydırabileceğine ve kanser ile içkinin nedensel bağlantılarına dair farkındalığı artıracağına dair kanıtlar var” diyor. “Fakat genel nüfusta alkol kullanımını azaltmanın en etkili yolları yüksek vergiler yoluyla alkolün fiyatını artırmak, satın alma olanaklarını kısıtlamak ve alkol markalarının halka pazarlanmasını engellemektir.”
Kardiyolog Christopher Labos alkolün negatif etkilerine dair yeni ortaya çıkan verilerin çoğu hasta tarafından şaşırtıcı bulunmayacağına dikkat çekiyor. “Derinlerde bir yerde çoğu kişinin alkolün sağlıklı olmadığını bildiklerini düşünüyorum, ama bu sosyal kültürümüzün bir parçası ve dolayısıyla davranışlarımızı haklılaştırmanın yolunu buluyoruz… Tıpkı abur cuburlarda olduğu gibi, bu arada sırada kendimizi sevindirmeyeceğiz anlamına gelmez, fakat artık içkiyi yararlı bir şey gibi sunmayı bırakmalıyız, çünkü değil.”
Kaynak: https://www.medscape.com/viewarticle/965387. John Watson, 22 Aralık 2021.
(PsikeArt dergisinin 30. (Merak) sayısında yayımlanmıştır.)
Uyandıklarında yanlarında bir bebek bulunduğunu ve bebeğin kendisine ait olduğunu iddia eden iki kadın anlaşmaya varamayınca Kral Süleyman’ın karşısına çıkarılırlar. Süleyman kadınları uzlaştıramayacağını anlayınca adamlarından bir kılıç getirmelerini ister. Bebeği ikiye bölüp kadınlar arasında paylaştırmayı önerir. Bebeğin gerçek annesi, yalan söylediğini düşünecekleri için öldürülmeyi göze alarak, hemen atılır ve iddiasından vazgeçtiğini, bebeğin kendisine ait olmadığını söyler. Süleyman bunun üzerine durumu anlar ve bebeğin gerçek annesine verilmesini buyurur.
Bu öykü farklı yönlerden okunabilir: Genellikle Süleyman’ın kararının ne kadar adil olduğu ya da gerçek annenin ne kadar fedakarca bir davranış sergilediği üzerinde durulur. Forrester, Freud Savaşları’nda, yaygın olan bu iki okumaya ek olarak, üçüncü bir okumaya, Freud’unkine değinir ve öykünün gözden kaçan önemli bir yönünün, bebeğin annesi olmadığı halde öyle olduğunu iddia eden annenin davranışının anlaşılmasıyla ilgilenir. Freud’dan yola çıkarak, haset kavramı üzerinde fikir yürütür. Özetle, ona göre, haset, “ondan benim de olsun” ana fikriyle özetlenebilecek olan imrenmeden farklı olarak, “benim yoksa, onun da olmasın” ifadesiyle dile getirilebilir.
“Karşılaşmalar” sayfasında yayımladığım makaleyi “Yazılar” sekmesine ekledim ve böylece “Son Posta” olarak öne çıkmasını istedim. “Karşılaşmalar” sayfasında daha sonra Bohm’un yaşadıkları ile ilgili daha geniş başka bir yazıya geçmeyi umuyorum.
Makale: Van Der Horst FCP, Van Der Veer R. Separation and Divergence: The untold story of James Robertson’s and John Bowlby’s theoretical dispute on mother-child separation. Journal of the History of the Behavioral Sciences 2009;45(3):236-52).
Bağlanma kuramının tarihinde James Robertson (1911-1988) ve John Bowlby’nin (1907-1990) adları genellikle birlikte anılır. Robertson ve Bowlby 1950’lerin başlarında ayrılık teması üzerinde çalışırken, çocuğun anneden ayrılmayı takiben tepkilerinde üç evre belirleyerek gelişimsel psikolojide önemli bir dönüm noktasına ulaştılar ve bunları “protesto” (protest), “umutsuzluk” (despair) ve “inkar” (denial) diye adlandırdılar. Bu sırada dışarıdan bakıldığında Bowlby ve Robertson tam bir uyum içinde çalışıyorlar, temelde aynı görüşleri paylaşıyorlarmış gibi görünüyorlardı. Bu izlenim ortak kariyerlerinin başında doğruydu da, fakat sonraki yıllarda bir takım kuramsal konularda uyuşamadılar ve kişisel ilişkileri epey gerginleşti. Gerçi Bowlby kitaplarında Robertson’u kuramsal ve pratik başarılarından ötürü övmeye gayret etti. Onun başlıca kaygısı galiba uyuşmazlıklarının halka mal olması ve bunun kuramsal rakiplerinin ekmeğine yağ sürmesiydi. Robertson’a mektuplarından birinde Bowlby bu kaygıyı açık bir şekilde ifade etmiştir:
Birlikte yararlı bir tartışmaya girebilmeyi umut ediyorum, çünkü korkarım ki bunu yapamazsak yanlış anlamalar çoğalacak ve belki de kamuoyuna mal olacak, bu da ancak ikimizin çalışmalarına ve geliştirmeye çalıştığımız sosyal değişmelere karşı çıkmakta olan insanları rahatlatacaktır.
Anasognosia diye bir durum var; hastalığını bilmeme, daha doğrusu kabul etmeme hali. Diyelim, beyninizin bir damarında bir tıkanma ya da kanama oluyor ve bedenin diğer (karşı) yarısı felç geçiriyor. Kolunuzu, bacağınızı oynatamıyorsunuz, ama soruduğunda hiçbir sorun yokmuş gibi, uzuvlarınızı rahatça kullanabiliyormuşsunuz gibi yanıt veriyorsunuz. Hekim felç olan kolunuzu hareket ettirmenizi istediğinde yapamıyorsunuz, ama bunu çeşitli bahanelerle açıklamaya çalışıyorsunuz: “Hareket ettirdim ya işte” ya da “Bugün biraz tembellik ediyor” gibi.
Bu klinik tablo daha çok, hatta neredeyse istisnai olarak, beynin sağ yarısında meydana gelen hasarlarda ortaya çıkıyor. Nöropsikanalistler bunu beyin-zihin-beden ilişkisinin çok iyi bir örneği olarak okuyorlar: Beyindeki hasar “inkar” denen psikolojik savunma mekanizmasını harekete geçiriyor; kişi, hayatın birçok alanında olduğunu gibi, kabul etmek istemediği gerçekliği doğrudan reddetme, kabul etmeme, inkar yolunu seçiyor, bilinçdışı olarak. Ancak, psikanalistleri asla işin içine katmak istemeyen sinirbilimciler alternatif açıklamalar da getiriyorlar. Bu açıklamalardan birine göre, beynin sağ yarısı ham duyguların gelip yüksek düzeyde işlendiği bir yer. Orada beden şemasıyla ilişkileniyor ve biz bedenimizin duygusal hali konusunda bu yolla bilgi sahibi oluyoruz. Sol yarısı ise, bu bilgilerin akılcı bir şekilde değerlendirdiği yer. Dolayısıyla, hasara uğrayan sağ beyin yarısından duygularla ve beden şemasıyla ilgili bilgilerin sağlıklı bir şekilde aktarılamaması, sol yarının beden sağlammış gibi davranmasına yol açıyor.
Ancak, bugün okuduğum bir makale bu işlerin hiç de öyle olmayabileceğini gösteriyor. Şöyle ki: Hepimiz ebeveynlerin çocuklarını diğer tüm çocuklardan daha değerli, daha güzel, daha zeki gördüğüne tanıklık etmişizdir. Bu tutum “Kargaya yavrusu kuzgun görünürmüş” atasözünde ifadesini bulur. Ancak, bu tutum kimi zaman ebeveynlerin çocuklarındaki ciddi sorunları görmezden gelmelerine yol açıyor. Makalede anılan böyle bir olguda, 8 yaşındaki bir çocuktaki ilerleyici beyin hastalığına 3 yıl geç tanı konabilmiş. Oysa çocuk bu üç yıl boyunca zihinsel işlevlerinde çok ciddi düşüş sergilemiş, fakat bu düşüş çocuğun davranışlarına da yansımasına rağmen, ailenin hiç dikkatini çekmemiş. Sonunda da tanı konduğunda da ne yazık ki kemik iliği nakliyle geri dönebilecek hastalık için çok geç kalınmış ve çocuk tanıdan yaklaşık 6 ay sonra kaybedilmiş.
İşte bu durum, beyin hasarı geçirdiği halde hareketlerindeki ve hissetmesindeki kusurların farkında olmayan anozognoziyalı hastaların yakınlarında da gözlemlenmiş: Hastaya yakınlık düzeyiyle orantılı olarak, çevresindeki kişilerin, aynı hasta gibi, ciddi nörolojik kusurların farkında olmadan uzun bir süre geçirdikleri saptanmış, söz gelimi 6 ay, bir yıl… Bu neden önemli? Eğer hastanın hastalığını fark etmedeki kusuru salt nörolojik bir nedene bağlı olsaydı, örneğin, yukarıda değinildiği gibi, sadece beynin sol yarısının sağdan bilgi alamadığı için durum normalmiş gibi davranmasına bağlı olsaydı, hastanın yakınlarındaki bu farkındalık eksikliği nasıl açıklanabilirdi? Demek ki, hasta nasıl inkar savunmasını kullanarak kabul edilemez bir gerçekliği görmezden gelmeye çalışıyorsa, aynı şeyin yakınları için de geçerli olduğunu düşünebiliriz.
Sonuç olarak, beynin sadece bir bilgisayar gibi çalışan, salt bilgi işleyen bir makine olmadığını; anlam dünyasını (duygularını), fiziksel ve toplumsal çevresini (kendi niş’ini), geçmişini (belleğini) hesaba katmadan yapılacak tüm çözümlemelerin eksik kalacağını bir kez daha görüyoruz. Bir kez daha yüzümüzü sinirbilim ile psikanaliz arasındaki işbirliğinin sağlayabileceği olanaklara doğru dönüyoruz.
Clarici A, Guiliani R. Growing Up with a Brain-Damaged Mother: Anosognosia by Proxy? Neuropsychoanalysis 2008; 10(1): 59-79.