(PsikeArt 2015; 42: 24-28)
KENDİNE ACI, ONDAN NEFRET ETME
George Orwell, 2. Dünya Savaşı’nın sonunda, Amerikalıların bir savaş tutsağı kampını ziyaret eder. Orada bir grup korkudan sinmiş, perişan SS subayı görür. Bir asker onlara yaklaşır ve birine sert bir tekme atar. Ayağa kalkmasını söyler. Adam da kesin bir dehşetle ve tekmeden kaçmanın imkansızlığıyla bunu yerine getirir. Orwell şöyle devam eder:
“1940’lara geri dönüp bir SS subayının tekmelendiğini, aşağılandığını gördüğümüzü hayal etsek, bu sahne bizi sevinçten çıldırtmaz mı? Şu var ki, böyle şeyler yapılabilir hale geldiğinde, sadece acıklı ve iğrenç olurlar… Doğrusunu söylemek gerekirse, intikam diye bir şey yoktur. İntikam, güçsüz olduğunuzda ve güçsüz olduğunuz için yaptığınız bir harekettir: İktidarsızlık hissi kalktığında, arzu da buharlaşır gider.” George Orwell, 1945/68. Revenge is sour, In (S. Orwell & Angus, Eds). The Collected Essays, Journalism and Letters of George Orwell. Volume IV. Harmondsworth, Penguin. sa. 184)
Bir Vaka:
11 Eylül Muhammet’in hayatını sonsuza değin değiştirdi, fakat kendisi ya da tanıdığı biri terörist saldırılarda yaralandığı için değil. Muhammet her gün okula korkuyla gidiyordu: insanlar koridordan geçerken sadece kara derisi ve İran kökeninden dolayı onu Usame diye çağırmaya başlamışlardı. Muhammet’in ABD’de doğmuş olmasının ve ebeveynlerinin kendilerininki gibi bir aile kurmak için sıkı bir şekilde çalışmış olmasının onlar için bir önemi yoktu. Tek gördükleri, kendileri ile Muhammet arasındaki farklılıklardı, benzerlikler değil. Onun da teröristlerden kendileri kadar nefret ettiğini kavrayamıyorlardı. Orta Doğu’yla bağlantısı olan herkesin bir avuç tehlikeli aşırı uçla aynı fikirleri olması gerektiğini sanıyorlardı.

Bu vaka örneği, ABD’de gençleri çeşitli duygusal durumlar konusunda bilgilendirmek için hazırlanan broşür dizisinin Nefret Duygularıyla Başa Çıkmak başlıklı kitapçığından alındı. Kitapçıkta Hoşgörüsüzlük, Önyargı, Benzerlik ve Farklılık, Klişeler ve Günah Keçisi Yapma, Azınlıklar, Ayrımcılık gibi konular işlenmekte ve gençler Nefret Suçları ve Kadına Karşı Şiddet konusunda uyarılmakta. Ülkemizdeki politik, cinsel, kültürel, vs. nedenlerle gelişen yaygın linç girişimlerini ve devletin bu suçlara karşı hoşgörüsünü düşününce, imrenmemek elde değil. Gene de, orayı örnek vermenin burada işleri düzeltmek için bir yararı olabilir, diye düşünerek devam edelim.
Bilgilendirme epey temel bir düzeyde; benzerlik ve farklılıklar üzerinde durarak başlıyor. Her gün ABD’nin her yanında insanlar kendilerinden farklı sosyal gruplara -farklı etnisitelere, milletlere, dinlere, cinsiyetlere ya da cinsel yönelimlere- reddetme ve düşmanlıkla tepki gösteriyorlar. Aslında tüm insanlar benzerdirler; hepimiz Afrika’daki ortak atalardan geliyoruz. Aynı zamanda aramızda ince farklılıklar da var: Kısa ya da uzun, şişman ya da zayıf, açık tenli, kıvırcık ya da düz saçlı, erkek ya da kadın olabiliriz. Konuştuğumuz dil, sahip olduğumuz kültürel değerler açısından değişiğiz. Kişiliklerimiz de farklı olabilir: Bir çocuk çekingen, diğeri dışadönük, biri sporda iyi, diğeri matematikte olabilir.
Okumaya devam etMakalenin aslı: Sabelli H.C., Carlson-Sabelli L. Biological Priority and Psychological Supremacy: A New Integrative Paradigm Derived from Process Theory. Am J Psychiatry 1989; 146(12): 1541-1551
Süreç kuramı biyolojik, sosyal ve psikodinamik psikiyatrinin bütünleştirilmesine yarayan, fiziksel ve psikolojik süreçlere ilişkin kapsamlı bir kuramdır. Süreç kuramı matematiksel dinamikler ve Heraklitus’un süreç felsefesinden çıkan kavramları kullanır. Klinik olarak da uygulanabilen üç yeni kavram sunar: i) (biyolojik ya da psikolojik üstünlük kuramlarına karşıt olarak) biyolojik öncelik ve psikolojik üstünlük, 2) (psikoanalitik ve diyalektik çatışmalara ve sistemler homeostazisine karşıt olarak) karşıtların birliği ve 3) (belirlenimciliğe ve gelişimsel kuramlara karşıt olarak) yaratıcı çatallanmalar.
Çoğu klinisyen bugün psikiyatrik bakımda biyolojik, sosyal ve kişisel etkenleri bütünleştirme gereksinimini kabulleniyorsa da, (bu yöndeki) çabalar kapsamlı bir kuramın eksikliğinden dolayı kesintiye uğramaktadır. Eklektizm, belli bir bozukluğun nedeninde ya da tedavisinde bir çerçevenin ne zaman ötekinden daha önemli olduğunu göstermeyi savsakladığından, yeterli değildir. Klinik ve sosyal bilimlerde deney yapmanın muazzam ekonomik ve insanî bedeli kuramsal yaklaşımların kullanılması gereğini gösterir. Olası bir bütünleştirici çerçeve olarak bir çok Amerikan psikiyatristi tarafından benimsenen “sistemler kuramı” sorunların ele alınma sırası konusunda yol gösterici olmadığından, bu işi görememektedir. Engel, sistemler kuramına dayanarak ardışık bir biyopsikososyal yaklaşım önerirken, Pribram tedavinin herhangi bir noktadan başlayabileceğini, çünkü herhangi bir parçayı değiştirmenin bütünü değiştirmek olduğunu savunmuştur. Bu kavramların ikisi de sosyolojik ve sosyobiyolojik formülasyonlarla uyuşmamaktadır; çünkü bunlar gerek türün, gerekse tek bir kişinin tarihinde bireyselliğin gelişiminde toplumsal süreçlerin önceliğini kabul eder. Süreç kuramının işaret ettiği biyopsikososyal yöntem budur.
Çoğu süreç kuramı örneğini fizikte (mekanikte) bulmuş ve matematik modeller (örneğin, Newton’un dinamiğini) kullanmıştır. Başkaları toplumsal söylemi (diyalektik, Sokratik, Hegelyan, Marksist) ya da ilkin Heraclitus’u esinleyen biyolojik ve psikobiyolojik modelleri örnek almıştır. Freud üç modelden de yararlanmış; psikolojik süreçlerin mekanik ve biyolojik süreçlerle aynı yasaları izlediğini varsaymış, kendi psikodinamiklerini zamanının dinamik bilimi üzerine kurmuştur. Bu varsayımı benimsemek, psikodinamikleri zamanımızın doğrusal olmayan dinamik bilimi temelinde yeniden formüle etmemize yol açar.
Klasik dinamik geçmişin bugünü belirlediği mekanik bir model benimsemişti; klasik termodinamik kapalı sistemler üzerinde odaklanmıştı. Her iki nitelik de psikolojik kurama taşınmıştı. Ancak, insanlar açık sistemlerdir, yani, sürekli etkileşim ve değişim içinde olan süreçlerdir. Kapalı sistemler dengeye (“nokta çekicisine”) eğilim gösterirler: Bu kavram Hem Freud’un dürtü kuramında, hem de aile homeostazisiyle ilgili sistem formülasyonlarında mevcuttur. Açık sistemlerin ayrıca iki örüntüleri daha vardır: mevsimsel ve biyolojik ritimlerde olduğu gibi döngüsellik ve fiziksel sistemlerin, biyolojik mutasyonların ve psikolojik yaratıcılığın şekillenmesinde ve ayrımlaşmasında olduğu gibi yaratıcı çatallanmalar (“kaotik çekiciler”). Açık sistemlerde akışın bozulmasının kendiliğinden yeni yapılar yaratabileceğinin keşfedilmesiyle dinamikte devrim olmuştur. Bu “çatallanmalar” evrimin ve insanî yaratıcılık ve özgür istencin olabilirliğini açıklar. Günümüzde çatallanma kuramı fizikten fizyolojiye değin çeşitli uygulamalar dahil, uygulamalı matematiğin en etkin alanlarından biridir.

Modern dinamikten alınan temel kavramlar klasik homeostazis kavramını dramatik bir şekilde değiştirmiş ve çoktan biyolojik psikiyatriye girmiştir. Bununla birlikte, dinamiklerin psikolojik konulara uygulanmaya uygun kavramsal bir yorumu yoktur. Bu tür yorumların araştırılması bizi M.Ö. beşinci yüzyılda İyonyalı filozof Heraclitus’tan köken alan felsefî süreç kuramlarına götürür. Marmor, Heraclitus’un süreç kuramının modern psikiyatride gerek duyulan bütünleştirici çerçeve olarak kullanılabileceğini öne sürmüştü. Jung, Heraclitus’un kuramlarına açıkça gönderme yaparken, Freud bunları Hegel’in diyalektik modeli aracılığıyla kendine almıştı.
SÜREÇ KURAMI
Süreç kuramı her şeyin enerji içeren ve enerji alışverişi yapan bir süreç olduğunu öne sürer. Enerji akışı karşıtları farklılaştırır ve yaratıcı evrim, karşıtların evrensel etkileşiminden kaynaklanır. “Süreç” sözcüğü Latince “ilerlemek ya da öne çıkmak”tan türemiştir. Bu, izole olaylar, denge durumları etrafında salınımlar, istikrarlı bir durumun homeostatik devamı, döngüsel yinelemeler ya da rastgele değişmeler gibi diğer değişim görüşlerinden farklıdır.
(Bu yazı -ilginç bir zamanlamayla- Şizofrengi‘nin son sayısında (Nisan 1997 Sayı 27: sa. 29-30) yayımlandı.)
Hayatınızda hiç değilse bir kez belli bir ANı hiç yaşamamış olma, zamanı geriye çevirip o ANın öncesinden yeni den yaşamaya başlama isteği geçmiştir içinizden: Polise enselenme ANı, başka bir arabaya çarpma ANı, sevilen birini yitirme ANı, gibi. Kimisinde bu bir istek olmaktan çıkıp zorlantıya dönüşür. Böyle bir durumda zihin öyle büyüsel bir tarzda işler ki, olmuş bitmiş olan ya da olup bittiği düşünülen bir şey olmamış kılınmaya, etkisizleştirilmeye çalışılır. Pek yerine oturmayan bir Türkçeyle “yapıp- bozma” diye çevrilen bu zihinsel düzenekte kişi, geçmiş düşünceleri, sözleri ya da eylemlerinin olmamış olmasına; gerçekte ya da düşüncesinde yaptığı ya da yaptığını düşündüğü olumsuz bir eylemin etkisini kaldırmaya, yapılmamış gibi saymaya çalışır. Almanca aslı “ungeschehenmachen” (olmuş olanı etkisizleştirmek), Fransızcası “annulation retroactive” (geriye dönük yürürlükten kaldırma) olan “undoing” sözcüğünün yetersiz bir anlatım olduğu çok belli olduğu için hemen her zaman “undoing what has been done” (yapılmış- edilmiş olanı iptal etmek) şeklinde kullanılır. Her durumda anlatılmak istenen, zaman sanki tersine çevrilebilirmiş gibi, geçmişte olup bitenlerin ortadan kaldırılmaya çalışılmasıdır.

Düşlemde de olsa bağlantısız bir eylemin çok uzak sonuçları olabileceğine (elektrik düğmesine basmakla babanın ölebileceğine) ya da nazar değmesin diye maşallah diyerek ve ya kötü bir olaydan söz edildiğinde tahtaya vurarak bizim de başımıza gelmesinin önlenebileceğine duyulan büyüsel inanç üzerinde düşünmeyi başka zamana bırakıyorum. (Aslında çok da sağlam durmayan, kayan bir inançtır bu. Hemen ardından karşıtı düşünce/eylem gelir ve böyle yineler durur.) Merak ettiğim şu: Zihnimiz böyle bir düzenek kullanabildiğine (zaman içinde geriye dönüp düzeltmeler yapabildiğine) göre, bildiğimiz anlamda -akıp giden- bir zaman kavramına sahip olduğu söylenebilir mi? En azından bilinçdışı düzeyinde böyle olmadığını biliyoruz. Çünkü bilinçdışı işleyiş zaman tanımaz. Orada ne zamanın bir yönü, ne de düzeni vardır. Düşlerde, sanatta, ruhsal rahatsızlıklarda zamanda geri ye gidilebilir, ama “normal”, “mantıklı” zihinsel işleyişte her şeyin bir sırası, zamanın bir akışı vardır. Gün delik hayatımızı da bu “normal” duruma göre düzenler, hiç bir zaman “dün işimi yapacağım, bugüne bir şey kalmaz” diye düşünemeyiz. Olağan dünyamızda zaman hep ileriye doğru akar, geriye dönmesi düşünülemez.
(Şizofrengi, Şubat 1995 Sayı 17: sa. 33-34)
Bu satırları günün ilk ışıkları uzaklardaki bulutların arasından huzmeler halinde süzülürken, haftalardır çalışmanın yorgunluğundan ağırlaşan göz kapaklarım bana uykusuzluğumu anımsatır, ama bu arada yoğun çabalarım ürünü olan kuramsal buluşumun coşkusuyla boşalan gözyaşlarım ak kağıda bir şelale gibi dökülürken… yazmıyorum. AkIım duru ve aydınlık; yine de içimde büyük bir karanlığın ardından ışığı görmenin heyecanı…
Yaklaşık dört beş yıldır dünyada olup bitenleri kafamda evirip çeviriyor, bir anlam vermeye çalışıyorum. Hani şu, adı ünlü fıkralardaki uluslararası heyetin Japon üyesini anımsatan Fukuyama diye biri “tarihin sonu geldi” deyince iyice afalladım. Sahiden de bir şeyler dönüyordu ortalıkta, ama ne? Günler, geceler boyu süren uzun düşünmeler sonunda “tarihsel fallus-merkezli gelişme kuramı”nı buldum. Şimdi rahatım. Ama yetmiyor, sizi de rahatlatmak istiyorum. Çünkü biliyorum, siz de anlamakta güçlük çekiyorsunuz. .Oysa insan aklı, anlamak/düzenlemek tutkunu. İşte son zamanlarda olan bitenlerin/söylenenlerin kendi-açım açısından açıklaması:

Önce gözlerimizin önündeki olaylara bakalım, neymiş herkesi şaşırtan bu gelişmeler? Söylediğim gibi, bugünler için “tarihin sonu” deniyor. Bu, zamanın/tarihin bir yönü olduğunun yadsınması; toplumsal ilerleme düşüncesinin sona ermesi demek. Özetle, bir yere gittiğimiz yok. Dolayısıyla, sosyalizmde en gelişkin ifadesini bulan tarihsel ilerleme düşüncesi, yerini yönsüz/yansız bir durağanlığa/yayılmaya bırakıyor. Bunun politikadaki en önemli görünümü, “yeşil hareket”in çıkışı ve genişlemesi (genişleme, çünkü yükselme anlam yüklü bir sözcük.) Yeşil hareketin içinde neler var? Anti-otoriter, DİKEY değil yatay örgütlenme yanlısı solcular, doğacılar, teknoloji karşıtları, kadın hareketleri, eşcinseller…
Tarihin bir yönü olduğu düşüncesinin, ilerleme/gelişme anlayışının yadsınmasına, bildiğiniz gibi, şimdilerde “postmodern durum” diyorlar. Postmodern durum anladığım kadarıyla 1-sanatsal, bilimsel, ahlaki politik tercihlerin bir arada, birbiri üzerinde üstünlük taslamadan, yan yana bulunmasını, 2- bunların da özellikle “büyük” olanlarının değil, “küçük”lerinin yeğlenmesini, 3- böylece yalnız politik (ideolojiler), ekonomik (işletmeler), ailevi (iki kişilik) vb. düzeyde değil, coğrafi olarak da “küçük”lerin, yerelliklerin öne çıkmasını anlatıyor.Bir de kafamızın henüz bugünkü kadar karışmadığı dört beş yıl öncesine bakalım, durum nasıldı? Okumaya devam et
(Şizofrengi 1996; sayı 24: sa. 52-54)



Sigmund Freud’un kuramlarına ilk karşı çıkan Alfred Adler’di. Adler’in 1911’de Freud’la bozuşmasıyla sonuçlanan psikanalizi yeniden şekillendirme çabası, daha sonra neo- ve post-freudcuların katkılarında bulunan bütün öğeleri içeriyordu. Sonrakiler gibi bu çabada da yeni formülasyonlar daha insanî, liberal ve toplumsal bir bilinç adına ortaya kondular. Sonrakiler gibi burada da kuram ve üstkuramdan pratiğe ve pragmatizme, cinsel ve ruhsal derinlik ve geçmişten cinselliksiz ruhsal bir yüzeye ve bugüne doğru bir kayma meydana geldi. Sonrakiler gibi burada da öznellik “birey” kisvesiyle psikanalize eklendi. Bütün bu liberal revizyonlar psikanalizin devrimci özünü sağduyu ile değiştirdiler. Adler ve ardından gelenler bastırma, çocuk cinselliği ve libido gibi ayrıksı kavramlardan kaçmaya çalıştılar, çünkü bunlar “geleneğin önyargılarına ters düşüyorlardı”.

Freud’un Adler’e tepkisi, Frankfurt Okulu’nun neo-freudculara verdiği yanıtın önhabercisiydi. Her ikisi de psikanalizin önceliklerinin yerine gündelik aklın konmasına; içgüdüsel dinamiğin yerine toplumsal etkenlerin ya da ilginin, bastırma ve cinselliğin yerine güvensizliğin ve amaçların, derinlik psikolojisi yerine yüzey psikolojisinin geçirilmesine karşı çıkıyordu. Freud’a ve eleştirel kurama göre, cinsellik, bastırma ve libido psikanalizden çıkarılacak şekilde revize edildiği anda, psikanalizin kendisi bastırılmış demektir. Adorno, neo-freudcular üzerine yazarken, “yüceltmeyi analiz etmek yerine” diyordu, “revizyonistler analizin kendisini yücelttiler.”
Okumaya devam et
Aklın yüceliği şuradadır ki, ona karşı çıkanlar bile ondan yararlanmak zorundadırlar. Yoksa kimse dinlemez onları.
Doğu’da -Mısır, Asur, Babil ve Fenike- gerek aritmetik, gerekse astronomi bilgisi ileriydi; çünkü arazi ölçümleri için, Nil’in sularının yükselme ve alçalma zamanlarını ve güneş tutulmalarını hesaplamak için bu bilgiler gerekliydi. Ancak bu bilgileri rahipler gizli tutuyorlardı.
Aklın(ın) gücünün farkında olmayanlar ya da bunu kendilerine yakıştıramayanlar, aklın(nın) çözdüğü bilmecelerin büyüklüğünden şaşkınlığa düşer ve zihinlerinin bir köşesinde hep bir sır bulunduğu inancını taşımayı sürdürürler.

“Günümüzden beş bin yıl önce Mısır’da bir terzi yaşadı. Bu terzi, yüz bin yıllık bilinç diyalektiğinin oldurduğu bir düşünceydi. Beş bin yıldan beri gök ve yer ölçüleri içinde parlayan bütün ışıklarda, bu terzinin kıvılcımı vardır. Terzi mısır papirüslerinde Hermes Tut adını taşıyor. Yunanlılar ona Ermis, ya da üç kez bilgin anlamında Trismegiste diyorlar. Yahudilere göre adı Hanok’tur. Araplar, Hermes-ül Heramise adıyla anmaktadırlar. Kur’an’a göre o, Adem ve oğlu Şit’ten sonra gelen üçüncü peygamber İdris’dir. İlginçtir, evren görüşünün dünya merkezli olduğu (dünyanın sabit sanılıp diğer gökcisimlerinin dünyanın çevresine sıralandığı) zamanlarda insanlar uyumun, yasanın, yetkenin kaynağını gökte arıyorlardı; oysa dünyanın güneşin çevresinde -üstelik hiç de öyle Pisagorik kutsal bir daire yapmadan- dolanıp duran diğer gezegenler gibi sıradan bir gezegen olduğunun bulunmasına, tüm yetkenin insanda (insan aklında) olduğu inancı eşlik etti: Dünyanın evrenin merkezi olmaktan çıkması, insanı evrenin merkezine oturttu.”
“Terzi Hermes, evrensel düşünü şöyle kuruyor: kocaman boşluğun en altında ölümlülük yeri dünya var, en üstünde de ölümsüzlük yeri Zuhal yıldızı… Zuhal yıldızı evrensel aklın bütün esrarını taşımaktadır, yedinci ve son kattır. Maddeye boyun eğmeyen başarılı ruh, yeryüzündeki kısa sınavını verdikten sonra, bu katları basamak basamak çıkar: İlk basamak Ay’dır (düşünce). Sonra sırasıyla Utarit (soyluluk), Zühre (aşk), Güneş (güzellik), Merih (adalet), Müşteri (bilim) yıldızlan gelir. Yedinci ve son kat, ölümsüzlüğe kavuşulan büyük aydınlık, tümel aklın tüm sırrını saklayan Zuhal yıldızının katıdır.”
Yetkenin gökten yere indirilmesi ve Tanrı’dan insana geri verilmesiyle, yani, burjuva düşüncesinin doruğunu temsil eden Aydınlanma ile yaygınlaşan insan aklına inanç (hatta kimi zaman akıl tapımı), burjuvazinin ilerici konumunu yitirip yozlaşmasıyla birlikte, onun öteki değerleri eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi, yerini aklın küçümsenmesine (eşitsizlik, baskı ve ayrımcılığa) bıraktı.
Kopernik’in güneş merkezli evren modelini açıkladığı yapıtı Gökyüzü Küreleri’nin Dönmesi, onun öldüğü yıl, 1543’te yayımlandı.
İnsanların olup bitenlere anlam veremedikleri dönemlerde hep akıldışı öne çıktı. Örneğin, savaş ve ekonomik çöküntü dönemlerinde insanın insana karşı kıyıcılığına, acımasızlığına tanık olunması sonucu oluşan karamsar görüşler, insan davranışlarının kökenini akıldışında aramaya yöneltti. Büyük akılcılarsa, gerek toplumun, gerekse insan zihninin yasalarını başka bir yerde değil, onların ta içinde, derinlerinde aramamız gerektiğini gösterdiler. Böylece bir yandan toplum, o güne kadar bir olgular yığınından ibaret olan tarihin yasalarının keşfiyle, dönüşüme açık bir hale gelirken; öte yandan yalnızca bilinçle ya da iradeyle bir tutulan akıl da sınırlarını genişletti, kendisini çoğu zaman hiç de sezdirmeden yönlendiren bir yanının (bilinçdışının) ayrımına vardı.
Galile, Kopernik sisteminin bir modelini herkesin görebileceği bir şekilde ortaya çıkarmıştı. 1610’da, en çok okunan bilimsel kitap olacak olan ve içinde gözlemlerini kısaca ve açıklıkla sıraladığı Yıldızlardan Gelen Haberci’yi yayımladı.
Aklın, ürünlerine bakarak karar verilemeyecek kadar çok boyutlu bir işleyişe sahip olduğu anlaşılmıştı. Çünkü akıl bir yandan her türden hatalarımıza karşı bahane bulmaya çalışırken, bir yandan kendimizi eleştirmemizi sağlayan; bir yandan dünyayı totemlerle, ruhlarla, yıldızlarla… açıklamaya çalışırken, bir yandan olgulardan genellemelere giden, soyutlayan, düzenleyen; kısacası, bir yandan bilinmezin, gizemlinin, anlaşılmazın etkisiyle inanca, bir yandan da bildiklerine karşın kuşku duymaya yönelten bir etkinlikti. Sonuçta akıl birtakım içeriklerin toplandığı bir depo değil, işlerliğiyle anlaşılabilen bir enerji olarak kavramsallaştırılmalıydı.
Stevin 1585’te ondalıkları, Napier 1614’te logaritmayı buldu.
Evrendeki her şey gibi aklın özü de diyalektiktir. Doğru ve yanlış, saçma ve mantıklı, bilinçsiz ve bilinçli… gibi kuşku ve inanç da aklın olmazsa olmaz kategorileridir. Aynı şekilde akıl yalnızca düşünce değil, hatta ondan daha çok eylemdir. Akıllı insan derken, diğer insanlardan belli bir miktar daha çok akla sahip olan birini değil, akıllıca hareket eden bir insanı anlatmak isteriz. Nitekim akıl da insanın kendi davranışını bilmesine, yargılamasına ve tayin etmesine yarayan yetenek olarak tanımlanır. İbni Sina’nın deyişiyle: “Kafamızda akıl iki türden olabilir. Birincisi, kusursuz bilgidir… İkincisi, kusursuz eylem.”
Harvey 1627’de kan dolaşımını buldu.
Bugün yanlışın içindeki doğruyu, saçmanın mantığını, kuşkunun altındaki inancı seçemeyen; varolanın özündeki geleceği, görünenin altındaki potansiyel gerçekliği sezemeyen, kısacası hayatın diyalektik ruhunu kavrayamayan, bu yüzden de dünyaya karamsar bakan, oysa aklın yanında olması gereken birçok insan, duygu adına akla, öznel adına nesnele, sonuçta da bilinemezcilik adına bilime karşı çıkıyor. Mutlak diye bilinen zamanın ve uzamın göreceliğinin anlaşılması (diyelim, bir parçacığın aynı zamanda hem konumunun, hem de hızının hesaplanamayacağının görülmesi) gibi sonuçları dolayısıyla kuantum fiziğinin sergilediği tekinsizlik durumu, bu bilim karşıtı anlayışlara dayanak olarak kullanıldı. Örneğin, deneysel sonuçların nedensel bağlantısını belli bir olasılıkla öngörme gereksiniminden çıkan belirsizlik kuramı, her şeyin rastlantısal olduğu, olayların önceden kestirilemeyeceği, nedenselliğin yalnızca insan zihninin niteliği olduğu savına dönüştürüldü. Bilim adamının “görecelik”ten söz ettiğini gören bazıları, buradan “görecilik”e çok kolay geçtiler ve “her şey görelidir” sonucuna varıverdiler.
“Aklımıza kanat değil, kurşundan çarık gerek” diyen, tümevarımın babası F. Bacon’ın Novum Organum’u 1620’de yayımlandı.
Postmodernizm (“her şey gider” anlamında), okültizm, mistisizm, astroloji, vs. vs.nin aklımızın ırzına geçmeye devam ettiği bir dünyada, aklımıza “mukayyet” olmalıyız. Nerelerde bittiğini bilmesem de, aklımızın da sınırlarının olduğunun, bildiklerimizden çok bilmediklerimizin bulunduğunun, kaldı ki, “bilme”nin tek başına yeterli olmadığının farkındayım. Bunu, akıl sözcüğünün Arapça “köstek”ten geldiğini öğrendiğimde bir kez daha anladım. Yine de sözü edilen sınırları genişletmenin, kösteklerimizi açmanın yolunun da aklımızı kullanmaktan geçtiği kanısındayım. Elbette bu kösteklerin (aklımızın yani) ayaklarımıza dolanmasını istemiyorsak, teker teker kendi aklımıza da fazla güvenmeyelim. Çare kuşkuyu elden bırakmamaktır. Gereksinim duyduğumuz şey ELEŞTİREL AKILDIR. .
Descartes’in Aklın İdaresi İçin Kurallar’ı 1628’de yayımlandı. (Descartes metodik bir şüpheden yola çıkar. Bu metot, yanılgı ve önyargıları önlemek, eleme yoluyla şüphe edilemez bir gerçeğe ulaşmak için, her şeyden şüphe etmeye dayanır.)
– Bernal, J. D.: Bilimler Tarihi, Sosyal Yayınlar, 1979
– Hançerlioğlu, O.: Mutluluk Düşüncesi, Varlık Yayınları, 1965
– Hızır, N.: Felsefe Yazılan, Çağdaş Yayınları, (2. bası), 1981
– Kirilenko, G.; Korshunova, L.: Felsefe Nedir (Çeviri: Gül Aysu), Bilim ve Sanat Kitapları, 1987
– Meydan Larousse
Şizofrengi 1992; 2: 5-7 (Phil Brown. Toward a Marxist Psychology‘den (New York: Harper and Row, 1974) alındı.)

(Şizofrengi, Sayı 9; 1993: 27-27)
Psikiyatristler her ne kadar karşılarındakine soru sorar ve onu tanımaya çalışır gibi görünürlerse de, bulmaya çalıştıkları şey “kendi”leridir. Bu ister bilinçli bir çabanın, isterse farkında olmadığımız etkenlerin bir sonucu olsun, bütün insanlar gibi psikiyatristler de herkesten daha çok “kendi”lerini tanımak isterler. İnsanlık tarihi boyunca süren bu arayış, felsefenin suskunlaştığı böyle bir dönemde, psikolojinin sırtına yüklenmiştir.
Psikolojide kendimizi anlayabilmemizi kolaylaştıracak ne gibi ipuçları bulunabilir? Bu anlayış, kendimizi (ve diğer insanları) bağlarından kurtarıp özgürleştirmeye yarayabilir mi? Yoksa insan kendi doğasına mahkum mudur?