İntiharın tanımlanması zordur, çünkü hangi davranışların intihar sayılacağı her zaman çok açık değildir. Söz gelimi, sadece tasarlayarak kafasına kurşun sıkmak, yüksekten atlamak, kendini zehirlemek, vb. gibi bilinçli olarak ve ölme niyetiyle yapılan eylemler mi intihar sayılmalıdır? Peki, hızlı araba kullanmak, dağcılık, çok fazla alkol ya da sigara, vb. tüketimi, vb. gibi, ölüme yol açma ihtimali yüksek davranışlar, en azından bilinçdışı düzeyde, intihar kabul edilemezler mi? İntihar üzerinde tartışabilmek; yaygınlığı, nedenleri, koruyucu önlemleri vb. konularında fikir yürütebilmek için, hangi davranışların bu kategoriye dahil edilebileceğini bilmek gerekir. Ayrıca, tarihin bilinen zamanlarından beri toplumların bu konudaki kınayıcı, yasaklayıcı, hatta cezalandırıcı tutumları da intiharın araştırılmasını çok güçleştirmiştir. İntiharla ilgili buna benzer daha başka birçok soruna rağmen, bu alandaki çalışması hâlâ aşılamayan Durkheim’ın tanımı, birçok açıdan yeterli görülmelidir. Ona göre, “ölen kişi tarafından ölümle sonuçlanacağı bilinerek yapılan olumlu ya da olumsuz bir edimin doğrudan ya da dolaylı sonucu olan her ölüm olayına intihar denir1.”
İntihar konusunu bir dergi makalesinin sınırları içinde bütün boyutlarıyla, kapsamlı bir biçimde ele almak olanaksız olduğundan, burada sadece kimi yönlerine değinilecektir. Ölümle ilgili kimi toplumsal tutumlara kısaca göz attıktan sonra, intiharın sıklığı ve yaygınlığına dair bilgiler verilecek, ardından nedenlerine dair psikolojik, biyolojik ve toplumsal varsayımlardan kısaca söz edilecektir. İntiharın felsefi boyutlarına bir örnek olsun diye, intihar konusunu mesele edinen yazarlardan Camus’nün fikirleri kısaca sergilenecek; son olarak okura, “başkalarının yardımıyla intihar:ötanazi” ve “intihardan sonra geride kalanlar” hatırlatılacaktır.
Oğlunun ölmesinden sonra matem acılarına boğulmuş bir kadın Buda’ya danışır; kuşkularının yanıtının onda olduğunu söyler. Ancak, Buda kadına bir yanıt vermeden önce, ölümün değmediği her evden bir arpa tohumu toplamasını ister. Kadın bütün evleri dolaşır, fakat tek bir tohum bile bulamaz. Buda’nın yanına döner; anlamıştır ki, her canlı ölmeye yazgılıdır2 (Campbell CS. Euthanasia and religion. The Unesco Courier 2000; 1: 37-9).
Bugün –özellikle- Batı toplumlarında hayat ile ölüm arasındaki bağlantı kopmuş, ölme süreci birçok bakımdan daha ürkütücü, daha yalnız, daha mekanik ve insanlıkdışı bir hale gelmiştir. Adı anılmayan bir konu olarak ölüm, seksin yerine geçmiştir: buna, “ölümün pornografisi” diyenler vardır3. Oysa, henüz böylesine karmaşıklaşmamış, daha ilksel topluluklarda ölüm hayatın geri kalanından böylesine kopmamış, toplumsallığını koruyan bir olguydu. Gerçi ölümle ortaya çıkan duyguların şiddeti, ölenin toplumsal konumuna göre değişir, hatta bazı durumlarda hiçbir duygu olmayabilirdi. Bir şefin, yüksek konumdaki birinin ölümünde gerçek bir panik tüm grubu sararken, bir yabancının, kölenin ya da çocuğun ölümüyse, tersine, neredeyse dikkati çekmez; bir duygu uyandırmaz, bir ritüele vesile olmazdı. Ancak, ölüm, toplumsal kayıplar, miras, hakların ve statülerin yeniden dağılımı, yas tutanların günlük hayatla yeniden bütünleşmesi gibi toplumsal konuları hep yeniden canlandırırdı. Bu bağlamda ölüm, toplumsal kaynaşmanın yeni bir denge kurulana kadar kısmen tahrip olması demekti4, tıpkı büyük sevinçler gibi. Günümüzde ise, ölüm giderek artan bir şekilde toplumun dışına itilmeye, göz önünden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Ölümün giderek daha fazla tıbbın bir konusu haline geldiği söylenebilir; intihar da bunun dışında kalmıyor. İntihar giderek daha artan bir biçimde psikiyatrik hastalıkların bir yan unsuru/sonucu olarak görülüyor.
Devamını oku: Psikiyatri
Yorumlar kapatıldı.