//
Psikiyatri

Obsesyonlar (Saplantılar/Takıntılar) (devam)

Özetle, birçok saplantıda duygusal durumun temel mesele olduğu çok açıktır, çünkü duyguyla bağlantılı fikir değişse de, bu duygusal durum değişmeden sürer. Örneğin, kişi her çeşit gerekçeyle (birine çarpmaktan, sevdiğine zarar vermekten, vs.)  pişmanlık hisseder.  Emin olamayan kişilerin aynı zamanda ya da peş peşe birçok kuşkusu olur. Bütün bunlarda duygusal durum değişmeden kalır; fikir değişir.  Duygusal durum bu haliyle her zaman haklılık taşır. Birine çarpmış gibi suçluluk duyan birinin, bunun için haklı nedenleri vardır; ibadet ederken aklına kötü fikirler gelen biri, bunun nedenlerini içten içe bilir. Bu duruma hastalıklı damgasını vuran iki nitelik: 1) duygusal durumun değişmeden hep sürmesi, 2) ilişkili fikrin artık özgün fikir olmayıp onun yerine geçen bir fikir olmasıdır. Bunun kanıtı, hastanın daha önceki öyküsünde, saplantının başında yer değiştirmiş olan özgün fikrin her zaman bulunabilmesidir. Yer değiştirilen fikirlerin hep ortak nitelikleri vardır: Hastanın cinsel hayatında unutmak için gayret gösterdiği, gerçekten sıkıntı verici olan yaşantılara karşılık gelirler. Sadece uygunsuz fikri, kendi açısından değişmeksizin kalan duygusal durumla ilişkili olması için başka bir uygunsuz fikirle değiştirmekte başarılıdır. Saplantıların çok önemli bir özelliği olan saçmalıklarını açıklayan şey, duygusal durum ile ilişkili fikir arasındaki bu uygunsuzluktur.

Psikanaliz başlangıçta hastalıklarla ilgilenirken, giderek kişilik özelliklerini de kimi gelişim dönemlerine saplanma, bastırmanın başarılı olması, tepki oluşturma gibi özelliklerle açıklamaya girişir. Bunun ilk örneği, bugün saplantılı-zorlantılı kişilik dediğimiz şeydir. Freud 1908’deki “Karakter ve Anal Erotizm” makalesinde bu kişiliği anal üçlemeyle açıklar: Anal üçleme düzen düşkünlüğü, cimrilik ve inatçılık olarak tanımlanır ve makaleyi Freud şu düşünceyle bitirir: “… tüm bu özelliklerin bir bütün oluşturdukları tartışmasız görünüyor.” Freud’un bu tanımı, yıllar önce yazılmış olmasına karşın doğru olmaya devam etmekte, anal üçlemenin özü DSM-V’in saplantılı kişilik tanımına da uymaktadır: “yaygın bir düzenlilik, mükemmeliyetçilik, zihinsel ve kişilerarası denetimle aşırı zihinsel uğraş örüntüsü.”  

Psikanalizde saplantılı kişilerin bu üç özelliğiyle birlikte sık rastlanan diğer belirtilerin önemli bir nedeni, üstben’in katılığıdır. Saplandığı (anal) dönem nedeniyle düşüncenin tüm-güçlülüğüne inanan saplantılı kişi, içinden geçen yasaklanmış düşünceleri ile eylemleri arasında ayrım yapmaz. Düşünmek yapmak olduğundan, örneğin, birine zarar verme düşüncesi, ona zarar vermekle aynı anlama gelir. Ve üstben’in cezalandırmasıyla karşı karşıya kalır. Sonuçta, aklına gelen istenmeyen düşünceler içinde acı çeken ya da doğru yapıp yapmadığı kuşkusu içinde yaşayan biri olur çıkar.  Freud, Janet ve Shapiro bu yüzden saplantılı kişiliğin ortak özelliğini “vicdanlılık” olarak tanımlamışlar, giderek de saplantı-zorlantı bozukluğu (SZB) “aşırı vicdanlılık bozukluğu” olarak bilinir olmuştur.

Sonra Nöro-bilim

Freud saplantılı ve fobik durumları anlatırken ilgisiz gibi görünen bir paragraf ekler ve zihinsel işlevlerde varsaydığı bir olguya dikkati çeker: Duygulanım kotası ya da uyarım birikimi. Paragraf okunduğunda, Freud’un “Project”sinin (“Bilimsel Bir Psikoloji Taslağı”) izlerine burada da rastlanır. ‘“Duygulanım “kotası, herhangi bir ölçü aracı olmasa da, bir “niceliğin” tüm özelliklerini taşır.’ “Nicelik” Freud’un ilk dönemlerindeki nöro-bilimsel çalışmalarını topladığı Project’de sinirler arası “enerji akışıyla” ilgili bir adlandırmadır.  Nitekim daha sonra cathexis adını alacak olan “yatırım” (ya da yükleme) terimi bu Project’den ödünç alınmıştır. Öyle ki, duygulanım kotası tıpkı cathexis gibi artma, azalma, yer değiştirme ve boşalma yetisine sahiptir. Yukarıdaki girişte görülebileceği gibi, bu kavramsallaştırmalar bastırma, yer değiştirme, vb. mekanizmaları, dolayısıyla saplantılı yapıları anlamak için kritik önemdedir. Böylece, bir fikrin duygulanımından ayrılmasının ve başka bir fikre bağlanmasını nasıl bir şey olduğunu kafamızda canlandırabiliriz. Andrade’nin de belirttiği gibi, 1) duygulanım kotası (quota of affect), 2) temsilci (vorstellung: idea, fikir) dürtünün psikolojik temsilcileridir. O halde, saplantılı durumlardan söz ettiğimizde, temsilcinin duygulanım kotasını (“niceliği”, cathexis’i) başka bir temsilciye aktarmasından söz ediyoruz.

Bu savların bugünkü nöro-bilimsel karşılığı var mıdır? Bunu görmek için, beyinde saplantıların ve zorlantıların neden ketlenemediklerini araştırmamız gerekir. Zira, güvenlik, temizlik, seks, şiddet ya da simetri konusunda işgalci düşünceler, kuşkular ya da endişeler, “emin olmak için” sayma ya da denetleme dürtüleri şu ya da bu ölçüde evrensel insan yaşantılarını temsil eden yaygın düşünceler, hisler ve davranışlardır. “Sağlıklı” insanlar bu tür düşünceleri, dürtüleri, hisleri ve davranışları düzenleyebilir ve ketleyebilirler. Saplantılı-zorlantılı kişilerin yapamadıkları şey, böylesine düşüncelerini ve hislerini denetlemektir. Sonuçta, kaygının eşlik ettiği saplantılar ortaya çıkarlar. Saplantılara da kaygıyı etkisizleştirmesi tasarlanan tekrarlayıcı, basmakalıp veya ritüelleşmiş davranışlar şeklinde zorlantılar eşlik eder. Bu bakış açısına göre, saplantılı-zorlantılı bozukluk kendini-düzenleme (self-regulation) ve davranış ketlemesi (behavioral inhibition) bozukluğuna bir örnektir.

Nöro-bilim araştırmaları, davranışsal denetim işlevlerinde beyin kabuğunun alın bölgesi (ön beyin: frontal korteks) ile ön beyin kabuğunun alt kısmındaki belli bir sinir hücresi kümesi (striatum) arasında bulunan devrenin rolüne işaret etmekte birleşirler. Bu devre beyin kabuğunun alın bölgesindeki (frontal korteks) belli alanlardan geçerek striatum içinde bunlara karşılık gelen hedeflere uzanır; oradan doğrudan ve dolaylı yolaklarla diğer bazal ganglionlar’dan talamus’a geçer ve sonunda her halka başladığı özgün alın lobu alanına geri döner. Beyin görüntüleme çalışmalarının ortak bulguları saplantılı-zorlantılı bozukluğun oluşumunda (ön-beyinden çıkıp ön-beyine geri dönen) bu kortiko-striatal-talamik-kortikal (KSTK) yolağın önemine işaret etmektedir. Örneğin, işlevsel görüntüleme yöntemlerinde (Positron Emission Tomography: PET, Single Photon Emission Computerized Tomography: SPECT, functional Magnetic Resonance Imaging: fMRI) kortiko-striato-talamo-kortikal devrelerde (ör, kaudat ve putamen’de), ön talamus’ta, alın lobunun göz kürelerinin üstüne denk gelen  bölümünde (orbito-frontal kortekste) ve beyin kabuğunun ön singulat bölümünde beyin metabolizmasında artış saptanmıştır. Belirtiler çeşitli yöntemlerle kışkırtılırsa, bu bölgelerde etkinlik ortaya çıkar, belirtilerin farmakoterapi ya da psikoterapiyle düzelmesiyle de etkinlik azalır.

Kısacası, çoğu araştırmacıya göre, saplantılı-zorlantılı bozuklukta en sık görülen belirtiler yetersiz ketleme ile ilişkilidir. Saplantılı-zorlantılı bozukluğun bilişleri işgalci düşünceleri / motor faaliyetleri ketleme ya da dikkati başka bilişlere kaydırmada başarısızlıkla tanımlanabilir. Bu ketleme iki tür olabilir: 1) İçsel bilişler (işgalci düşünceler, zihinsel ritüeller, uygunsuz stratejiler) üzerinde denetimi temsil eden bilişsel ketleme ile 2) motor faaliyetler (ritüel denetleme davranışları) üzerinde denetimi temsil eden davranışsal ketleme. Alın lobunun göz küresinin üstündeki bölümünde işlev bozulmasının yanıt ketlenmesini engellediği varsayılır. Tekrarlayan dirençli davranışlar ise, bazal ganglionlardaki motor veya bilişsel programların alın lobu devreleri aracılığıyla sağlanan ketlenmesinin bozulmasıyla oluşmaktadır. Ayrıca, yine alın lobunun göz küreleri üstündeki bölümü ile beyin kabuğunun ön singulat bölümünde faaliyet artışının saplantılı-zorlantılı bozuklukta görülen “hata saptama sisteminin” aşırı çalışmasına yol açtığı da ileri sürülmüştür.

Ve Evrim

Yapılan çalışmalar saplantılı kişilik özelliklerinin zaman boyunca kolaylıkla tanınan kararlı ve tutarlı bir örüntü olduğunu göstermektedir. Bu da saplantılı karakterin “doğal” bir davranış kompleksi olduğunu düşündürmektedir. Saplantılı-zorlantılı bozukluğun görülme sıklığının çeşitli kültürlerde değişmemesi de, hastalığın kökenlerinin modern insanın Afrika’dan 45 000-100 000 yıl önce çıkışından önceye tarihlendiğini göstermektedir. Evrimsel açıdan bakıldığında, SZB gibi nedeni bilinmeyen bazı psikiyatrik belirtilerin ve sendromların özgün stratejilerin abartılı çeşitlemelerini ya da yanlış gitmiş uyum stratejilerini temsil edebileceği ileri sürülmektedir. Bu anlayışa göre, saplantılı-zorlantılı bozukluk bu özelliğe sahip olan insanların üreme uygunluklarını atalarının yaşadığı çevrelerde bu özellikler bulunmayanlardan daha fazla artıran uyum sağlayıcı bir stratejinin abartılı çeşididir. İstenmeyen işgalci düşüncelerin ve zorlantılı ritüellerin tüm kültürlerde görülen evrensel fenomenler olması bu görüşle uyumludur.

Bozukluğun evrimsel temellerine dair iddialar, üreme yeteneği yüksek olmayan böyle hastalıkların nasıl var olmaya devam ettiği sorusunun yanıtlanmasını gerektirmektedir. Araştırmacılar bu soruya grup seçilimi kavramıyla yanıt vermişlerdir. Bireysel seçilim doğadaki tek edimsel kuvvet değildir, çünkü rekabet yakından ilişkili birey kümeleri (akraba seçilimi) ya da arı kolonileri veya insan kabileleri gibi büyük gruplar arasında da ortaya çıkabilir (grup seçilimi). Biyologlar doğada gözlemlenen elverişsiz ya da özgeci fenotipik özelliklerin varlığını açıklamak amacıyla genel olarak akraba seçilimi kavramını yardıma çağırmışlardır, ancak, son yıllarda grup seçiliminin potansiyel etkisi daha fazla değer kazanır olmuştur. Bazı özellikler genelde herhangi bir birey ya da aile için dezavantajlıdır, fakat buna rağmen tüm gruba avantaj sağlayabilirler. Örneğin, avcı-toplayıcı toplumlarda kabilenin bütünlüğüne yönelik en büyük üç tehdit saldırıyla yok edilme (predation: kabile saldırıları dahil), hastalık ve açlıktı. Saplantılı-zorlantılı bozukluğun denetleme, yıkama ve biriktirme belirtileri bu üç önemli ama görece düşük olasılıklı tehdide karşı savunmalar olabilirler. O halde birçok hastalık belirtisi sadece saplantılı bireye değil, bütün kabilenin üyelerine yarar sağlama yeteneğine sahipmiş gibi görünmektedir.

İstemsiz Risk Senaryoları Üretim Sistemi (İRSÜS)

Ayrıca, Abed ve Pauw’un önerdikleri modüler işlev bozukluğu hipotezi de üstünde düşünmeye değer, açıklayıcı bir model olarak görülebilir. Onlara göre, saplantılı fenomenler korku, iğrenme gibi istenmeyen durumları uyaran ve riskten kaçınma davranışına yol açan arkaik, istemsiz, tekrarlayıcı düşünce süreçleridir. Bu fenomenleri üreten nörobiyolojik sistemin, bilinçli müdahale olmaksızın risk senaryoları üretme işlevi vardır ve bu yüzden bir “İstemsiz Risk Senaryoları Üretme Sistemi” (İRSÜS – Involuntary Risk Scenario Generating System: IRSGS) olarak işlev görür. İRSÜS esas olarak kendi kendine üretilmiş bir koşullanma sistemi olarak çalışır, böylece kişi riskleri yaşamadan tehlikeden kaçınmaya yönelik davranış stratejileri geliştirebilir.

Bu sistemin uyum sağlayıcı işlevi bireysel organizmayı fiziksel ve toplumsal tehlikeleri in vivo (hayatın içinde) yaşamaktan kurtarması, onun yerine, aynı öğrenme tepkisini tam bir fiziksel güvenlik içinde üretmesidir. Bu nedenle, bazı organizmaların sık görülen tehlikelerden gerçek hayatta yaşamaya ihtiyaç duymadan kaçınmayı bilmesi, bu özelliği olan bireylere olmayanlara göre açık bir üstünlük sağlamış olacaktır. Bu, saplantılı özelliklerin popülasyonda yayılmasını temin edecek, fakat çoğu özellikte olduğu gibi, aşırı uç çeşitler zararlı olup üreme uygunluğunu azaltabilecektir.

Risk senaryoları üretim sisteminin çalışmasını daha iyi anlamak için Bickerton’un iki temel düşünce biçimiyle ilgili görüşünü özetle açıklamak yararlı olabilir. Ona göre, düşünceler iki türdür: çevrim içi ve çevrim dışı. Çevrim içi düşünüş birçok karmaşık organizmada ortaktır ve bireyin doğrudan karşılaştığı bir sorunu çözmesi için tasarlanan zihinsel faaliyetle ilgilidir. Çevrim dışı düşünüş ise, organizmanın gelecekte bir zamanda karşılaşabileceği sorunları çözmeyi amaçlayan zihinsel faaliyetle ilgilidir. Bu çerçevede saplantılı düşünüşün çevrim dışı düşünüşün istemsiz ve ilkel bir çeşidi olduğu düşünülebilir. Saplantılı fenomenler istemli bilinçli düşüncenin evrimsel öncülleri olabilirler. Özetle, kaygı ve panik çevrim içi duygusal durumlar olup o an karşılaşılan (gerçek ya da hayali) tehlikelere doğrudan bir yanıt olarak riskten kaçınma davranışları üretmek üzere tasarlanırken, saplantılı sistem çevrim dışı bir süreçtir; esas olarak gelecekte bir zamanda karşılaşılabilecek tehlikelere yanıt olarak zarardan kaçınma davranışlarını üretmek üzere tasarlanırlar.

Saplantılı düşünceleri üretmekten sorumlu olan bu nörobiyolojik sistem, zihinsel olarak bağışıklık sistemine de benzetilebilir. İstemsiz Risk Senaryoları Üretim Sistemi (İRSÜS) bağışıklık sistemi gibi potansiyel işgalcilerden gelen fiziksel tehlikeyi etkisizleştiren koruyucu proteinlerin (antikorlar) üretiminden değil de, bazı tehlikeleri öngörmek üzere fiziksel ve toplumsal çevrenin unsurlarını kullanan risk senaryo paketleri üretiminden sorumlu olacaktır. Eşlik eden kaygı, iğrenme ya da korku gibi negatif duygular kaçınma davranışlarıyla ve tahayyülde öğrenme süreciyle sonuçlanacaktır. Bu da bireyin “bağışıklanmasına” yol açar. Bu noktada rastgele tehlike senaryoları kesilmeli ya da basitçe uykuya dalmalıdır. Bu nedenle, eğer bu hipotez doğruysa, SZB de zihinsel oto-immün bir hastalık, yani, yararlılığın ötesine geçen ve kendini yıkar hale gelen bir koruma yanıtı olacaktır.

Toplum Karşıtı (Antisosyal) kişilik bozukluğu (TKKB) olanlar genel nüfustan daha düşük sıklıkta toplumsal içerikli saplantılı düşünceler gösterirler. SZB ya da TKKB’den mustarip bireyler risk arayışı ve zarardan kaçınmanın karşıt uçlarında yer alırlar. İRSÜS’ün fazla etkinliği bazı şartlarda SZB ya da PTSB’ye yol açabilirken, bu modülün düşük etkinliği TKKB ya da diğer sürekli yüksek risk alma davranışı tezahürleriyle birlikte olabilir.

Sonuç

Zihin-beyin ikiliğinin nasıl bir bütünselliğe kavuşacağı henüz belli değil. Ancak, nöro-bilimin giderek genişleyen bilgi dağarcığı ve psikanaliz (ya da varsa eğer, kapsamlı başka bir zihin kuramı) ile kuracağı iş birliğinin bazı soruları yanıtlamaya yardımcı olacağı düşünülebilir. Daha önce bastırma, düşler gibi temel kavramlar konusunda olduğu gibi, bağımlılık, depresyon, vb. psikiyatrik hastalıklar, hatta paraliziler, ihmal sendromları gibi nörolojik durumlar, vb. konularında da bu iş birliğinin olumlu sonuçları görülmüştü. Öyle görünüyor ki, saplantılı durumlar üzerinde yürütülen nöro-bilimsel çalışmalar psikolojik fenomenlerin beyinle ilişkili temelleri konusunda bilgi vereceği gibi, zihin-beyin ilişkilerinin anlaşılması yönünde de anlamlı katkılar yapabilecektir. Belki de saplantılarda üstbenin rolü, yer değiştirme, vb. psikanalitik kavramların ön-beyin bölgeleriyle, bunların aşağıdaki çekirdek grupları ve kümeleriyle kurduğu bağlantılarla ilişkileri daha fazla aydınlanacaktır. Dahası, evrimsel psikolojinin, genel olarak insan davranışları, özel olarak da diğer psikiyatrik hastalıklar konusunda getirdiği bakış açıları, saplantılı durumların anlaşılmasını da hızlandıracaktır. Ancak, davranışların incelenmesine yönelik tüm evrimsel yaklaşımların, özellikle de “evrimsel psikoloji” başlığı altında sınıflandırılanların, genellikle gözlemlenen fenomenlerin uyum yönünden açıklanmasını yapması zorunluymuş gibi düşünülse de, gerçek hiç de böyle değildir. Evrimsel psikoloji sadece uyarlanmacılığa dayanan, evrimsel bakış açılarının bir alt kümesinden çok, evrimi hesaba katan tüm araştırmaları içerecek şekilde tasarlanmalıdır. Dolayısıyla, hepsi de evrimsel psikoloğun avadanlığında bulunması gereken davranışın analiz edilebileceği çeşitli evrimsel düzeyler vardır. Uyarlanmalar insan zihninin önemli bir özelliğidir, fakat grup seçilimi, popülasyon genetiği, mutasyon-seçilimli denge, dengeli polimorfizm, heterozigot avantaj, etoloji ve filogenetik gibi diğer açıklama düzeylerini de elde tutmak çok önemlidir.

Elbette, saplantılı bozukluğun hareket sistemindeki bozukluklarla birlikte görülmesi ile dil/konuşma yeteneği ve hareket sistemi arasında ileri sürülen evrimsel ilişkileri düşünürsek, belki daha da heyecan verici olan, saplantılı durumlarla ilgili çalışmaların dile dair bilgilerimize getireceği yeni ufuklar da olacaktır.

Kaynaklar

  • Abed RT, de Pauw KW. An evolutionary hypothesis for obsessive-compulsive disorder: a psychological immune system? Behavioural Neurology 1998/1999; 11: 245-50
  • Drubach DA: Obsessive-Compulsive Disorder. Continuum (Minneap Minn) 2015; 21: 783-8
  • Freud S. Character and Anal Erotism. (1908) The Complete Works of Sigmund Freud.  
  • Glass DJ. Evolutionary clinical psychology, broadly construed: Perspectives on obsessive-compulsive disorder. Journal of Social, Evolutionary, and Cultural Psychology 2012; 6: 292-308
  • Milad MR, Rauch SL. Obsessive-compulsive disorder: beyond segregated corticostriatal pathways. Trends in Cognitive Sciences 2012; 16: 43-51
  • Piras F, Piras F, Caltagirone C, Spalletta G. Brain circuitries of obsessive compulsive disorder: A systematic review and meta-analysis of diffusion tensor imaging studies. Neuroscience and  Biobehavioral Reviews 2013; 37: 2856-77
  • Polimeni, J, Reiss JP, Sareen J. Could obsessive-compulsive disorder have originated as a group-selected adaptive trait in traditional societies? Medical Hypotheses 2005; 65: 655-64

Yorumlar kapatıldı.

İletişim

444 7000
Salı: 09:00-18:00
Perşembe: 09:00-18:00

Kategoriler

Blogdaki Yazıların ve Görsellerin Yasal Kullanımı Hakkında

© Hakan Atalay ve hakanatalay.wordpress.com. 2011-2019.

Bu malzemenin bir açıklamada bulunmadan ve yazardan yazılı izin almadan yetkisizce kullanılması ve/veya çoğaltılması yasaktır. Özgün içeriğe uygun ve özgül bir yönlendirme yapılması, [Hakan Atalay]ın ve [hakanatalay.wordpres.com]un tam ve açık kaynak gösterilmesi hallerinde alıntılar ve bağlantılar kullanılabilir.

Akbank Sanat'ta Yapay Zeka ve Aşk üzerine panel.
FB TV'de Depresyon üzerine söyleşi.
Follow Hakan Atalay on WordPress.com