Belli bir konu üzerinde çalışmanın ya da yapılmış olan bir çalışmanın verilerini yorumlamanın ilk şartı, o olgunun/kavramın bilimsel bir incelemede ele alınabilecek şekilde tanımlanması, sınırlarının çizilmesi, dolayısıyla ölçülebilir hale getirilmiş olmasıdır. Bu gereklilik, daha işin başında şiddetle ilgili çalışmaların ve elde edilen sonuçların yorumlanmasını sorunlu kılar. Çünkü şiddet için de çeşitli tanımlar geliştirilmesine rağmen, hem yeterince kapsayıcı, hem de gereksiz ayrıntıları dışlayan (efradını cami, ağyarını mani) bir tanıma henüz ulaşılamamıştır. Genel kabul gören tanım, şiddeti tamamen olumsuz yönleriyle görmek yönündeki büyük kusuruna rağmen (Ferguson ve Beaver 2009), şudur: “Böyle bir muameleden kaçınmaya güdülenmiş olan başka bir canlı varlığa zarar verme ya da onu yaralama amacına yönelik herhangi bir davranış.” (Benson & Richardson 1994)
Şiddetle aynı bağlamlarda kullanılmasına ve bu yazıda da ikisi arasındaki ayrıma yeterince dikkat edilmemesine rağmen, agresyon’un (saldırganlık) farklı bir durumu, bir davranışsal süreci tanımladığı akıldan çıkarılmamalıdır. Öfke (ya da kızgınlık) ise, şiddeti değişebilen bir duygusal durumu anlatır; bu şiddet, hafif bir gücenme hâlinden korkunç bir gazâba değin uzanabilir.
Öfkenin kendine özgü bir amacı yoktur ve agresyon’a yol açması gerekmez. Hostilite (düşmanlık, husumet), çevreyle ilgili olumsuz yorumları içeren sabit fikirlerden oluşur, tutumsal/bilişsel bir yapıdır, yani, uyaranların yorumuyla ilgilidir ve olumsuz değerlendirmelerin söze dökülmedikçe başkası üzerine bir etkisi olmaz. (Parrott ve Giancola 2007)
Üzerinde çalışılabilmesini/düşünülebilmesini kolaylaştırdığı için, olguların / kavramların çeşitli özelliklerine göre sınıflandırılmaları gerekliyse de, diğerlerinde olduğu gibi şiddet konusunda da belli sınırlar çizmek ve tüm olguları bunlara göre tanımlamak zordur. Örneğin, başka birine zarar vermeyi amaçlayan öfkeli, plansız eylemler için hostil, duygulanımsal, dürtüsel, öç almaya dönük agresyon terimi kullanılırken; önceden düşünülmüş saldırgan eylemlere araçsal, planlı, taammüden, “soğukkanlı” agresyon denmektedir. Ancak, her iki eylem türünde de aynı zamanda hem denetimli, hem de otomatik bilgi-işleme süreçleri yan yana bulunur. Diyelim, hostil agresyon bir ölçüde planlama içerebilirken, araçsal agresyonda otomatikleşmiş, plansız davranışlar görülebilir. Üstelik bir çok agresif eylem çok-amaçlıdır, ayrıca içinde hem öfke (hostil agresyon), hem de planlama (araçsal agresyon) taşır. (Parrott ve Giancola 2007)
Çeşitli biçimleriyle şiddetin son yıllara kadar daha çok sosyal yönlerinin üzerinde durulmuş, şiddet davranışlarının öğrenilmiş davranışlar oldukları varsayımı genel kabul görmüşken, günümüzde, tersine, bunların doğuştan gelen, öğrenilmemiş davranışlar oldukları kanısı giderek yaygınlaşmaktadır. Bu paradigmatik değişikliğin başlıca itici gücü, evrimsel psikolojinin, şiddete yönelik (agresif) tepki verme yeteneğinin önemli, potansiyel olarak hayatı koruyan bir mekanizma olduğunu göstermesidir. (Blake ve Grafman 2004) İnsan davranışlarının anlaşılmasına yönelik bilgilerimize katkıları giderek artmakta olan evrimsel bakış açısına göre, şiddet davranışları hayvanların adaptasyonunda önemli bir rol oynamıştır. Hayvanlar kendilerini ve yavrularını saldırganlardan (predator’lardan) korumak; dişilere ve besine sahip olmak; ve toplumun tanımlanmış hiyerarşisini sürdürmek amacıyla saldırganlık gösterirler. (Popova 2008) Bu haliyle agresyon rekabet açısından avantajlara yol açabilmekle birlikte, zaman tüketicidir, tehlikeli sonuçları olabilir ve abartıldığında, kalıcı hale geldiğinde ya da bağlamına uymayan bir şekilde dışavurulduğunda patolojik olduğu düşünülebilir. (Nelson ve Trainor 2007) Gerçi insanlardaki çeşitli agresif davranış tiplerinin hayvanlardaki agresyondan daha çok boyutlu ve karmaşık oldukları, bu nedenle hayvanlardan edinilen bilgilerin insanlar için geçerli olamayacağı ileri sürülebilir; ancak, saldırma, savunma, vd. agresyon tiplerinin hem hayvanların, hem de insanların ortak karakteristiği olduğu da açıktır. (Popova 2008)
Öte yandan, şiddetin uyum sağlayıcı ve normal, hatta olumlu yönlerini; kültürel olarak izin verildiği, hatta ödüllendirildiği (saldırıya karşı kendini savunma, askeri muharebeler, boks gibi) durumları bir yana bırakırsak, insanların daha kabul edilebilir başka toplumsal davranış seçenekleri varken neden şiddete başvurdukları, merak uyandıran sorulardan biridir. (Grafman 2003) Nörobiyolojinin bu soruya verdiği yanıtın özü şudur: İnsanlar şiddete yönelik, agresif davranışlara başvurular, çünkü beynin bu tür davranışların ketlenmesini sağlayan merkezlerinde (prefrontal kortekste) ya da bu davranışlara zemin hazırlayan uyarımların gücünü ayarlayan merkezlerinde (limbik sistemde) sorunlar vardır. (Grafman 2003) Nitekim kanıtlar da uygunsuz ya da olağandışı agresyon ortaya çıktığında, prefrontal korteks ve onunla bağlantılı bazal ganglionlar ve limbik sistem yapılarının düzgün işlemediğini göstermektedir. (Davidson ve ark. 2000) Bu kanıtlar seçici beyin hasarı olan hastaların incelenmesi, fonksiyonel nörogörüntüleme kullanılarak beyin devrelerinin aktive edilmesi ve şiddete yatkınlık gösteren ailelerle ilgili genetik çalışmalar üzerine inşa edilmiştir. (Grafman 2003)
Yerel beyin zedelenmeleri olan hastaların incelenmesi, araştırmacıların prefrontal korteksin (beyin kabuğunun alın bölgesinin) ilkel ve hızlı agresif dürtülerin ketlenmesine aracılık ettiğini ileri sürmelerine yol açmıştır. (Grafman ve ark. 1996) Bu bölgelerin hasara uğraması veya gelişmesindeki aksamalar şiddet davranışlarında artışa neden olmaktadır. Nitekim, çocukların ve ergenlerin kendilerini kolayca engellenmiş ve öfkeli hissetmeleri, prefrontal korteks’in (PFK) görece geç gelişmesi ve geç ergenliğe kadar olgunlaşmamasına, dolayısıyla ketleyici etkisinin ve reflektif süreçlerin normal olarak gençliğin geç dönemlerine kadar mevcut olmamasına bağlanmıştır. (Grafman 2003) Agresif durumları hayal etmeleri istenen normal kişilerle ilgili fonksiyonel nörogörüntüleme çalışmaları da medyal prefrontal kortekste aktivitenin azaldığını göstermiştir. Bu, agresyonun normalde frontal lob aktivitesinin “kapatılması”na, yani, muhtemelen aktive olduğunda o sıradaki agresif aktivitenin baskılanmasına yarayan toplumsal bilgilerin ve kuralların ketlenmesine yol açtığını düşündürmektedir. (Pietrini ve ark. 2000) Elbette kavga etmeye başlarsanız, dövüşme becerilerinizi engelleyen toplumsal kuralları istemezsiniz. (Grafman 2003)
Ancak agresyonu kontrol eden sinir devrelerinin sınırlarının net bir şekilde çizilmesi zordur, çünkü bu devreler diğer sosyal davranışların ayarlanmasında da rol oynarlar. Gerçekten de, agresif davranışların bir yandan prefrontal korteks’i (PFK), öte yandan medyal preoptik alan (MPOA), lateral septum (LAS), anterior hipotalamus (AHA), ventromedyal hipotalamus (VMH), periakuaduktal gri madde (PAG), medyal amigdala (MEA) ve stria terminalis’in bed nükleusu’nu (BNST) içeren geniş bir sosyal davranış ağının ürünü olduklarını gösteren işaretler vardır. (Nelson ve Trainor 2007) Kemiricilerde olduğu gibi, insan olmayan primatlarda da hipotalamus’un agresyonun regülasyonunda önemli bir rolü varmış gibi görünmektedir. Amigdala lezyonları saldırgan davranışları hem artırmakta, hem de azaltmaktadır. Frontal korteks hipotalamus ve amigdala’daki agresyonu teşvik edebilen devrelere ketleyici sinyaller gönderir. (Nelson ve Trainor 2007) Amigdala ile ödül ve ceza ile ilgili diğer beyin yapılarının hasara uğraması, uyaranların duygulanımsal olarak etiketlenmesinde uygunsuz agresif tepkilere neden olabilecek bir soruna (ör, nötral bir yüzün yanlış olarak agresif ya da tiksinme gösteren bir yüz gibi algılanmasına) neden olabilir. (Grafman 2003)
Binlerce ikizle yürütülen çalışmaların sonuçları, genetik etkenlerin şiddetin kökeninde -değişen derecelerde- rol oynamış olduklarını göstermektedir. (Ferguson ve Beaver 2009) Ancak, doğrudan davranış üzerine etki gösteren bir gen bulunmadığı bilinmektedir. Genler, davranışları, başlıcaları beyindeki sinirsel ileticiler (nörotransmitterleri) olan, merkezî düzenleyicileri aracılığıyla denetlerler. (Popova 2008) Son farmakolojik ve genetik çalışmalar agresyonu etkileyen nörotransmitterlerin, hormonların, sitokinlerin, enzimlerin, büyüme faktörlerinin ve haberci moleküllerin listesini dramatik bir şekilde genişletmiştir. Bu genişlemeye rağmen, serotonin (5-hidroksi triptamin: 5-HT) erkekler arasındaki agresyonun birincil moleküler belirleyicisi olmaya devam etmektedir (Wallner ve Machatschke 2009), oysa diğer moleküller dolaylı olarak 5-HT sinyalleri aracılığıyla etkide bulunuyor gibi görünmektedirler. 5-HT düzeylerinde, dönüşümünde ve metabolizmasında ya da reseptör alttipi aktivasyonunda, yoğunluğunda ya da bağlanma eğilimindeki hafif değişiklikler agresyonu etkilemektedir. (Grafman 2003) Ancak, diğer klasik sinirsel ileticiler gibi serotoninin de bir protein olmaması, oysa genetik etkilerin mekanizmasının anahtar kavramının DNA-RNA-protein yolu olması gerçeği, davranışın genetik olarak ayarlanmasında serotonin’in rolü sorununu daha karmaşık bir hale getirir. Bu, dikkati sinirsel ileti sisteminin protein unsurlarına çeker. (Popova 2008) Serotonin sisteminin protein düzeyindeki işleyişi ise, üç büyük sürece bağlıdır: 1) Serotonin’in
sentezi ve yıkılması (burada anahtar rol triptofan hidroksilaz ve monoamin oksidaz-A (MAO-A) enzimlerince oynanır), 2) Sinaptik yarıktan serotonin’in geri alınması (buna bir taşıyıcı aracılık eder), ve 3) Serotonin (5-HT) reseptörlerinin durumu. Bunlar, genlerin metabolizmanın anahtar enzimleri, taşıyıcıları ya da reseptörleri yoluyla beyin serotonin sistemi üzerine etkide bulunabileceklerini düşündürmektedir. (Popova 2008) Ancak, genetik söz konusu olduğunda sık yapılan bir yanlışa düşmemek ve genetik etkilenmeyi mutlak bir durum olarak değerlendirmektense, organizmanın çevreyle karşılıklı etkileşimi içinde ele almak daha doğru olur. (Krakowski 2003) Caspi ve ark.nın bir çalışması (2002), moleküler genetik ile toplumsal çevre arasında karmaşık ilişkiyi gösteren ve sık anılan bir örnektir. Bu çalışmada, kötü muamele görmüş, ancak, yüksek düzeyde MAO-A ifadesine izin veren bir genotipe sahip olan çocukların antisosyal problemler geliştirme olasılıklarının, kötü muamele görmüş, ancak, düşük düzeyde MAO-A ifadesi olan çocuklardan daha az olduğu gösterilmiştir. (Grafman 2003)
Sinirsel iletilerle ilgili çalışmalarda elde edilen bulgular kısaca şöyledir: Genel olarak 5-HT’in düşük düzeylerde olması, (gerek başkalarına, gerekse kendine yönelik) dürtüselliği ve agresifliği artırmaktadır. 5-HT sinyallerini azaltan işlemler dürtüsellik ve agresyonu azaltırlar. 5-HT reseptörlerinin alt tiplerinin agresyon üzerindeki etkileri değişmektedir. Örneğin, 5-HT1B reseptörlerinin eksikliği agresif davranışlardaki “frenleri” ortadan kaldırmakta, 5-HT1A reseptörlerinin aktivasyonu agresif davranışı azaltmaktadır. Genel olarak, 5-HT’nin dürtüselliği azaltarak agresyona dönük tetiğin gerginliğini ayarladığı söylenebilir.
Diğer bir sinirsel iletici dopamin ödül sisteminin bir parçası olduğundan, araştırmacıların ilgisini çekmektedir. Agresif davranış için orta beynin bazı bölgeleri ile beyin kabuğu arasındaki dopaminerjik hücrelerin sağlam olması gerektiği görülmektedir. Dopamin agresif davranışın uygun bir şekilde ifade edilmesi için gerekli olsa da, agresyonun düzenlenmesinde dopamin’in ve reseptörlerinin kesin rolü hâlâ belirlenmiş değildir. Bazı araştırmacılar, serotonin-dopamin sisteminin agresyonda karşılıklı etkileşim içinde işgördüklerini öne sürmektedirler. (Seo ve ark. 2008) Benzodiazepinler ve barbitüratlar gibi gama amino bütirik asit (GABA) düzenleyicileri agresyon düzeylerini etkiler; U-şeklinde bir doz-yanıt eğrisi oluştururlar: Ilımlı dozları agresyona yol açarken, düşük ya da yüksek dozları agresif davranışları azaltırlar. Alkolün agresyonu kolaylaştırıcı etkisi de GABA reseptörlerinin ayarlanması yoluyla ortaya çıkmaktadır. GABA reseptör agonistleri bir çok kişide, muhtemelen uyarılma düzeyini düşürerek, agresyonu da azaltırlar.
Noradrenalin ile agresyon arasında tutarlı bir ilişki bulunamamışsa da, noradrenalin düzeylerinin ya da spesifik noradrenerjik reseptörlerin farmakolojik olarak manipüle edilmesi, noradrenalin sinyallerinin agresyonu kolaylaştırdığını göstermektedir. Postsinaptik B-reseptörlerini bloke eden proparanolol agresif davranışları azaltır. Nitrik oksit’in (NO) normalde düşük 5-HT varlığında agresyon üzerinde bir fren etkisi göstermesi muhtemeldir. Son olarak, dolaşımdaki androjen düzeylerini büyük ölçüde düşüren kastrasyonun, bir çok türde erkek agresyonunu azalttığı gösterilmiştir. Kemiricilerde testosteron’un agresyon üzerine etkileri değişkendir ve hayvanın genetik zeminine, ortama ve yaşa bağlı olabilir. (Nelson ve Trainor 2007)
Sinirsel ileticilerin etkisi agresyonun türlerine göre de değişebilir. İnsanlarda agresyonun kabaca kontrollü-araçsal ve tepkisel-dürtüsel olmak üzere iki alttipe ayrıldığından söz edilmişti. Kontrollü- araçsal agresyon alttipinin yüksek kortikal sistemler tarafından ayarlandığı ve dürtüsel agresyona aracılık ettiği bilinen hipotalamik ve limbik sistemlere daha az bağımlı olduğu düşünülmektedir. İnsanlarda tepkisel agresyon daha çok serotonerjik yolaklarca yönetiliyormuş gibi görünürken, araçsal agresyonun güdülenmiş bir özellik sergilemesi dopaminerjik yolakların rolünü düşündürmektedir. (Nelson ve Trainor 2007)
Ancak, gene yukarıda değinildiği gibi, birçok alttip benzer duygulanımsal, dürtüsel tarzda ortaya çıktığından, bu ayrımlar pek anlamlı değildirler. Bu yüzden, saldırgan davranışların belirtilerine göre beş temel alana ayrılması önerilmiştir: 1) dürtüsellik (hızlı, düşünülmeden yapılan saldırgan eylemler), 2) duygulanımsal istikrarsızlık (görünüşte hafif bir tahrikle ortaya çıkan, duygulanım olarak yüklü saldırılar) 3) anksiyete/aşırı uyarılma (saldırgan patlamalara yol açan kaygı ve engellenmeler) 4) bilişsel dağınıklık (düzensiz, kafası karışık saldırgan eylemler) 5) yağmacı/planlı saldırganlık (amaca yönelik olarak başkalarının peşine düşme). (Sugden ve ark 2006)Dürtüsellik, bir itkiye, dürtüye ya da ayartıya karşı koyamama; içsel ve dışsal uyaranlara anî, plansız tepkiler verme halidir. Kişi davranışlarını durumun bağlamına göre ayarlayamaz ya da davranışın neticeleri üzerine düşünemez. Yanısıra, zarar görme duygusu gereğince değerlendirilememiştir, olumsuz sonuçlarla ilgili bakış açısı eksiktir. Dürtüsel seçim gösteren kişiler hemen ulaşılabilen küçük ya da az bir ödülü büyük ama geciken ödüllere yeğlerler. Gelecekteki riskleri ya da sonuçları hesaplayamaz, dürtü gelince harekete geçmelerini erteleyemezler. Bu, yürütücü işlevlerde bozulmayı gösterir.
Orbitofrontal korteks (OFK: Beynin alın lobunun göz küreleri üstündeki kısmı) dürtüsel patlamaları engeller, ventromedyal prefrontal korteks (VMPFK: Beynin alın loblarının içe bakan bölümleri) doyumun geciktirilmesinde rol oynar. Nükleus akumbens (ödül ve pekiştirme) ile amigdala (negatif emosyonların tanınması) da işin içine girer. Amigdala dürtüsel ve saldırgan davranışların düzenlenmesinde ya da dolayımlanmasında işin içinde değildir, fakat deneyimlere dayanarak karar-vermek için kullanılan duygusal anıların edinilmesinde rol oynar. Anterior singulat’ın (beyin kabuğunun her iki beyin yarım küresini birleştiren sert dokunun hemen üstündeki bölümü) dürtüsellikte doğrudan rol almadığı görülmektedir, fakat öteki beyin bölgelerini dürtüselliği kısıtlamaya çağırır.
Agresif davranışlar çeşitli psikiyatrik hastalıklarla birlikte görülebilirler: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB: dürtüsellik, hiperaktivite, dikkatin çelinebilirliği nedeniyle); bipolar bozukluk, sınır kişilik bozukluğu ve aralıklı patlayıcı bozukluk (duygulanımda istikrarsızlık nedeniyle); major depresif bozukluk ve distimi (huzursuzluk nedeniyle); TSSB, otizm spektrumu bozukluklar ve diğer gelişim yetersizlikleri (aşırı kaygı, engellenmeye dayanamama nedeniyle); madde kötüye kullanımı ve psikoz (muhakemenin bozulması nedeniyle); davranım bozukluğu ve karşı gelme bozukluğu (heyecan, yenilik ve uyaran arayışı nedeniyle). (Sugden ve ark 2006) Aralıklı patlayıcı bozukluk ve TSSB gibi zihinsel bozukluklar, asabî agresyon ve depresyonla bağlantılı agresyon otonomik uyarılma artışıyla birliktedirler; bu, anî ve kontrolsüz tepkisel agresyona katkıda bulunabilir. Tersine, davranım bozukluğu ya da antisosyal kişilik bozukluğu tanısı konan kişiler olağandışı olarak düşük bir otonomik tepkisellik gösterirler; bu, tipik duygusal tepkileri körelterek araçsal agresyonun artmasına katkıda bulunabilir. (Nelson ve Trainor 2007)
Kernberg, son zamanlarda doğumdan itibaren temel motivasyonel sistemlerin duygulanımlar olduğunu ve bunların aşamalı olarak hiyerarşik bir şekilde düzenlenmiş iki üst düzey dürtü şeklinde bütünleştiklerini öne sürmüştür: saldırgan ve libidinal. Nöropsikoloji, duygulanımların, memeli yavrusunun erken dönemde korunmasını güvenceye alan filogenetik açıdan yeni ortaya çıkmış bir yavru/bakıcı sistemi oluşturduğu varsayımını desteklemektedir. Saldırganlığın, duygulanımların nörobiyolojisinde kendini gösteren biyolojik işlevleri, insanlarda, ilgili nörobiyolojik düzenleyici sistemlerin patolojisi, çocuk gelişiminin erken evrelerinde ağır fiziksel travma (ağrı, kronik hastalık) ya da erken nesne ilişkilerinin patolojisiyle ilişkili ağır psişik travma nedeniyle çarpılmaya uğrayabilir (Kernberg 1998).
Duygulanımın etkinleşmesinde rol alan birçok nörokimyasal sisteme dair; duygulanımsal belleğin ve uyanıklığın örgütlenmesinde hipotalamik, prefrontal, hipokampal, amigdalar ve diğer ve MSS yapıların karşılık gelen işlevlerine dair şu andaki bilgilerimizin sınırlarını bilerek, duygulanımsal tepkinin belli eşiklerine, şiddetlerine ve ritimlerine doğuştan gelen yatkınlığın (kısaca, mizaç diye tanımladığımız şeyin), saldırgan duygulanımın, özellikle de öfke tepkisinin niteliğinin belirlenmesinde temel bir rolü olduğunu varsaymak makul görünmektedir: İlksel öfke duygulanımdan kızgınlık, huzursuzluk, haset, kendisine ve başkalarına zarar vermekten hoşlanma, saldırgan aşağılama tepkisine tiksinme duygulanımının katılması ya da sadistik sapkınlığın saldırgan davranışlarına cinsel heyecanın sokulması gibi duygular gelişir. (Kernberg 1998)
Nesne ilişkileri kuramı, duygulanımların içselleştirilmiş nesne ilişkileri şeklinde yapılandırıldığını, bebekle anne arasındaki etkileşimdeki doruk duygulanım durumlarının duygulanım belleğine dahil edilen belli bilişsel yapıları, yani, başat bir duygulanımın etkisi altında, kendilik’in diğer önemli kişiyle etkileşiminin temsilini belirlediğini öne sürer. Bu kendilik-nesne-duygulanım birimleri, Freud’un formülasyonlarındaki ben, üstben ve altben şeklinde ortaya çıkan psişik yapıların “yapı taşları”nı oluştururlar. Duygulanımlar üst düzey motivasyonel sistemler olarak saldırgan ve libidinal dürtülerle birleşirken, kendilik’in ve nesnenin temsilî yönleri, temsilciler şeklinde spesifik duygulanımsal yatkınlıkları ve sonunda saldırganlığın ve libidonun sinyallerini içeren psişik yapılar haline gelirler (Kernberg 1998).
Sağkalım açısından uzak atalarımızın üç temel davranış dağarcığına ihtiyaçları vardı: beslenebilmek için yemek yemeyi, kendilerinin ve türlerinin devamı için seks yapmayı, kendilerini saldırganlara ve rakiplere karşı savunmak, besin ve diğer temel ihtiyaç maddelerini elde etmek için şiddet uygulamayı bilmek. Doğa ilkel atalarımızın bu önemli davranışlarda bulunmalarını nasıl garanti altına almıştı? Onları zevkli hale getirerek. Yemek yediler, çünkü zevk veriyordu; seks yaptılar, çünkü zevkliydi (seks yapmış olmalarının kesinlikle başka bir nedeni olamaz!). Ve şiddete eğilimliydiler, çünkü şiddet doğası gereği zevkli bir etkinlikti(r). (Goldwater 2007)
Her şeye rağmen, toplumsal işleyişin gereklerinin evrimsel zorunluluklar kadar, hatta onlardan daha büyük bir rol oynadığı akıldan çıkarılmamalıdır. İdeoloji, propaganda ve dışarıdaki grupların aşağılanması yöntemlerinin ‘biz’ ile ‘onlar’ arasındaki bariyerin güçlenmesine ve zihnin (büyük ölçüde prefrontal korteksin işlevi olan) moral yeteneklerinin askıya alınmasına yol açabilmesi bunu gösterir. Evrim kader değildir: İnsanların sevdikleri ya da sevmedikleri biriyle seks yapmak ya da dövüşmek; olmadığında bu enerjilerini kendilerine ya da şeylere yöneltmek dışında bir seçenekleri daha vardır: Simgesel insanlara yöneltmek. Böylece savaş alanlarının yerine, oyun veya spor sahalarında ya da işyerlerinde birbirimizle yarışır; ağaçları keser, evler inşa ederiz. Gerçeği sever, cehaletten nefret ederiz. Yoksullukla savaşırız. Analistler buna yüceltme der, toplum ise eğitim. Eğitim, insanların eylemlerinin sonuçlarını, yani, uzun dönemli yan etkilerini bilmelerini sağlar. Seks sadece toplumsal ya da ahlakî açıdan kötü fakat zorunlu bir şey değildir, zevklidir de, fakat (gebelik, hastalıklar gibi) yan etkileri vardır. Bu bilgi gençlerin daha fazla seks yapmalarına değil, bu konuda daha temkinli olmalarına yol açar. Şiddet de sadece toplumsal ya da ahlakî açıdan kötü fakat gerekli bir şey değildir, hatta zevk verebilir, fakat (yaralama, öldürme, yasal sorunlar gibi) sonuçları çok acı verici olabilir. (Goldwater 2007) Biliyoruz ki bu acılar, sadece şiddete uğrayanların hayatlarını değil, geleceğe dair umutların körelmesi yüzünden, bütün insanlığın bu dünyada acısız ve mutlu bir şekilde varolma beklentilerini de yok ederek evrime karşı çalışır. Oysa, en nihayetinde evrim, sağkalımı destekler; ve uygarlık tarihine bakıldığında da anlaşılabileceği gibi, uzun vadede sağkalımın en başarılı -ve insancıl- yolu, işbirliğidir; yok etme değil.
Tartışma
Henüz yorum yapılmamış.