Telefonlarımız ve bilgisayarlarımızın şarjı bittiğinde, parlayan ekranları kararıyor ve bir nevi dijital ölüm yaşıyorlar. Ancak enerji tasarrufu için düşük güç moduna geçtiklerinde, pilleri yeniden şarj olana kadar temel işlemlerin sorunsuz bir şekilde devam etmesini sağlamak için gereksiz işlemleri kesiyorlar.
Enerji yoğun beynimizin de ışıklarını açık tutması gerekiyor. Beyin hücreleri öncelikle glikoz şekerinin sürekli akışına bağımlıdır, çünkü glikozdan enerji için kullandıkları ATP’yi (adenozin trifosfat) elde ederler. Biraz acıktığımızda, beynimiz genellikle enerji tüketimini fazla değiştirmez. Ancak insanların ve diğer hayvanların tarihsel olarak, bazen mevsimsel olarak, uzun süreli açlık tehdidiyle karşı karşıya kaldığı göz önüne alındığında, beyinlerin de acil durumlar için kendi düşük güç moduna sahip olup olmadığı merak konusudur.

Edinburgh Üniversitesi’nde Nathalie Rochefort’un laboratuvarındaki sinirbilimciler, Ocak ayında Neuron dergisinde yayınlanan bir makalede, farelerin görsel sistemlerinde enerji tasarrufu sağlayan bir stratejiyi ortaya çıkardılar. Fareler haftalarca yeterli besin almadan bırakıldığında (bu süre, sağlıklı kilolarının %15-20’sini kaybetmelerine yetecek kadar uzundur), beyin kabuğunun görmeyle ilgili bölgesindeki (görsel korteksteki) nöronların sinapslarında kullanılan ATP miktarını %29 oranında azalttığını buldular. Ancak, bu yeni işleme biçiminin algı açısından bir bedeli vardı: Farelerin dünyanın ayrıntılarını görme biçimini bozuyordu. Düşük güç modundaki nöronlar görsel sinyalleri daha az duyarlı bir şekilde işlediği için, yiyecek kısıtlaması uygulanan fareler zorlu bir görsel görevde daha kötü performans gösterdiler.

Yeni çalışmanın ilk yazarı Zahid Padamsey, “Bu düşük güç modunda, dünyanın düşük çözünürlüklü bir görüntüsünü elde edersiniz” diyor. Bu çalışma, yetersiz beslenmenin veya hatta bazı diyet biçimlerinin insanların dünya algılarını nasıl etkileyebileceğini anlamak açısından önemli sonuçlar doğurabilir. Ayrıca, sinirbilim çalışmalarında hayvanları motive etmek için yaygın olarak kullanılan gıda kısıtlaması ve araştırmacıların algı ve davranış konusundaki anlayışının, nöronların optimal olmayan, düşük güç durumundaki çalışmalarıyla bozulmuş olma olasılığı hakkında soruları da gündeme getiriyor.
Daha Az Besin, Daha Az Kesinlik
Eğer açken bir işe odaklanamadığınızı veya aklınızın sadece yemekle meşgul olduğunu hissettiyseniz, sinirsel kanıtlar sizi destekliyor. Birkaç yıl önce yapılan bir çalışma, kısa süreli açlığın sinirsel işlemeyi değiştirebileceğini ve dikkatimizi, yiyeceği daha hızlı bulmamıza yardımcı olabilecek şekilde yönlendirebileceğini doğruladı.
2016 yılında, Michigan Üniversitesi’nde sinirbilimci olan Christian Burgess ve meslektaşları, farelerin yiyecekle ilişkilendirdikleri bir görüntüyü gördüklerinde, görsel kortekslerinin bir bölgesinde aç olduklarında daha fazla nöronal aktivite olduğunu; yedikten sonra ise bu aktivitenin azaldığını buldular. Benzer şekilde, insanlar üzerinde yapılan görüntüleme çalışmaları, yiyecek resimlerinin, denekler açken bazı beyin bölgelerinde, yedikten sonraki duruma kıyasla daha güçlü tepkiler uyandırdığını ortaya koymuştu.
Burgess, “Aç olsanız da olmasanız da, retinanıza çarpan fotonlar aynıdır” diyor. “Ancak, beyninizdeki temsil çok farklıdır, çünkü vücudunuzun ihtiyaç duyduğunuzu bildiği bir hedefiniz vardır ve dikkati bu hedefi tatmin etmenize yardımcı olacak şekilde yönlendirir.”
Peki, birkaç saatten fazla süren açlıktan sonra ne olur? Araştırmacılar, beynin en enerji yoğun süreçlerini azaltarak enerji tasarrufu yapabileceğini fark ettiler. Buna dair ilk somut kanıt 2013 yılında sineklerin minik beyinlerinden geldi. Fransız Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi ve ESPCI Paris’ten Pierre-Yves Plaçais ve Thomas Preat sinekler aç kaldığında, enerji açısından maliyetli olan uzun süreli bir bellek türü oluşturmak için gereken bir beyin yolunun kapandığını keşfettiler. Bu yolu aktive etmeye ve anı oluşturmaya zorladıklarında, aç sinekler çok daha hızlı öldüler; bu da bu sürecin kapatılmasının enerjiyi koruduğunu ve yaşamlarını kurtardığını gösteriyor.
Ancak, memelilerin çok daha büyük, bilişsel olarak gelişmiş beyinlerinin benzer bir şey yapıp yapmadığı bilinmiyordu. Ayrıca, hayvanlar aç kalmadan önce herhangi bir enerji tasarrufu modunun devreye girip girmeyeceği de net değildi. Bunun olmayabileceğini düşünmek için nedenler vardı: Sinirsel işlem için kullanılan enerji çok erken kesilirse, hayvanın yiyecek bulma ve tanıma yeteneği tehlikeye girebilirdi.
Yeni çalışma, uzun süre boyunca yiyecek kıtlığı yaşandığında, ancak tamamen yok olmadığında, beynin enerji tasarrufu sağlamak için nasıl adapte olduğuna dair ilk bakışı sunuyor. Araştırmacılar, üç haftalık bir süre boyunca, bir grup farenin vücut ağırlıklarının %15’ini kaybedene kadar, onlara verilen yiyecek miktarını kısıtladılar. Fareler aç kalmıyordu: Aslında, araştırmacılar, Burgess ve diğer araştırma gruplarının gözlemlediği kısa süreli açlığa bağlı nöral değişiklikleri önlemek için deneylerden hemen önce fareleri beslediler. Ancak fareler aynı zamanda ihtiyaç duydukları kadar enerji de alamıyorlardı.
Ardından araştırmacılar, farelerin nöronları arasındaki iletişimi dinlemeye başladılar. Fareler farklı açılarda yönlendirilmiş siyah çubukların görüntülerini izlediğinde, görsel korteksteki birkaç nöron tarafından gönderilen voltaj dikenlerinin (nöronların iletişim kurmak için kullandığı elektriksel sinyallerin) sayısını ölçtüler. Birincil görsel korteksteki nöronlar, tercih edilen yönelimlere sahip çizgilere yanıt verir. Örneğin, bir nöronun tercih edilen yönelimi 90 derece ise, görsel bir uyaranın 90 dereceye yakın veya 90 derece açıyla yerleştirilmiş elemanları olduğunda daha sık dikenler gönderir, ancak açı çok daha büyük veya küçük olduğunda oran önemli ölçüde düşer.
Nöronlar, iç voltajları kritik bir eşiğe ulaşana kadar bir sinyal gönderemezler; bu eşiği de hücreye pozitif yüklü sodyum iyonları pompalayarak elde ederler. Ancak sinyalden sonra, nöronlar tüm sodyum iyonlarını tekrar dışarı pompalamak zorundadırlar. 2001 yılında sinirbilimciler bu görevin beyinde en fazla enerji gerektiren süreçlerden biri olduğunu keşfettiler. Yazarlar, enerji tasarrufu sağlayan mekanizmaların kanıtlarını bulmak için bu maliyetli süreci incelediler ve doğru yerin burası olduğu ortaya çıktı. Aç bırakılmış farelerdeki nöronlar, zarlarından geçen elektriksel akımları ve içeri giren sodyum iyonlarının sayısını azalttılar, böylece sinyalden sonra sodyum iyonlarını tekrar dışarı pompalamak için daha az enerji harcamak zorunda kaldılar. Daha az sodyumun içeri girmesinin daha az sinyalle sonuçlanması beklenebilir, ancak aç bırakılmış fareler, iyi beslenmiş farelerle benzer bir sinyal oranını görsel kortikal nöronlarında korudular. Bu nedenle araştırmacılar, sinyal oranını koruyan telafi edici süreçleri aramaya başladılar. İki değişiklik buldular ve her ikisi de bir nöronun sinyal üretmesini kolaylaştırıyordu. İlk olarak, nöronlar giriş dirençlerini artırdılar, bu da sinapslarındaki akımları azalttı. Ayrıca, dinlenme zar potansiyellerini de yükselttiler, böylece sinyal göndermek için gereken eşiğe zaten yakın bir değere ulaştı.
Seattle’daki Allen Beyin Bilimi Enstitüsü’nde hesaplamalı sinirbilimci olan Anton Arkhipov, “Beyinlerin ateşleme hızlarını korumak için büyük çaba sarf ettiği görülüyor” diyor. “Ve bu bize bu ateşleme hızlarını korumanın ne kadar önemli olduğu konusunda önemli bir şey söylüyor.” Sonuçta, beyinler daha az sinyal göndererek de enerji tasarrufu sağlayabilir.
Ancak sinyal hızını aynı tutmak, başka bir şeyden fedakarlık etmek anlamına geliyor: Farelerdeki görsel kortikal nöronlar, onları ateşlemeye neden olan çizgi yönelimleri konusunda o kadar seçici olamadılar, bu nedenle tepkileri daha az hassas hale geldi.
Düşük Çözünürlüklü Görüş
Araştırmacılar, nöronların duyarlılığındaki azalmanın görsel algıyı etkileyip etkilemediğini kontrol etmek için fareleri, her biri beyaz bir arka plan üzerinde farklı açılarda siyah çubukların görüntüleriyle işaretlenmiş iki koridora sahip bir su altı odasına yerleştirdiler. Koridorlardan birinde, farelerin sudan çıkmak için kullanabileceği gizli bir platform vardı. Fareler, gizli platformu belirli bir açıda çubukların görüntüsüyle ilişkilendirmeyi öğrendiler, ancak araştırmacılar, resimdeki açıları daha benzer hale getirerek doğru koridoru seçmeyi zorlaştırabiliyorlardı.
Yiyecekten yoksun bırakılmış fareler, doğru ve yanlış görüntüler arasındaki fark büyük olduğunda platformu kolayca buldular. Ancak resimdeki açılar arasındaki fark 10 dereceden az olduğunda, yiyecekten yoksun bırakılmış fareler aniden iyi beslenmiş fareler kadar doğru bir şekilde ayırt edemez hale geldiler. Enerji tasarrufunun sonucu, dünyanın biraz daha düşük çözünürlüklü bir görünümü oldu.
Sonuçlar, beyinlerin hayatta kalmak için en kritik olan işlevlere öncelik verdiğini göstermektedir. Çubukların yönündeki 10 derecelik bir farkı görebilmek, yakındaki meyveleri bulmak veya yaklaşan bir yırtıcıyı fark etmek için muhtemelen şart değildir. Bu algı bozukluklarının hayvan gerçek açlığa girmeden çok önce meydana gelmesi beklenmedikti. Duke Üniversitesi’nde görme üzerine çalışan bir nörobilimci olan Lindsey Glickfeld, “Bu benim için kesinlikle şaşırtıcıydı” dedi. “Bir şekilde [görme] sistemi, hayvanın algısal görevi yapma yeteneğindeki bu nispeten ince değişiklikle enerji kullanımını büyük ölçüde azaltmanın bir yolunu bulmuş.”
Şimdilik, çalışma bize sadece memelilerin görsel kortikal nöronlarda bir enerji tasarrufu mekanizmasını devreye sokabildiklerini kesin olarak söylüyor. Rochefort, “Gösterdiğimiz şeyin örneğin koku alma duyuları için geçerli olmaması hala mümkün” dedi. Ancak o ve meslektaşları, bunun diğer kortikal alanlarda da farklı derecelerde meydana gelmesinin muhtemel olduğunu düşünüyorlar.
Diğer araştırmacılar da aynı fikirde. Pennsylvania Üniversitesi’nde işitsel işleme üzerine çalışan bir nörobilimci olan Maria Geffen, “Genel olarak, nöronlar kortikal alanlarda çok benzer şekilde işlev görüyor” diyor. Enerji tasarrufunun algı üzerindeki etkilerinin tüm duyular için aynı olmasını, organizma için o anda en faydalı olan aktiviteyi artırmayı ve diğer her şeyi azaltmayı bekliyor.
Geffen, “Çoğu zaman duyularımızı sınırlarına kadar kullanmıyoruz” diyor. “Davranışsal taleplere bağlı olarak, beyin sürekli olarak kendini ayarlıyor.”
Neyse ki, ortaya çıkan herhangi bir bulanıklık kalıcı değil. Araştırmacılar, vücudun enerji dengesini ve açlık seviyelerini düzenlemek için kullandığı leptin hormonunu farelere verdiklerinde, düşük güç modunu açıp kapatan anahtarı buldular. Nöronlar, tercih ettikleri yönelimlere yüksek hassasiyetle yanıt vermeye geri döndüler ve işte böylece, algısal eksiklikler ortadan kalktı – üstelik fareler tek bir lokma yiyecek bile yemeden.
Rochefort, “Leptin verdiğimizde, beyni kortikal fonksiyonu geri kazandıracak noktaya kadar kandırabiliyoruz” diyor.
Leptin yağ hücreleri tarafından salındığı için, bilim insanları kandaki varlığının, hayvanın bol miktarda yiyeceğin olduğu ve enerji tasarrufuna gerek olmadığı bir ortamda olduğunu beyne işaret ettiğine inanıyorlar. Yeni çalışma, düşük leptin seviyelerinin beyni vücudun yetersiz beslenme durumuna karşı uyardığını ve beyni düşük güç moduna geçirdiğini öne sürüyor.
Londra’daki Francis Crick Enstitüsü’nde sinirbilimci olan Julia Harris “Bu sonuçlar alışılmadık derecede tatmin edici” diyor. “Mevcut anlayışla bu kadar uyumlu, bu kadar güzel bir bulgu elde etmek pek sık görülen bir şey değil.”
Sinirbilimi Çarpıtmak
Yeni bulguların önemli bir sonucu, beyinlerin ve nöronların nasıl çalıştığına dair bildiklerimizin çoğunun, araştırmacıların farkında olmadan düşük güç moduna aldıkları beyinlerden öğrenilmiş olabileceği gerçeğidir. Fareler ve diğer deney hayvanlarına, sinirbilim çalışmaları öncesinde ve sırasında haftalarca yiyecek verilmesini kısıtlamak, onları yiyecek ödülü karşılığında görevleri yerine getirmeye motive etmek için son derece yaygın bir uygulamadır. (Aksi takdirde, hayvanlar genellikle sadece oturmayı tercih ederler.)
Rochefort, “Gerçekten derin bir etki, yiyecek kısıtlamasının beyin fonksiyonunu etkilediğini açıkça göstermesidir” diyor. Gözlemlenen yüklü iyon akışındaki değişikliklerin, sinapslarda meydana gelen belirli değişikliklere bağlı oldukları için, öğrenme ve bellek süreçleri için özellikle önemli olabileceğini öne sürüyor.
Glickfeld, “Bir hayvanın algısının veya nöronların duyarlılığı hakkında sorular sormak istiyorsak, deneyleri nasıl tasarladığımızı ve deneyleri nasıl yorumladığımızı çok dikkatli düşünmeliyiz” diyor.
Sonuçlar ayrıca, diğer fizyolojik durumların ve hormon sinyallerinin beyni nasıl etkileyebileceği ve kan dolaşımındaki farklı hormon seviyelerinin bireylerin dünyayı biraz farklı görmesine neden olup olamayacağı konusunda yepyeni sorular ortaya çıkarıyor.
Kopenhag Üniversitesi’nde sinirbilimci olan Rune Nguyen Rasmussen, insanların leptin ve genel metabolik profillerinde farklılık gösterdiğini belirtti. “Bu, görsel algımızın bile -farkında olmasak da- insanlar arasında gerçekten farklı olduğu anlamına mı geliyor?” diye soruyor.
Rasmussen, sorunun kışkırtıcı olduğunu ve yanıta dair çok az somut ipucu verdiğini belirtiyor. Farelerin bilinçli görsel algılarının gıda yoksunluğundan etkilenmesi muhtemel görünüyor, çünkü bu algıların nöronal temsillerinde ve hayvanların davranışlarında değişiklikler meydana gelmekte. Ancak kesin olarak bilemeyiz, “çünkü bu, hayvanların bize niteliksel görsel deneyimlerini tarif edebilmelerini gerektirir ve açıkçası bunu yapamazlar” diyor.
Ancak şu ana kadar, farelerdeki görsel kortikal nöronların uyguladığı düşük güç modunun ve bunun algı üzerindeki etkisinin insanlarda ve diğer memelilerde de aynı olmayacağını düşündürecek herhangi bir neden de yok.
Glickfeld, “Bunların nöronlar için gerçekten temel mekanizmalar olduğunu düşünüyorum” diyor.
Dipnotlar:
Kaynak: Allison Whitten. June 14, 2022. The Brain Has a ‘Low-Power Mode’ That Blunts Our Senses. https://www.quantamagazine.org/the-brain-has-a-low-power-mode-that-blunts-our-senses-20220614/
Makalenin aslı: Adolphs R. How do we know the minds of others? Domain-specifity, simulation, and enactive social cognition. Brain Res 2006; 1079: 25-35
Beyin, dışsal uyaranlardan gelen bir dizi duysal enformasyonu bu uyaranlarla etkileşime girecek şekilde uyarlanmış tepkilere dönüştürür. Bu dönüştürmenin mekanizmaları sistemler sinirbiliminin, davranışsal sinirbilimin ve bilişsel sinirbilimin ele almayı seçtikleri büyük sorudur. İlginç ve karmaşık olan hemen tüm davranışlarda uyaranın temsilinin basit bir şekilde motor temsile haritalanmadığı bellidir. Süreç daha çok yaratıcı ve -doğası bakımından- çıkarımsal (inferential) bir süreçtir.
Bu ayrımın en iyi gözlemlendiği yer, toplumsal açıdan önemli (socially relevant) uyaranlara yönelik davranışlardır. İnsanlar ve diğer hayvanlar toplumsal davranışlarına uyaranın ortaya çıktığı geniş bir uzamsal ve zamansal düzleme dayanarak yön verirler. Toplumsal uyaranların davranışlarla bağlantılandırılma biçimi son derece esnektir ve çoğu zaman epey öngörülemezdir. Ve bilhassa insanlar uyaranların ortaya çıkmasının çok ötesine giden çıkarımlarda da bulunurlar – hareketlerini gözlemledikleri kişilerin zihinleri ve bedenlerinde olup bitenlere dair çıkarımlar…
Toplumsal bilişe olanak veren, başkalarının zihinsel durumlarını çıkarsama yeteneğimizi doğuran düzenekler süzücü (çevrede varolan bilgilerin elenmesi) olarak betimlenebilecek olan işlemlere ve en iyi tanımı yaratıcı (çevrede o haliyle bulunmayan bilgilerin üretilmesi) olan işlemlere bağlıdır. Toplumsal bilgileri, tercihen öne çıkmış (salient) olduğu farz edilen şeyleri işleyecek şekilde süzeriz ve ondan toplumsal dünyaya dair, tek başına duyumların bize sağlayabildiklerinin çok ötesine giden, zengin bir model inşa ederiz. Ancak, toplumsal bilgilerin üretilmesinde asıl işin beyinlerimizde görüldüğü düşüncesi aldatıcı olabilir. Bütün yaptığımız pekala model inşası ve bilgi süzme olarak tanımlanabilir. Fakat bilişin üretken doğası sadece duysal enformasyonu alır almaz yaptığımız çıkarımlarla yönetilmez, ilk planda çevrede yeni bilgiler keşfetme olasılığı tarafından da yönlendirilir. Biz çevremizi araştırırız ve etkin bir şekilde sosyal enformasyon ararız – sosyal sinirbilimde tam olarak takdir edilmemiş ve ileri araştırmalar için verimli bir konudur bu.
Bu konu yeni bir örnekle daha iyi açıklanabilir. Birçok çalışma amigdala’nın korkuyla ilgili enformasyonu işlemek için “özelleşmiş” olduğu fikrini ileri sürmüştür. Amigdala zedelenmeleri diğer duygularla kıyaslandığında korkunun tanınmasında orantısız bir zaafa neden olmuş ve korkulu yüz ifadelerini görmek sağlıklı kişilerde de amigdala’nın fazla etkinleşmesiyle sonuçlanmıştır. Ancak, hikayenin o kadar basit olmadığına işaret eden istisnalar da hızla çoğalmaktadır. Verilerin bir başka yorumu şöyle de olabilir: İlk önce yüzü algıladığımızda, temporal görsel korteksler uyaranın ayrıntılı bir temsilini oluştururlar – yüzün özellikleri ve bunların göreli konfigürasyonlarını… Süzme bileşeni burada devreye girer. Görsel uyaranın bu temsili, amigdala tarafından, somatik durumun – yüzünü gördüğümüz kişinin varsayılan bedensel durumunun- bir temsiliyle eşleştirilir. Amigdala tarafından tetiklenen bu eşleme/birleştirme (association) işlemi, gözlemcinin içinde, görülen kişinin duygusal durumuyla ilgili çıkarsanan özelliklerini benzeştirebilir (taklit (simüle) edebilir). Beden-duysal (somatosensory) korteksler, insula vd. somatik haritalama yapıları da bu duygusal durumu temsil edecek ve duygu hakkında açık bilgiler sağlayacaktır. Böylece, amigdala iki tür temsili birbirine bağlayacaktır: görmekte olduğumuz diğer kişinin görsel bir temsili ve o kişinin varsayılan duygusal durumunu temsil edecek olan somatik bir temsil. Amigdalanın kurduğu bu bağlantı oldukça doğrudan (amigdala’dan insula’ya, içduyumla ilgili beden-duysal beyin kabuğuna (interoceptive somatosensory cortex) doğrudan projeksiyonlar yoluyla) ya da daha dolaylı (önce görenin bedeninde aktüel bir duygusal tepki, sonra da insula gibi yapılarda temsil edilebilme yoluyla) olabilir.
Bir başkasının duygusal durumunu simülasyon yoluyla nasıl çıkarsayabileceğimize dair bu açıklama, anlatılan model-inşası tablosuyla tümüyle uyumludur. Ancak, bunun eksik bir tablo olduğu görülmüştür. Yeni bir çalışma amigdalanın daha erken, daha soyut bir işlemleme bileşeninde devreye girdiğine dair şaşırtıcı bulgular ortaya çıkardı. Amigdala hasarının, tanı koydurucu bir yüz özelliğinden (yüzün göz bölgesinden) gelen bilgileri kullanma yeteneğini zaafa uğrattığı bulunmuştur. Amigdala hasarından sonra, bakan kişi korkuyu ayırt etmek için yüzlerin göz bölgesini etkili bir şekilde kullanamıyordu. Kusur çok daha temel bir yerdeydi: Göz bölgesi daha en başta sabitlenemiyordu. İki taraflı amigdala hasarı olan hastaya, bakışlarını diğer insanların yüzlerindeki gözlere yöneltmesi talimatı verildiğinde ise, bu manipülasyon korkuyu tanıma ödevinde geçici olarak normal performans göstermesine olanak sağladı.
Bu çalışmadan çıkan iki önemli sonucu kaydetmeye değer. İlki, amigdala lezyonu olan kişiler sadece korkuyla ilgili yüz ifadelerine değil, herhangi bir yüze gözlerini fikse etmeyi başaramıyorlardı. Aslında genel olarak yüzleri araştırmakta yetersizdiler; bakışlarını göz bölgesine yöneltemiyorlardı. O halde, yüzlerdeki gözlerden gelen bilginin kullanılmasında ya da ona sabitlenmedeki zafiyet yüzler için geneldi. Bu genel zaafın korkunun tanınmasında görece özgül bir zaafa yol açmasının nedeni, sadece yüzün göz bölgesinin aslında diğer duygulardan çok korkunun haber verilmesinde en tanı koydurucu özellik olmasıydı. (Sabitleme zaafı yüzlerden başka nesnelere genelleşmemiş gibi görünüyordu, çünkü ters dönmüş yüzlerde bu sorun görünmüyordu.)
İkincisi, hasta korkuyu tanımaktaki (gözlerini sabitlemedeki) zaafının farkında değildir, merak da etmez. Bu, öznenin, amigdala hasarının sonucu olarak, normalde işleyen çevreyi araştırma mekanizmasının eksik olduğuna işaret eder.
Öyleyse, amigdala, yüzün bazı bölgelerine bakışımızı ve görsel dikkatimizi yönelterek, öne çıkma potansiyeli olan (potentially salient) toplumsal bilgileri araştırmakta özelleşmiş olabilir. Bu rol yüzlerin ötesine geçer, genel olarak toplumsal çevrenin araştırılmasında daha geniş bir rolü kapsar. Amigdala, o halde, hakkında daha fazla enformasyon toplanması gereken, önemli olma potansiyeli bulunan uyaranların tespitine hizmet eder.
Bu makalede şunu savunacağım: Toplumsal biliş, sinir sisteminin dışında (extra-neural) olan bilgi işlem devrelerini gerektirir. Bunlar beynin içine yerleştiği bedenleri ve toplumsal çevreyi kapsar. John Dewey bilişin bu etkinli (enactive) yönünü vurgulamıştı:
“Çözümlemelere göre duysal bir uyaranla değil, bir duysal-motor (sensori-motor) eşgüdümle, görme gözüyle (opticocular) işe başladığımızı, belli bir anlamda birincil olanın hareket, ikincil olanın duyum olduğunu; yaşananların niteliğini bedenin başın ve göz kaslarının hareketlerinin belirlediğini görüyoruz. Başka bir deyişle, gerçek başlangıç ışığın duyumsanması değildir, görme eylemiyledir, bakmadır. Nasıl ki hareket edimin mekanizmasını ve denetimini donatırsa, duysal quale (nitelik) de değerini verir, fakat gerek duyum, gerekse hareket edimin dışında değil içinde bulunurlar” (Dewey, 1896).
Öyleyse, toplumsal biliş, 1) duysal uyaranların algısal işlemden geçmeleri açısından ve 2) bu uyaranlardan çıkarsamalar yapılmasına izin verecek şekilde inşa edilmiş olan türden içsel modeller açısından bir derecede özelleşme gösteren mekanizmalardan yararlanmaktadır. Yüzlerin alana-özgü bir şekilde işlenmesi ve başkalarıyla empati kurma bu özelliklerin iki örneğidir. Fakat üçüncü bir bileşenin eklenmesi gerekir: toplumsal çevreyi araştırma ve onu karşılıklı etkileşim içinde sondajlamaya yönelik mekanizmalar. Birlikte ele alındığında, toplumsal bilişin bu farklı bileşenleri, başkalarının içsel bedensel ve zihinsel durumlarına dair bilgimizin 1) özgül özelliklerin tespiti, 2) özgül çıkarsamalar yapma ve 3) toplumsal ortama dair özgül sorular sormaktan doğduğunu düşündürmektedir. Belki de toplumsal bilişi genel olarak bilişten ayıran şey, bu bileşenlerin bütünleşme düzeyi, ilki ile üçüncünün genelde girdiğimiz karşılıklı toplumsal etkileşimlerde bağlantı kurma düzeyidir.
En iyi görme modalitesinde çalışılmış olan toplumsal olarak önemli uyaranların algılanması ve, örneğin, “zihin kuramı” görevleriyle incelenen diğer insanların zihinsel durumları hakkında çıkarımlar yapma, hepsi alana-özgü özellikleri paylaşırlar.
Önce algısal bileşeni ele alalım. Bir tür için toplumsal önemi olabilecek duysal uyaran sınıflarını belirlemeye dönük geniş kapsamlı yaklaşım aslında nöroetolojinin ulaşmaya çalıştığı şeydir: hayvanların doğal nitelikteki uyaranlara karşı davranışlarını doğal ortamlarında gözlemlemek. Bu yaklaşım, hayvanların davranışsal tepkileri istisnai olarak ekolojik anlamı olan çok özgül uyaran parametrelerine ayarlı olduğu sürece, bunların belirgin bir özgüllüğünün bulunduğunu kesin bir şekilde göstermiştir ve bazı çalışmalar şimdi bu tür bilgi işlem süreçlerinin sinirsel temellerini (neural substrates) aydınlatmaya başlamıştır.
Üst düzey görsel korteks bölgelerinin yüzlerle ya da biyolojik hareketle, diğer görsel uyaran sınıflarıyla kıyaslandığında, orantısız ölçüde ilgilendiğine dair kanıtlar vardır. Bazı oksipital ve temporal kortekslerde bedenlerin, biyolojik hareketin (motion) ve yüzlerin görülmesine karşı farklı etkinleşmeler olduğu gösterilmiştir. Bu tür veriler toplumsal uyaranların daha algılama düzeyinde özelleşmiş oldukları fikrini destekler. Davranışsal olarak yüzlere hayatın çok erken dönemlerinde tercihli bir şekilde dikkat edilmeye başlandığına dair kanıtlar vardır. Ayrıca, hepimizin insanları yüzlerinden tanıma konusunda uzman olduğunu günlük gözlemlerimizden biliriz.
Özellikle “iğ şeklindeki yüz bölgesi”nin (fusiform face area) diğer görsel nesnelerden daha fazla yüzler arasında ayrım yaptığı görülmektedir. Bu veriler yüzlerin alana-özgü olarak işlendikleri şeklindeki bilinen görüşü desteklemektedir. Ancak, “greeble” (soldaki şekil) denen yapay uyaranlara yanıt, görsel korteksin bu bölgesinin bazı uyaran sınıflarından çok bazı işlemleme stratejilerini yürütme açısından özelleştiğini göstermektedir.
Toplumsal bilişin özel olduğuna dair kanıtların bulunduğu ikinci alan (domain) “zihinselleştirme”dir (diğer zihinleri ve onların durumlarını ve içeriklerini insanlara dair gözlemlerden çıkarsama). Diğer herhangi bir primatın benzer yeteneklere sahip olup olmadığına dair tartışmalar devam etmektedir, fakat bu tür çıkarımların toplumsal-olmayan uyaranlar için geçerli olmadıkları açık gibidir.
Zihinsel durum atıflarını tetikleyen algısal ipucu kümeleri çok az olabilir. Çok kısa dinamik görsel uyaran parçalarından toplumsal çıkarımlarda bulunabiliriz ve doğası gereği belirgin bir şekilde toplumsal olmayan uyaranları bile insan-biçimleştirme (anthropomorphize) eğilimimiz vardır: üçgen, daire, gibi geometrik şekillerin görsel hareketi gibi (aşağıdaki şekil). Bu uyaranları gördüğümüzde, yüzleri gördüğümüzde etkinleşen görsel kortikal bölgelerin aynılarının devreye girmesi ve otizmli kişilerde ya da iki yanlı amigdala hasarı olan nörolojik olgularda uyaranın toplumsal yorumunun ortadan kalkması ya da azalması ilginçtir. Bu durumlarda yüze özgü görme bölgelerinin etkinleşmesinin anlamı nedir? Hareketli geometrik şekiller gibi uyaranlar yüzlerle ortak bir şeyleri mi paylaşmaktadırlar, yoksa uyaranları algılamamızı yüksek düzey süreçler mi etkilemektedir?
Psikoloji düzeyinde, zihnin doğası bakımından duysal olan yönleri (ör, bir kişinin yüzünün bize nasıl göründüğüne dair görsel deneyimimiz) ile doğası bakımından kavramsal olan yönleri (yüzünü gördüğümüz kişi hakkında ne bildiğimiz, ona dair yargılarımız) arasında ayrım vardır.
Kimi toplumsal uyaranların “özel olarak” işlendiğine dair kanıtlar vardır. Dönüştürerek iletme (transduction) ve çok erken duysal işlemleme düzeyinde, feromonların tespiti, gerek omurgalılarda, gerekse memelilerde toplumsal bilgi işlemenin son derece özelleşmiş yönüne dair ideal bir örnektir. Aynı şekilde, primatların temporal lobundaki yüz-seçici nöronlara ve ötücü kuşların ön-beyinlerindeki ötüş-seçici nöronlara dair kanıtlar toplumsal uyaranlar açısından son derece özelleşmiş olan duysal işlemlemenin güçlü örnekleri gibi görünmektedirler.
Kavramlar düzeyinde de kanıtlar vardır. İnsanlar hakkında cansız nesneler hakkında düşündüğümüz şekilde düşünmeyiz, muhtemelen düşünemeyiz de. Onlara dünyaya dair bakış açıları uydururuz, hakkımızda ne düşündüklerini merak ederiz, onlara masaların ve sandalyelerin sahip olmadıkları moral haklar veririz. Sonuncusu toplumsal bilişin kavramsal düzeyde özelleşmesinin özellikle tanımlayıcısıdır. İnsanlar hakkında düşünmenin, toplumsal-olmayan uyaranlar hakkında düşünmekte bulunmayan normatif bir karakteri vardır. Aslında insan olmayan hayvanlar hakkında düşünmek bile, insanlara uygun bulduğumuz moral niteliklerin aynısını onlara da uygulamadığımızı gösterir.
Toplumsal malzeme üzerinde akıl yürütmenin olası sinirsel temeli (neural substrate) prefrontal kortekstir (PFK). Ventromedyal PFK lezyonları (somatik durumları düzenlemekte rol alan diğer yapıların da) duygusal ve toplumsal zekanın (olağan bilişsel zeka ile karşılaştırıldığında) orantısız bir şekilde bozulmasıyla sonuçlanır. Elbette toplumsal davranışta ve zihin kuramında (Gallager and Frith, 2003) prefrontal korteks (PFK) bölgelerini işaret eden ünlü çalışmalar da vardır (Damasio, 1994). Ancak, belki de zihinselleştirme, toplumsal zeka ve ilişkili yetiler daha karmaşık olan ya da toplumsal-olmayan dünya hakkında akıl yürütmemizi değerlendirmek üzere tasarlanmış olan daha esnek akıl yürütme gerektiren ödevlerle ölçülmektedir. Belki toplumsal uyaranlar bazı işlem taleplerinde bulunurlar, ama bu psikolojik ya da nörolojik mekanizmaların belki de toplumsal uyaranları işlemek üzere özelleşmiş olmaları şart değildir. Örneğin, çoğu zaman zihin kuramı ödevlerinde görülen medial PFK ve singulat korteks katkısı, bilişsel çabanın ve bu görevleri uygulamak için gereken kontrolün artmasından kaynaklanabilir. Toplumsal bilişte orbitofrontal korteksin (OFK) rolü karşı-olgusal (counterfactual) düşünmedeki rolünden doğabilir. Fakat bu, medyal PFK gibi bölgeleri içeren sinirsel sistemlerin toplumsal bilişe yönelik uyarlanmalar olmadıkları anlamına gelmez; tam da bilişsel kontrolün artması gibi faktörleri gerektiren, karmaşık toplumsal doğamız olabilir pekala.
Başka bir deyişle, tepki verilen duygu kategorisi uyaranların doğasında içerilmiş olmaktan çok beyin tarafından yaratılmış olabilir.
Başkalarını da kendimiz gibi düşünme ve onlar gibi olmanın neye benzediğini hayal ederek insanlar hakkında bilgi edinme yeteneğimiz (Lipps, 1907) son zamanlarda hem kendi eylemlerimize, hem de türdeşinkilere tepki veren “ayna nöronlar”ın keşfedilmesiyle ve beyindeki somatik haritalama yapılarının hem bir duygu hissettiğimizde, hem de bunu ifade eden birini gözlemlediğimizde etkinleştiklerinin bulunmasıyla epey dikkat çekmiştir.
Bir başka kişinin duygusal durumunun gözlemlenmesi insula gibi yapıları devreye sokar – insula kendi somatik hallerimizi temsil etmekte de işin içinde olan, içduyumla ilgili beden-duysal beyin (interoceptive somatosensory cortex) bölgesidir. İnsula’nın kendi beden halimizle ilgili bilinçli yaşantıyla ilişkili olduğu varsayılmış ve son zamanlarda gösterilmiştir. Demek ki, bir başka kişinin duygusal durumuna dair, onların varsayılan somatik durumunun benzeştirme (simulation) yoluyla edindiğimiz bilgi, benzeştirilen (simulated) duyguya bilinçli ulaşımın sağlanması anlamında, apaçık (explicit) olan bir benzeştirmeye (simulation) dayanmaktadır. Yani, onun aracılığıyla bir başka kişinin duygusunu çıkarsadığımız benzeştirme (simulation) mekanizması empatiktir: diğer kişinin duygusunu(n bazı yönlerini) gerçekten hissetmeyi gerektirir. Bu anlamda, benzeştirmeyle edinilen bilgi, tek başına akıl yürütmeyle edinilen bilgiden tamamen farklıdır: tanıyarak (acquaintance) bilme ile betimlemeyle (description) bilme arasındaki farktır bu.
Ancak, çıktı olarak belli bir bilinçli yaşantı sağlayan bir model inşa etme yoluyla bilgi üretme yeteneği toplumsal bilişe özgü değildir. Her türden hayal gücü, somatik bir imge yaratmak yoluyla olması şart değilse de, aslında aynı şeyi yapar. Her durumda avantajı benzerdir: “Evinizde kaç pencere var?” sorusuna yanıt vermek için evinizin görsel bir imgesini yaratmak basit bir şekilde semantik bellekten geri çağırma yoluyla ulaşılamayacak olan incelikli bilgiler verir. “Bu kişi ne hissediyor?” sorusunu yanıtlamak için o kişinin duygusal halinin somatik bir imgesini yaratmak da onun içsel durumu hakkında aynı şekilde incelikli bilgiler verir.
Zihinselleştirmek için kullandığımız benzeştirmelerin (simulation) doğasına dair bazı sorular ortaya çıkar. Örneğin, hangi incelikte/keskinlikte benzeştiriyoruz (simulate)? Benzeştirmeyi (simulation) gerçek şeyden nasıl ayırt ediyoruz?
Yanıtlar muhtemelen gene görsel hayal gücü hakkında vereceğimiz yanıtlara koşut olacaktır: İncelik/keskinlik muhtemelen yeniden inşa edilecek olan bilginin düzeyine bağlıdır.
Benzeştirme (simulation), gerçek şeyden, hem iki temsilin tam olarak örtüşmüyor olması, hem de ikisini ayırt etmemize olanak veren ek yapıların varlığıyla ayrılır.
Ancak, kurama karşı çıkanlar da vardır. Örneğin, motor yollarla benzeştirmenin inançlar gibi gözlemlenemeyen durumların çıkarsanmasını açıklayabileceği düşüncesine itiraz edilir. Ya da bu yaklaşıma göre öfkeli biri görüldüğünde, kendi korkusuna ek olarak, diğerinin öfkesinini de benzeştirmesi gerekecektir. İki suçlamaya da yanıt şu olabilir: Ayna nöronlar bütün hikaye olmayabilir. Bir başka itiraz da, deneylerde öznelerin yaptıkları hata örüntülerinin ayna nöronlar açıklamasına uymamasıdır. Aynı şekilde burada da ayna nöronların benzeştirmenin tek temeli (substrate), hatta tek zihinselleştirme stratejisi olmasının pek inanılır olmamasıdır. Kuşkusuz diğerlerinin zihinleri konusunda çıkarsamalar yapmak için daha fazla “kuram” yönelimli akıl yürütmeler de kullanıyoruz, benzeştirme de geçerli tek olasılık değildir. Ancak, bu da, geniş açıdan bakılırsa, benzeştirmenin öykünün ana yapısı olmadığını da göstermez.
Ayrıca, diğer insanların ayna sistemine bir girdi olarak doğrudan giren ip uçlarına dayanmayan beden ve zihin durumları hakkında da çıkarımlar yapması gerektiği durumlarla da sık sık karşılaşırız. Örneğin, kişinin doğrudan gözlenmesinden çok, onun neler yapıyor olabileceğini üçüncü şahıs anlatımlarından dinler ya da bir romanda okuruz. Bu durumda ayna nöronların bu tür bilgilere dayanarak başkalarının zihinlerine dair çıkarımlarda bir rolü yoktur, duygusal ya da motorik bileşenler işe karışmadan, kendine-göndermede bulunan (self-referential) düşünme biçimi bu tür olgularda yeterli olabilir. Elbette, daha önce elde edilmiş olan bilgiler temelinde üretilmiş imgelere sahip olan çıkarımsal süreçlerden gelen girdilere dayansa da, ayna nöronların rol oynaması da mümkündür. Şu söylenebilir: farklı benzeştirme açıklamaları ya da benzeştirmeci-olmayan zihinselleştirmeci açıklamalar hemen hiçbir zaman tüm hikaye değildir ve tüm hikaye anlatılırken hemen hiçbir zaman birbirlerini dışlamaları da gerekmez. Çeşitli zamanlarda işin gereklerine bağlı olarak hepsi devreye girebilirler.
Diğer insanları benzeştirmenin kendine özgü gibi görünen iki özelliği vardır: eylemle bağlantı ve beden. Bir başkasının duygusunu ona dair benzeştirmemiz yoluyla hissettiğimizde, kendimizi o duygu temelinde hareket etme zorunluluğunda da hissederiz. Duygular içsel olarak güdüleyici olduklarına göre, diğer insanlara empatik tepkilerimiz de bizi hemen harekete etmeye, örneğin, diğer kişiye yardım etmeye ya da ondan kaçınmaya güdüler. Diğer zihinlere dair bilgimizin diğerleriyle etkileşimlerimizle sıkı bir bağlantısının olması, toplumsal bilişin önemli ve ayırt edici bir özelliğidir.
Bedenin rolü de benzeştirmeyi diğer tahayyül biçimlerinden ayırır. Başkalarına dair algı ile onların içsel durumlarına dair benzeştirmemiz arasında aracılık etmek için aşikar bir somatik tepki zorunlu olmayabilir. Muhtemelen (premotor korteksler ya da amigdala gibi) bedendeki aktüel tepkileri tetikleyebilen yapılar beden durumlarının sinirlerdeki temsillerinde (insula’dakiler gibi) de daha doğrudan değişiklikleri tetikleyebilirler. Gene de gerçekte çoğu zaman diğer insanları benzeştirirken bedeni işin içine sokarız ve diğer kişilerin duygularını ifade ederken gözlemlemek, bakan kişide fizyolojik duygusal durumun bir tür aynalanmasıyla sonuçlanır. Bir başka kişinin duygusunu modellerken benzeştirmenin substratı olarak bedeni kullanma olanağı, sadece ekonomik olmakla kalmaz, ilginç bir yol da önerir: aktüel, analog fiziksel süreçler (bedenin normalde duygusal bir tepkiyi oluşturan çeşitli parametrelerindeki durumsal değişmeler) bilgi işlemde bu şekilde kullanılabilirler. Beden, duygusal bir durumun ayrıntılarına dair bilgiyi yeniden inşa etmek amacıyla eferent sinyallerle sondajlama yapan somatik bir karalama defteri olarak düşünülebilir.
Kendi bedenlerimizi bir başka kişininkileri benzeştirmekte kullanırken, diğer kişi tarafından algılanabilen bir toplumsal sinyal de ifade ederiz. Birçok toplumsal etkileşimdeki algılayıcı ile gözlemci arasındaki bu kapalı devre Darwin’in yüz ifadeleri konusunda zaten dikkati çekmiş olduğu şeyi açıklar: bunların toplumsal iletişimsel doğasını.
Toplumsal bilişin özel olup olmadığı sorusu genlerden davranışlara uzanan betimleme düzeylerinde de geçerlidir. Yukarıda tartışılan bilgi-işlem (processing) evrelerinde olduğu gibi, indirgemeci tercihlerimiz çoğu zaman daha mikroskopik düzeydeki kanıtları da daha makroskopik düzeydeki kanıtlardan daha güçlü görme eğilimindedir. Bazı genlerin etkisizleştirilmesinin (knockout) toplumsal davranışın çeşitli yönlerini orantısız ölçüde etkilemesi bunun en iyi örnekleridir: Sözgelimi, oksitosin geni etkisizleştirilmiş (knockout) fareler türdeşlerinin kokularının anısı için seçici olan bellekte bozulma gösterirler. Bu sonuç bu peptidi (insanlardaki gibi) kemiricilerdeki toplumsal davranışlarla bağlantılandıran diğer kanıtlarla da tutarlıdır. Opioid reseptörü etkisizleştirilmiş (knockout) fareler anne ile yavrular arasında bağlanma davranışında zaaf gösterirler. Ancak, bu mikroskopik betimleme düzeylerine daha makroskopik ya da sistemler düzeyindekinden daha fazla ağırlık verilmemelidir. Toplumsal biliş için ya da belli bir duygu için “bir gen”, “bir nörotransmiter” ya da “bir beyin yapısı” olup olmadığını sormak yanlış bir soru sormaktır, çünkü tek bir betimleme düzeyinin tek uygun betimleme olduğunu varsayar.
Farklı betimleme düzeylerinin nasıl bir ilişkide olduklarının iyi bir örneği, duygudurum bozuklukları üzerine son bulgulardan gelmektedir. Depresyon örneğini alalım. Bugün serotonin geri alım taşıyıcı etkinleştiricisindeki (reuptake transporter promoter) polimorfizmleri depresyon riskiyle (Caspi et al, 2003) ve amigdala gibi özgül beyin yapılarının işlevlerinin değişmesiyle (Hariri et al, 2002) ilişkilendiren kanıtlar vardır. İşlev değişmesinin tek bir yapıdaki etkinlik değişmelerinden daha karmaşık olması dikkate değer: depresyon riskiyle bağıntı gösteren özelliklere (traits) yönelik genetik yatkınlık, amigdala ile singulat korteks arasında farklı işlevsel bağlantılarla ilişkili bulunmuştur. Bir diğer bulgu, antidepresanların etkisinin hipokampusta sinir hücresi oluşumunu (neurogenesis) gerektiriyor gibi görünmesidir, çünkü nörojenezisin bloke edilmesi antidepresan ilaçların davranışsal etkisini de bloke etmektedir; hücresel ve moleküler düzeyler arasında şaşırtıcı bir etkileşim. Bir başka etkileşim de hipokampal nörojenezisin hayvanın toplumsal konumu tarafından (artacak şekilde) modüle edilmesidir. Çok sayıda çalışma bugün beyin işlevindeki farklılıkları açıklamak için hem iradi olarak, hem de kendiliğinden düzenlenen duygusal durum kadar kişilik özelliklerindeki bireysel farklılıkları da hesaba katmaktadır. Örneğin, duygusal yüz ifadelerine karşı amigdala’daki etkinlik öznenin sürekli (trait) ve durumluk (state) anksiyetesine göre modüle edilmekte ve duygusal deneyimin talimatla modüle edilmesi duygusal uyaranlara amigdala yanıtını etkilemektedir.
Prefrontal korteks (PFK) çoklu düzeylerde özelleşmenin kanıtlarının iyi bir örneğidir. Frontal korteksin hacmi primatlarda beynin diğer bölgelerine göre genişlemiş görünmektedir, her ne kadar insanlar bu bakımdan diğer maymunlara göre farklı değilse de. Aslında frontal korteksin daha ön bölgelerinin maymunlarda diğer primatlara göre (ve belki insanlarda diğer maymunlara göre) farklı olabileceği de ileri sürülmüştür. Bunun gri madde hacmindeki değişikliklere mi, bağlantılarda artışa mı bağlı olduğu henüz açık değildir. (Muhtemelen ikisi de önemlidir.) Ayrıca, primatların ve insanların prefrontal korteksindeki piramidal hücreler morfolojik olarak farklıdırlar. Bu belki de toplumsal davranışlara da katkıda bulunan yüksek bilişsel işlevlerde oynadıkları farklı rolü yansıtıyordur. Daha çarpıcı bir örnek, anterior singulat ve frontoinsular korteksteki von Economo hücreleridir. Bunlar insanlara ve büyük maymunlara özgü olan büyük, diken biçiminde hücrelerdir ve toplumsal duygularda işlev gördükleri varsayılmaktadır.
Toplumsal bilişe yönelik gelecek çalışmalarda önemli meydan okumalar olduğunu düşündüğüm üç konuyu değerlendirerek bitirmek isterim. İlki, yöntemsel konudur, yani, ekolojik geçerlilik konusu… Toplumsal biliş üzerine tüm sinirbilim verileri ancak son derece türevsel bir şekilde “toplumsal” olan uyaranlardan gelir. Tipik örnekler yüz ifadelerinin statik fotoğraflarıdır. Deneylere katılanlar iyi bilir ki, bunlar gerçek kişiler değildir. Özellikle algısal işlemlemenin birçok yönü bu tür uyaranlar ile gerçek şeyler arasında ortaklıklar taşıyabilirse de, gerçek bir kişinin sağlayacağı etkileşimli ve anlamlı doğadan mahrumdurlar.
Bu evrensel olarak kabul edilmiş bir olgu olduğundan ve giderek düzeltilmekte olduğundan, üstünde durmaya gerek yok. İki katılımcının “oyunlarda” para kazanmak ya da kaybetmek üzere stratejik seçimler yapmasını gerektiren etkileşimli deneyler bunun iyi bir örneğidir. Son zamanlarda bu protokoller fMRI ortamına tercüme edilmişlerdir ve sadece gerçek bir toplumsal etkileşimin sinirsel eşlikçisinin (neural correlate) incelenmesine izin vermezler, ayrıca gelecekteki çalışmalarda iki oyuncunun beyinlerindeki sinirsel etkinliğin eşleşik bir sistem olarak çözümlenmesi fırsatı da vereceklerdir.
İkinci meydan okuma, toplumsal bilişin bilinçli ile bilinçsiz işlemleme arasındaki ayrımı nasıl ilişkilendirdiğini açıklamaktır. Bu soru toplumsal bilişin “özel” olup olmadığı sorusuyla yakından ilişkilidir. Otomatik, örtük işlem düzeyinde özel olduğuna dair kanıtlar çoğu kişi tarafından bilinçli, iradi işlemleme düzeyinde özel olduğuna dair kanıtlardan daha ağırlıklı sayılır. Yüzlere karşı (beyin hasarı, subliminal sunum, örtük çağrışım testleriyle ortaya çıkarılmış olan kişi kategorilerine dönük örtük taraflılık ve kişilere yönelik olarak habersiz oldukları ipuçlarına dayanan tercihlerden dolayı bilinçli bir şekilde algılanamayan) nöral yanıtların hepsi bir izlenim bırakma eğilimindedir ve sosyal psikolojinin büyük bir kısmı bellek şemalarının toplumsal yargılamamız ve davranışlarımız üzerindeki (bilinçli farkındalığımızın dışında yatan) etkileri üzerinde odaklanmıştır.
Ancak, bir başka kişiye dair inşa ettiğimiz nihai modelin, genelde ve büyük ölçüde bilince ulaşabilen bir model olduğu görülmektedir. Çoğu zaman bir başka kişi hakkında neden belli bir şekilde hissettiğimizi ya da düşündüğümüzü bilemeyebiliriz, fakat bu hislere ya da düşüncelere kesin bir şekilde ulaşılabilir gibi görünmektedir. Benzeştirmenin aşikar doğası diğer zihinlere dair bilgimizin başka bir özelliğini de açıklayabilir: kuşku götürmezlik. Bir başka kişinin ne hissediyor ya da düşünüyor olduğunun ayrıntıları konusunda kendimizi kuşkuda hissedebiliriz, fakat nihayetinde hissediyor ya da düşünüyor olduklarından kuşku duymak zordur. Nasıl ki genel olarak kendi zihinlerimizden kuşkulanamazsak, diğerlerinin zihinlerinin varlığından da kuşkulanmayız: Her şeyden önce, onların zihinlerini gerçekten içimizde hissederiz. Bu değerlendirmeler bütün ısrarlarına rağmen görsel varsanılara inanmamanın nasıl bu kadar mümkün olabildiğini de açıklayabilir, ancak, Capgras sendromlu hastalar diğer kişiler ve onların zihinlerine dair sanrılı inançlarını korurlar, çünkü bir benzeştirmenin simülasyonun sağlayabileceği duygulara sahip olma imkanları yoktur.
Son mesele, nelerin toplumsal bilişe özel olabileceği sorusudur.Tüm tartışmalar bireyin içindeki, beynin içindeki mekanizmalara ya da beyni ve bedeni kapsayan mekanizmalara odaklanmıştır. Sinirsel ve bedensel süreçler toplumsal dünyanın bir modelinin oluşturulmasında kesinlikle rol oynasalar da, bunun diğer insanları anlamanın nihai yolu olduğunu düşünmek yanlış olur. Bir başkasının içinde neler olup bittiği -kendilerini nasıl hissettikleri, ne düşündükleri- konusunda bilgi edinirken her gün neler yaptığınızı düşünün. Yüzlerine, bakış istikametlerine bakabilirsiniz, bu görsel ipuçlarına dayanarak çıkarımlarda bulunabilir ve içsel benzeştirmeler yapabilirsiniz. Fakat ona doğru gidip sorular da sorabilir, size bakışlarıyla nasıl yanıt vereceklerini görmek için bir bakış atar ya da size geri gülümseyip gülümsemediklerini görmek için siz onlara gülümsersiniz. Yani, ilgili bilgileri toplamak için toplumsal ortamı etkin bir şekilde araştırırız. Toplumsal biliş sadece tepkisel değildir, araçsaldır da.
Üstelik beyinlerimiz dünyaya dair tüm bilgileri belirtik bir biçimde depolamaz, içinde çevreye dair kapsamlı apaçık (explicit) modeller ya da temsiller tutmaz. Bu bilgileri araştırmak için tarifeler bulundurur; çoğu zaman da çevrede nerelere bakacağına alışkanlıkla karar verir. Değişim körlüğü gibi fenomenlere dair artık klasikleşen çalışmalar tam da bunu gösteriyor gibidir: gözden geçirebileceğimiz zengin görsel bir iç model oluşturmayız, daha çok dış dünyanın görsel olarak gözden geçirilmesine güveniriz. Ulaştığımız şeylerin tümüyle algılayıcının zihninde olması şart değildir. Duruma göre içerdeki benzetime ya da dışarıdaki toplumsal ortamın araştırılmasına dayanırız. Algılayıcı açısından, durumun gereklerine uygun olarak hız ve güvenilirlik gibi etkenlere vurgumuzu değiştirebilecek şekilde uyum sağlamamız için, içsel ve dışsal süreçler arasındaki paylaşımın esnek olması gerekir. Benzer fikirler belleğe yönelik sosyal psikoloji yaklaşımlarında da bulunur. Örneğin, transaktif bellek üzerine çalışmalar genellikle bellek yapılarının toplumsal gruplarda özellikle birbiriyle sıkı toplumsal bağları olan bireylere yönelik çalıştıklarını kabul eder. Gerçekten de, insan kültürü büyük toplumsal grupların kolektif bilişsel yeteneklerine dayandığı sürece, bireysel beyinleri toplumsal bilgi deposu değil, destekleyici bir toplumsal ortamda onu üreten kaynak olarak görmek daha uygundur.
O halde belki de toplumsal bilişi daha geniş olarak, sadece içlerimizde ortaya çıkan olaylara dayanmayan, toplumsal dünyada yer bulma (navigating) süreçlerinin bir toplamı olarak düşünmeliyiz. Toplumsal biliş çevremizdeki insanlarla girdiğimiz toplumsal etkileşimler ağını da içeriyor olabilir. Onların nasıl hissettiklerini ve ne düşündüklerini anlamak için onları araştırırız, onlara sorular sorarız. Bunu yapmakla sadece diğer bireyler hakkında belli özellikler bulmayız, ortak bir kolektif bilgi ve uzmanlık alanı da yaratabiliriz. Diğer kişilerden elde ettiğimiz geri bildirimlere dayanarak kendi zihinlerimize dair bir şeyler de bulmamız da belki aynı derecede önemlidir. Bir anlamda toplumsal zihin kolektiftir ve toplumsal sinirbilimin konusu olan toplumsal bilgilerin “temsilleri” ya da “modelleri” sadece diğerlerinin ve kendimizin zihnini bilme mekanizmasının bir parçasıdır.