Bu yazıda Mark Solms’un çok tartışılan “Bilinçli O” (The Conscious Id) makalesinden notlar bulacaksınız.
Makalenin aslı: Solms, M. The Conscious Id. Neuropsychoanalysis 2013; 15:5-19
Embodiment: Bedenin beyinde nasıl temsil edildiği.
Beyin yüzeyindeki beden temsili: Dışsal beden.
Dışsal beden BİR NESNE olarak temsil edilir. Kişinin dışarı baktığında, örneğin, bir aynada, algıladığı kendilik biçimidir. Motor haritalar (yani, hareket) de dışsal beden imgesine katkıda bulunur. Yani, üç-boyutlu beden imgesi yalnız ayrı kiplerden oluşan (heteromodal) duysal korteks yoluyla değil, hareket yoluyla da oluşturulur: Beden-duysal (somato-sensory) homunkulus ve motor homunkulus bütünleşmiş bir işlevsel birim oluşturur.
Bedenin ikinci boyutu içsel ortam, yani, otonomik bedendir. Bedenin bu yönünü temsil eden yapılar hipotalamus etrafında toplanır, fakat beyin omurilik sıvısının dolaştığı kanalın çevresindeki (circumventricular) organlar, bağlayan dalın yanındaki çekirdek (parabrachial nucleus), sondaki bölge (area postrema), yalnız çekirdek (solitary nucleus) ve benzerlerini de içerir. Bu içduysal (interoceptive) yapılar da sadece bedenin durumunu (homeostatis) izlemekle kalmaz, ayarlar da (=içsel beden). Beyin-sapı düzeyinde bile içsel beden temsilinin sinirsel yapıları, tıpkı duysal-motor (sensory-motor) bedenin kendisinin iç organları (viscerayı) sarması gibi, dışsal bedenin temsili yapılarıyla çevrelenmiştir,.
İçsel beden büyük ölçüde otomatik olarak işlev görür, fakat dışsal bedeni uyararak kendisinin dış dünyadaki hayati ihtiyaçlarına da hizmet eder. Bu işlev üst beyin-sapı, diensefalik ve bazal önbeyin “uyarılma” (arousal) yapıları tarafından yerine getirilir: Bu yapılara “yaygın ağsı talamik etkinleştirici sistem”: extended reticulo thalamic activating system (ERTAS) denir.
İçsel bedenle ilişkili olan uyarılma sistemi, bilincin dışsal algılama ile ilişkili olan yönünden farklı bir yönünü oluşturur ve dahası, İÇSEL BOYUT, DIŞSAL BOYUT İÇİN BİR ÖNGEREKLİLİKTİR.
Ayrıca, bilincin içsel türü, bilincin NESNELERİnden çok, HALLERİnden oluşur. İçsel beden, bilinçli OLMAnın arkaplandaki (background) halidir: Özne-olarak-beden hali, bilincin çeşitli düzeylerini (örneğin, uyku/uyanıklığı) değil, bilincin niteliklerini de içine alır.
Özne-olarak-bedenin fenomenal halleri DUYGULANIMSAL OLARAK yaşantılanır.
Bu hallerin değişen içsel koşulların (örneğin, açlık, cinsel uyarılma) biyolojik değerini temsil ettiği düşünülmektedir. İçsel koşullar hayatta kalma ve üreme başarısı lehinde olduğunda “iyi” hissettirirler, öyle olmadıklarında “kötü” hissettirirler. Bilinç hallerinin neye yaradıkları burada açıkça görülür. Bilinçli hisler özneye nasıl iyi olacağını söylerler. Bu nedenle, beynin bu düzeyinde bilinç, homeostazis ile yakından bağlantılıdır.
İçsel koşulların değişmesi, dışsal koşulların değişmesiyle yakından bağlantılıdır. Bunun nedeni, ilk olarak, (homeostatik olarak belirlenmiş noktalardan sapmalar olarak temsil edilen) hayati ihtiyaçların ancak dış dünya ile etkileşimler yoluyla doyurulabilmesidir, ikincisi, dış koşullardaki belli değişikliklerin hayatta kalma ve üreme başarısı açısından öngörülebilir sonuçlarının olmasıdır. Bu nedenle, doğaları gereği öznel olmakla birlikte, duygulanımlar genelde nesnelere yönelirler.
Duygulanımsal bilincin dayanağını, motor temsili yaklaşma-kaçınma davranışı olan haz-hoşnutsuzluk duyumları sağlar. Haz-hoşnutsuzluk hisleri (ve eşlik eden zorunlu eylemler) ERTAS’ın beyin omurilik kanalının çevresindeki gri madde (periaquaductal gray: PAG) diye bilinen bir bölgesini uyarmakla kolayca üretilir. PAG’dan çıkan ve limbik önbeyine giden (karşılıklı olarak inen kontrolleri sağlayan) çeşitli içgüdüsel güdülenme devreleri vardır; bu devreler memeli organizmaları değişmez biyolojik değerlerle ilgili durumlara hazırlarlar. Bunlar “temel duygular” olarak bilinirler: ARAYIŞ, ŞEHVET, KORKU, ÖFKE, BAKIM, KEDER, OYUN.
Homeostatik duygulanımlar: Açlık, susuzluk…
Duysal duygulanımlar: Şaşkınlık, iğrenme…
Dış beden “ben”e (ego’ya), iç beden “o”ya (id’e) karşılık gelir.
Eğer ona bi anatomik analoji bulmak istersek, en iyi “kortikal homunkulus”la özdeşleştirebiliriz.
Freud
Ben (ego) nihayetinde bedensel duyumlardan, esas olarak da beden yüzeyinden kaynaklanan duyumlardan türer.
Freud
Ben’in bütün dokusu bu bedensel ben’den -yani, dışsal algıların bellek izlerinden- çıkar.
Freud
Dış dünyadan kopmuş olan o’nun (id’in) kendi başına bir algı dünyası vardır. İçerdeki bazı değişiklikleri, özellikle dürtüsel gereksinimlerin gerilimindeki salınımları, olağandışı bir kesinlikle tespit eder ve bu değişiklikler haz-hoşnutsuzluk serilerindeki hisler olarak bilinçli hale gelirler.
Freud
Dürtü (Triebe) zihinsel ile bedensel arasındaki sınır üzerine bir kavram olarak, organizmanın içinden doğan ve zihne ulaşan uyaranların fiziksel temsilleri olarak, bedenle bağlantısının sonucu olarak zihne yapılan talebin bir ölçüsü olarak görünür.
Temel duygular DOĞUŞTAN GELEN (innate) zihinsel örgütlenmelerdir.
Bir yandan dışsal beyne dönük beyin mekanizmaları ile öte yandan Freud’un “beden beni” (body ego) arasındaki ve bir yandan içsel bedene yönelik olanlar ile öte yandan Freud’un o (id) dürtüleri arasındaki işlevsel denkliği görmek kolaydır. Bu, onlar arasında bulunan karşılıklı bağımlı ilişki için de geçerlidir: Beyin-sapı bilinci olmaksızın bir beyin kabuğu bilinci olamaz; o (id) olmaksızın ben (ego) olamaz.
“Freud’un duygulanımın doğası üzerine içgörüleri çağımızın en gelişkin sinirbilim görüşleriyle uyumludur.”
Damasio (1999)
“Hisseden benliğin” yeri olarak kortikal merkezli bilinç görüşü yanlıştır.
Hayvan modellerinde korteksin çıkarılmasının bilincin (uyku/uyanıklık, içgüdüsel/duygusal eylemler gibi) davranışsal vekilleri üzerinde bir etkisinin olmadığı uzun süre önce gösterilmiştir.
Sonuçta bir bütün olarak bilinç hali, üst beyin-sapında üretilir.
O nedenle, bilinç halleri doğası gereği DUYGULANIMSALdır.
Böylece klasik anlayış ayakları üstüne oturtulmuştur.
Bilinç doğası gereği algısal değildir; doğası gereği duygulanımsaldır. Birincil görünümleri içinde bilişten çok içgüdüyle ilişkilidir.
BİLİNÇ O’DA (İD’de) ÜRETİLİR, ve ben (ego) temel olarak bilinçsizdir.
Bunun ben’le ilgili kavramsallaştırmalarımız, psikopatoloji kuramları ve (klinik teknik gibi) bundan çıkan her şey açısından kapsamlı sonuçları vardır. Her şeyden önce dışsal algıdan çıkan ve bu yüzden bilinçli olma yeteneği olan sözcüklerin özne tarafından bilinmeden önce (kendi başlarına bilinçsiz olan) zihnin daha derin süreçlerine bağlanması gereği “konuşma kürü”nün esasıydı.
Algısal işlemleme bilinç gerektirmez.
Geleneksel olarak kortikal bilgi-işlem süreçlerinin donanımına yerleşmiş (hard-wired) olduğunu düşündüğümüz şeylerin büyük bölümü gerçekte ÖĞRENİLMİŞtir. Örneğin, görsel girdilerin oksipital korteksten işitsel kortekse yönlendirilmesi, ikinci dokunun yeniden örgütlenmesine ve tümüyle yeterli bir görmenin desteklenmesine yol açar. Kortikal algılamanın kökleri, kortikal bilişten daha az düzeyde olmayan bir şekilde, BELLEK süreçlerindedir.
Kortikal sütunlar sayısal bilgisayarların rastgele erişimli belleğine (RAM: random access memory) benzerler.
“Korteks bilince ne katkıda bulunur?”
Temsili bellek uzamı katkısında bulunur.
Bu, korteksin algı nesnelerini KARARLI HALE GETİRMESİNİ mümkün kılar; bu da algısal imgelerin ayrıntılı ve eşzamanlı olarak işlenmesi olanağı yaratır. Korteks bu kapasiteye dayanarak beyin-sapı faaliyetinin gelip geçici dalga benzeri hallerini “zihinsel katı”lara dönüştürür. NESNELERi yaratır.
Bu tür kararlı temsiller, öğrenme yoluyla bir kez kuruldu mu, hem içsel, hem de dışsal olarak etkinleştirilebilir, böylece sadece algılama için değil, biliş için de nesneler üretirler, çünkü algılama tanımayı gerektirir. Kortikal temsiller kendi başlarına bilinçsizdirler, ancak, bilinç (“dikkat” yoluyla) onların ÜZERİNE YAYILDIĞI ZAMAN, hem bilinçli, hem de kararlı bir şeye, çalışma belleğinde DÜŞÜNülebilecek bir şeye dönüşürler.
Bilinçli temsiller gene de özne TARAFINDAN yaşantılanmalıdırlar.
Bilinç temsillere DEĞER biçer.
Öğrenme iç-duysal (interoceptive) dürtüler ile dış-duysal (exteroceptive) temsiller arasında ortaklıklar (association) kurulmasını gerektirir; bu sürece bu tür karşılaşmalarda üretilen hisler yol gösterir.
Düşünme zorunlu olarak GECİKMEyi gerektirir. Bu (gecikme) işlevinin kökleri en başta kortikal temsillerin kararlığındadır; bu onların “akılda tutulması”nı mümkün kılar.
Geçmiş yaşantıların biyolojik olarak değer biçilen (istenen, korkulan) nesneleri, onların “özendirici nitelikleri” (incentive salience) aracılığıyla bilinçli hale gelirler, bu da nihayetinde -bilincin asıl temeli olan- haz-hoşnutsuzluk dizisindeki biyolojik anlamlarıyla belirlenir.
İLERİYE DÖNÜK düşünme gerektiren, zaman-boyunca-dizilim, “çalışma belleği”nin yürütücü işlevinin esasını tanımlar.
Freud’un ikincil süreci, “serbest” dürtü enerjilerinin “bağlanması”na dayanır. Bağlama (ya da ketleme) giderek çoğalan düşünme işlevleri için kullanılabilecek olan bir tonik faaliyet rezervuarı yaratır: Freud’un ben’e atfettiği işlev budur.
Aslında Freud’un ben’le ilgili ilk anlayışı onu birbiri üzerinde kollateral ketleyici etkilerde bulunan “sabit bir yatırım yapılmış” nöronlar ağı olarak tanımlıyordu. Bu Carhart-Harris ve Friston’u Freud’un ben rezervuarını çağdaş bilişsel nörobilimin “öntanımlı kip ağı” (default mode network) ile eşitlemeye yöneltti.
SERBEST ENERJİ DÖNÜŞMEMİŞ DUYGULANIMDIR, tahmin hatalarına bağlı olarak bağlı durumdan serbestleşen ya da bağlı duruma girmesi engellenen enerjidir.
O’nun ham süreçlerini BİLİNÇLİ KILMAMIZI sağlayan, sözcüklerin asıl değerleri değildir, sözcükler konusunda önemli olan, onların şeyler arasındaki ilişkileri temsil etme, onları soyut olarak yeniden-temsil etme kapasiteleridir. Bu, yalın bir şekilde şeyleri düşünmenin (imgeler şeklinde düşünmenin) tersine, şeyler HAKKINDA düşünmemizi mümkün kılar.
Dilin geleceğe-yönelik programları akılda tutma kapasitesi çalışma belleğinin yürütücü işlevinin modus operandi’sini tanımlar.
Kendilik farkı nasıl söyler; bu tür hareketlerin “biri” tarafından uygulanıp uygulanmadığını nasıl bilir? Bunu anlamak için eklenecek bir şey, o sıradaki frontal ketlemedir. Frontal ketleme arka insula’nın faaliyetini baskılar.
Biz basit bir şekilde bilinçliYİZ ve bilinçli düşünmemize (ve düşünmenin temsil ettiği algılamamıza) DAİMA DUYGULANIM EŞLİK EDER. Hissetmenin bu daimi “varlığı” tüm bilişin ÖZNEsidir, o olmazsa algının ve bilişin bilinci VAROLAMAZDI.
Doğuştan gelen önbilinç sistemi zihinsel olgunlaşmada bilinçsiz sistemin gelişiminden ÖNCE GELİR.
Bastırma, BİLDİRİMSEL bilincin geri çekilmesini de kapsamalıdır. Bunun “epizodik” bir bilişsel süreci “çağrışımsal” (işlemsel ya da duygusal) bir sürece indirgeme etkisi vardır.
Bütün öğrenmenin amacı, zihinsel süreçlerin otomatikleşmesidir; yani, öngörülebilirliğin artması ve sürprizin azalmasıdır.
Ben (ego) bir zihinsel görev üzerinde egemenlik kurar kurmaz, ilgili çağrışımsal algoritma otomatikleşir. Bastırmanın mekanizması bu olabilir: Düşünsel farkındalığın (ya da epizodik “varoluş”un) ZAMANINDAN ÖNCE (premature) geri çekilmesi, davranışsal bir algoritmanın ihtiyaca uygun hale gelmeden, ZAMANINDAN ÖNCE OTOMATİKLEŞMESİ… Bu bağlamda ihtiyaca uygun hale gelmek, gerçeklik ilkesine boyun eğmek anlamına gelir. Böylece erkenden otomatikleşme daimi tahmin hatasıyla sonuçlanır, buna serbest enerjinin (duygulanımın) salımı ve sürekli bastırılmış bilişsel malzemenin yeniden dikkati çekmesi riski eşlik eder. Bu, “bastırılmışın geri dönüşü”nün temellerini atar.
Eğer o (id) kendisi bilinçsizse, bilinçten yoksunsa, haz-hoşnutsuzluk hisleri gerçekte ben’in (ego’nun) kortikal yüzeyinde üretiliyorsa, nasıl olur da haz ilkesi tarafından yönetilir?
Zihinsel enerjinin iki farklı hali vardır; birinde yatırım/yük (cathexis) tonik olarak bağlıdır, asıl eylemden çok düşünme (potansiyel eylem) için kullanılır, diğerinde serbestçe hareket eder ve boşalım için baskı yapar.
Freud
Psikiyatri, ruhsal iyileştirme sanatı: Bu sanatı uygulayan herkes psikiyatristtir. Tıp mesleğinin gasp ettiği psikiyatri pratiği, hazin bir düzensizlik içindedir. Hekimlik bunu düzeltecek hiçbir şey yapmamıştır; ortaçağda hekimler kadar yaşlıların ve rahiplerin de yetkisinde bir sanat mertebesindeyken, bugün uygulandığı biçimiyle tıbbî psikiyatri sözde bilimsel bir yola sapmıştır.
Bugün egemen olarak uygulandığı biçimiyle psikiyatrinin radikal olarak, yani “kökten” değiştirilmesine gerek vardır.


Psikiyatri politik bir etkinliktir. Psikiyatrik hizmetlerden yararlanan kişiler her zaman başka bir (ya da birçok) kişiyle gücün yapılandırdığı ilişkilere girerler. Psikiyatristin de bu ilişkilerin güç ayarlamalarında etkisi vardır. Gerçi işlerini yaparken “yansız” olmaktan gurur duyarlar, ama bir kişi bir başkasına (yansız bir katılımcıya) egemen olduğu, onu başkaladığı, özellikle de bir otorite olarak görüldüğü zaman, egemenliği güçlendiren biri olur ve bu ilişkide etkin bir tavır almaması, temelde politik ve baskıcı bir hale gelir. Psikiyatrinin kadınlarla ilişkisindeki bilinen rolünde bu olgunun klasik ve seçkin bir örneği bulunur.