(Johnjoe McFadden. https://aeon.co/essays/does-consciousness-come-from-the-brains-electromagnetic-field‘dan çevrildi.)
Yaklaşık 2.700 yıl önce, günümüzde Türkiye sınırları içerisinde bulunan antik Sam’al şehrinde, kralın yaşlı bir hizmetkarı evinin bir köşesinde oturmuş, ruhunun doğasını düşünmektedir. Adı Katumuwa’dır. Kendisi için yapılmış, üzerinde kendi portresi oyulmuş ve eski Aramice bir yazıt bulunan bazalt bir stele bakmaktadır. Ailesine, kendisi öldüğünde, ‘bu odada bir şölen kutlamaları talimatını verir: Hadad harpatalli için bir boğa, avcıların Nik-arawas’ı için bir koç, Şamaş için bir koç, üzüm bağlarının Hadad’ı için bir koç, Kubaba için bir koç ve bu stelde bulunan ruhum için bir koç.’ Katumuwa, ölümünden sonra ruhu için dayanıklı bir taş kap inşa ettiğine inanıyordu. Bu taş, düalizmin (bilinçli zihnimizin bedenin maddesinden ayrı, maddi olmayan bir ruh veya tinde yer aldığı inancının) en eski yazılı kayıtlarından biri olabilir.
The Katamuwa Stele cast, digitally rendered by Travis Saul. Courtesy of the Oriental Institute of the University of Chicago.
2 bin yıldan fazla bir süre sonra, oğlum bir hastane sedyesinde yatarken, ben de ruhun doğasını düşünüyordum. Beyindeki elektriksel aktiviteyi tespit eden bir elektroansefalogram (EEG) çekiliyordu. Ekranda düzensiz dalgalı çizgilerin, bir kapının çarpması gibi olaylara ilişkin algılarının tetiklediği sivri uçlarla birlikte aktığını izlerken, bu sinyalleri üreten bilincin doğasını merak ediyordum.
Beynimizdeki nöronları oluşturan -ve Katumuwa’nın hareketsiz stelindeki madde parçalarından veya oğlumun hastane yatağındaki çelik bariyerlerden çok da farklı olmayan- atomlar ve moleküller insan farkındalığını ve düşünce gücünü nasıl üretebiliyor? Bu uzun zamandır sorulan soruyu yanıtlamak için, bugün çoğu nörobiyolog beyin nöronları tarafından gerçekleştirilen bilgi-işlemeye işaret eder. Hem Katumuwa, hem de oğlum için bu, ışık ve ses gözlerine ve kulaklarına ulaştığı anda başlar ve nöronlarını çevrelerinin farklı yönlerine yanıt olarak ateşlemeye teşvik eder. Katumuwa için bu, belki de stelin üzerinde tuttuğu kozalak ya da tarak olabilirdi; oğlum içinse makineden gelen bip sesleri ya da duvardaki saatin hareketiydi.
Her bir ‘ateşleme’ olayı, iyon adı verilen elektrik yüklü atomların nöronların içine ve dışına hareketini içerir. Bu hareket, bir sinir hücresinden diğerine geçen bir tür zincirleme reaksiyonu tetikler; bu, kabaca günümüz bilgisayar kapılarının konuşma gibi çıktılar üretmek için gerçekleştirdiği AND, OR ve NOT Boole işlemlerine benzer. Yani, steline bakmasından itibaren milisaniyeler içinde, Katumuwa’nın beynindeki milyonlarca nöronun ateşleme hızı, stelin binlerce görsel özelliği ve odadaki bağlamıyla bağıntılıydı (correlated). Bu bağıntı (correlation) anlamında söz konusu beyin nöronlarının Katumuwa’nın stelinin en azından bazı yönlerini bildiği varsayılmaktadır.
Ancak bilgi-işleme, bilinçli bilme için yeterli değildir. Bilgisayarlar çok fazla bilgi işler, ancak en ufak bir bilinç kıvılcımı göstermemiştir. Onlarca yıl önce, bilincin fenomenolojisini inceleyen bir makalede, filozof Thomas Nagel bizden bir yarasa olmanın nasıl bir şey olduğunu hayal etmemizi istemişti (Nagel, T (1980). What is it like to be a bat? In: N. Block (Ed.), Readings in Philosophy of Psychology. Harvard University Press, pp. 159-171). Bu bir-şeye-benzeme ya da dünyaya dair bir bakış açısına sahip olma özelliği, gerçekten bilinçli bir ‘bilen’ olmanın ne anlama geldiği hakkında bize bir şeyler söyler. Oğlumun EEG’sini izlerken o hastane odasında, bir kapının çarpılmasını kaydeden bilgileri işleyen nöronlarından biri olmanın nasıl bir şey olduğunu merak ettim. Bildiğimiz kadarıyla, tek bir nöron sadece bir şeyi bilir: Ateşleme hızını. Girdilerine göre ateşlenir veya ateşlenmez, bu yüzden taşıdığı bilgi, ikili bilgisayar dilinin sıfır veya birine hemen hemen eşdeğerdir. Böylece sadece tek bir bilgi bitini kodlar. Bu bitin değeri, sıfır veya bir olsun, bir kapının çarpmasıyla ilişkilendirilebilir, ancak kapının şekli, rengi, odalar arasında bir geçit olarak kullanımı veya çarpma sesi hakkında hiçbir şey söylemez. Bunların hepsi oğlumun bilinçli deneyiminin bir parçası olduğundan emin olduğum özelliklerdir. Oğlumun beynindeki tek bir nöron olmanın hiçbir şey hissettirmeyeceği sonucuna vardım.
Elbette, nörobiyologların genellikle yaptığı gibi, tek bir nöron neredeyse hiçbir şey bilmese de, oğlumun beynindeki 100 milyar nöron topluluğunun zihnindeki her şeyi bildiğini ve dolayısıyla bir şey hissettireceğini iddia edebilirsiniz. Ancak bu açıklama, beyindeki milyonlarca yaygın olarak dağılmış nörondaki tüm bilgilerin, örneğin bir oda veya bir stelin tek bir karmaşık, ancak birleşik bilinçli algısını oluşturmak için nasıl bir araya geldiğini soran ve bağlama sorunu olarak bilinen şeyle çatışır. Bir diğer sorun da atlama (omission) sorunudur. Bağışıklık hücreleri arasındaki karmaşık bilgi girişleri ve işleme olayları ağı hakkında neden hiçbir şey bilmiyorsunuz? Bu hücreler, bedeninizin sizi enfeksiyondan korumak için hangi tür bağışıklık tepkisini kullanacağına karar veriyor. Katumuwa, odasında yürürken kendini dik tutmak için gereken oldukça karmaşık hesaplamaların farkında değildi. Deep Blue’nun elektronik beyni neden satranca ilgi duymuyordu? Asıl bilmece farkındalık ve düşünce veren, ancak yapay beyinlerde bulunmayan bazı beyin aktivitelerinde (ama hepsinde değil) özel olanın ne olduğunu anlamaktır.
EEG ekranında o kıvrımlı çizgilerin akışını izlemek bana farklı bir fikrin, saf nöronal hesaplama veya bilgi işlemeye indirgenmeyen bir şeyin ipucunu verdi. Bir nöron her ateşlendiğinde, tel benzeri sinir lifi boyunca ilerleyen madde tabanlı sinyalle birlikte, çevredeki alana küçük bir elektromanyetik (EM) darbesi de yansıtır. Bu, tıpkı bir mesaj gönderdiğinizde telefonunuzdan gelen sinyale benzer. Bu yüzden oğlum kapının kapandığını duyduğunda, milyarlarca sinirin ateşlenmesini tetiklemesinin yanı sıra, kapının çarpılması beynine milyarlarca küçük elektromanyetik enerji darbesi de yansıtmış olur. Bu darbeler birbirine doğru akarak elektromanyetik alan adı verilen bir tür EM enerji havuzu oluştururlar: Bu nörobiyologların bilincin doğasını araştırırken atladıkları bir şeydir.
Nörobiyologlar beynin EM alanını bir yüzyıldan uzun süredir biliyorlardı, ancak neredeyse her zaman bunun işleyişiyle bir arabanın egzozunun direksiyonuyla olan ilgisi kadar ilgisi olmadığını söyleyerek görmezden geldiler. Yine de, bilgi sadece bağıntı (correlation) olduğundan, EEG ekranındaki sivri uçları oluşturan altta yatan beyin EM alanı titremelerinin, tıpkı bu titremeleri oluşturan nöronların ateşlenmeleri kadar hastane odası kapısının çarpılmasını bildiğini biliyordum. Ancak, aynı zamanda, bir milyon dağınık nöronun ateşlenmesi ile bu ateşlenmeler tarafından oluşturulan EM alanı arasında önemli bir fark olduğunu bilmek için yeterli fizik bilgisine de sahiptim. Bir milyon dağınık nörondaki milyonlarca ayrı bilgi parçası tarafından kodlanan bilgi, tek bir beyin EM alanı içinde fiziksel olarak birleştirilmiştir.
EM alanların birliği, wi-fi kullandığınız her seferinde belirginleşir. Belki de telefonunuzda Katumuwa’nın steli hakkında bir radyo belgeseli yayınlarken, bir diğer aile üyeniz film izliyor ve bir diğeri de müzik dinliyordur. İlginç bir şekilde, ister film, ister resim, ister mesaj veya müzik olsun, tüm bu bilgiler yönlendiricinizin yakınındaki herhangi bir noktadan anında indirilebilir. Bunun nedeni, bilgisayar kapıları veya nöronlar gibi ayrı madde birimlerinde kodlanan bilgilerin aksine, EM alan bilgilerinin kaynaklarından alıcılarına ışık hızında seyahat eden, maddi olmayan dalgalar olarak kodlanmasıdır. Kaynak ve alıcı arasında, farklı mesajları kodlayan tüm bu dalgalar üst üste biner ve birbirine karışarak tek bir foton veya elektron kadar birliğe sahip, fiziksel olarak bağlı bilginin tek bir EM alanı haline gelir ve alandaki herhangi bir noktadan indirilebilir. Alan ve içinde kodlanan her şey her yerdedir. Oğlumun EEG’sinin ekranda ilerlemesini izlerken, beyninin EM alanının tüm duyusal algılarıyla ilişkili, fiziksel olarak bağlı bilgilerle titreşmesinin nasıl bir şey olduğunu merak ettim. Sanırım ona çok benziyordu.
Bilinci beynin EM alanında bulmak tuhaf görünebilir, ancak farkındalığın maddede bulunduğuna inanmaktan daha mı tuhaf? Albert Einstein’ın denklemini hatırlayın, E = mc2. Tek yapmanız gereken denklemin madde tabanlı sağ tarafından sol tarafta bulunan enerjiye geçmektir. Her ikisi de fizikseldir, ancak madde bilgiyi uzayda ayrılmış ayrı parçacıklar olarak kodlarken, enerji bilgisi bilginin tek birleşik bütünlere bağlandığı örtüşen alanlar olarak kodlanır. Bilincin merkezini beynin EM alanında bulmak ve milyarlarca dağıtılmış nöronda kodlanan bilginin (EM alan tabanlı) bilinçli zihnimizde nasıl birleştirildiğini anlamak, bağlama sorununu çözer. Bu bir düalizm biçimidir, ancak madde ve ruh arasındaki farktan ziyade madde ve enerji arasındaki farka dayanan bilimsel bir düalizmdir. Farkındalık, bu birleşik EM alan bilgisinin içeriden nasıl hissettirdiğidir. Yani, örneğin, bir kapının çarpıldığını duyma deneyimi, bir kapının çarpılmasıyla ilişkili olan beyindeki bir EM alan bozulmasının ve tüm bellek nöronlarının kodladığı ilişkilerin içeriden nasıl hissettirdiğine benzer.
Oğlumun hastane odasına girmeden sadece birkaç hafta önce, Francis Crick’in kışkırtıcı kitabı Şaşırtan Varsayım’ını okumuştum (özgün adı: The Astonishing Hypothesis, 1994; Türkçeye çeviren: Sabit Say. TÜBİTAK Yayınları, 2005). Bu kitapta, çift sarmalın ortak kaşifi, bilincin, bilinçli düşünceler veya algıyla ilişkili beyin aktivitesini belirleyerek ele alınabilecek, çözülebilir bir sorun olduğunu öne sürmüştü. Örneğin, herkes açıkça görüneni görememekle ilgili o tanıdık deneyimi bilir. Benim için, genellikle gözlüklerimdir. Onları fark etmeden önce bir dakika veya daha fazla süre dağınık masama bakabilirim. O dakikanın başlarında, gözlüklerimin görüntüsü retinamda kaydedilmiş olacak ve renkler, bir çizginin şekli, çizgiler arasındaki açılar, şekil, doku vb. gibi özellikler çıkarılmış ve gözlüklerimi görmediğim tüm dakika boyunca paralel sinir yolları boyunca işlenmiş olacak. Sonra, aniden onları göreceğim.
Crick, bilinçli farkındalığı önceleyen ve sonra onu izleyen sinirsel işleme arasındaki farkın ne olduğunu belirlememiz gerektiğini önermişti. Dünya çapında birçok nörobiyolog tarafından yapılan onlarca yıllık araştırma, senkron nöronal ateşlemeyi bilincin en iyi bağıntısı (korelasyonu) olarak tanımladı. Yani, birçok dağınık nöron gözlüklerimin çeşitli özelliklerini işlerken ben onları göremediğimde, bu nöronlar birbirleriyle uyumsuz bir şekilde (asenkron olarak) ateşlenir. Onları nihayet gördüğüm o ‘Aha!’ anında, tüm bu dağınık nöronlar senkron olarak ateşlenmek üzere sıraya girerler.
Ama neden? Nöronların eş-zamanlı olarak ateşlenip ateşlenmemesi bilgi işleme operasyonları için hiçbir fark yaratmamalı. Nöronlarda bulunan bir bilinç için eş-zamanlılık bir anlam ifade etmez. Ancak, bilinci beynin EM alanına yerleştirirsek, o zaman onun eş-zamanlılıkla ilişkisi kaçınılmaz hale gelir. Durgun bir gölete bir avuç çakıl taşı atın. Bir dalganın tepesi diğerinin çukuruyla buluştuğunda, birbirlerini iptal ederek yıkıcı girişime (destructive interference) neden olurlar. Ancak, tepeler ve çukurlar hizalandığında, daha büyük bir dalga oluşturmak için birbirlerini güçlendirirler: Yapıcı girişim (constructive interference). Aynı şey beyinde de olur. Gözlüklerimin özelliklerini kaydeden veya işleyen milyonlarca farklı nöron eş-zamansız olarak ateşlendiğinde, dalgaları birbirini iptal ederek sıfır EM alanı oluşturur. Ancak, aynı nöronlar eş-zamanlı olarak ateşlendiğinde, dalgaları beynimin EM alanına güçlü bir EM sinyali yansıtarak yapıcı girişime neden olmak üzere hizalanır. Buna artık bilinçli elektromanyetik bilgi (BEB ya da CEMI: Conscious ElectroMagnetic Information) alanı diyorum.
2000’den beri CEMI Alan Kuramı üzerine yayın yapıyorum ve yakın zamanda 2020’de bir güncelleme yayımladım. Kuramın temel bir bileşeni, ‘özgür irade’ dediğimiz şeyin doğasına ilişkin yeni içgörüsüdür. Kralın Demir Çağı’nda yaşayan hizmetkarına geri dönersek… Çoğu modern olmayan insan gibi, Katumuwa da muhtemelen doğaüstü ruhunun iradi eylemlerinin itici gücü olduğuna inanıyordu. Yaklaşık 3.000 yıl sonra, laik filozoflar ve bilim insanları ruhu bedenden çıkardıklarında, istemli eylemler nöronal hesaplamanın başka bir motor çıktısı haline geldi: Yürüme, göz kırpma, çiğneme veya dilbilgisi açısından doğru cümleler kurma gibi bilinçsiz eylemleri yönlendirenlerden farklı değildi.
Peki, neden istemli eylemler bu kadar farklı hissettiriyor? 2002 tarihli bir makalede, özgür iradenin, nöronlar üzerinde etki eden ve gönüllü eylemleri başlatan CEMI ALANI deneyimimiz olduğunu öne sürdüm. O zamanlar, EM alanlarının sinirsel ateşlemeyi etkilediğine dair pek fazla kanıt yoktu, ancak 2010’da Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde David McCormick ve 2011’de Caltech’te Christof Koch tarafından yapılan deneyler, nöronların zayıf, beyin gücündeki EM alanları tarafından gerçekten de bozulabileceğini gösterdi. En azından, deneyleri, nöronal bilgi işlemenin bir wi-fi bileşeninin bulunması olasılığını öne sürüyor; iddia ettiğim gibi, bu ‘özgür irade’ olarak deneyimleniyor. Yani, Katumuwa haklıydı: Artık beynindeki EM alanıyla kodlanmış bilgi olarak anlaşılan ruhu, iradesinin yöneticisiydi.
CEMI ALANI kuramı, bilinçsiz ve bilinçli zihinlerimizin neden farklı çalıştığını da açıklıyor. İkisi arasındaki en çarpıcı farklardan biri, bilinçsiz zihnimizin aynı anda birçok şey yapabilmesi, ancak, aynı anda yalnızca tek bir bilinçli görevle meşgul olabilmesidir. Örneğin, Katumuwa kızarmış ördeğini çiğnerken bir arkadaşıyla sohbet etmekte sorun yaşamazdı, ancak satranç oyununa konsantre olurken 1.357 gibi bir sayıyı yediye bölemezdi. Bilinçsiz zihnimiz paralel bir işlemci gibi görünürken, bilinçli zihnimiz aynı anda yalnızca bir görevi çalıştırabilen seri bir işlemcidir.
CEMI ALAN kuramı, bu iki modu şöyle açıklar: Öncelikle beyinde bilgi işlemenin çoğunun (bilinçsiz olan türü) yalnızca EM alanları aracılığıyla etkileşime girmeyen nöron ‘telleri’ aracılığıyla gerçekleştiğini kabul eder. Bu, farklı görevlerin farklı devrelere tahsis edilmesini sağlar. Uzak geçmişimizde, tüm sinirsel hesaplamalar muhtemelen bu paralel işleme nöronal yolunu izliyordu. Paralel işleyen bağışıklık sistemimiz de benzer şekilde EM alan etkileşimlerinden yoksundur, bu nedenle de bilinçsizdir. Ancak, evrimsel tarihimizin bir noktasında, atalarımızın kafatasları giderek daha fazla nöronla doldu ve bitişik nöronlar EM alan etkileşimleri aracılığıyla birbirleriyle etkileşime girmeye başladı. Çoğunlukla, etkileşim işlevi bozardı. Daha sonra doğal seçilim, bu hayati işlevlerde yer alan nöronları yalıtmak için devreye girecekti.
Ancak, ara sıra elektriksel etkileşim faydalı olabilirdi. Örneğin, EM alan etkileşimleri, yalnızca bitler yerine karmaşık birleştirilmiş EM alan bilgisi paketleriyle hesaplama yapma yeteneği vermiş olabilir. Bu gerçekleştiğinde, doğal seçilim EM alan duyarlılığını artırmak için diğer yöne doğru çekmiş oldu. Yine de bu bilgi işleme yönteminin bir dezavantajı da vardı. Gölete atılan çakıl taşlarını hatırlayın: Birbirleriyle etkileşime girerler. Beynin CEMI ALANIna bırakılan farklı fikirler de benzer şekilde birbirleriyle etkileşime girer. Bilinçli CEMI ALANI zihnimiz kaçınılmaz olarak aynı anda yalnızca bir şey yapabilen seri bir bilgisayara dönüşür.
Kuram ayrıca doğal seçilimin bilinçli zihinlerdeki EM alan etkileşimlerinden elde ettiği faydalara dair ipuçları da sağlar. Elbette bunlar bilinci harekete geçiren faaliyetlerdir: Planlama, hayal gücü, problem çözme veya yaratıcılık gibi. Bu işlemler ikili rakamlar yerine bütünsel alan kodlu karmaşık fikirlerle hesaplanır. Benim önerim fikirlerin bilincin hesaplama birimleri (bilinç ‘bitleri’ veya ‘cbitleri) olarak görülmesidir.
Katumuwa gelecekteki zihnini, silisyumun bir biçimi olan bazaltta hayal etti. Yaşlı hizmetçi, silikonun bilgisayarların hesaplama yeteneğinden sorumlu temel unsur olması nedeniyle planlarının o kadar da saçma olmadığını bilmekten eğlenmiş olabilir. Derin öğrenme AI öncüsü Gary Marcus, etkileyici sayısal hesaplama güçlerine rağmen, geleneksel bilgisayarların şimdiye kadar ‘genel zeka’ olarak bilinen şeyi, yani, yeni sorunları çözmek için bilgiyi genelleştirme kapasitesini geliştirmede tamamen başarısız olduğundan yakınmıştı. Marcus, ‘jantlarına ip takılmış bir bisikleti tamir etmenin en iyi yolunu bulma’ örneğini veriyor. Bu, beş yaşında bir çocuğun göreve ilk kez maruz kaldığında saniyeler içinde kolayca çözebileceği türden bir bulmaca, ancak Marcus’un belirttiğine göre, mevcut hiçbir bilgisayar bu konuda nasıl ilerleyeceği konusunda bir fikre sahip değil.
CEMI ALANI kuramı, geleneksel bilgisayarların asla genel zeka kazanamayacağını öngörür, çünkü bu, ikili rakamlar yerine cbit’lerle, fikirlerle hesaplama yapma becerisiyle etkinleştirilen bir beceridir. Geleneksel yapay zeka bu yetenekten yoksundur, çünkü bilgisayar mühendisleri EM alanlarının hesaplamalarına müdahale etmesini önlemek için büyük çaba harcarlar. EM alanı etkileşimleri olmadan, yapay zeka sonsuza dek aptal ve bilinçsiz kalacaktır.
Yine de CEMI ALANI kuramı, yapay bilinçli zihinler inşa etmenin heyecan verici ve potansiyel olarak dünyayı değiştirici olma olasılığı da sunar. Bu kendi beynimiz gibi, alanlarla ve yalnızca bitleri kodlayan geleneksel mantık kapılarıyla hesaplama yapan farklı bir tür bilgisayar mimarisi gerektirir. Kendi EM alanına duyarlı beyinlerimizin mimarisi, geleceğin bu devrim niteliğindeki yapay beyinlerinin nasıl inşa edilebileceğine dair birçok ipucu sağlar. Bu ipuçlarını yeni bir hesaplama biçimine dönüştürmek, sonunda bilinçli, genel zeka destekli yapay zeka hayalini gerçekleştirebilir.
Daha da ileriye baktığımızda, geleceğin bir Katumuwa’sı, Sam’allının zihinsel ölümsüzlük hayalini gerçekleştirebilir mi? Elbette bir insan beyninin bilgi içeriğini tersine mühendislikle elde etmek ve daha sonra hem kablolar, hem de alanlar aracılığıyla bilgiyi işleyen daha dayanıklı bir silikon tabanlı bilgi işlem alt katmanına yüklemek çok zor olacaktır. Zorlayıcı, ancak imkansız değil. Bazalttan yapılmayacaklar, ancak bir gün elektrik ruhları için potansiyel olarak ölümsüz kaplar inşa etmek mümkün olabilir. Katumuwa’nın hayali insanlığın geleceği olabilir.
Kaynak: Brain Wi-Fİ. April 5, 2021. JohnJoe McFadden. https://aeon.co/essays/does-consciousness-come-from-the-brains-electromagnetic-field
2022’de, Londra Queen Mary Üniversitesi’ndeki Arı Duyusal ve Davranışsal Ekoloji Laboratuvarı’ndaki araştırmacılar, yaban arılarının dikkat çekici bir şey yaptığını gözlemlediler: Küçük, tüylü yaratıklar, yalnızca oyun olarak tanımlanabilecek bir aktivitede bulunuyorlardı. Arılara küçük tahta toplar verildiğinde, onları itip döndürüyorlardı. Davranışın çiftleşme veya hayatta kalma ile belirgin bir bağlantısı yoktu ve bilim insanları tarafından da ödüllendirilmiyordu. Görünüşe göre, sadece eğlence amaçlıydı.
Oyuncu arılar üzerine yapılan çalışma daha önce resmen kabul edilenden daha geniş bir hayvan grubunun bilinçli olduğunu düşündüren yeni bir bildiriyi destekliyor. Onlarca yıldır, bilim insanları arasında, bize benzer hayvanların (örneğin büyük maymunlar) -bizimkinden farklı olsa bile- bilinçli deneyime sahip olduğu konusunda geniş bir fikir birliği var. Ancak son yıllarda araştırmacılar, bilincin, tamamen farklı ve çok daha basit sinir sistemlerine sahip omurgasızlar da dahil olmak üzere, bizden çok farklı hayvanlar arasında da yaygın olabileceğini kabul etmeye başladılar.
Jeff Sebo, Kristin Andrews ve Jonathan Birch (soldan sağa), çeşitli hayvan zihinleri üzerine yapılan son araştırmaları değerlendirdikten sonra, bilim insanları ve filozofları bir araya getirerek bilinci daha fazla hayvana genişletmeyi amaçlayan bir bildiriyi imzalamaya karar verdiler.
Biyologlar ve filozoflar tarafından imzalanan yeni bildirge, bu görüşü resmen benimsiyor. Kısmen şöyle diyor: “Deneysel kanıtlar, (tüm sürüngenler, amfibiler ve balıklar dahil) tüm omurgalılarda ve (en azından kafadan bacaklı yumuşakçalar, on bacaklı kabuklular ve böcekler dahil) birçok omurgasızda en azından gerçekçi bir bilinçli deneyim olasılığını gösteriyor.” Bu ve diğer hayvanlarda karmaşık bilişsel davranışları tanımlayan son araştırma bulgularından esinlenen belge, yeni bir fikir birliğini temsil ediyor ve araştırmacıların bilinç için gereken sinirsel karmaşıklık derecesini abartmış olabileceklerini öne sürüyor.
Hayvan Bilincine İlişkin Dört Paragraftan Oluşan New York Bilinç Bildirgesi, bugün, 19 Nisan’da New York Üniversitesi’nde düzenlenen “Yeni Ortaya Çıkan Hayvan Bilinci Bilimi” adlı bir günlük konferansta açıklandı. York Üniversitesi’nden filozof ve bilişsel bilimci Kristin Andrews, New York Üniversitesi’nden filozof ve çevre bilimci Jeff Sebo ve London School of Economics and Political Science’dan filozof Jonathan Birch’in öncülük ettiği bildirgeye şu ana kadar psikologlar Nicola Clayton ve Irene Pepperberg, nörobilimciler Anil Seth ve Christof Koch, zoolog Lars Chittka ve filozoflar David Chalmers ve Peter Godfrey-Smith’in de aralarında bulunduğu 39 araştırmacı imza attı.
Bildiri, fenomenal bilinç olarak bilinen en temel bilinç türüne odaklanıyor. Kabaca ifade etmek gerekirse, bir yaratık fenomenal bilince sahipse, o yaratık olmak, “bir şeye benzer” olmaktır -filozof Thomas Nagel’in 1974 tarihli etkili makalesi “Yarasa olmak nasıl bir şeydir?”de dile getirdiği bir fikir. Nagel, bir yaratık bizden çok farklı olsa bile, “temelde bir organizmanın, yalnızca ve yalnızca o organizma olmak gibi bir şeyi varsa bilinçli zihinsel durumları vardır. … Buna deneyimin öznel karakteri diyebiliriz” diye yazmıştır. Bir yaratık fenomenal olarak bilinçliyse, acı, haz veya açlık gibi duyguları deneyimleme kapasitesine sahiptir, ancak öz farkındalık gibi daha karmaşık zihinsel durumları deneyimleme kapasitesine sahip değildir.
Sussex Üniversitesi’nde nörobilimci olan Seth, bir e-postada “Bildirinin insan olmayan bilinç sorunlarına ve insanın çok ötesinde bilinçli deneyimler olasılığına eşlik eden etik zorluklara daha fazla dikkat çekmesini umuyorum” diye yazmıştır. “Umarım bu, hayvan refahı konusunda tartışmaları ateşler, politika ve uygulamaları bilgilendirir ve ChatGPT gibi şeylerle olduğundan çok daha fazla ortak noktamızın diğer hayvanlarla olduğunu anlamamızı ve takdir etmemizi sağlar.”
Bildiri, Sebo, Andrews ve Birch arasındaki konuşmaların ardından geçen sonbaharda şekillenmeye başladı. Sebo, “Üçümüz, hayvan bilinci biliminde son 10 yılda, son 15 yılda ne kadar çok şey yaşandığından bahsediyorduk,” diye hatırlıyor. Örneğin, ahtapotların acı hissettiğini ve mürekkep balıklarının belirli geçmiş olayların ayrıntılarını hatırladığını artık biliyoruz. Balıklar üzerinde yapılan çalışmalar, çırçır balıpının bir tür “ayna testi”nden geçtiğini, bunun da bir dereceye kadar kendini tanımayı gösterdiğini ve zebra balıklarının merak belirtileri gösterdiğini buldu. Böcek dünyasında, arılar belirgin bir oyun davranışı gösterirken, Drosophila meyve sinekleri sosyal çevrelerinden etkilenen belirgin uyku düzenlerine sahiptir. Bu arada, kerevitler kaygı benzeri durumlar sergiler ve bu durumlar kaygı önleyici ilaçlarla değiştirilebilir.
Hayvanlarda uzun zamandır tam olmayan bilinç halleri olarak düşünülen bu ve diğer bilinçli durum belirtileri biyologları, bilişsel bilimcileri ve zihin filozoflarını heyecanlandırdı ve zorladı. Sebo, “Birçok insan, örneğin memelilerin ve kuşların ya bilinçli olduğunu ya da bilinçli olma olasılıklarının çok yüksek olduğunu bir süredir kabul etti, ancak diğer omurgalılara ve özellikle omurgasız hayvan türlerine daha az dikkat edildi” dedi. Konuşmalarda ve toplantılarda, uzmanlar büyük ölçüde bu hayvanların bilinç sahibi olması gerektiği konusunda hemfikirdi. Ancak, bu yeni oluşan fikir birliği diğer bilim insanları ve politika yapıcılar da dahil olmak üzere daha geniş bir kamuoyuna iletilmiyordu. Bu yüzden üç araştırmacı net, öz bir bildiri taslağı hazırlamaya ve bunu meslektaşları arasında onay için dolaştırmaya karar verdi. Sebo, bildirinin kapsamlı olmasının amaçlanmadığını, bunun yerine “alanın şu anda nerede olduğunu ve nereye gittiğini düşündüğümüzü” belirtmek için olduğunu söyledi.
Yeni bildiri, hayvan bilinci konusunda bilimsel fikir birliği oluşturma yönündeki en son çabayı güncelliyor. 2012 yılında araştırmacılar memeliler ve kuşlar da dahil olmak üzere insan olmayan çeşitli hayvanların “bilinçli davranışlar sergileme kapasitesine” sahip olduğunu ve “insanların bilinci oluşturan nörolojik alt yapılara sahip olma konusunda tek olmadıklarını” belirten Cambridge Bilinç Bildirgesi’ni yayınladılar.
Seth, yeni bildirgenin öncekinin kapsamını genişlettiğini ve daha dikkatli bir şekilde ifade edildiğini yazdı. “Bilimsel olarak dayatma yapmaya çalışmıyor, bunun yerine hayvan bilinci ve sahip olduğumuz kanıtlar ve kuramalr göz önüne alındığında ilgili etik konusunda neleri ciddiye almamız gerektiğini vurguluyor.” “Açık mektupların çığ gibi artmasından ve benzerlerinden yana olmadığını” ancak nihayetinde “bu bildirgenin desteklenmeye değer olduğu sonucuna vardığını” yazdı.
Sidney Üniversitesi’nde ahtapotlarla yoğun bir şekilde çalışan bir bilim felsefecisi olan Godfrey-Smith, bu yaratıkların sergilediği (problem çözme, alet kullanma ve oyun oynama davranışı dahil) karmaşık davranışların yalnızca bilincin göstergeleri olarak yorumlanabileceğine inanıyor. “Şeylerle, bizimle ve yeni nesnelerle böylesine ilgiyle etkileşime girmeleri içlerinde çok şey olup bittiğini düşünmemeyi çok zorlaştırıyor” dedi. Son zamanlarda ahtapotlar ve mürekkep balıklarındaki acı ve rüya benzeri durumları inceleyen makalelerin “aynı yöne işaret ettiğini… deneyimin hayatlarının gerçek bir parçası olduğuna” dikkat çekti.
Bildiride adı geçen hayvanların çoğunun beyinleri ve sinir sistemleri insanlarınkinden çok farklı olsa da araştırmacılar bunun bilinç için bir engel teşkil etmesi gerekmediğini söylüyor. Örneğin, bir arının beyni sadece yaklaşık bir milyon nöron içerirken, insanlarda bu sayı yaklaşık 86 milyardır. Ancak bu arı nöronlarının her biri yapısal olarak bir meşe ağacı kadar karmaşık olabilir. Oluşturdukları bağlantı ağı da inanılmaz derecede yoğundur ve her nöron belki 10.000 veya 100.000 diğer nöronla temas halindedir. Buna karşın, bir ahtapotun sinir sistemi başka şekillerde karmaşıktır. Organizasyonu merkezi olmaktan ziyade oldukça dağıtılmıştır; kopmuş bir kol, sağlam hayvanın davranışlarının çoğunu sergileyebilir.
Andrews, sonuç olarak, bilinç elde etmek için “düşündüğümüz kadar ekipmana ihtiyacımız olmayabilir” dedi. Örneğin, memeli beyninin dikkat, algı, bellek ve bilincin diğer temel yönlerinde rol oynadığına inanılan dış tabakası olan beyin kabuğunun (cerebral cortex) bile bildiride hedeflenen daha basit fenomenal bilinç için gerekli olmayabileceğini belirtti.
“Balıkların bilinçli olup olmadığı konusunda büyük bir tartışma vardı ve bunun çoğu, memelilerde gördüğümüz beyin yapılarından yoksun olmalarıyla ilgiliydi” dedi. “Ancak kuşlara, sürüngenlere ve amfibilere baktığınızda, çok farklı beyin yapılarına ve farklı evrimsel baskılara sahipler – ve yine de bu beyin yapılarından bazılarının, beyin kabuğunun insanlarda yaptığı türden işi yaptığını görüyoruz.”
Godfrey-Smith, bilinci gösteren davranışların “omurgalı veya insan mimarisine tamamen yabancı görünen bir mimaride var olabileceğini” belirterek buna katıldı.
Bildirgenin hayvanlara yönelik muamele ve özellikle de hayvanların acı çekmesinin önlenmesi açısından çıkarımları olsa da Sebo, odak noktasının acının ötesine geçmesi gerektiğini belirtti. İnsanların esaret altındaki hayvanların bedensel acı ve rahatsızlık yaşamasını engellemesinin yeterli olmadığını söyledi. “Ayrıca onlara içgüdülerini ifade etmelerine, çevrelerini keşfetmelerine, sosyal sistemlere katılmalarına ve aksi takdirde oldukları türden karmaşık etkenler olmalarına olanak tanıyan zenginleştirme ve fırsatlar da sağlamalıyız.”
Ancak daha geniş bir yelpazedeki hayvanlara -özellikle de çıkarlarını düşünmeye alışkın olmadığımız hayvanlara- “bilinçli” etiketini vermenin sonuçları basit değil. Örneğin, böceklerle olan ilişkimiz “kaçınılmaz olarak biraz düşmanca” olabilir, dedi Godfrey-Smith. Bazı zararlılar ekinleri yer ve sivrisinekler hastalık taşıyabilir. “Sivrisineklerle bir şekilde barışabileceğimiz fikri, balıklarla ve ahtapotlarla barışabileceğimiz fikrinden çok farklı…” dedi.
Benzer şekilde, biyoloji araştırmalarında yaygın olarak kullanılan Drosophila gibi böceklerin refahına çok az dikkat ediliyor. Pennsylvania Üniversitesi’nde bilincin sinirsel temellerini araştıran ve bildirgeyi imzalayan Matilda Gibbons, “Araştırmada çiftlik hayvanlarının ve farelerin refahını düşünüyoruz, ancak böceklerin refahını asla düşünmüyoruz” dedi.
Bilimsel kuruluşlar laboratuvar farelerinin tedavisi için bazı standartlar oluşturmuş olsa da, bugünkü bildirinin böceklerin tedavisi için yeni standartlara yol açıp açmayacağı belli değil. Ancak yeni bilimsel bulgular bazen yeni politikaları tetikliyor. Örneğin, İngiltere, London School of Economics’in bir raporunun bu hayvanların acı, sıkıntı veya zarar görebileceğini belirtmesinin ardından ahtapotlar, yengeçler ve ıstakozlar için korumayı artırmak üzere yasa çıkardı.
Bildiride yapay zekadan hiç bahsedilmese de, olası yapay zeka bilinci konusu hayvan bilinci araştırmacılarının aklında. Sebo, “Mevcut yapay zeka sistemlerinin bilinçli olma olasılığı çok düşük” dedi. Ancak, hayvan zihinleri hakkında öğrendikleri “bana duraklama fırsatı veriyor ve konuya ihtiyatlı ve alçakgönüllülükle yaklaşmamı sağlıyor.”
Andrews, bildirinin genellikle göz ardı edilen hayvanlar hakkında daha fazla araştırmayı tetiklemesini umuyor; bu, hayvan dünyasında bilincin kapsamına ilişkin farkındalığımızı daha da genişletme potansiyeline sahip bir hareket. “Neredeyse her üniversitede bulunan tüm bu nematod kurtları ve meyve sinekleri – bunlarda bilinci inceleyin” dedi. “Zaten bunlara sahipsiniz. Laboratuvarınızdaki birinin bir projeye ihtiyacı olacak. O projeyi bir bilinç projesi yapın. Bunu hayal edin!”
(Ref. Bu makalenin bölümleri şundan uyarlandı: Ralph Lewis. Finding Purpose in a Golden World: Why We Are Even If the Universe Doesn’t (Amherst, NY: Prometheus Books, 2018)
Ben bir psikiyatristim (metnin yazarı Ralph Lewis’i kast ediyor:-), beyin ve davranış arayüzünden çalışıyorum. Hastalarımı sinir ateşlenmesi ve bağlantıları olarak mı, yani, kimya ve biyoloji olarak mı görmeliyim, yoksa diğer bireylerle ve toplumla ilişkiler içinde yaşayan zengin içsel zihinsel hayatları olan psikolojik varlıklar olarak mı? Reçete ettiğim ilaçlar kimyasal ve biyolojik düzeyde çalışırken, uyguladığım psikoterapi ve salık verdiğim çevresel değişiklikler psikolojik ve sosyal düzeylerde iş görüyor. Bu düzeyler arasına gerçekten bütünleşmiş bir biçimde bağlantı kurmak insanın tam olarak anlaşılmasında meydan okuyucu olabilir.
2019’da bile birçok insan hâlâ zihnin ve kendiliğin sadece fiziksel parçacıkların ürünü olmayan bir ruha sahip olduğunu savunuyor. Sinirbilimciler hâla yağmurun nereden geldiğini çözmeye çalışan bilim-öncesi insanlar tarafından hayal edilen köhne dinlere dayandığını düşünerek bir tür tuhaf halk psikolojisiyle alay etse de, gerçekte akıllı insanların bu tür şeylere hâlâ inanması tamamen anlaşılabilir. Nihayetinde zihin ve öznel öz-farkındalık bilinci (kendinin farkında olan bilinç) maddenin fiziksel özelliklerine (her ne iseler) nitel bir benzerlik taşımaz. Beynin işleyişini devrelere, nöronlara ve nörotransmiterlere dayanan salt maddî bir temelde açıklamaya yönelik indirgemeci bilimsel yaklaşım inanılmaz ilginç ve aydınlatıcı olmakla birlikte, henüz bilinçli bir kendilik olmanın nasıl bir şeye benzediği ya da neden böyle olduğunun gizemini çözememektedir. Fakat durum şu: Bilimden öğrendiğimiz her şey bizim ve dünyanın salt fiziksel madde ve enerjiden oluştuğumuzu doğrulamaktadır.
Tahayyülümüz dışında herhangi bir yerde tinsel bir alemin varolmasının bilimle uyuşmasının kesinlikle bir yolu yoktur. Ruhlar ve doğaüstü veya normaldışı kuvvetler gibi tinsel fenomenlerin gerçek olması için bilimin çoğunun yanlış olması gerekir. Başka bir sonuca varmak istersek, bütün bir bilimsel bilgi ve kanıt toplamının epey bir kısmını reddedip en baştan başlamaya hazır olmalıyız. (Bunun mobil telefonumu çalıştıran aynı bilgiler ve kanıt tabanı olduğunu düşünün; bilim yanlış olsaydı, çalışmazdı.)
Beynin ya da zihnin işleyişinin sadece parçalarının (fiziğin yalın yasalarına göre birbirleriyle etkileşen temel parçacıklardan yapılmış atomlardan oluşan sinir hücreleri devrelerinin) toplamı olduğunu öne süren geleneksel bilimsel indirgemecilik yöntemi (karmaşık şeyleri sistemin en küçük unsurlarını ya da parçalarını belirleyip çözümlemek) insan zihni ve onu üreten beyin için eksik bir açıklama getiriyor.
Bilimsel indirgemecilik (beyin dahil) dünyanın anlaşılmasına yönelik çok önemli ve şık bir yaklaşımdır ve şaşırtıcı içgörülere yol açmıştır, ama bazı insanlara doyurucu gelmeyebilir, iç karartabilir. Her şey nihayetinde parçacıklara ve fiziğe indirgenebilirse, o zaman her şey nihayetinde amaçsız ve boşuna görünebilir. “Hepsi bu kadar mı?” diye sorulabilir. Öyleyse, insanlığımız nereden geliyor? Karmaşık öznelliğimiz olmadan, böyle bir evrene nerede uyduğumuzu anlamaya ihtiyacımız var.
Yaklaşık son otuz yılda karmaşıklık kuramı (karmaşık sistemler kuramı) denen etkileyici bir yeni disiplin gelişti. Bu bilim karmaşık sistemlerin özelliklerinin daha yalın bileşenlerin etkileşiminden nasıl çıktığını açıklamaya yönelik modeller tasarlamaya odaklandı. Karmaşık sistemler gerek nicel, gerekse nitel olarak daha yalın bileşenlerinden ayrılan özellikler kazanırlar. Bunlar bileşenlerinin doğasında bulunmayan ve onlardan çıkarsanamayan ya da yordanamayan / öngörülemeyen özelliklerdir. Karmaşık sistemin bu yeni özelliklerine ortaya çıkan (emergent) fenomenler denir. Ortaya çıkış (emergence), indirgemeciliğin zıttıdır. Bütün, parçalarının toplamından büyüktür. Söz konusu olan ‘büyü’ değil, sadece karmaşık fiziksel etkileşimlerdir. Ortaya çıkış, kendiliğinden, aşağıdan yukarıya, kendini-örgütleyen bir karmaşıklık fenomenidir, herhangi bir dışsal neden, hiçbir yukarıdan aşağıya tasarım, hiçbir merkezî sistem denetimi gerektirmez. Karmaşıklık bilimi standart indirgemecilik yaklaşımının yerini almaz. Onu tamamlar. İndirgemecilik hâlâ karmaşık sistemlerin anlaşılması için son derece yararlı ve güçlü bir yöntemdir.
En temel örnek olarak suyun özelliklerini düşünün. Suyun bazı temel özellikleri vardır: Yapıştırıcı (cohesive) davranış, ısıyı ılıtma yeteneği ve donunca genişleme… Hatta daha yalını, suyun ‘ıslaklığını’ düşünün. H2O’yu oluşturan tek tek hidrojen ve oksijen atomları bu özelliklerin ve davranışların, hiçbirine sahip değildir. Bu özellikler tek tek atomların özelliklerinden yordanamaz ya da çıkarsanamaz; bunlar ortaya çıkmışlardır (emergent).
Su, basit bir örnektir. Ortaya çıkmış olandan çok daha görkemli yenilik, doğanın tümü, aslında. Bunu evrenin kendiliğinden rehbersiz yaratıcılığı olarak düşünün; en mucizevi olan şey, bilinçli niyetin hiç olmaması.
Beynin, bütünün parçalarının toplamından büyük bir fenomen olduğu açıktır ve onun ürünü olan zihin ya da öznel kendilik duygusu parçalarından nitel açıdan kökten farklıdır; ortaya çıkan bir özelliktir.
Aslında bu sadece beyin için değil herhangi bir karmaşık uyumsal (adaptive) sistem için geçerlidir; dünyada bunun sayısız örneği vardır. Sadece birkaçını sayarsak: Bireysel organizmalar, bir organizmanın içindeki bağışıklık sistemi ya da beyin gibi sistemler, sosyal böcek kolonileri, kuş sürüleri, hayvan sürülerinin göçleri, trafik akışı, kentler, malî piyasalar, internet, ekosistemler, iklimler… Bunların her biri birçok failin/bileşenin etkileştiği bir ağa sahip olan bir sistemdir.
Ortaya çıkış fenomenlerini üreten karmaşık uyumsal sistemler bileşen parçaları arasında dinamik etkileşim ağları oldukları için karmaşık olarak değerlendirilirler. Değişen ortamlarına yanıt olarak değiştikleri ve kendilerini örgütledikleri için uyumsal olarak değerlendirilirler.
İnsan beyni bildiğimiz en karmaşık uyumsal sistemdir. Bir fenomen olarak bilinç de bildiğimiz tüm fenomenlerin fiziksel maddesinden en kökten farklı olandır. Fakat elbette bilincin her zaman çok zengin ve karmaşık olmadığını unutmayın; farklı türlerde ve insanlarda farklı beyin sağlığı hallerinde derece derece ortaya çıkar, çok sayıda minimal ve yalın bilinç halleri bulunur.
Bilinçten başka sıradan maddeden ortaya çıkan bildiğimiz çok farklı diğer fenomen, hayatın kendisidir. Bir zamanlar canlıların mutlaka canlı olmayan maddenin yoksun olduğu bir tür gizemli hayat verici öze, bir tür hayati kuvvete (élan vital) sahip oldukları varsayılırdı. Fakat bir şeyi neyin canlı yaptığına dair gizem yirminci yüzyılda çözüldü. Bir şeyi canlı yapan şey, atomlarının örgütlenmesidir.
Canlılar karmaşık uyumsal sistemlerin özel bir sınıfıdır. Karmaşık Uyumsal Sistemlerin merkezî bir karakteristiği, örgütlenmedir. Göze çarpan bir şekilde bu sistemler kendini-örgütleme ya da kendiliğinden bir düzen süreciyle oluşurlar. Başlangıçta düzensiz olan bir sistemin parçaları arasında yerel etkileşimlerden bütün düzeni yaratırlar. Süreç, herhangi bir dış failin ya da merkezî denetimin tasarımını gerektirmez.
Karmaşık uyumsal bir sistemin bileşenlerinin etkileşimlerini yöneten ‘kurallar’ genellikle çok elementerdir ve bireysel bileşenler arasında yerel bir düzeyde çalışırlar. Karmaşık uyumsal sistemler mahalle sakinleri arasındaki etkileşimlerden yerel bir düzeyde doğan yeni politik örgütlenmelere kadar benzer şekilde ortaya çıkarlar. Basit ve yerel etkileşim kuralları kendi kendine örgütlenmeyi olası kılar. Kimse ‘zorunlu’ değildir, süreç yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğrudur. Fakat bu etkileşimlerden kaynaklanan karmaşık bütün sistem, yeni ortaya çıkan özellikleriyle birlikte, tek tek bileşenler üzerinde sınırlayıcı bir etkiye sahiptir, geriye dönük olarak da onları etkiler. Bileşenler ile bütün arasında karşılıklı ya da yansıtıcı geri bildirim halkaları kurulur, örneğin, termitler ile bütün olarak koloni arasında ya da bireysel nöronlar ile bütün olarak bireyin arasında…
Doğadaki Karmaşık Uyumsal Sistemler çok girift olabilirler ve o kadar ‘akıllı’ görünebilirler ki, bir kopyaya ya da master plana göre birleşik süreç aracılığıyla dikkatle yönlendirilmiş ve zekice tasarlanmış olmaları gerektiğini düşünmek affedilebilir. Fakat karmaşıklık bilimi bütün bunların doğal, kendiliğinden, kendini-örgütleyen süreçler aracılığıyla, hiç yol gösterilmeden, nasıl olduğunu açıklayabilir. (Zeki bir Tasarımcı Olarak Her Şeye Gücü Yeten’i çağırmakta özgür hissedin, fakat bunu yapmak tamamen gereksizdir ve süreçlerin kusurlulukları, yetersizlikleri ve eksiklikleri düşünülürse, Tasarımcı ne yazık ki her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ya da hep iyi olmayabilir.)
Tasarım gereği dayatılan sınırlamaları olan insan yapımı Karmaşık Uyumsal Sistemler bile insan tasarımcıları tarafından tamamıyla denetlenemez ya da yordanamazlar (malî piyasaları yordayabilen biri var mı?)
Canlı organizmalar söz konusu olduğunda doğal seçilimle ve cinsel seçilimle evrimin iyi anlaşılmış süreçleri doğada gördüğümüz mucizevî ve girift karmaşıklığın daha fazla şekillenmesinde ilaveten muazzam güçlü bir rol oynar, zeki tasarımın görülmesini büyük oranda pekiştirir. Fakat Karmaşık Uyumsal Sistemlerin kendini örgütleyen süreçleri evrimden bağımsız olarak ortaya çıkar ve hem canlı, hem de cansız sistemler için geçerlidir. Evrimsel kuvvetler karmaşıklığın artmasını yönlendirmekte denetimi almadan önce, hayatın başlangıçtaki köklerinde neredeyse kesin olarak merkezî bir rol oynadılar.
Karmaşıklık kuramı bilimcilere nihaî bir bilinç kuramının olabileceği konusunda önemli ipuçları verir. Karmaşıklık kuramı bugün artık sinirbilimin bilgi-işlemin ve döngüsel denetimin beyin-sinir ağlarında nasıl çalıştığını anlama arayışının ayrılmaz parçasıdır. Bu ağlar tek bir bölgenin tamamen denetlemediği sibernetik halkalar olarak iş görürler.
Şurası muhakkak ki bilincin bilimsel açıklanmasından epey uzağız. Bilinci açıklamaya yönelik ciddi bilimsel çabalar ancak 1990’larda başladı -ondan önce bilinç çok zorlu bir konu olarak düşünülür ve bilimselden çok felsefî bir sorunun parçası olarak görülürdü. Gerçekten de sinirbilim disiplin olarak birkaç onyıl yaşındadır. 1990’ların başlarında psikiyatri eğitimine başladığımda zihni ve beyni az çok paralel konular olarak inceledik, genellikle nasıl tamamen bütünleştirileceklerinden emin değildik. O zamandan bu yana zihin-beyin ilişkisinin bilimi büyük ilerlemeler kaydetti. Buna gelişkin beyin görüntüleme gibi yeni teknolojiler yardımcı oldu. Sinirbilimciler algıların, düşünce süreçlerinin ve öznel kendilik duygusunun her biri binlerce bağlantıya sahip milyarlarca nöronun yoğun ve karmaşık etkileşimlerinden nasıl ortaya çıktığı; karmaşık ağları ve geri bildirim halkalarını nasıl oluşturduğu, yüz milyonlarca yıllık, rehberi olmayan doğal seçilim süreçleriyle nasıl şekillendiğinin gizemini istikrarlı bir şekilde çözüyorlar.
Bilinci bilimsel olarak açıklama sürecine gerçekten ancak yeni başladık ve şaşırtıcı ilerlemelere ve fantastik içgörülere rağmen açıklamalarda hâlâ doldurulması gereken büyük boşluklar var. Fakat belli bir boşluğun sonunda bilim tarafından kapatılamayacağını iddia etmek akıllıca bir iddia olmazdı.
David Bohm (1917-1992) 20. yüzyılın en önemli kuramsal fizikçilerinden biridir. Kuantum kuramı, nöropsikoloji ve zihin felsefesine önemli katkılarda bulunmuştur. Bir şekilde birbiriyle etkileşen zihinsel ve fiziksel olmak üzere iki töz (substance) bulunduğunu söyleyen Kartezyen modeli tamamlamak için matematiksel ve fiziksel “içedoğan” (implicate) ve “dışa açılan” (explicate) düzenler kuramını geliştirmiştir. Beynin de hücresel düzeyde kuantum etkilerinin matematiğine göre çalıştığına inanmış ve düşüncenin de, tıpkı kuantum antiteleri gibi, dağıtımlı (distributed), belli bir yeri olmayan (non-localized) bir antite olduğunu ileri sürmüştür. Başlıca ilgisi genelde gerçekliğin, özelde de bilincin doğasını tutarlı bir bütün olarak anlamaktır. “Plazma kuramı” da onun fikridir. 1951’de Kurantum Kuramı kitabı çıkmıştır, ancak, kitapta bile kuantum kuramının ortodoks yorumundan duyduğu memnuniyetsizliği belirtmiştir. Nihayet parçacık-dalga paradoksuna karşı geliştirdiği düşünceler “DeBroglie-Bohm kuramı”yla zirveye ulaşmıştır. “Pilot dalga kuramı” da denen bu kurama göre, her parçacığın, evrendeki tüm diğer parçacıkların konumunu algılayan, sadece kendine ait özel bir pilot dalgası vardır. Pilot dalga özel parçacığını yerçekimi gibi güç uygulayarak değil, bir radar ışını gibi bilgi sağlayarak yönlendirir. Bu düşünce, evrende biz ölçmesek de her parçacığın belli bir konumda olduğunu varsayarak, yarık deneyinde yaşanan ölçüm sorununu da çözmüş olur.

Aslında benim anlatmak istediğim kısım tam bu değil. Bohm doktorasını Kaliforniya Üniversitesi’nde Robert Oppenheimer’in yönettiği kuramsal fizik grubunda tamamlar. Oppenheimer öğrencisi Bohm’u atom bombası çalışmalarını yürüten Manhattan Projesi’ne de almak ister. Ancak, projenin yöneticisi tuğgeneral Leslie Groves, politik görüşleri ve dostluklarından ötürü onu güvenlik açısından tehlikeli bulur ve projeye kabul etmez. 1949’da (antikomünist cadı avının sürdüğü McCarthy döneminde) Bohm, geçmişteki sendikal bağlantılarından ve komünistlerle ilişkilerinden ötürü, bir federal hükümet soruuşturmasının konusu olur ve Meclis’in Amerikan Olmayan Faaliyetler Komitesi’ne (!) ifade vermeye çağrılır. Bohm Amerikan Anayasası’nın 5. Maddesini hatırlatarak ifade vermeyi ve arkadaşlarını ispiyonlamayı reddeder.
Bunun üzerine, 1950’de tutuklanır. 1951’de Yüksek Mahkeme 5. Madde’yi kullanmasının anayasaya uygun olduğunu belirtir ve Bohm salınır. Fakat Princeton Üniversitesi onu çoktan işten uzaklaştırmıştır. Meslektaşları onu yeniden işe aldırmaya çalışırlar, fakat Üniversitenin Başkanı kontratını yenilememeye karar vermiştir. Einsten onu araştırma asistanı olarak atamayı düşünse de, Enstitüyü 1947’den beri yöneten Oppenheimer bu fikre karşı çıkar ve eski öğrencisine ülkeyi terk etmesini tavsiye eder. Böylece Bohm önce Brezilya’ya, oradan da İngiltere’ye gider.
Bu bilgiler wikipedia’da var (https://tr.wikipedia.org/wiki/David_Bohm), daha ayrıntılı okuyabilirsiniz. Burada aslında anlatmak istediğim şey, başka bir olay. Bunu da şu adresten öğrendim: https://www.youtube.com/watch?v=XDpurdHKpb8&t=1782s (Infinite Potential: The Life and & Ideas of David Bohm). Youtube’da Bohm’u anlatan bu videoya göre, McCarthy Bohm’un ifade vermemek için başvurduğu 5. Madde’yi bu dava için yasadışı ilan eder. Böylece, bir gün Princeton’dayken şerif gelir ve onu tutuklar. Olayın vurucu an’ı şudur ki, tutuklamaya gelen şerif çok entelektüel biridir ve onu Princeton’dan Washington’a götürürken kuantum mekaniğinin temelleri üzerine sohbet ederler (!).
Hikayenin diğer kısımları fazla kuramsal olduğu için burada değinmeyeceğim, çünkü orada Aharonov-Bohm Etkisi, sinirbilimci Karl H. Pribram ile beyin konusundaki çalışmaları (“holonomik beyin modeli”), Krishnamurti ile çeyrek yüzyıl süren işbirliği gibi birçok konu var. Emekli olduktan sonra da kuantum fiziği üzerine çalışmasına devam eden Bohm, tekrarlayan ağır depresyonu nedeniyle Mayıs 1991’de Londra’da Maudsley Hastanesi’ne yatırılır. Dostu ve çalışma arkadaşı psikiyatrist David Shainberg’in de onaylamasıyla elektrokonvülsif tedavi (ECT) uygulanır, düzelir, fakat çıktıktan sonra depresyonu geri döner ve Ekim 1992’de geçirdiği kalp krizinden sonra ölür.
Bu yazıda Mark Solms’un çok tartışılan “Bilinçli O” (The Conscious Id) makalesinden notlar bulacaksınız.
Makalenin aslı: Solms, M. The Conscious Id. Neuropsychoanalysis 2013; 15:5-19
Embodiment: Bedenin beyinde nasıl temsil edildiği.
Beyin yüzeyindeki beden temsili: Dışsal beden.
Dışsal beden BİR NESNE olarak temsil edilir. Kişinin dışarı baktığında, örneğin, bir aynada, algıladığı kendilik biçimidir. Motor haritalar (yani, hareket) de dışsal beden imgesine katkıda bulunur. Yani, üç-boyutlu beden imgesi yalnız ayrı kiplerden oluşan (heteromodal) duysal korteks yoluyla değil, hareket yoluyla da oluşturulur: Beden-duysal (somato-sensory) homunkulus ve motor homunkulus bütünleşmiş bir işlevsel birim oluşturur.
Bedenin ikinci boyutu içsel ortam, yani, otonomik bedendir. Bedenin bu yönünü temsil eden yapılar hipotalamus etrafında toplanır, fakat beyin omurilik sıvısının dolaştığı kanalın çevresindeki (circumventricular) organlar, bağlayan dalın yanındaki çekirdek (parabrachial nucleus), sondaki bölge (area postrema), yalnız çekirdek (solitary nucleus) ve benzerlerini de içerir. Bu içduysal (interoceptive) yapılar da sadece bedenin durumunu (homeostatis) izlemekle kalmaz, ayarlar da (=içsel beden). Beyin-sapı düzeyinde bile içsel beden temsilinin sinirsel yapıları, tıpkı duysal-motor (sensory-motor) bedenin kendisinin iç organları (viscerayı) sarması gibi, dışsal bedenin temsili yapılarıyla çevrelenmiştir,.
İçsel beden büyük ölçüde otomatik olarak işlev görür, fakat dışsal bedeni uyararak kendisinin dış dünyadaki hayati ihtiyaçlarına da hizmet eder. Bu işlev üst beyin-sapı, diensefalik ve bazal önbeyin “uyarılma” (arousal) yapıları tarafından yerine getirilir: Bu yapılara “yaygın ağsı talamik etkinleştirici sistem”: extended reticulo thalamic activating system (ERTAS) denir.
İçsel bedenle ilişkili olan uyarılma sistemi, bilincin dışsal algılama ile ilişkili olan yönünden farklı bir yönünü oluşturur ve dahası, İÇSEL BOYUT, DIŞSAL BOYUT İÇİN BİR ÖNGEREKLİLİKTİR.
Ayrıca, bilincin içsel türü, bilincin NESNELERİnden çok, HALLERİnden oluşur. İçsel beden, bilinçli OLMAnın arkaplandaki (background) halidir: Özne-olarak-beden hali, bilincin çeşitli düzeylerini (örneğin, uyku/uyanıklığı) değil, bilincin niteliklerini de içine alır.
Özne-olarak-bedenin fenomenal halleri DUYGULANIMSAL OLARAK yaşantılanır.
Bu hallerin değişen içsel koşulların (örneğin, açlık, cinsel uyarılma) biyolojik değerini temsil ettiği düşünülmektedir. İçsel koşullar hayatta kalma ve üreme başarısı lehinde olduğunda “iyi” hissettirirler, öyle olmadıklarında “kötü” hissettirirler. Bilinç hallerinin neye yaradıkları burada açıkça görülür. Bilinçli hisler özneye nasıl iyi olacağını söylerler. Bu nedenle, beynin bu düzeyinde bilinç, homeostazis ile yakından bağlantılıdır.
İçsel koşulların değişmesi, dışsal koşulların değişmesiyle yakından bağlantılıdır. Bunun nedeni, ilk olarak, (homeostatik olarak belirlenmiş noktalardan sapmalar olarak temsil edilen) hayati ihtiyaçların ancak dış dünya ile etkileşimler yoluyla doyurulabilmesidir, ikincisi, dış koşullardaki belli değişikliklerin hayatta kalma ve üreme başarısı açısından öngörülebilir sonuçlarının olmasıdır. Bu nedenle, doğaları gereği öznel olmakla birlikte, duygulanımlar genelde nesnelere yönelirler.
Duygulanımsal bilincin dayanağını, motor temsili yaklaşma-kaçınma davranışı olan haz-hoşnutsuzluk duyumları sağlar. Haz-hoşnutsuzluk hisleri (ve eşlik eden zorunlu eylemler) ERTAS’ın beyin omurilik kanalının çevresindeki gri madde (periaquaductal gray: PAG) diye bilinen bir bölgesini uyarmakla kolayca üretilir. PAG’dan çıkan ve limbik önbeyine giden (karşılıklı olarak inen kontrolleri sağlayan) çeşitli içgüdüsel güdülenme devreleri vardır; bu devreler memeli organizmaları değişmez biyolojik değerlerle ilgili durumlara hazırlarlar. Bunlar “temel duygular” olarak bilinirler: ARAYIŞ, ŞEHVET, KORKU, ÖFKE, BAKIM, KEDER, OYUN.
Homeostatik duygulanımlar: Açlık, susuzluk…
Duysal duygulanımlar: Şaşkınlık, iğrenme…
Dış beden “ben”e (ego’ya), iç beden “o”ya (id’e) karşılık gelir.
Eğer ona bi anatomik analoji bulmak istersek, en iyi “kortikal homunkulus”la özdeşleştirebiliriz.
Freud
Ben (ego) nihayetinde bedensel duyumlardan, esas olarak da beden yüzeyinden kaynaklanan duyumlardan türer.
Freud
Ben’in bütün dokusu bu bedensel ben’den -yani, dışsal algıların bellek izlerinden- çıkar.
Freud
Dış dünyadan kopmuş olan o’nun (id’in) kendi başına bir algı dünyası vardır. İçerdeki bazı değişiklikleri, özellikle dürtüsel gereksinimlerin gerilimindeki salınımları, olağandışı bir kesinlikle tespit eder ve bu değişiklikler haz-hoşnutsuzluk serilerindeki hisler olarak bilinçli hale gelirler.
Freud
Dürtü (Triebe) zihinsel ile bedensel arasındaki sınır üzerine bir kavram olarak, organizmanın içinden doğan ve zihne ulaşan uyaranların fiziksel temsilleri olarak, bedenle bağlantısının sonucu olarak zihne yapılan talebin bir ölçüsü olarak görünür.
Temel duygular DOĞUŞTAN GELEN (innate) zihinsel örgütlenmelerdir.
Bir yandan dışsal beyne dönük beyin mekanizmaları ile öte yandan Freud’un “beden beni” (body ego) arasındaki ve bir yandan içsel bedene yönelik olanlar ile öte yandan Freud’un o (id) dürtüleri arasındaki işlevsel denkliği görmek kolaydır. Bu, onlar arasında bulunan karşılıklı bağımlı ilişki için de geçerlidir: Beyin-sapı bilinci olmaksızın bir beyin kabuğu bilinci olamaz; o (id) olmaksızın ben (ego) olamaz.
“Freud’un duygulanımın doğası üzerine içgörüleri çağımızın en gelişkin sinirbilim görüşleriyle uyumludur.”
Damasio (1999)
“Hisseden benliğin” yeri olarak kortikal merkezli bilinç görüşü yanlıştır.
Hayvan modellerinde korteksin çıkarılmasının bilincin (uyku/uyanıklık, içgüdüsel/duygusal eylemler gibi) davranışsal vekilleri üzerinde bir etkisinin olmadığı uzun süre önce gösterilmiştir.
Sonuçta bir bütün olarak bilinç hali, üst beyin-sapında üretilir.
O nedenle, bilinç halleri doğası gereği DUYGULANIMSALdır.
Böylece klasik anlayış ayakları üstüne oturtulmuştur.
Bilinç doğası gereği algısal değildir; doğası gereği duygulanımsaldır. Birincil görünümleri içinde bilişten çok içgüdüyle ilişkilidir.
BİLİNÇ O’DA (İD’de) ÜRETİLİR, ve ben (ego) temel olarak bilinçsizdir.
Bunun ben’le ilgili kavramsallaştırmalarımız, psikopatoloji kuramları ve (klinik teknik gibi) bundan çıkan her şey açısından kapsamlı sonuçları vardır. Her şeyden önce dışsal algıdan çıkan ve bu yüzden bilinçli olma yeteneği olan sözcüklerin özne tarafından bilinmeden önce (kendi başlarına bilinçsiz olan) zihnin daha derin süreçlerine bağlanması gereği “konuşma kürü”nün esasıydı.
Algısal işlemleme bilinç gerektirmez.
Geleneksel olarak kortikal bilgi-işlem süreçlerinin donanımına yerleşmiş (hard-wired) olduğunu düşündüğümüz şeylerin büyük bölümü gerçekte ÖĞRENİLMİŞtir. Örneğin, görsel girdilerin oksipital korteksten işitsel kortekse yönlendirilmesi, ikinci dokunun yeniden örgütlenmesine ve tümüyle yeterli bir görmenin desteklenmesine yol açar. Kortikal algılamanın kökleri, kortikal bilişten daha az düzeyde olmayan bir şekilde, BELLEK süreçlerindedir.
Kortikal sütunlar sayısal bilgisayarların rastgele erişimli belleğine (RAM: random access memory) benzerler.
“Korteks bilince ne katkıda bulunur?”
Temsili bellek uzamı katkısında bulunur.
Bu, korteksin algı nesnelerini KARARLI HALE GETİRMESİNİ mümkün kılar; bu da algısal imgelerin ayrıntılı ve eşzamanlı olarak işlenmesi olanağı yaratır. Korteks bu kapasiteye dayanarak beyin-sapı faaliyetinin gelip geçici dalga benzeri hallerini “zihinsel katı”lara dönüştürür. NESNELERi yaratır.
Bu tür kararlı temsiller, öğrenme yoluyla bir kez kuruldu mu, hem içsel, hem de dışsal olarak etkinleştirilebilir, böylece sadece algılama için değil, biliş için de nesneler üretirler, çünkü algılama tanımayı gerektirir. Kortikal temsiller kendi başlarına bilinçsizdirler, ancak, bilinç (“dikkat” yoluyla) onların ÜZERİNE YAYILDIĞI ZAMAN, hem bilinçli, hem de kararlı bir şeye, çalışma belleğinde DÜŞÜNülebilecek bir şeye dönüşürler.
Bilinçli temsiller gene de özne TARAFINDAN yaşantılanmalıdırlar.
Bilinç temsillere DEĞER biçer.
Öğrenme iç-duysal (interoceptive) dürtüler ile dış-duysal (exteroceptive) temsiller arasında ortaklıklar (association) kurulmasını gerektirir; bu sürece bu tür karşılaşmalarda üretilen hisler yol gösterir.
Düşünme zorunlu olarak GECİKMEyi gerektirir. Bu (gecikme) işlevinin kökleri en başta kortikal temsillerin kararlığındadır; bu onların “akılda tutulması”nı mümkün kılar.
Geçmiş yaşantıların biyolojik olarak değer biçilen (istenen, korkulan) nesneleri, onların “özendirici nitelikleri” (incentive salience) aracılığıyla bilinçli hale gelirler, bu da nihayetinde -bilincin asıl temeli olan- haz-hoşnutsuzluk dizisindeki biyolojik anlamlarıyla belirlenir.
İLERİYE DÖNÜK düşünme gerektiren, zaman-boyunca-dizilim, “çalışma belleği”nin yürütücü işlevinin esasını tanımlar.
Freud’un ikincil süreci, “serbest” dürtü enerjilerinin “bağlanması”na dayanır. Bağlama (ya da ketleme) giderek çoğalan düşünme işlevleri için kullanılabilecek olan bir tonik faaliyet rezervuarı yaratır: Freud’un ben’e atfettiği işlev budur.
Aslında Freud’un ben’le ilgili ilk anlayışı onu birbiri üzerinde kollateral ketleyici etkilerde bulunan “sabit bir yatırım yapılmış” nöronlar ağı olarak tanımlıyordu. Bu Carhart-Harris ve Friston’u Freud’un ben rezervuarını çağdaş bilişsel nörobilimin “öntanımlı kip ağı” (default mode network) ile eşitlemeye yöneltti.
SERBEST ENERJİ DÖNÜŞMEMİŞ DUYGULANIMDIR, tahmin hatalarına bağlı olarak bağlı durumdan serbestleşen ya da bağlı duruma girmesi engellenen enerjidir.
O’nun ham süreçlerini BİLİNÇLİ KILMAMIZI sağlayan, sözcüklerin asıl değerleri değildir, sözcükler konusunda önemli olan, onların şeyler arasındaki ilişkileri temsil etme, onları soyut olarak yeniden-temsil etme kapasiteleridir. Bu, yalın bir şekilde şeyleri düşünmenin (imgeler şeklinde düşünmenin) tersine, şeyler HAKKINDA düşünmemizi mümkün kılar.
Dilin geleceğe-yönelik programları akılda tutma kapasitesi çalışma belleğinin yürütücü işlevinin modus operandi’sini tanımlar.
Kendilik farkı nasıl söyler; bu tür hareketlerin “biri” tarafından uygulanıp uygulanmadığını nasıl bilir? Bunu anlamak için eklenecek bir şey, o sıradaki frontal ketlemedir. Frontal ketleme arka insula’nın faaliyetini baskılar.
Biz basit bir şekilde bilinçliYİZ ve bilinçli düşünmemize (ve düşünmenin temsil ettiği algılamamıza) DAİMA DUYGULANIM EŞLİK EDER. Hissetmenin bu daimi “varlığı” tüm bilişin ÖZNEsidir, o olmazsa algının ve bilişin bilinci VAROLAMAZDI.
Doğuştan gelen önbilinç sistemi zihinsel olgunlaşmada bilinçsiz sistemin gelişiminden ÖNCE GELİR.
Bastırma, BİLDİRİMSEL bilincin geri çekilmesini de kapsamalıdır. Bunun “epizodik” bir bilişsel süreci “çağrışımsal” (işlemsel ya da duygusal) bir sürece indirgeme etkisi vardır.
Bütün öğrenmenin amacı, zihinsel süreçlerin otomatikleşmesidir; yani, öngörülebilirliğin artması ve sürprizin azalmasıdır.
Ben (ego) bir zihinsel görev üzerinde egemenlik kurar kurmaz, ilgili çağrışımsal algoritma otomatikleşir. Bastırmanın mekanizması bu olabilir: Düşünsel farkındalığın (ya da epizodik “varoluş”un) ZAMANINDAN ÖNCE (premature) geri çekilmesi, davranışsal bir algoritmanın ihtiyaca uygun hale gelmeden, ZAMANINDAN ÖNCE OTOMATİKLEŞMESİ… Bu bağlamda ihtiyaca uygun hale gelmek, gerçeklik ilkesine boyun eğmek anlamına gelir. Böylece erkenden otomatikleşme daimi tahmin hatasıyla sonuçlanır, buna serbest enerjinin (duygulanımın) salımı ve sürekli bastırılmış bilişsel malzemenin yeniden dikkati çekmesi riski eşlik eder. Bu, “bastırılmışın geri dönüşü”nün temellerini atar.
Eğer o (id) kendisi bilinçsizse, bilinçten yoksunsa, haz-hoşnutsuzluk hisleri gerçekte ben’in (ego’nun) kortikal yüzeyinde üretiliyorsa, nasıl olur da haz ilkesi tarafından yönetilir?
Zihinsel enerjinin iki farklı hali vardır; birinde yatırım/yük (cathexis) tonik olarak bağlıdır, asıl eylemden çok düşünme (potansiyel eylem) için kullanılır, diğerinde serbestçe hareket eder ve boşalım için baskı yapar.
Freud
Kallozal sendrom (diğer adıyla, “bölünmüş beyin”) beynin iki yarı küresini birbirine bağlayan liflerin oluşturduğu, beynin ortasını kaplayan sert dokunun (corpus callosum), (doğuştan yokluk, operasyon, vs. gibi) çeşitli nedenlerle olmaması/kesilmesi sonucu ortaya çıkan tabloya verilen addır. Beynin iki yarı küresi arasındaki bağlantıların kesilmesi, aralarındaki iletişimi ortadan kaldırır ve böylece bağımsız bir şekilde işlev görmelerine yol açar.
Peki, kuramsal bir deneyde, korpus kallosum’u tamamen ayrılmış bir kişinin her iki yanına birer bilgisayar konularak monitörler arasında öyle bir bölme yerleştirilir ki, sol göz sağ tarafı göremez, sağ göz sol tarafı… Her bilgisayarın bir de klavyesi vardır.
Deneyden önce kişiye soldakine sol elle, sağdakine sağ elle yazarak bilgisayarla sohbet edeceği söylenir. Ayrıca, tanınabilecekleri herhangi bir bilgi (ör. kişisel ayrıntılar) vermeyeceklerdir.
Kaynak: www.reddit.com/r/neuro/comments/anhhs7/would_a_person_with_callosal_syndrome_be_able_to/
(Şizofrengi 1996; 22: 19-25)
Makalenin aslı: Varghese FT: The phenomenology of psychiatry. Am J Psychother 1988; 42(3): 389-403
Temelde bilinçli yaşantının doğasını açığa çıkarmakla uğraşan fenomenoloji, psikiyatride, ruhsal belirtilerin ayrıntılarını hastaların betimlediği gibi anlamak demektir. Çoğu psikiyatriste göre fenomenoloji, betimleyici psikopatoloji ile eş anlamlıdır; psikiyatristin, hastanın bazı belirtileri nasıl yaşadığını anlama sürecinin altında yatan felsefî ilkeler pek önemsenmez. Fenomenolojik yöntemin psikoterapötik sonuçlarına daha da az dikkat edilir.

Ruhsal hastalık yaşantısının doğasını açıklayacak bir yöntembilim geliştirmeye çalışırken fenomenolojiyi psikiyatriye sokan Jaspers’in en büyük katkısı, belirtileri, bu belirtilerin içeriklerinden çok, hastanın onları yaşama biçimine göre ayırt etmekti. Okumaya devam et