PsikeArt Kasım-Aralık 2018 (Nörobilim)
Teknoloji öyle ilerledi ki, Mars’a yolculuklar planlanabiliyor ve belki de yakında gerçekleştirilebilir hale gelecek. Hatta güneş sisteminin yakınlarından geçen gök cisimlerine gözlem aracı gönderebilecek durumdayız. Ancak, hala dünyada epey bir insan Dünya’nın düz olduğundan emin. Ya da başka bir kısım insan da aya gidilmediğine inanıyor. Teknolojinin ulaştığı düzeyi ve bulgularını kabul etmekte güçlük çekenlerin önemli bir bölümü geleneksel düşünce biçimlerinden kopamayanlar olabilir, ancak, öyle sanıyorum ki, küçük de olsa, bir başka kısmını bu gelişmelerin Dünya’nın büyüsünü bozabileceğine inananlar oluşturuyor. Örneğin, bazıları eğer aya gerçekten gidildiyse ve astronotlar o koca ayaklarıyla ay yüzeyinde dolaştılarsa, sevgilisiyle bir akşam vakti aya bakarak şiir okumanın yaratacağı romantizmin bozulacağı kanısındalar. Bu bakış açısının altında bir yönüyle beyin ile kalp ya da akıl ile duygu arasındaki yarılmanın yattığı düşünülebilir. Dolayısıyla, aşk gibi kalple doğrudan bağlantılandırılmış bir olgu söz konusu olduğunda, yaşantıyı değil de bilgiyi işin içine sokmanın yaratacağı rahatsızlık da bu fasıldan sayılabilir. Dünya giderek büyüsünü yitirir ve mekanikleşirken, böylece doğa giderek hayatımızdan çıkarken, sonuçta koşmak yürümeye, fotoğraf çekmek seyretmeye, bilmek yaşamaya ve anlamaya giderek daha fazla üstün gelirken, elimizde kalan son iyi şeylerden birini daha, yani, sevgiyi, sadece yaşamaya bırakmak yerine, bilgi nesnesi haline getirmekte gerçekten de sakınca yok mu?
Bu soruya 12 Eylül Cuntası’ndan sonraki o boğucu karanlıkta bana mum ışığı olmuş Bilim ve Sanat dergisinin yayımladığı kitaplardan birinde okumuş olduğum bazı ifadelerle yanıt vermek isterdim. Ama ne yazık ki, şu anda elimde değil; bir şekilde kitaplığımdan kaybolan bu kitabı daha sonraki aramalarımda piyasada da bulamadım. Bu yüzden, ancak hatırladığım kadarıyla söyleyebilirim: Orada kendisi de bir bilim adamı olan yazar, yukarıdaki meseleyi tartıştıktan sonra konuyu bilimin güzelliğine getiriyor ve bir fizik formülünden örnek vererek bilimin aslında ne kadar şiirsel bir dili olduğunu, insana ne kadar yüksek bir estetik haz verebileceğini anlatıyordu.
Ben de bu yazıda, şiirsel bir dille olmasa da, kendisi bir şiir olan sevme eyleminin aslında nasıl milyonlarca yıl süren şiirsel bir örgütlenmenin ürünü olduğunu, o sırada bedenimizde nasıl şiirsel işler döndüğünü kısaca anlatmaya alışacağım. İngilizce “love” sözcüğünün dilimizde en az iki karşılığı var: sevgi ve aşk. Her ikisi birbiri yerine kullanılabilirse de, annenin çocuğa duyduğuna sevgi, kadınla erkek arasında gelişen duygusal bağa ise aşk demek daha uygun gibi görünüyor. Bu yüzden, yazının birçok yerindeki sevgi sözcüğü yerine aşkı, aşk yerine de sevgiyi koymak mümkündür.
![]()
GİRİŞ
Daha önce bir yerde yazmış olabilirim, ama yineleyeyim: Aşk üzerine bir yazıda Freud’dan söz etmemek, Marx’sız sosyoloji yazmaya benzer. Freud’a göre aşık olmak, bazı durumlarda, cinsel içgüdüler açısından doğrudan cinsel doyum arayan nesne yüküdür ve bu yük bu amaca ulaşıldığında, tekrar ortaya çıkmak üzere, tükenir. Buna “şehevi sevgi” diyebiliriz. Çocuk ilk sevgi nesnesini ebeveynin birinde bulur. Daha sonraki bastırma, çocuğu cinsel hedeflerin pek çoğundan vazgeçmeye zorlar. Çocuk hala ebeveynine, ama “amaçlarına ket vurulmuş” içgüdülerle, bağlı kalır. Bu da “sevecenlik” olarak adlandırılabilir.
PsikeArt, Ocak Şubat (15) 2011 (depresyon), sa. 40-50
Depresyonun Nörobiyolojisi
Depresyonun bedenimizdeki, daha doğrusu merkezî sinir sistemimizdeki biyolojik belirleyicileri ve göstergeleriyle (nörobiyolojisiyle) ilgili bilgilerimizi gözden geçirmeden önce, birkaç noktayı açıklığa kavuşturmak iyi olur. Her şeyden önce, “depresyon” dediğimizde, ne sadece “üzüntü” gibi bir duygu durumundan, ne de diyabet gibi tıp içinde kalarak -hiç değilse büyük ölçüde- anlaşılabilecek bir “hastalık”tan söz ediyoruz. Bugün psikiyatride kullanılan biçimiyle, alkol ya da keyif verici diğer maddelerin kullanımının ya da tıbbî düzensizliklerin sonucu olarak ortaya çıkan depresif (çökkün) ruh hallerinin yanısıra, iki-uçlu bozukluk (manik-depresif hastalık), tek-uçlu yineleyen depresyon, distimi, depresif uyum bozukluğu gibi çökkün duygu durumunun egemen olduğu hastalıklarda görülen depresyon, belli tanı ölçütleriyle tanımlanan bir klinik tabloya verilen addır. Ancak, bu tanımlanmış / operasyonelleştirilmiş haliyle bile “depresyon”u anlamak için, onun tek bir hastalıktan ibaret tıbbî bir durum olmadığını akılda tutmak gerekir. Bu haliyle “depresyon”, belli tanı ölçütlerini dolduran, başka bir deyişle, görünürde belli ortak özellikleri paylaşan çeşitli ruh hallerinin ortak adı olarak tanımlanabilir. Bunun önemi, depresyona dair bilgilerin tümünün, ister klinikte yürütülmüş tanı ve tedavi çalışmaları, isterse hayvanlarla yapılmış laboratuar çalışmaları olsun, çeşitli depresyonları içeren karmaşık bir olgular kümesinden elde edilmiş olmalarıdır. Bu nedenle,

bir yandan farklı olguları inceledikleri halde aynı olguyu inceledikleri varsayıldığı için, öte yandan hem farklı insan gruplarında, hem de hayvanlarda yapıldığı halde tüm tanı ve tedavi çalışmalarının sonuçları tüm insanlar için geçerliymiş gibi davranıldığı için, aşağıda yazılanlar ihtiyatla değerlendirilmelidir. Bütün bunlara ek ve belki daha önemli olarak, depresyon gibi nüfusun tümünde bu kadar yaygın görülen bir “ruhsal durum”u hastalık olarak ele alıp incelemenin sosyal, ekonomik, politik, tarihsel, mantıksal ve felsefî temelleri mutlaka sorgulanmalıdır.
PsikeArt, Ocak Şubat (25) 2015 (vicdan), sa. 30-37
Psikanalize bulaşmadan “vicdan” üzerine yazmak, Marx’sız bir toplumbilim yazmaya benzer. “Kendilik ve Nesne Dünyası”nı, psikanalizin Freud’a ait öncüllerini de terk etmeden, nesne ilişkileri, hatta kendilik psikolojisi ile uyumlu, üstelik çok anlaşılır bir dille yorumlama “dehası” gösteren Edith Jacobson, bir cümlesinde Freud’un zihne dair üçlü yapısını gündelik dile çekincesizce çevirir: “Çatışma dönemlerinde arzunun, yani idin; aklın, yani benin; ve vicdanın, yani üstbenin sesini duymamız rastlantı değildir”. O halde, tam olarak karşılık gelip gelmediği tartışmalarına girmeden, vicdanla kast edilenin üstben olduğunu varsayarak işe başlayalım. Geçerliliği ortak kabul görmüş başvuru kaynaklarından biri olan Psikanaliz Dili’ne göre üstben, Freud’un ruhsal aygıta dair ikinci kuramında

betimlediği üç kişilik kesiminden (agency) biridir (diğerleri ben ve altben). Üstbenin ben’le ilişkisinde oynadığı rol, bir yargıcın ya da sansürcünün rolüne benzetilebilir. Annebaba yasakları ve talepleri aracılığıyla oluşan bu yargıç ya da sansürcü, doğal olarak Ödipus karmaşasının mirasçısı olarak ortaya çıkar. Yasaklanmış olan Ödipal isteklerini doyurmaktan vazgeçen çocuk, annebabaya yönelik yatırımını onlarla özdeşleşmeye dönüştürür; yasakları içselleştirir. Bu anlamda üstben, ben’den ayrılan ve ona egemen olan bir işleyiştir (agency). Ben’in bir parçası kendini diğerinin üzerinde konumlandırır, onu eleştirel bir şekilde yargılar ve ona adeta nesnesiymiş gibi davranır. Amacı, isteklerin doyurulmasını ya da bilinçli hale gelmesini engellemektir. Bilinçsiz (unconscious) bir şekilde çalışır. İki parçalı bir yapıdan oluşur: ben-ideali ve eleştirel bölüm (agency). Üstben’in oluşumu sevecen ve hasmane Ödipal isteklerden vazgeçilmesi üzerine kurulsa da, daha sonra toplumsal ve kültürel gerekliliklerin (eğitim, din, ahlak) de katkılarıyla daha da işlenmiş hale gelir. Burada Freud’un kimi karışıklıkları önlemek için dikkati çektiği nokta, çocuğun üstbenini aslında annebabalarını değil, onların üstbenlerini örnek alarak inşa etmesi, bu yüzden de onun geleneğin ve böylece kuşaktan kuşağa yayılan, zamana dirençli tüm değer yargılarının aracı haline gelmesidir. Özetle üstben (vicdan diyelim) içimizde annebabanın (ve dolayısıyla toplumun ve kültürün) doğru ve/veya yanlış olarak gördüğü şeylerin içselleştirilmesi sonucunda ortaya çıkan denetleyici bir mekanizma olarak tanımlanabilir.
Okumaya devam et