//
Arşiv

duygulanım

This tag is associated with 2 posts

His, Duygu, Etki (Duygulanım)

[Mizah çalışmaları, stand-up komedi ve kültürel çalışmalar alanında çalışan Prof. Eric Shouse’nin (East California Üniversitesi) özellikle Massumi’den (ve Spinoza’dan) yola çıkarak His, Duygu ve Duygulanım/Etki üzerine yazdığı yazının çevirisi.]

AFFECT (ETKİ, DUYGULANIM)/AFFECTION (DUYGULANIM, ETKİLEME, TEESSÜR) Her iki kelime de kişisel bir hisse (Deleuze ve Guattari’de sentiment) işaret etmez. L’affect (Spinoza’nın affectus‘u) etkileme ve etkilenme (affect and be affected; teessür ve müteessir olma) yeteneğidir. Bedenin bir deneyimsel durumundan diğerine geçişine karşılık gelen ve o bedenin hareket etme kapasitesinde bir artış veya azalmayı belirten ön-kişisel (prepersonal) bir yoğunluktur. L’affection (Spinoza’nın affection’u) etkilenen beden ile etkileyen ikinci bir beden arasındaki bir karşılaşma olarak düşünülen bu tür her bir durumdur (Massumi, Plateaus xvi).

His (feeling) ve etki (affect, duygulanım), rutin olarak birbirinin yerine kullanılsa da, etkiyi (affect) hisler ve duygularla karıştırmamak gerekir. Brian Massumi’nin Deleuze ve Guattari’nin A Thousand Plateaus adlı eserine yazdığı giriş bölümündeki etki (affect) tanımının açıkça belirttiği gibi, etki kişisel bir his değildir. Hisler (feeling) kişisel ve biyografiktir, duygular (emotion) toplumsaldır ve etkiler (affect) ön-kişiseldir (prepersonal). Bu makalenin geri kalanında, önceki cümleyi açmaya ve hisler, duygular ve etkiler/duygulanımlar arasında yaptığım ayrımın neden bilgiçlikten daha fazlası olduğunu gösterecek bazı örnekler sunmaya çalışacağım.

His (feeling), önceki deneyimlerle karşılaştırılıp etiketlenmiş bir duyumdur (sensation). Kişisel ve biyografiktir, çünkü her insanın hislerini yorumlarken ve etiketlerken içinden çekip çıkarabileceği kendine özgü bir dizi önceki duyumu vardır. Bebek hem dilden, hem de biyografiden yoksun olduğu için, hisler deneyimlemez. Yine de, neredeyse her ebeveyn herhangi bir kuşku duymadan çocuğunun hisleri olduğunu ve bunları düzenli olarak ifade ettiğini belirtecektir (ebeveynin aslında hakkında tanık olduğu şey, kısaca söylemek gerekirse, etkidir).

Duygu (emotion), bir hissin yansıtılması/gösterilmesidir. Hislerin aksine, duygunun gösterilmesi gerçek veya sahte olabilir. Hisler ve duygular arasındaki ayrım, Paul Ekman tarafından yapılan ve Amerikan ve Japon denekleri yüz ameliyatı tasvir eden filmler izlerken videoya çeken bir deneyle aydınlatılmıştır. Tek başlarına izlediklerinde, her iki grup da benzer ifadeler sergilemiştir. Gruplar halinde izlediklerinde, ifadeler farklıydı. Duyguyu dünyaya yayınlarız; bazen bu yayın içsel durumumuzun bir ifadesidir ve diğer zamanlarda sosyal beklentileri karşılamak için uydurulur. Bebekler, duyguları deneyimlemek için biyografiye ya da dil becerilerine sahip olmasalar da duygularını sergilerler. Bebeklerin duyguları, doğrudan etki (affect) ifadeleridir.

Etki (affect), bilinçsiz bir yoğunluk (intensity) deneyimidir; bir anlık biçimlenmemiş ve yapılandırılmamış potansiyeldir. Etki dilde tam olarak kavranamadığından (realise) ve her zaman bilincin önünde ve/veya dışında olduğundan, bu makaledeki üç temel terimden (his, duygu ve etki) en soyut olanı etkidir (Massumi, Parables). Etki, bir deneyimin niteliğine nicel bir yoğunluk boyutu ekleyerek bedenin belirli bir koşulda kendini eyleme hazırlama yoludur. Bedenin, dilde tam olarak yakalanamayan kendine özgü bir grameri vardır, çünkü “sadece atımları veya ayrık uyarımları özümsemez; bağlamları da içine katar…” (Massumi, Parables 30). Bu daha da soyutlaşmadan bebek örneğine geri dönelim.

Bir bebeğin duyumları bilişsel olarak işleyebileceği bir dil becerisi veya bedeninde sürekli yayılan duyumların akışını değerlendirirken yararlanabileceği bir geçmiş deneyim tarihi yoktur. Bu nedenle, bebek yoğunluklara dayanmak zorundadır (bu, Massumi’nin etki (affect) ile eş tuttuğu bir terimdir). “Etkiler  (duygulanım, affect), organizmaya dokunan belirli bir uyarımın yoğunluğunun veya eğim derecesiinin bir benzerini üretmek üzere birlikte hareket eden yüz kaslarını, iç organları, solunum sistemini, iskeleti, otonomik kan akışı değişikliklerini ve seslendirmeleri içeren, birbiriyle ilişkili tepki kümelerinden oluşur” (Demos 19). Buradaki anahtar nokta, bebek için etkinin/duygulanımın (affect) doğuştan olmasıdır. Bebekler, yüz ifadesi, solunum, duruş, renk ve seslendirmeler yoluyla, kendilerine etki eden uyarımların yoğunluğunu ifade edebilirler. Bu nedenle, ebeveynler çocuklarının duygu (emotion) ifade ettiğini söylediklerinde haklıdırlar. Öte yandan, küçük yavrulara hisler (feeling) atfettiklerinde yanılıyorlar. Yavrularının hissetmek için ne biyografileri, ne de dilleri vardır. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş, bir ölçüde duygunun (emotion) gösterimini bilinçli kontrol altına almayı öğrendiğimiz bir geçiştir. Ancak, etkiler (affect) bilinçsiz ve biçimsiz olmaya devam ederler ve “bireyin çok az kontrolü olduğu etkenler tarafından kolayca uyandırılırlar..” (Tompkins 54). Bebek için etki (affect) duygudur (emotion), yetişkin için etki (affect) hisleri (feeling) hissettiren şeydir. Bir hissin (niteliğin) yoğunluğu (niceliği) kadar günlük hayatlarımızın arka plan yoğunluğunu (hiçbir deneyime gerçekten kendimizi ayarlamadığımızda deneyimlediğimiz yarı-hissedilen, devamlı nicelik/nitelik uğultusunu) belirleyen şey de budur.

Etkinin (duygulanımın) yetişkinlerin hayatlarında, duyguları üzerinde bilinçli bir kontrol kazandıktan sonra bile anlamlı bir şekilde nasıl işlemeye devam ettiğini anlamak için en basit yollardan biri, etki (affect) sistemi kontrolden çıkmış bir bireye bakmaktır. Nörolog Oliver Sacks böyle bir kişiyle deneyimini anlatmıştı. Bu, kalça kırığı geçiren yaşlı bir hastaydı. Bu olay kırık bacağının uzun bir süre hareketsiz kalmasına neden olmuştu. Sacks onunla çalışmaya başladığında, kadın üç yıldır bacağındaki hisleri henüz geri kazanmamıştı. Bacağını bilinçli olarak hareket ettiremiyordu ve onu “eksik” hissediyordu. Ancak, müzik duyduğunda ayağını ritme uyarak istemsizce yere vuruyordu. “Bu, müzik terapisi olasılığını akla getirdi; sıradan fizyoterapi hiçbir işe yaramamıştı. Destek (yürüteç vb.) kullanarak, onu yavaş yavaş dans etmeye ikna edebildik ve sonunda üç yıldır işlevsiz olmasına rağmen bacağının neredeyse tamamen iyileşmesini sağladık” (Sacks 170-1).

Önceki öyküdeki kadın olağan bilinçli mekanizmalar yoluyla bacağını oynatamıyordu, çünkü bacağın bedenin bilinçli farkındalığıyla ya da “derin-duyuyla” bağlantısı kopmuştu. Derin-duyu, “bedenin hareketli kısımlarından (kaslar, tendonlar, eklemler), bunların konumlarının, tonüslerinin ve hareketlerinin, fakat otomatik ve bilinçdışı oldukları için bizden gizli bir tarzda ve sürekli olarak takip edildiği ve ayarlandığı, sürekli fakat bilinçsiz duyu akışı”dır (Sacks, 43). Etki derin-duyuya yoğunluk ya da bir ivedilik hissi (sense) katar, (hatırası kısmen bedende depolanmış olan) müziğin bu kadın tek başına olduğunda hareket ettiremediği bacağını hareket ettirebilmesinin nedeni budur.

Bacağı kendi başına dans eden kadının öyküsü hakkında dikkate değer olan şey bu kendine özgü olguda etkinin iradeyi alt etmesi değil, bunun etkinin her zaman iradenin ve bilincin önüne geçmesinin bir örneği olmasıdır (Massumi, Parables 29). Herhangi bir anda yüzlerce, belki binlerce uyaran insan bedenine çarpar ve beden bunların hepsini aynı anda içine alarak ve onları bir yoğunluk olarak kaydederek yanıt verir. Etki, bu yoğunluktur. Bebekte saf ifadedir, erişkinde saf potansiyeldir (verili bir durumda bedenin harekete geçmeye hazır olmasının bir ölçüsüdür). Silvan Tomkins etkinin biyolojik durumuna dair farkındalığımızı yükselterek bilinci etkileme gücüne sahip olduğunu anlatır:

Etkinin mekanizması, bu açıdan ağrının mekanizması gibidir. Elimizi kesseydik, kanadığını görseydik, fakat doğuştan ağrı reseptörlerimiz olmasaydı, onarım gerektiren bir şey yapmış olduğumuzu bilirdik, fakat bir aciliyet duymazdık. Arabamızın ayar gerektirmesi gibi, daha fazla zamanımızın olduğu sonraki haftaya kadar bekletebilirdik. Fakat ağrının mekanizması, etkinin mekanizması gibi, onu aktive eden yaralanmaya dair farkındalığımızı  o kadar yükseltir ki endişelenmeye, hem de hemen endişelenmeye mecbur kalırız (Tomkins 88).

Etki olmazsa, hisler “hissetmez”, çünkü yoğunluğu yoktur, ve hisler olmazsa akılcı karar verme sorunlu hale gelir (Damasio 204-22).  Kısaca, etki bedenlerimiz, çevremiz ve diğerleri arasındaki ilişkinin ve etki deneyime dönüşürken hissettiğimiz/düşündüğümüz öznel deneyimin belirlenmesinde önemli bir rol oynar. 

Tüm bunlar medya ve kültürel çalışmalarla ilgilenen bireyler için ne anlama geliyor? Bu, “medya etkileri”ni (media effects) ideolojinin iletimi açısından betimlemenin kimi zaman post hoc ergo propter hoc (bundan sonra, dolayısıyla bunun yüzünden) yanılgısına neden olması anlamına gelir. Bu Massumi’nin etki/etkileme (affect/affection) tanımlarındaki ikinci terimle ilgilidir. Etkileme (affection) etkinin bedenler arasında aktarıldığı süreçtir. Etkinin aktarılması enerjilerimizin kendimize yetmeediği anlamına gelir. “Birey” ile “çevre” arasında güvenli bir ayrım yoktur (Brennan 6). Etki hislerden ve duygulardan farklı olarak biçimlenmemiş ve yapılanmamış olduğundan bedenler arasında aktarılabilir. Etkinin önemi, birçok durumda bilinçli olarak alınan mesajın o mesajın alıcısı için mesajın kaynağıyla bilnçsiz duygulanımsal (affective) rezonansından da haz önemli olabilmesine dayanır.

Müzik, duyumların bedene çarpmasının yoğunluğunun insanlar için anlamın kendisinden daha fazla “anlam” ifade edebileceğinin belki de en net örneğini sunar. Jeremy Gilbert’in dediği gibi, “Müziğin belirlenebilen, betimlenebilen ve tartışılabilen, fakat anlama sahip olmakla aynı şey olmayan fiziksel etkileri (effects) vardır ve müziğin kültürde nasıl işlediğini anlamaya dönük herhangi bir girişim… bunları anlamlara indirgemeye çalışmadan etkiler üzerine bir şeyler söyleyebilmelidir.” Çoğu zaman bireylerin müzikten aldıkları haz, anlamın iletilmesiyle daha az, belli bir müzik parçasının onları “harekete geçirme” biçimiyle çok daha fazla ilgilidir. Anlamların önemli olmadığını yanlış olsa da, müziğin kültürel etkilerini kavramaya çalışırken biyolojinin rolünü görmezden gelmek de aynı derecede aptalca olacaktır. Elbette müzik etkiyi aktarma potansiyeline sahip olan tek ifade biçimi değildir. Yüz ifadelerinin, solunumun, ses tonunun ve duruşun algılanabilir olduğu her iletişim biçimi etkiyi artırabilir ve bu liste şu anda deneyimlemekte olduğumuz iletişimin dışında kalan hemen her türlü aracılı iletişim biçimini içerir.

Etkinin aktarılmasının bir kişinin hislerinin başkalarının hisleri haline gelmesi anlamına gelmediğini açıklığa kavuşturayım. Etkinin aktarılması bedenlerin birbirini etkileme biçimiyle ilgilidir. Bedenimiz bir bağlama katıldığı ve (gerçek ya da sanal) bir başka beden o bağlamda yoğunluk ifade ettiğinde bir yoğunluk bir başkasına katılır. Beden içine girdiği bağlamın yoğunluğuyla rezonansa girerek belirli bir duruma uygun şekilde yanıt vermeye hazır olduğundan emin olmaya çalışır. Etkinin her yerde bulunduğu düşünülürse, birçok medya biçiminin gücünün onların ideolojik etkilerinde değil, içerikten ya da anlamdan bağımsız duygulanımsal (affective) rezonanslar yaratma yeteneklerinde yattığını unutmamak gerekir.

Etkinin gücü, biçimlenmemiş ve yapılanmamış (soyut) olmasında yatar. Etkiyi hislerin ve duyguların olmadığı şekilde aktarılabilir kılan, “soyutsallığı”dır (abstractivity) ve potansiyel olarak böylesine güçlü toplumsal kuvvet olmasının nedeni aktarılabilir olmasıdır. Etkiyi hislerle ve duygularla karıştırmamanın önemli olmasının ve Lawrence Grossberg’in “duygulanımsal yatırımlar” teriminin pek de mantıklı olmadığı konusunda Brian Massumi’yle hemfikir olmamın nedeni budur. Massumi’nin öne sürdüğü gibi etki “biçimlenmemiş ve yapılanmamış” ise ve her zaman bilinçli farkındalığın önünde ve/veya dışındaysa, insan nasıl ona “yatırım” yapabilir (Parables 260)? Yatırım önseziyi ve bir yatırma yerini varsayar; etki de düşünceden önce gelir ve elektrik kadar stabildir. Bu, etkinin belki zenginleştirici biçimlerinin daha yaygın olduğu pratiklerin bulunmadığını söylemek değildir, sadece bu pratiklere katılan kişilerin etkiye yatırım yapmamaları demektir. Elbette kültürel çalışmaların derslerinden biri, umuda yatırım yapmanın daha önce insanları harekete geçirmiş olmasıdır.

Shouse, E. (2005). Feeling, Emotion, Affect. M/C Journal, 8(6). https://doi.org/10.5204/mcj.2443

Ek:

  • Brian Massumi (d. 1956). Kanadalı felsefeci ve sosyal kuramcı. Deleuze ve Guattari’nin İngilizce konuşan dünyaya tanıtılmasında etkili oldu. Disiplinlerarası bir alan olan etki/duygulanım çalışmaları alanının gelişmesinde de önemli bir rol oynadı. En bilinen yapıtı: Parables for the Virtual: Movement, Affect, Sensation (2002).
  • Silvan Tomkins (1911-1991). Etki/duygulanım kuramı (affect theory) ve betik kuramı (script theory) geliştiren psikolog ve kişilik kuramcısı. En bilinen yapıtı: Affect Imagery Consciousness (1991).

Kaynaklar:

Brennan, Teresa. The Transmission of Affect. Cornell U. P., 2004.

Damasio, Antonio. Descartes’ Error. 1994. Quill, 2000.

Demos, Virginia E. “An Affect Revolution: Silvan Tompkin’s Affect Theory.” Exploring Affect: The Selected Writings of Silvan S. Tompkins. Ed. Virginia E. Demos. Press Syndicate of the U. of Cambridge, 1995: 17-26.

Ekman, Paul. “Universal and Cultural Differences in Facial Expression of Emotion.” Nebraska Symposium on Motivation. Ed. J. R. Cole. U of Nebraska P, 1972: 207-83.

Gilbert, Jeremy. “Signifying Nothing: ‘Culture’, ‘Discourse’ and the Sociality of Affect. Culture Machine 2004. http://culturemachine.tees.ac.uk/>.

Massumi, Brian. “Notes on the Translation and Acknowledgements.” In Gilles Deleuze and Felix Guattari, A Thousand Plateaus. U of Minnesota P, 1987.

———. Parables for the Virtual. Durham: Duke UP, 2002.

Sacks, Oliver. A Leg to Stand On. Touchstone, 1984.

Tompkins, Silvan. Exploring Affect: The Selected Writings of Silvan S. Tompkins. Ed. Virginia E. Demos. Press Syndicate of the U of Cambridge, 1995.

Bilinçli O (Id)

Bu yazıda Mark Solms’un çok tartışılan “Bilinçli O” (The Conscious Id) makalesinden notlar bulacaksınız.

Makalenin aslı: Solms, M. The Conscious Id. Neuropsychoanalysis 2013; 15:5-19

Embodiment: Bedenin beyinde nasıl temsil edildiği.

Beyin yüzeyindeki beden temsili: Dışsal beden.

Dışsal beden BİR NESNE olarak temsil edilir. Kişinin dışarı baktığında, örneğin, bir aynada, algıladığı kendilik biçimidir. Motor haritalar (yani, hareket) de dışsal beden imgesine katkıda bulunur. Yani, üç-boyutlu beden imgesi yalnız ayrı kiplerden oluşan (heteromodal) duysal korteks yoluyla değil, hareket yoluyla da oluşturulur: Beden-duysal (somato-sensory) homunkulus ve motor homunkulus bütünleşmiş bir işlevsel birim oluşturur.

Bedenin ikinci boyutu içsel ortam, yani, otonomik bedendir. Bedenin bu yönünü temsil eden yapılar hipotalamus etrafında toplanır, fakat beyin omurilik sıvısının dolaştığı kanalın çevresindeki (circumventricular) organlar, bağlayan dalın yanındaki çekirdek (parabrachial nucleus), sondaki bölge (area postrema), yalnız çekirdek (solitary nucleus) ve benzerlerini de içerir. Bu içduysal (interoceptive) yapılar da sadece bedenin durumunu (homeostatis) izlemekle kalmaz, ayarlar da (=içsel beden). Beyin-sapı düzeyinde bile içsel beden temsilinin sinirsel yapıları, tıpkı duysal-motor (sensory-motor) bedenin kendisinin iç organları (viscerayı) sarması gibi, dışsal bedenin temsili yapılarıyla çevrelenmiştir,.

İçsel beden büyük ölçüde otomatik olarak işlev görür, fakat dışsal bedeni uyararak kendisinin dış dünyadaki hayati ihtiyaçlarına da hizmet eder. Bu işlev üst beyin-sapı, diensefalik ve bazal önbeyin “uyarılma” (arousal) yapıları tarafından yerine getirilir: Bu yapılara “yaygın ağsı talamik etkinleştirici sistem”: extended reticulo thalamic activating system (ERTAS) denir.

İçsel bedenle ilişkili olan uyarılma sistemi, bilincin dışsal algılama ile ilişkili olan yönünden farklı bir yönünü oluşturur ve dahası, İÇSEL BOYUT, DIŞSAL BOYUT İÇİN BİR ÖNGEREKLİLİKTİR.

Ayrıca, bilincin içsel türü, bilincin NESNELERİnden çok, HALLERİnden oluşur. İçsel beden, bilinçli OLMAnın arkaplandaki (background) halidir: Özne-olarak-beden hali, bilincin çeşitli düzeylerini (örneğin, uyku/uyanıklığı) değil, bilincin niteliklerini de içine alır.

Özne-olarak-bedenin fenomenal halleri DUYGULANIMSAL OLARAK yaşantılanır.

Bu hallerin değişen içsel koşulların (örneğin, açlık, cinsel uyarılma) biyolojik değerini temsil ettiği düşünülmektedir. İçsel koşullar hayatta kalma ve üreme başarısı lehinde olduğunda “iyi” hissettirirler, öyle olmadıklarında “kötü” hissettirirler. Bilinç hallerinin neye yaradıkları burada açıkça görülür. Bilinçli hisler özneye nasıl iyi olacağını söylerler. Bu nedenle, beynin bu düzeyinde bilinç, homeostazis ile yakından bağlantılıdır.

İçsel koşulların değişmesi, dışsal koşulların değişmesiyle yakından bağlantılıdır. Bunun nedeni, ilk olarak, (homeostatik olarak belirlenmiş noktalardan sapmalar olarak temsil edilen) hayati ihtiyaçların ancak dış dünya ile etkileşimler yoluyla doyurulabilmesidir, ikincisi, dış koşullardaki belli değişikliklerin hayatta kalma ve üreme başarısı açısından öngörülebilir sonuçlarının olmasıdır. Bu nedenle, doğaları gereği öznel olmakla birlikte, duygulanımlar genelde nesnelere yönelirler.

Duygulanımsal bilincin dayanağını, motor temsili yaklaşma-kaçınma davranışı olan haz-hoşnutsuzluk duyumları sağlar. Haz-hoşnutsuzluk hisleri (ve eşlik eden zorunlu eylemler) ERTAS’ın beyin omurilik kanalının çevresindeki gri madde (periaquaductal gray: PAG) diye bilinen bir bölgesini uyarmakla kolayca üretilir. PAG’dan çıkan ve limbik önbeyine giden (karşılıklı olarak inen kontrolleri sağlayan) çeşitli içgüdüsel güdülenme devreleri vardır; bu devreler memeli organizmaları değişmez biyolojik değerlerle ilgili durumlara hazırlarlar. Bunlar “temel duygular” olarak bilinirler: ARAYIŞ, ŞEHVET, KORKU, ÖFKE, BAKIM, KEDER, OYUN.

Homeostatik duygulanımlar: Açlık, susuzluk…

Duysal duygulanımlar: Şaşkınlık, iğrenme…

Dış beden “ben”e (ego’ya), iç beden “o”ya (id’e) karşılık gelir.

Eğer ona bi anatomik analoji bulmak istersek, en iyi “kortikal homunkulus”la özdeşleştirebiliriz.

Freud

Ben (ego) nihayetinde bedensel duyumlardan, esas olarak da beden yüzeyinden kaynaklanan duyumlardan türer.

Freud

Ben’in bütün dokusu bu bedensel ben’den -yani, dışsal algıların bellek izlerinden- çıkar.

Freud

Dış dünyadan kopmuş olan o’nun (id’in) kendi başına bir algı dünyası vardır. İçerdeki bazı değişiklikleri, özellikle dürtüsel gereksinimlerin gerilimindeki salınımları, olağandışı bir kesinlikle tespit eder ve bu değişiklikler haz-hoşnutsuzluk serilerindeki hisler olarak bilinçli hale gelirler.

Freud

Dürtü (Triebe) zihinsel ile bedensel arasındaki sınır üzerine bir kavram olarak, organizmanın içinden doğan ve zihne ulaşan uyaranların fiziksel temsilleri olarak, bedenle bağlantısının sonucu olarak zihne yapılan talebin bir ölçüsü olarak görünür.

Temel duygular DOĞUŞTAN GELEN (innate) zihinsel örgütlenmelerdir.

Bir yandan dışsal beyne dönük beyin mekanizmaları ile öte yandan Freud’un “beden beni” (body ego) arasındaki ve bir yandan içsel bedene yönelik olanlar ile öte yandan Freud’un o (id) dürtüleri arasındaki işlevsel denkliği görmek kolaydır. Bu, onlar arasında bulunan karşılıklı bağımlı ilişki için de geçerlidir: Beyin-sapı bilinci olmaksızın bir beyin kabuğu bilinci olamaz; o (id) olmaksızın ben (ego) olamaz.

“Freud’un duygulanımın doğası üzerine içgörüleri çağımızın en gelişkin sinirbilim görüşleriyle uyumludur.”

Damasio (1999)

“Hisseden benliğin” yeri olarak kortikal merkezli bilinç görüşü yanlıştır.

Hayvan modellerinde korteksin çıkarılmasının bilincin (uyku/uyanıklık, içgüdüsel/duygusal eylemler gibi) davranışsal vekilleri üzerinde bir etkisinin olmadığı uzun süre önce gösterilmiştir.

Sonuçta bir bütün olarak bilinç hali, üst beyin-sapında üretilir.

O nedenle, bilinç halleri doğası gereği DUYGULANIMSALdır.

Böylece klasik anlayış ayakları üstüne oturtulmuştur.

Bilinç doğası gereği algısal değildir; doğası gereği duygulanımsaldır. Birincil görünümleri içinde bilişten çok içgüdüyle ilişkilidir.

BİLİNÇ O’DA (İD’de) ÜRETİLİR, ve ben (ego) temel olarak bilinçsizdir.

Bunun ben’le ilgili kavramsallaştırmalarımız, psikopatoloji kuramları ve (klinik teknik gibi) bundan çıkan her şey açısından kapsamlı sonuçları vardır. Her şeyden önce dışsal algıdan çıkan ve bu yüzden bilinçli olma yeteneği olan sözcüklerin özne tarafından bilinmeden önce (kendi başlarına bilinçsiz olan) zihnin daha derin süreçlerine bağlanması gereği “konuşma kürü”nün esasıydı. 

Algısal işlemleme bilinç gerektirmez.

Geleneksel olarak kortikal bilgi-işlem süreçlerinin donanımına yerleşmiş (hard-wired) olduğunu düşündüğümüz şeylerin büyük bölümü gerçekte ÖĞRENİLMİŞtir. Örneğin, görsel girdilerin oksipital korteksten işitsel kortekse yönlendirilmesi, ikinci dokunun yeniden örgütlenmesine ve tümüyle yeterli bir görmenin desteklenmesine yol açar. Kortikal algılamanın kökleri, kortikal bilişten daha az düzeyde olmayan bir şekilde, BELLEK süreçlerindedir. 

Kortikal sütunlar sayısal bilgisayarların rastgele erişimli belleğine (RAM: random access memory) benzerler.

“Korteks bilince ne katkıda bulunur?”

Temsili bellek uzamı katkısında bulunur.

Bu, korteksin algı nesnelerini KARARLI HALE GETİRMESİNİ mümkün kılar; bu da algısal imgelerin ayrıntılı ve eşzamanlı olarak işlenmesi olanağı yaratır. Korteks bu kapasiteye dayanarak beyin-sapı faaliyetinin gelip geçici dalga benzeri hallerini “zihinsel katı”lara dönüştürür. NESNELERi yaratır.

Bu tür kararlı temsiller, öğrenme yoluyla bir kez kuruldu mu, hem içsel, hem de dışsal olarak etkinleştirilebilir, böylece sadece algılama için değil, biliş için de nesneler üretirler, çünkü algılama tanımayı gerektirir. Kortikal temsiller kendi başlarına bilinçsizdirler, ancak, bilinç (“dikkat” yoluyla) onların ÜZERİNE YAYILDIĞI ZAMAN, hem bilinçli, hem de kararlı bir şeye, çalışma belleğinde DÜŞÜNülebilecek bir şeye dönüşürler.

Bilinçli temsiller gene de özne TARAFINDAN yaşantılanmalıdırlar.

Bilinç temsillere DEĞER biçer.

Öğrenme iç-duysal (interoceptive) dürtüler ile dış-duysal (exteroceptive) temsiller arasında ortaklıklar (association) kurulmasını gerektirir; bu sürece bu tür karşılaşmalarda üretilen hisler yol gösterir.

Düşünme zorunlu olarak GECİKMEyi gerektirir. Bu (gecikme) işlevinin kökleri en başta kortikal temsillerin kararlığındadır; bu onların “akılda tutulması”nı mümkün kılar.

Geçmiş yaşantıların biyolojik olarak değer biçilen (istenen, korkulan) nesneleri, onların “özendirici nitelikleri” (incentive salience) aracılığıyla bilinçli hale gelirler, bu da nihayetinde -bilincin asıl temeli olan- haz-hoşnutsuzluk dizisindeki biyolojik anlamlarıyla belirlenir.

İLERİYE DÖNÜK düşünme gerektiren, zaman-boyunca-dizilim, “çalışma belleği”nin yürütücü işlevinin esasını tanımlar.

Freud’un ikincil süreci, “serbest” dürtü enerjilerinin “bağlanması”na dayanır. Bağlama (ya da ketleme) giderek çoğalan düşünme işlevleri için kullanılabilecek olan bir tonik faaliyet rezervuarı yaratır: Freud’un ben’e atfettiği işlev budur.

Aslında Freud’un ben’le ilgili ilk anlayışı onu birbiri üzerinde kollateral ketleyici etkilerde bulunan “sabit bir yatırım yapılmış” nöronlar ağı olarak tanımlıyordu. Bu Carhart-Harris ve Friston’u Freud’un ben rezervuarını çağdaş bilişsel nörobilimin “öntanımlı kip ağı” (default mode network) ile eşitlemeye yöneltti.

SERBEST ENERJİ DÖNÜŞMEMİŞ DUYGULANIMDIR, tahmin hatalarına bağlı olarak bağlı durumdan serbestleşen ya da bağlı duruma girmesi engellenen enerjidir.

O’nun ham süreçlerini BİLİNÇLİ KILMAMIZI sağlayan, sözcüklerin asıl değerleri değildir, sözcükler konusunda önemli olan, onların şeyler arasındaki ilişkileri temsil etme, onları soyut olarak yeniden-temsil etme kapasiteleridir. Bu, yalın bir şekilde şeyleri düşünmenin (imgeler şeklinde düşünmenin) tersine, şeyler HAKKINDA düşünmemizi mümkün kılar.

Dilin geleceğe-yönelik programları akılda tutma kapasitesi çalışma belleğinin yürütücü işlevinin modus operandi’sini tanımlar.

Kendilik farkı nasıl söyler; bu tür hareketlerin “biri” tarafından uygulanıp uygulanmadığını nasıl bilir? Bunu anlamak için eklenecek bir şey, o sıradaki frontal ketlemedir. Frontal ketleme arka insula’nın faaliyetini baskılar.

Biz basit bir şekilde bilinçliYİZ ve bilinçli düşünmemize (ve düşünmenin temsil ettiği algılamamıza) DAİMA DUYGULANIM EŞLİK EDER. Hissetmenin bu daimi “varlığı” tüm bilişin ÖZNEsidir, o olmazsa algının ve bilişin bilinci VAROLAMAZDI.

Doğuştan gelen önbilinç sistemi zihinsel olgunlaşmada bilinçsiz sistemin gelişiminden ÖNCE GELİR.

Bastırma, BİLDİRİMSEL bilincin geri çekilmesini de kapsamalıdır. Bunun “epizodik” bir bilişsel süreci “çağrışımsal” (işlemsel ya da duygusal) bir sürece indirgeme etkisi vardır.

Bütün öğrenmenin amacı, zihinsel süreçlerin otomatikleşmesidir; yani, öngörülebilirliğin artması ve sürprizin azalmasıdır.

Ben (ego) bir zihinsel görev üzerinde egemenlik kurar kurmaz, ilgili çağrışımsal algoritma otomatikleşir. Bastırmanın mekanizması bu olabilir: Düşünsel farkındalığın (ya da epizodik “varoluş”un) ZAMANINDAN ÖNCE (premature) geri çekilmesi, davranışsal bir algoritmanın ihtiyaca uygun hale gelmeden, ZAMANINDAN ÖNCE OTOMATİKLEŞMESİ… Bu bağlamda ihtiyaca uygun hale gelmek, gerçeklik ilkesine boyun eğmek anlamına gelir. Böylece erkenden otomatikleşme daimi tahmin hatasıyla sonuçlanır, buna serbest enerjinin (duygulanımın) salımı ve sürekli bastırılmış bilişsel malzemenin yeniden dikkati çekmesi riski eşlik eder. Bu, “bastırılmışın geri dönüşü”nün temellerini atar.

Eğer o (id) kendisi bilinçsizse, bilinçten yoksunsa, haz-hoşnutsuzluk hisleri gerçekte ben’in (ego’nun) kortikal yüzeyinde üretiliyorsa, nasıl olur da haz ilkesi tarafından yönetilir?

Zihinsel enerjinin iki farklı hali vardır; birinde yatırım/yük (cathexis) tonik olarak bağlıdır, asıl eylemden çok düşünme (potansiyel eylem) için kullanılır, diğerinde serbestçe hareket eder ve boşalım için baskı yapar.

Freud

İletişim

444 7000
Salı: 09:00-18:00
Perşembe: 09:00-18:00

Kategoriler

Blogdaki Yazıların ve Görsellerin Yasal Kullanımı Hakkında

© Hakan Atalay ve hakanatalay.wordpress.com. 2011-2019.

Bu malzemenin bir açıklamada bulunmadan ve yazardan yazılı izin almadan yetkisizce kullanılması ve/veya çoğaltılması yasaktır. Özgün içeriğe uygun ve özgül bir yönlendirme yapılması, [Hakan Atalay]ın ve [hakanatalay.wordpres.com]un tam ve açık kaynak gösterilmesi hallerinde alıntılar ve bağlantılar kullanılabilir.

Akbank Sanat'ta Yapay Zeka ve Aşk üzerine panel.
FB TV'de Depresyon üzerine söyleşi.
Follow Hakan Atalay on WordPress.com