Süngerler basit yaratıklardır, fakat arıtma tesisi uzmanıdırlar: Her gün on binlerce ton suyu vücutlarından geçirip süzerler. Beyinleri ya da nöronları olmadığından, bu sürece hakimiyetleri çok çarpıcıdır. Science‘da yayınlanan bir çalışma, süngerlerin beslenmelerini düzenlemek ve potansiyel olarak istilacı bakterileri ayıklamak için karmaşık bir hücre iletişim sistemi kullandığını ortaya koyuyor (J. M. Musser ve diğerleri. Science https://doi.org/g4xt; 2021). Bu bulgular, araştırmacıların hayvanların sinir sistemlerinin nasıl evrimleştiğini anlamalarına yardımcı olabilir, diyor Connecticut, New Haven’daki Yale Üniversitesi’nde evrimsel biyolog olan Casey Dunn. “Bu, süngerleri yeni bir ışıkta görmemizi sağlayan gerçekten heyecan verici bir çalışma” diyor.

Credit: Willem Kolvoort/Nature Picture Library
Hücreler sıklıkla birbirleriyle iletişim kurar ve nöronlar bunu sinaps adı verilen bağlantılar aracılığıyla sinyaller ileterek yapar. Önceki araştırmalar, nöronları olmamasına karşın süngerlerin sinapsların işlev görmesine yardımcı olan proteinleri kodlayan genlere sahip olduğunu bulmuştu (M. Srivastava ve diğerleri. Nature 466, 720–726; 2010).
Bu genlerin hangi hücrelerde ifade edildiğini keşfetmek için Almanya, Heidelberg’deki Avrupa Moleküler Biyoloji Laboratuvarı’nda (EMBL) evrimsel biyolog olan Detlev Arendt ve meslektaşları, tatlı su süngerinin (Spongilla lacustris) çeşitli bireysel hücrelerindeki RNA dizisini çıkardılar. Süngerin 18 farklı hücre tipine sahip olduğunu buldular. Bunların birkaçında sinaptik genler etkindi ve sindirim adalarının çevresinde kümelenmişti. Bu, bir tür hücresel iletişim formunun hayvanın süzerek beslenme (arıtma tesisi) davranışını koordine ettiğini düşündürüyor.
Araştırmacılar daha sonra bu hücre tiplerinden birini incelemek için X-ışını görüntüleme ve elektron mikroskobu kullandılar ve bunlara salgısal nöroid hücreler adını verdiler. Taramalar, nöroidlerin süngerlerin koanositlere (choanocyte: süngerlerin su akışı sistemlerini yöneten ve besinlerinin çoğunu yakalayan tüy-benzeri çıkıntıları olan hücrelere) ulaşmak için uzun kollar gönderdiğini ortaya koydu. Bu kollar nöroidlerin koanosistlerle iletişim kurmasını mümkün kılıyor, böylece su akışı sistemini duraklatıp artıkları ya da yabancı mikropları temizleyebiliyorlar. Ancak, bu nöroid hücreler sinir değil ve sinaps olduklarını gösteren bir işaret de yok.
Aslında bu hücre tipi gerçek bir sinir sisteminin öncüsü olabilir, diyor çalışmanın ortak yazarı olan EMBL’de evrimsel biyolog olan Jacob Musser. “Ara bir noktadayız, tüm bu bağımsız parçalar zaten elimizde, şimdi onları daha kapsamlı bir şekilde bir araya getirme aşamasındayız, ancak, hızlı bir sinaps oluşturmak için gereken tüm karşılıklı bağlantıları kurduğumuz da söylenemez” diyor.
Bazı bilim insanları bu hücrelere sinir sisteminin öncüsü demenin zorlama olduğunu düşünüyor. Kaliforniya Üniversitesi, San Diego’da evrimsel gelişim biyoloğu olan Linda Holland, “Bu sonuç ayartıcı, ama henüz kesin bir şey yok” diyor. Sinir sistemlerinin bu hücresel iletişim sisteminden mi evrimleştiğini, yoksa daha önce mi (hatta bazılarının öne sürdüğü gibi birden fazla kez mi) ortaya çıktığını kanıtlamanın zor olacağını söylüyor. Kanada, Edmonton’daki Alberta Üniversitesi’nde deniz biyoloğu olan Sally Leys’ göre, tek hücreli ökaryotlar dahil olmak üzere birçok başka organizma da aynı sinaptik genleri içeriyor.
Maine, Lewiston’daki Bates College’da gelişimsel genetikçi olan April Hill, bilim insanlarının bu çalışmayı ve yöntemlerini bu yaygın bulunan süngerin daha fazla araştırılması için bir “itici güç” olarak kullanmasını umuyor. Diğer süngerlerin de benzer bir hücresel iletişim sistemi kullanıp kullanmadığının, yanıtlanmamış önemli bir soru olmaya devam ettiğini ekliyor.
Kaynak: Kozlov M. Sponge Cells Hint at Origins of Nervous System
Nature, 599: 193.
“Darwinci düşünce, yaşamın anlamının ne olduğu veya olabileceği konusundaki bakış açımızı değiştirecek uzun soluklu çıkarımlara sahiptir. s. 20
Zaman içinde Darwinci devrim, dünya üzerindeki her eğitimli insanın aklında ve kalbinde emin ve rahat bir şekilde yerini alacaktır, fakat bugün Darwin’in ölümünün üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen hala onun parmak ısırtan çıkarımlarla dolu ifadelerini tam olarak hazmedebilmiş değiliz. s. 21
Darwin’in tehlikeli fikri bizi yalnızca doğrudan ve çeşitli düzeylerde etkilemekle kalmaz; doğru uygulanması halinde zihin, dil, bilgi, etik gibi insan özgü konuları çeşitli yollarla aydınlatarak bizi geleneksel yaklaşımlardan kurtarır ve eski sorunları yeniden biçimlendiren yepyeni çözümlere işaret eder. s. 25
Bazı insanlar gizemlerin sonsuz gerilemesini tercih edebilir, fakat bu çağda bu davranışın bedeli ağırdır: Kendi kendinizi aldatmanız gerekir. s. 28
Dünyada yaşam, milyarlarca yıldır bir algoritmik işlemden diğerine koşarak, durmadan dallanan bir ağaç gibidir. Bu ağacı da Yaşam Ağacı diye adlandırabiliriz. s. 59
Evrim bir algoritma olabilir; dolayısıyla evrimin özellikle bizi ortaya çıkarmak amacıyla tasarlanmış bir algoritmik süreç olmadığın, sadece bir algoritmik sürecin sonucu olarak bizim ortaya çıkmış olabileceğimizi düşünmemiz gerekir. s. 64
Nietzsche varoluşçuluğun babasıysa, belki Darwin de dedesi olmayı hak eder. s. 73
Akılsız ve amaçsız kuvvetlerin yan ürünü olmak neden insan zihnini önemsiz ve değersiz kılsın? Her şeyden önemli diyebileceğimiz bir varlık, neden önemsiz varlıklardan kaynaklanmasın? Herhangi bir şeyin önemi veya mükemmelliği neden mutlaka ondan daha önemli olan başka bir şeyin uzantısı; Tanrı’nın bir lütfu olsun? s. 78
Gerçekleşmiş olan ile olası olanın arasındaki karşıtlık biyolojinin bütün açıklamalarının temelinde yer alır. s 123
John Donne: “Hiçbir insan bir ada değildir” demişti. Charles Darwin bu sözün devamını getirdi: Bir deniztarağı veya turp da bir ada değildir; her olası canlı varlık sosyal bağlarla diğer canlılara bağlanmıştır. Bu ilke teknolojinin gelecekte yaratabileceği bütün harikalar için de aynen geçerlidir; sonuçta o teknologlar, onların araçları ve yöntemleri de Yaşam Ağacının bir yerlerinde bulunmaktadır. s. 146
Dawkins: “Evrim kuramını bu kadar hünerli yapan şey, ilkel basitliğin böyle düzenli bir karmaşıklığa nasıl dönüşebildiğini açıklayabilme özelliğidir.” s. 181
Değer verdiğimiz her şey gibi anlamın kendisi de aşamalı olarak hiçlikten evrimleşir. s. 219
… tek boyutlu bir kodun üç boyutlu bir “yapı” için kullanıldığı gerçeği, bu koda bilgi eklendiğini gösterir. Hatta bir değer eklendiğini gösterir. Münferit aminoasitlerin bir değeri vardır. Bu değer, aminoasidin sadece zinciri oluşturan tek boyutlu dizi içindeki konumundan değil, zincir katlandıktan sonra üç boyutlu uzayda oluşan konumundan da kaynaklanır. s. 233
Okuyucunun metne yaptığı katkıyı en genel ve soyut anlamıyla ‘bilgi’ olarak tanımlayabiliriz. DNA’da da ancak koddan gelen bilgiler ile kodu okuyan çevrenin birleşimi bir canlıyı meydana getirebilir. s. 234
İşlev gören her yapı, içerisinde “işlev gördüğü” ortam hakkında içkin bir bilgi taşır. s. 235
Yönelmişlik yukarılardan değil, tam tersine aşağılardan yukarıya doğru süzülerek; geliştikçe kademeli olarak anlam ve zeka kazanan, akılsız ve amaçsız algoritmik işlemlerden gelir. s. 244
Bizim türümüz ile bütün diğer türler arasındaki birincil fark, bizim türümüzün kültürel bilgi aktarımına ve dolayısıyla da kültürel evrime olan bağımlılığıdır. s. 397
Kültürel evrim genetik evrimden kat kat hızlı çalışır. s. 404
Yaşamın anlamının yataktan çıkmak, maceralar yaşamak, projeleri tamamlamak, arkadaşlarımızla beraber olmak ve dünya hakkında sürekli yeni bir şeyler öğrenmekten ibaret olduğunu düşünürüz; ama ne yazık ki Doğa Ana hiç de böyle düşünmez. Uykuyla geçen bir ömür de en az diğerleri kadar iyi sayılır, hatta birçok açıdan daha bile iyidir; en azından daha maliyetsiz olduğu kesindir. s. 406
… belli bir hayvan türü esaslı bir şekilde memlerle donatıldığı -ya da istila edildiği- zaman ortaya çıkan tamamen yeni varlığa da insan denilmektedir. s. 407
Homo sapiens’in beyni memler için bir barınak, iletişim alışkanlıklarıysa memlerin aktarım aracı olmuştur. s. 412
Önce konuşma olarak, çok kısa süre bir süre içinde de yazı olarak kendisini göstermeye başlayan insan dili, kültürel evrimin gerçekleştiği bilgi atmosferini yaratarak kültürel aktarımın kuşkusuz başlıca aracı olmuştur. Konuşma ve dinleme, okuma ve yazma; bunlar biyosferdeki aktarım ve eşlenme süreçlerinin altında yatan teknolojiler bakımından DNA ve RNA’ya en çok benzeyen teknolojilerdir. s. 415
… memler şimdilik en azından dolaylı olarak, kullandıkları araçların harika bir mem yuvası olan insan beyni içerisinde kısa da olsa belli bir zaman geçirmesine bel bağlamak zorundadır.// Zihinler sınırlı sayıdadır ve her zihnin memler için ayırdığı sınırlı bir kapasitesi vardır. Bu yüzden memler arasında, girebildikleri kadar fazla zihne girebilmek adına kayda değer bir rekabet vardır. Bu rekabet bilgi atmosferindeki başlıca seçilim kuvvetidir… s. 416
… memler bir zihnin içinde temasa geçtikleri zaman, fenotipik etkilerini koşullara uyacak şekilde hızla değiştirerek birbirleriyle uyumlu hale gelmek gibi harika bir özelliğe sahiptir. s. 424
Hiçbir mem bedeni tek başına idare edemez; bir insanı o kişi yapan şey, uzun vadede hangi kararların alınacağını belirleyen mem koalisyonlarıdır. s. 440
(1) doğuştan sahip olduğumuz beyinlerde bulunan ve son altı milyon küsur yılda seçilim baskısıyla evrimleşen özellikler, diğer türlerin beyinlerinde bulunmaz. (2) bu özellikler kültürel aktarımla beslenen Tasarım zenginliğinin paylaşımıyla ortaya çıkan güçlerin muazzam bir şekilde birikmesini olası kılar. Bu iki etmeni birleştiren başlıca olgu da dilden başka bir şey değildir. s. 444
Beyinlerimizi anatomik açıdan şempanze beyinleriyle (veya yunus beyinleriyle ya da diğer insan dışı beyinlerle) kıyaslamak neredeyse anlamsız olur, çünkü mevcut beyinlerimiz diğer hepsini gölgede bırakacak şekilde bir araya gelmiş tek bir bilişsel sistemden oluşur. Bu birleşme, sadece bizim beyinlerimizi istila eden bir yenilik sayesinde oluşmuştur: Dil. s. 456
Gerçek anlamın, başka bir deyişle sözcüklerimizin ve düşüncelerimizin sahip olduğu anlamın kendisi, özünde anlamsız olan bir takım süreçlerin -bizim de içinde yer aldığımız biyosferi yaratan algoritmik işlemlerin- bir ürünüdür. s. 515
Belli bir insan davranışının, birbirlerine hayli uzak olan farklı kültürlerde her zaman (ve neredeyse her zaman) görülen bir özellik olduğunu göstermek, bu davranışa ilişkin genetik bir yatkınlık olduğunu hiçbir şekilde ifade etmez. Bildiğim kadarıyla antropologlar tarafından bilinen her kültürde, avcılar mızraklarını sivri uçları önde olacak şekilde fırlatır; ama kuşkusuz bu durum, türümüzün mızrağı böyle fırlatmamızı sağlayan bir gene sahip olduğunu göstermez. s. 589
Ona dua edemem; ama ihtişamını doğrulamaktan da çekinmem. Bu dünya kutsaldır. s. 634
Not: Dennett’in s. 523’te Maelzel’in Satranç Makinesi adıyla tanıttığı aletin Satranç Oynayan Türk adıyla bilindiğini ve “bir swami görünüşlü kişi” dediği kişinin de bir Türk olduğunu gözden kaçırmasına ne demeli?
PsikeArt Kasım-Aralık 2018 (Nörobilim)
Teknoloji öyle ilerledi ki, Mars’a yolculuklar planlanabiliyor ve belki de yakında gerçekleştirilebilir hale gelecek. Hatta güneş sisteminin yakınlarından geçen gök cisimlerine gözlem aracı gönderebilecek durumdayız. Ancak, hala dünyada epey bir insan Dünya’nın düz olduğundan emin. Ya da başka bir kısım insan da aya gidilmediğine inanıyor. Teknolojinin ulaştığı düzeyi ve bulgularını kabul etmekte güçlük çekenlerin önemli bir bölümü geleneksel düşünce biçimlerinden kopamayanlar olabilir, ancak, öyle sanıyorum ki, küçük de olsa, bir başka kısmını bu gelişmelerin Dünya’nın büyüsünü bozabileceğine inananlar oluşturuyor. Örneğin, bazıları eğer aya gerçekten gidildiyse ve astronotlar o koca ayaklarıyla ay yüzeyinde dolaştılarsa, sevgilisiyle bir akşam vakti aya bakarak şiir okumanın yaratacağı romantizmin bozulacağı kanısındalar. Bu bakış açısının altında bir yönüyle beyin ile kalp ya da akıl ile duygu arasındaki yarılmanın yattığı düşünülebilir. Dolayısıyla, aşk gibi kalple doğrudan bağlantılandırılmış bir olgu söz konusu olduğunda, yaşantıyı değil de bilgiyi işin içine sokmanın yaratacağı rahatsızlık da bu fasıldan sayılabilir. Dünya giderek büyüsünü yitirir ve mekanikleşirken, böylece doğa giderek hayatımızdan çıkarken, sonuçta koşmak yürümeye, fotoğraf çekmek seyretmeye, bilmek yaşamaya ve anlamaya giderek daha fazla üstün gelirken, elimizde kalan son iyi şeylerden birini daha, yani, sevgiyi, sadece yaşamaya bırakmak yerine, bilgi nesnesi haline getirmekte gerçekten de sakınca yok mu?
Bu soruya 12 Eylül Cuntası’ndan sonraki o boğucu karanlıkta bana mum ışığı olmuş Bilim ve Sanat dergisinin yayımladığı kitaplardan birinde okumuş olduğum bazı ifadelerle yanıt vermek isterdim. Ama ne yazık ki, şu anda elimde değil; bir şekilde kitaplığımdan kaybolan bu kitabı daha sonraki aramalarımda piyasada da bulamadım. Bu yüzden, ancak hatırladığım kadarıyla söyleyebilirim: Orada kendisi de bir bilim adamı olan yazar, yukarıdaki meseleyi tartıştıktan sonra konuyu bilimin güzelliğine getiriyor ve bir fizik formülünden örnek vererek bilimin aslında ne kadar şiirsel bir dili olduğunu, insana ne kadar yüksek bir estetik haz verebileceğini anlatıyordu.
Ben de bu yazıda, şiirsel bir dille olmasa da, kendisi bir şiir olan sevme eyleminin aslında nasıl milyonlarca yıl süren şiirsel bir örgütlenmenin ürünü olduğunu, o sırada bedenimizde nasıl şiirsel işler döndüğünü kısaca anlatmaya alışacağım. İngilizce “love” sözcüğünün dilimizde en az iki karşılığı var: sevgi ve aşk. Her ikisi birbiri yerine kullanılabilirse de, annenin çocuğa duyduğuna sevgi, kadınla erkek arasında gelişen duygusal bağa ise aşk demek daha uygun gibi görünüyor. Bu yüzden, yazının birçok yerindeki sevgi sözcüğü yerine aşkı, aşk yerine de sevgiyi koymak mümkündür.
![]()
GİRİŞ
Daha önce bir yerde yazmış olabilirim, ama yineleyeyim: Aşk üzerine bir yazıda Freud’dan söz etmemek, Marx’sız sosyoloji yazmaya benzer. Freud’a göre aşık olmak, bazı durumlarda, cinsel içgüdüler açısından doğrudan cinsel doyum arayan nesne yüküdür ve bu yük bu amaca ulaşıldığında, tekrar ortaya çıkmak üzere, tükenir. Buna “şehevi sevgi” diyebiliriz. Çocuk ilk sevgi nesnesini ebeveynin birinde bulur. Daha sonraki bastırma, çocuğu cinsel hedeflerin pek çoğundan vazgeçmeye zorlar. Çocuk hala ebeveynine, ama “amaçlarına ket vurulmuş” içgüdülerle, bağlı kalır. Bu da “sevecenlik” olarak adlandırılabilir.
PsikeArt, Eylül Ekim (29) 2013 (uzlaşma), sa. (yayımlanmış mıydı, emin değilim:-)
Başka bir yerde de söyledim, yazdım. Gene yazmamda sakınca yok: “Umut”u neyse o olarak görmeye başlamam yenidir. Bu içgörüye bu kadar geç ulaşmış olmam, aptallık değilse (ki, inşallah değildir!), aymazlık sayılabilir. “Umut”u hep olumlu bir nitelik olarak düşünmüşümdür. (“Umudu besleyelim abiler!” gibi.) Yenilerde öğrendim ki, Niçe denen bir adam umudun Pandora’nın Kutusu’nda kalan son kötülük olduğunu söylemiş. Nasıl aklıma gelmedi böyle bir şey? Tabii ya.. zekice, değil mi? Bütün kötülükler kutudan döküldüğüne ve son olarak umut kaldığına gore, umut nasıl “iyi” bir “şey” sayılabilir? (Kötülüklerin arasına saklanmış bir “iyi şey”!) (Bir keşif daha olabilir mi?: “Kötülüklerin arkasına saklanmış iyilik” ibaresi bana –nedense- Tanrı’yı düşündürdü.) Her neyse, konu o değil. Ben de keşif yapmak istiyorum. Herkesin bilmediği bir şeyi öğrenmek, olmazsa herkesin bildiğini sandığı bir şeyi belki de bilmiyor olabileceklerini göstermek. (Ah, gene Sokrat!) O hayranlık duyduğum isimlerin söyledikleri karşısında hissettiğim şaşkınlık ile kıskançlık karışımı duygu ne güzeldir! Bunu başkalarına hissettirmek de güzel olmalı.

Bu yazıda yeni bir bilgiyi keşfetmekten çok, yaygın olarak yanlış bilinenlere başka bir açıdan bakmayı (“demistifikasyon” diyebilir miyiz?) deneyeceğim. Konumuz olan “uzlaşma” ile ilgili, birbirinden uzak gibi görünen, ama (büyük) bir ölçüde bağlantılı iki alandan örnekle tartışmaya katkıda bulunmak istiyorum. Bu örneklerden biri evrimsel psikoloji/antropoloji, diğeri de beyin bilimleri alanından olacak.
PsikeArt, Mart Nisan (38) 2015 (merhamet), sa.
“Merhamet, biraz merhamet!”
“..acıya karşı tiksinti uyandıran şey, acının kendisi değil de, anlamsızlığıdır.”
Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne
GİRİŞ
“Merhamet”in İngilizce karşılığına bakayım dedim, çünkü internette Türkçe kaynak bulmak zor. Fakat o da ne? Compassion, mercy, grace, agape, benignity, charity, ruth, pity, clemency, commiseration, loving-kindness, misercordia, charitableness, hatta sympathy…Hangi birini tarayacağım? Sonunda ilk karşılıkta karar kıldım. Dolayısıyla, yazacaklarım, “compassion” karşılığı olan “merhamet” üzerinedir.
Türkçe de aradım elbette, fakat Türkçe kaynakların çoğunluğu dinsel metinlerdi. Örneğin, bir makalede (Akyüz 2013) “kertenkelenin öldürülmesi ile ilgili hadislerin tahlil ve tenkidi” yapılıyordu. Yazar söz konusu hadisi incelemek için öyle kaynaklara gidiyordu ki, kim kimden rivayet etmiş, rivayet edenin sağlamlığı üzerine kim ne demiş, sayfalarca sürüyordu, dolayısıyla, böyle bir “bilimsel” çalışmayı izlemekte zorlanıp bıraktım. Fakat başka bir Türkçe makalede (Ay 2013) gene karşıma Nietzsche çıktı. Yazara göre Nietzsche her zamanki “değer yargılarını yeniden değerlendirme projesi” çerçevesinde merhamet kavramını da ters yüz etmiş, “üst insan”ı yaşamdan koparan, zayıflatan birçok Hristiyan ilkesinden biri olarak görüp aşağılamıştı.

Özetle Nietzsche
Ay’a göre, Nietzsche yaşam karşıtı, yaşamı zayıflatan duygulardan söz ederken merhamete özel bir yer ayırır ve ahlaka dönük eleştirisinin en önemli taraflarından birisi de acımaya karşı oluşudur. (Yazarın merhamet ile acımayı değiştirilebilir şekilde kullandığı kaydedilmeli.) Nietzsche merhamete karşı çıkar, çünkü o, güç istencinde bir azalış demektir. Merhametin bir sonucu olarak acı çekme, acı çekmenin değerini düşürür, başkasının yaşadığı acının kendine özgülüğünü, bireyselliğini ortadan kaldırır ve hatta sahici bir ilişkiyi baştan kurutur.
PsikeArt, Ocak Şubat (25) 2015 (vicdan), sa. 30-37
Psikanalize bulaşmadan “vicdan” üzerine yazmak, Marx’sız bir toplumbilim yazmaya benzer. “Kendilik ve Nesne Dünyası”nı, psikanalizin Freud’a ait öncüllerini de terk etmeden, nesne ilişkileri, hatta kendilik psikolojisi ile uyumlu, üstelik çok anlaşılır bir dille yorumlama “dehası” gösteren Edith Jacobson, bir cümlesinde Freud’un zihne dair üçlü yapısını gündelik dile çekincesizce çevirir: “Çatışma dönemlerinde arzunun, yani idin; aklın, yani benin; ve vicdanın, yani üstbenin sesini duymamız rastlantı değildir”. O halde, tam olarak karşılık gelip gelmediği tartışmalarına girmeden, vicdanla kast edilenin üstben olduğunu varsayarak işe başlayalım. Geçerliliği ortak kabul görmüş başvuru kaynaklarından biri olan Psikanaliz Dili’ne göre üstben, Freud’un ruhsal aygıta dair ikinci kuramında

betimlediği üç kişilik kesiminden (agency) biridir (diğerleri ben ve altben). Üstbenin ben’le ilişkisinde oynadığı rol, bir yargıcın ya da sansürcünün rolüne benzetilebilir. Annebaba yasakları ve talepleri aracılığıyla oluşan bu yargıç ya da sansürcü, doğal olarak Ödipus karmaşasının mirasçısı olarak ortaya çıkar. Yasaklanmış olan Ödipal isteklerini doyurmaktan vazgeçen çocuk, annebabaya yönelik yatırımını onlarla özdeşleşmeye dönüştürür; yasakları içselleştirir. Bu anlamda üstben, ben’den ayrılan ve ona egemen olan bir işleyiştir (agency). Ben’in bir parçası kendini diğerinin üzerinde konumlandırır, onu eleştirel bir şekilde yargılar ve ona adeta nesnesiymiş gibi davranır. Amacı, isteklerin doyurulmasını ya da bilinçli hale gelmesini engellemektir. Bilinçsiz (unconscious) bir şekilde çalışır. İki parçalı bir yapıdan oluşur: ben-ideali ve eleştirel bölüm (agency). Üstben’in oluşumu sevecen ve hasmane Ödipal isteklerden vazgeçilmesi üzerine kurulsa da, daha sonra toplumsal ve kültürel gerekliliklerin (eğitim, din, ahlak) de katkılarıyla daha da işlenmiş hale gelir. Burada Freud’un kimi karışıklıkları önlemek için dikkati çektiği nokta, çocuğun üstbenini aslında annebabalarını değil, onların üstbenlerini örnek alarak inşa etmesi, bu yüzden de onun geleneğin ve böylece kuşaktan kuşağa yayılan, zamana dirençli tüm değer yargılarının aracı haline gelmesidir. Özetle üstben (vicdan diyelim) içimizde annebabanın (ve dolayısıyla toplumun ve kültürün) doğru ve/veya yanlış olarak gördüğü şeylerin içselleştirilmesi sonucunda ortaya çıkan denetleyici bir mekanizma olarak tanımlanabilir.
Okumaya devam et