Söyleşi yapılan Bandy X. Lee, Dünya Ruh Sağlığı İttifakı’nın (World Mental Health Coalition) başkanı. Psikiyatristler The Dangerous Case of Donald Trump: 27 Psychiatrist and Mental Health Experts Assess a President (Tehlikeli Donald Trump Vakası: 27 Psikiyatrist ve Ruh Sağlığı Uzmanı Bir Başkanı Değerlendiriyor) kitabını Lee’nin öncülüğünde yazmışlar. Yazarlar Amerikan Psikiyatri Birliği’nin Goldwater kuralı olarak bilinen 1970’lerdeki kılavuzun değiştirilmiş halini reddediyorlar. Bu kural, psikiyatristleri şahsen muayene etmedikleri kamusal şahsiyetler hakkında profesyonel görüş bildirmekten caydırıyor. Onlar da Nazizm’e tepki olarak oluşturulan Ceneve Bildirgesi’ne gönderme yapıyorlar.
Lee yakın zamanda Profile a Nation: Trump’s Mind, America’s Soul (Bir Ulusun Profili: Trump’un Aklı, Amerika’nın Ruhu) kitabını yazdı. Arka planda bütün olarak ülkenin ve Trump destekçilerinin yer aldığı psikolojik bir başkan değerlendirmesi.
9 Ocak’ta da Lee ve meslektaşları Trump’un hemen görevden alınmasını talep eden bir bildiri yayımladılar.
İnsanları Trump’a çeken nedir? Destekçilerinin animus’u, itici gücü nedir?
Başlıca iki duygusal güç: narsistiksembiyoz ve paylaşılmışpsikoz. Narsistik sembiyoz önder-izleyici ilişkisini mıknatıs gibi çekici kılan gelişimsel yaralanmalara işaret eder. Benlik-değerindeki içsel eksikliği telafi etmek için aşırı övgüye aç olan önder büyüklenmeci tümgüçlüğünü yansıtırken, toplumsal baskıyla ya da gelişimsel yaralarla muhtaç hale getirilmiş olan izleyiciler bir ebeveyn figürüne ihtiyaç duyarlar. Böyle yaralı kişilere iktidar pozisyonu verildiğinde, kitlede bir “anahtar-kilit” ilişkisi yaratan benzer patolojiler doğururlar.
“Paylaşılmış psikoz” (folie a millions: milyonların deliliği) ulusal düzeyde olduğunda, sıradan grup psikolojisinin ötesinde giden ciddi semptomların bulaşarak yayılma halini anlatır. Çok semptomlu bir kişi etkili bir konuma getirilirse, bu kişinin semptomları nüfusun içinde duygusal bağlar aracılığıyla yayılır, varolan patolojileri çoğaltır ve önceden sağlıklı olan kişilerde bile hezeyanları, paranoyayı ve şiddet eğilimini tetikler. Tedavi, maruziyeti ortadan kaldırmaktır.
Trump’un kendisi neden şiddete ve yıkıma doğru kaymış gibi görünüyor?
Ruhsal arazlar suçlu aklıyla birleştiğinde insanlar tek başlarına olduklarından daha tehlikeli olabilirler. İnsan sevgiye sahip olamazsa, saygı görmek ister. Saygı olmadığında da korkuya başvurur. Trump bugün dayanılmaz bir saygı yitimi yaşıyor: Seçim yenilgisiyle ulus tarafından reddedildi. Şiddet iktidarsızlık, yetersizlik ve gerçek bir üretkenlik eksikliği hislerini telafi etmeye yardımcı olur.
Trump’un gerçekten hezeyanlı ya da psikotik davranış sergilediğini düşünüyor musunuz? Yoksa, sadede iktidarını korumak için utanmazca çabalayan bir otokrat gibi mi davranıyor?
Bu ikisinin de olduğuna inanıyorum. Aşırı narsizmi demokrasinin gerektirdiği gibi diğer insanlarla eşit olmasına olanak vermediğinden, kesinlikle otokatik bir eğilimi var. [Fakat] birincisi, Trump hezeyanlarına gerçekten inanıyor. İkincisi, dünyayı istediği gibi görmesine engel olan gerçekliklere son derece tahammülsüzlüğüyle kendini gösteren duygusal kırılganlığı onu psikotik çalkantılara hazır hale getiriyor. Üçüncüsü, kamusal kayıtlarına bakılırsa, diğer insanlarla hezeyanlarını neredeyse doğrulayan sayısız görüşme yaptığı görünüyor.
Destekçilerinin gösterdikleri nefret nereden geliyor? İyileşmeyi özendirmek için neler yapabiliriz?
İzleyicilerinde mutlak değil ama göreli sosyoekonomik yoksunluktan kaynaklanan önemli psikolojik yaralar var. Büyük yaralanmalar, öfkeler ve yeniden nefrete yönlendirilebilir enerjiler var. Trump bunları toplayıp manipülasyon amacıyla kışkırttı. Yarattığı duygusal bağlar paylaşılmış psikozu kitlesel ölçekte kolaylaştırdı. Hazırladığımız koşulların doğal bir sonucu bu. İyileşmek için genel olarak üç adım öneriyorum: 1) Saldırgan failin (ağır semptomları olan etkili kişinin) uzaklaştırılması, 2) reklamcılıkta yaygın olan ama artık politikada da benimsenen düşünce kontrol sistemlerinin dağıtılması ve 3) ilk planda kolektif ruh sağlığının kötü olmasına neden olan sosyoekonomik şartların düzeltilmesi.
Onun başkanlıktan sonra ne yapacağını düşünüyorsunuz?
Başkanı, izleyicilerini ve ulusu izole olarak değil, bir ekoloji olarak düşünmemiz gerekir. O nedenle, başkanlıktan sonra ne yapacağı büyük ölçüde bize bağlı. Gölge başkanlık kurmak gibi ulus için yıkıcı olabilecek bir takım sonuçlar elde etmesini önlemek için aktif müdahale etmemiz gerekir. Sınır tanımayacaktır, o yüzden görevden alınıp kovuşturulmalıdır. Onun artık bir önder değil, bir izleyici olduğunu unutmamalıyız ve onun kendisine içeriden koyamadığı sınırlamaları bizim dışarıdan koymamız gerekir.
Destekçilerine ne olacağını düşünüyorsunuz?
Durumu uygun bir şekilde halledebilirsek, epey bir düş kırıklığı ve travma ortaya çıkacaktır. Bu iyi bir şey; anormal bir duruma karşı sağlıklı tepkiler… İyileşme için duygusal destek sağlamalıyız. Ait olma ve saygı görme da dahil, toplulukların desteği de bunlar arasındadır. Kült üyeleri ve istismar kurbanları çoğu zaman ilişkiye duygusal olarak bağlıdırlar, kendilerine verilen zararı göremezler. Bir süreden sonra aldatmanın büyüklüğü kendi acı ve düş kırıklıklarına karşı korunmalarıyla el ele gider. Bu, gerçeği görmekten kaçınmalarına neden olur. Tehlike, bir başka patolojik figürün çıkıp onları yanlış bir “çözüm”le cezbetmesidir.
Gelecekteki ayaklanma girişimlerini ya da şiddet hareketlerini nasıl önleyebiliriz?
Şiddet uzun bir sürecin son ürünüdür, bu yüzden de önlemek çok önemlidir. Yapısal şiddet ya da eşitsizlik, davranışsal şiddetin en güçlü uyarıcısıdır. Ekonomik, ırksal ve cinsiyetle ilgili tüm biçimleriyle eşitsizliğin azaltılması şiddetin önlenmesine yardım edecektir. Önlemenin etkili olması için, bilgi ve derin anlayışın gözden kaçmaması gerekir, böylece pandemide olduğu gibi, neyin geliyor olduğunu öngörebiliriz. Trump döneminde esas olarak etik kılavuzların politik nedenlerle çarpıtılması yoluyla ruh sağlığı profesyonelerinin suskunuğu, bana göre ulusun bu başkanlığın tehlikelerini anlama, öngörme ve önleme de yetersiz kalması bakımından katastrofik oldu.
Trump’u desteklemeyen fakat hayatlarında onu destekleyen kişiler ya da “mini-Trumplar” olan insanlar için ne önerirsiniz?
Trump ile destekçileri arasındaki ilişki istismara dönük bir ilişki olduğundan, bu çok zor. Aklınızı istismarcıya rehin verdiğinizde, artık bu olguları sunmak ya da mantığa başvurmakla ilgisiz bir konu haline gelir. Trump’un iktitardan ve nüfuz alanından çıkarılması kendi başına iyileştirici olacaktır. Fakat öncelikle destekçilerinin inançlarını yüzleştirmeyi önermiyorum, çünkü bu sadece direnci artıracaktır. İkincisi, amaç ikna etmek değil, onların hatalı inançlarına neden olan durumların değişmesi olmalıdır. Üçüncüsü, içlerinde hezeyanlı hikayeler barındıran insanlar bu hikayelerinin yanlış olduğunu reddetme çabalarıyla gerçekliği ezip geçmeye eğiliminde olduklarından kendi gücünü ve ruh sağlığını korumak gerekir. Mimi-Trumplara gelince… her şeyden önce katı sınırlar koymak, teması kısıtlamak, hatta mümkünse ilişkiyi bırakmak önemlidir. Ben şiddet eğilimi olan kişileri tedavi etmekte uzmanlaştığımdan, onları tedavi etmek için yapılabilecek bir şeyler olduğuna her zaman inanırım, fakat mecbur kalmadıkça nadiren tedaviye başvururlar.
Kaynak: Tanya Lewis. The “Shared Psychosis” of Donald Trump and His Loyalties. Scientific American, January 11, 2021. (Adli psikiyatrist Bandy X. Lee ile söyleşi.)
Haziran seçimlerinin hemen öncesinden başlayarak bombalı günler yaşadık; parti binaları, Diyarbakır, Suruç, sonra da Ankara… Gerçi şiddet memleketin gündeminden hiç çıkmamıştı, ama bombalı şiddetin bu kadar öne çıktığı bir dönem de olmamıştı. Özellikle de Ankara katliamı ile birlikte, hepimiz parçalanmıştık. Böyle ağır bir havanın da etkisiyle, film başından beri beni içine çekti, sonuna kadar aldı götürdü: Şartlı tahliyeyle hapisten salınan Kadir’e çöp toplayıcılık yaparak çöplerde bomba yapımına dair ipuçları arama işi verilmişti, film boyunca şehrin çeşitli yerlerinde bombalar patlıyor, bomba sesleriyle uyanılıyor, televizyon ekranlarından bombalama görüntüleri akıyordu. Oysa filmin çekimine başlandığında bütün bunlar henüz olmamıştı. Demek ki, sanat hayatı gene önceden görmüştü.
Kadir, 20 yıl içerde yatmış, kendisini istihbaratçılara öneren kişiye göre, “çalışkan ve güvenilir” bir kişidir. Çıkar çıkmaz geceyi geçirdiği salaş depoda bomba sesiyle uyanır ve gittiği mahallede ilk karşılaştığı şey, yolları kapatıp kimlik denetimi yapan polis noktaları olur. İçeri girdikten sonra kopan hayatını yeniden birleştirmek ve tekrar hapse geri dönmemek için elinde ta o zamanlar edindiği hayat bilgisinden ve giderken bıraktığı en önemli şeyden, yani, küçük kardeşi Ahmet’ten başka bir şeyi yoktur. Dolayısıyla, daha 7 yaşlarında, belki daha da küçükken, sahipsiz bıraktığı Ahmet’le yeniden bağ kurmaya çalışmak iyi bir başlangıç gibi görünmektedir. Ancak, filmin kasvetli başlangıcının haber verdiği gibi, bu çabalar trajik bir sona giden ilk adımları oluşturacaktır.
Daha en başından, Ahmet’in evine gittiğinde bir duvarla karşılaşır; Ahmet onu tanımamıştır, daha da kötüsü, yeni başlangıçlara, yeni ilişkilere onun kadar hevesli görünmemektedir. Evine girdiğinde fark ettiği gibi, gündüz vakti perdelerini kapatarak karanlık bir evde yaşamayı tercih etmektedir. Daha sonraları da çalınan zillere yanıt vermeyecek, telefona çıkmayacak, baş başa “sohbet”lerinin kritik yerinde birdenbire konuları değiştirecektir. Kadir’in içerdeyken bıraktığı hayatla yeniden bağ kurmaya yönelik çabaları sadece Ahmet’le ilişkisinde, ta işin başında değil, zaman geçtikçe başka alanlarda da boşa çıkacaktır: Evlerini kiraladığı, Ahmet’in arkadaşı Ali, ve eşi Meral’le yeni filizlenen dostlukları genç çiftin polisten kaçmalarıyla boşluğa düşecek, ne olduğunu anlamaya çalışırken sorduğu sorular eve karakol kuran polisin soğuk “Sen işine bak” yanıtlarından geri dönecektir. Üstelik tüm gayretine rağmen yeterli istihbari bilgi bulamamış, bomba yapımında kullanılan sülfat kokusunu bile öğrenememiştir.
Kadir hapse girdikten sonraki yıllarda birdenbire ortadan kaybolan ortanca kardeş Veli ise, bir hayalet gibi, yüzü atkılarla, şapkayla sarılmış bir şekilde mahallenin puslu karanlık sokaklarında mobiletiyle bir görünüp bir kaybolan “mühim bir örgüt elemanına” dönüşmüştür. Kadir’in onu bulduğunu sandığı an ise, onu sonsuza kadar yitirdiği an olur.
Ayrıca hayat 20 yıl önce hapse düştüğü zamanki gibi değildir artık: İlişkiler, mekanlar, insanlar… değişmiştir. “Herkes can derdine düşmüştür”. Büyük bir özlemle ve hevesle, elinden geldiğince çalışarak yeni hayatına tutunmaya çalışan Kadir, çırpındıkça daha da çaresizleştiği bir ağa yapışıp kalmış bir böcek gibi sonunu hazırlayan hezeyanlı bir dünyaya doğru sürüklenmekte, yazgının ağları örülmektedir.
Aktör Mehmet Özgür sayesinde Kadir karakteri filmi alır götürür, ancak, filmin ana karakterlerinden biri de, şehrin kendisidir. Fakat iki şehir vardır: Biri, uzaklarda yükselen gökdelenlerle hayal meyal seçilen, zaman zaman bombalama görüntüleriyle televizyon ekranlarına gelen, silik bir şehirdir. İkincisi ise, tek ya da birkaç katlı gecekonduları, zulalardaki meyhaneleri, “çekirdek çitleyen” bakkalları, “örgüte bilgi aktaran” manavları, karanlık sokakları, geceleri yaşayan gerçeküstü bit pazarları, giriş çıkışları ablukaya alınmış mahalleleri, vs. ile filmin geçtiği ana sahneyi oluşturur. Buradaki insanlar belediyede köpek öldürme işleri bulduklarına şükretmekte, hatta köpeklerin etini satarak para kazanmakta, perde arkalarında intiharlar planlamakta, örgütlenmekte, gizli meyhanelerde sohbet edip eğlenmektedir. İki şehri, belediye yöneticisi Vahap örneğinde simgesel olarak görmek mümkündür: Köpekleri yeterince öldüremedikleri, zehirleyemedikleri için çalışanları fırçalayan, ezen, “Bir hafta içinde ortada bir köpek bile görmeyeceğini” haykıran Vahap ile, televizyon ekranlarında köpekleri “ksilazin ve ketamin”le uyutup barınaklara aldıklarını söyleyen ve bir barınakta köpekleri severken görülen Vahap. İki şehir, iki hayattır aslında; steril ve pis, şedit ve huzurlu, yoksul ve varsıl, aydınlık ve karanlık gibi.
Nitekim Ahmet’in de benzer ikilikler arasında sıkışıp kendisini kapatmış olması muhtemeldir. Sadece kendisiyle yeniden bir bağ kurmaya çalışan ağabeyi Kadir’e karşı değil, tüm dünyaya karşı. Kadir’in hapisten çıkıp onun evine geldiği gün anlarız bunu: Gündüz olmasına rağmen evin perdeleri kapalıdır. Kadir bunu fark edip perdeleri açtığında Ahmet’in gözleri kamaşır, ağabeyinin evin ortaya çıkan güzelliğine yönelik övgüsüne kayıtsızdır. O zaten içine bakmaktadır ve orada belli ki koyu bir karanlık vardır. Yaptığı işte iyi olduğunu düşünmektedir, attığı kurşun hedefini bulmakta, köpekleri birer birer düşürmektedir, ama öldürdüğü tüm köpeklerin kabusuna dönüşmesine engel olamaz. Yaraladığı bir köpekle kurduğu ikircimli sevgi ilişkisi, hayata dair bir umut ve “başka kapılar” açma fikri uyandırsa da, bu karanlığın azalmasına katkıda bulunmaz. Kadir çok küçükken hapse girdiğinde ortanca kardeş Veli ile yalnız kalıp yetiştirme yurduna gittiklerine göre, anne babaları yoktur, Kadir hapse girmiştir, ardından Veli ortadan kaybolur ve ardından eşi çocuklarıyla birlikte terk edip başka birine kaçmıştır. Tüm dünya onu yalnız bırakır ve sonunda tehdit eder bir hale gelir. Nitekim, Vahap’ın çıkışma sahnelerinden sonra arkadaşlarıyla kamyonda giderken kafasında bir şey aydınlanır: “Bunlar bizi test ediyorlar” der kendi kendine. Çıkış yoktur, trajik son onu da beklemektedir.
Film ilerledikçe, kahramanların zihinlerinde olduğu gibi, dış dünyada da gerçek ile gerçek-dışı karışmaya başlar. Zaman algısı kaybolur. Hangi olayın; düşün mü, gerçekliğin mi önce meydana geldiği anlaşılmaz hale gelir. Mekanlar yer değiştirir: Daha önce iç mekandan gördüğümüz olay daha sonra dışarıdan tekrarlanır, ve tersi. Özellikle geceleyin uzayan sokak boyunca yanan çöp konteynırları ve bit pazarında geçen sahneler filmin gerçek-dışılık etkisini artırır. Ama zaten, böyle bir mahalle gerçek midir ki? Orada, uzakta, gökdelenlerin yükseldiği “asıl” kenttekiler için, böyle hayatlar var mıdır ki? Orada, abluka altındaki bir mahallede, bakkal arkalarında gizli gizli içki içen, sokaklarda gördüğümüz, okşadığımız köpekleri vurarak para kazanan, hatta etlerini satan, sıra sıra dizilip gözaltına alınan, muhbirleri infaz eden insanlar mı yaşamaktadır?
Sonunda 20 yıl önce terk ettiği bu hayatı anlamlandırmakta güçlük çeken Kadir’in de gerçekle bağlarının giderek kopmasına şaşırmalı mıyız? Gözden kaçmasını istemem; Kadir’in hayatı anlamlandırma çabasının sekteye uğradığı yerlerden biri, belki de birincisi, filmdeki tek kadın karakter olan Meral’le ilişkisidir. Daha ilk tanıştıkları gün, Meral’in evlerine girerken Ahmet’i öylesine öpmesine yönelik bakışları, bu ilişkinin seyrine bir giriş niteliğindedir. Polislerin evlerine karakol kurmalarından, Ali ile Meral’in devrimci bir çift olduklarını anlarız. Ali rahat, kolay ilişki kuran, esprili, iyi bir insandır. Fakat Meral şaşırtıcıdır: Kocasının yanında Ahmet’e sevgi gösterilerinde bulunur, yemeğe gelemediği için içemediği çorbayı alıp onun evine götürür, kocası yandaki kanepede uyurken Kadir’le gece vakti oturup tavla oynar, daha da ötesi, eli yanan Kadir’in ellerine merhem sürüp sarar. Gerçek olanla gerçek-dışı karışmaya başlarken, bu haliyle Meral de hezeyan sisteminin içine girmeye başlar. Çöpte bulduğu toka, tüm olan bitenlere açıklama getiren bir nesneye dönüşür, çünkü tokayı Ahmet’in evinde görmüş, alıp Meral’e verdiğinde de samimi bir “Aa, orada mı bırakmışım? Ben de yarım saattir onu arıyordum” yanıtıyla karşılaşmıştır. Oysa bir şaşkınlık, yüzünde bir itiraf beklemektedir. Böylece toka da kendisini bu işe alan istihbaratçı Hamza’ya her şeyi açıklamak için göstereceği kanıtlar arasına katılır.
Film, bir yandan insanların arasında -ve içlerinde- olup bitenleri anlatırken, öte yandan arka planda yarattığı atmosferle de hayatımızın nasıl bir kuşatılmışlığın, şiddetin ve karanlığın gölgesinde yaşandığını gösteren sahnelerle doludur. Karanlık, gerçekten karanlıktır: Sokaklar, evler… Eve dönen Kadir sadece filmin başında değil, başka bir sahnede de, gece vakti polis ablukasına rastlar. İlerde elleri başlarında gençler gözaltına alınmaktadır. Karanlıkta evine dönerken gürültüye duraklar, biraz sonra, arkasında maskeli askerler bulunan araçlar görünür. Az ilerde siren sesleriyle bir ambulans geçmektedir. Bu sırada Ahmet de yürüyerek evine dönmektedir, ötelerden silah sesleri ve “Teslim olun!” bağırışları gelir. Eve döndüğünde gürültüler gelmeye başlar, giderek çoğalır, sokaktan askeri araçlar geçmeye başlar, Ahmet’in korkulu gözleri önünde camlar sarsılır ve çatlar. İçsel karanlıklar dışarıdaki karanlıklarla karışır, Ahmet köpekleri öldürmekle kalmaz, bir ölçüde bağ kurduğu köpeğini pataklar, televizyonlarda sürekli şiddet görüntüleri geçer, vs.
Bütün bu karanlığa rağmen film bittiğinde az önce büyük bir yapıtla karşılaştığınız hissiyle içiniz dolar, fakat bir soru akıllarda kalır: Peki, bu abluka nasıl kırılacaktır? Yanıt belki de ozan Ali Asker’in türküsündedir:
Yazının Özgün Hali: Tanya Lewis. The “Shared Psychosis” of Donald Trump and His Loyalties. ScientificAmerican. Ocak, 2021.
Not: Bandy X. Lee, Dünya Ruh Sağlığı İttifakı’nın (World Mental Health Coalition) başkanıdır ve The Dangerous Case of Donald Trump: 27 Psychiatrist and Mental Health Experts Assess a President (Tehlikeli Donald Trump Vakası: 27 Psikiyatrist ve Ruh Sağlığı Uzmanı Bir Başkanı Değerlendiriyor) başlıklı bir kitabın yayımlanmasına öncülük etmiştir. Grup, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin 1970’lerde kılavuzlara koyduğu, psikiyatristlerin “şahsen muayene etmedikleri kamusal şahsiyetler hakkında profesyonel görüş bildirmelerini istemeyen” Goldwater kuralına karşı, Nazizm’e tepki olarak oluşturulan Ceneve Bildirgesi’ne gönderme yapmaktadır. Lee yakın zamanda Profile a Nation: Trump’s Mind, America’s Soul (Bir Ulusun Profili: Trump’un Aklı, Amerika’nın Ruhu) kitabını yazdı. Kitap, arka planda bütün olarak ülkenin ve Trump destekçilerinin yer aldığı psikolojik bir başkan değerlendirmesidir. Lee ve meslektaşları 9 Ocak’ta Trump’un hemen görevden alınmasını talep eden bir bildiri yayımladılar.
Bildiğiniz gibi, 7 Ocak’ta ABD’nin başkenti Washington’da “tuhaf” bir olay yaşandı. ABD’nin dünyanın geri kalmış birçok ülkesinde onlarca yıldır sahnelediği darbe senaryosu, neredeyse kendi yuvasında gerçekleşiyordu. O gün Trump taraftarları kitleler halinde Kongre’yi bastı. Bütün dünyaya bir tiyatro sahnesini andıran şaşırtıcı görüntüler servis edilmeye başlandı. ABD’de böyle bir olayın yaşanabileceği çok kimsenin aklından bile geçmezdi. Ancak, olaya şaşırmayanlar da vardı. Aşağıda adli psikiyatrist Bandy X. Lee ile yapılan söyleşiyi bulacaksınız. Söyleşi sadece ABD’de değil, dünyanın birçok ülkesindeki otoriter popülist politikacılar ve onların destekçilerini anlamak ve demokratik bir çözüm üretmek isteyenler için de ufuk açıcı olabilir.
İnsanları Trump’a çeken nedir? Destekçilerinin animus’u, arkalarındaki itici güç nedir?
Başlıca iki duygusal güç var: Narsistik sembiyoz ve “paylaşılmış psikoz”. Narsistiksembiyoz önder-izleyici ilişkisini mıknatıs gibi çekici kılan gelişimsel yaralanmalara işaret eder. Benlik-değerindeki içsel eksikliği telafi etmek için aşırı övgüye aç olan önder, büyüklenmeci tümgüçlülüğünü (omnipotence) yansıtırken, toplumsal baskıyla ya da gelişimsel yaralarla muhtaç hale getirilmiş olan izleyiciler de böyle bir ebeveyn figürüne ihtiyaç duyarlar. Bu tür yaralı kişilere iktidar makamı verildiğinde, kitlede bir “anahtar-kilit” ilişkisi yaratan patolojiler ortaya çıkar.
“Paylaşılmış psikoz” (folie a millions: milyonların deliliği) ulusal düzeyde olduğunda, durum sıradan grup psikolojisinin ötesine geçer ve ciddi semptomlar kitlelere bulaşır. Çok semptomlu bir kişi, etkili bir konuma getirilirse, bu kişinin semptomları nüfusun içinde duygusal bağlar aracılığıyla yayılır, varolan patolojileri çoğaltır ve önceden sağlıklı olan kişilerde bile hezeyanları, paranoyayı ve şiddet eğilimini tetikler. Tedavi, maruziyeti ortadan kaldırmaktır.
Trump’un kendisi neden şiddete ve yıkıma doğru kaymış gibi görünüyor?
Ruhsal arazlar suçlu aklı ile birleştiğinde, insanlar tek başlarına olduklarından daha tehlikeli olabilirler. İnsan sevgiye sahip olamazsa, saygı görmek ister. Saygı olmadığında da korkuya başvurur. Trump bugün saygınlığını katlanılamaz ölçüde yitirdi: Seçim yenilgisi ulus tarafından reddedildiğini gösterdi. Şiddet her zaman iktidarsızlık, yetersizlik ve gerçekten üretken olamama hislerini telafi etmeye yardımcı olur.
Trump’un gerçekten hezeyanlı ya da psikotik davranış sergilediğini düşünüyor musunuz? Yoksa, sadece iktidarını korumak için utanmazca çabalayan bir otokrat gibi mi davranıyor?
Bu ikisinin de olduğuna inanıyorum. Aşırı narsizmi, demokrasinin gerektirdiği gibi, diğer insanlarla eşit olmasına olanak vermediğinden, kesinlikle otokratik bir eğilimi var. [Fakat] birincisi, Trump hezeyanlarına gerçekten inanıyor. İkincisi, dünyayı istediği gibi görmesine engel olan gerçeklere büyük tahammülsüzlüğüyle kendini gösteren duygusal kırılganlığı onu psikotik çalkantılara hazır hale getiriyor. Üçüncüsü, kamusal kayıtlarına bakılırsa, diğer insanlarla hezeyanlarını neredeyse doğrulayan sayısız görüşme yaptığı görülüyor.
Destekçilerinin gösterdikleri nefret nereden geliyor? İyileşmeyi özendirmek için neler yapabiliriz?
İzleyicilerinde mutlak değil ama göreli sosyoekonomik yoksunluktan kaynaklanan önemli psikolojik yaralar var. Büyük yaralanmalar, öfkeler ve yeniden nefrete yönlendirilebilir enerjiler var. Trump bunları toplayıp manipülasyon amacıyla kışkırttı. Yarattığı duygusal bağlar paylaşılmış psikozu kitlesel ölçekte kolaylaştırdı. Hazırladığımız koşulların doğal bir sonucu bu. İyileşmek için genel olarak üç adım öneriyorum: 1) Saldırgan failin (ağır semptomları olan etkili kişinin) uzaklaştırılması, 2) reklamcılıkta yaygın olan ama artık politikada da benimsenen düşünce kontrol sistemlerinin dağıtılması ve 3) kolektif ruh sağlığının kötü olmasına her şeyden önce neden olan sosyoekonomik şartların düzeltilmesi.
Onun başkanlıktan sonra ne yapacağını düşünüyorsunuz?
Başkanı, izleyicilerini ve ulusu izole olarak değil, bir ekoloji olarak düşünmemiz gerekir. O nedenle, başkanlıktan sonra ne yapacağı büyük ölçüde bize bağlı. Gölge başkanlık kurmak gibi ulus için yıkıcı olabilecek bir takım sonuçlar elde etmesini önlemek için aktif müdahale etmemiz gerekir. Sınır tanımayacaktır, o yüzden görevden alınıp kovuşturulmalıdır. Onun artık bir önder değil, bir izleyici olduğunu unutmamalıyız ve onun kendisine içeriden koyamadığı sınırlamaları bizim dışarıdan koymamız gerekir.
Destekçilerine ne olacağını düşünüyorsunuz?
Durumu uygun bir şekilde halledebilirsek, epey bir düş kırıklığı ve travma ortaya çıkacaktır. Bu iyi bir şey; anormal bir duruma karşı sağlıklı tepkiler… İyileşme için duygusal destek sağlamalıyız. Ait olma ve saygı görme da dahil, toplulukların desteği de bunlar arasındadır. Kült üyeleri ve istismar kurbanları çoğu zaman ilişkiye duygusal olarak bağlıdılar, kendilerine verilen zararı göremezler. Bir süreden sonra aldatmanın büyüklüğü kendi acı ve düş kırıklıklarını gizlemekte el birliği eder. Bu, gerçeği görmekten kaçınmalarına neden olur. Tehlike, bir başka patolojik figürün çıkıp onları yanlış bir “çözüm”le cezbetmesidir.
Gelecekteki ayaklanma girişimlerini ya da şiddet hareketlerini nasıl önleyebiliriz?
Şiddet uzun bir sürecin son ürünüdür, bu yüzden de önlemek çok önemlidir. Davranışsal şiddetin en güçlü uyarıcısı, yapısal şiddet ya da eşitsizliktir. Ekonomi, ırk ve cinsiyet dahil, tüm biçimleriyle eşitsizliğin azaltılması şiddetin önlenmesine yardım edecektir. Önlemenin etkili olması için, bilgi ve derin bir anlayışın ihmal edilmemesi gerekir, böylece pandemide olduğu gibi, başımıza nelerin gelebileceğini öngörebiliriz. Trump döneminde esas olarak etik kılavuzların politik nedenlerle çarpıtılması yüzünden ruh sağlığı profesyonelerinin suskunluğu, bana göre, ulusun bu başkanlığın tehlikelerini anlama, öngörme ve önlemede yetersiz kalması bakımından felaket oldu.
Trump’u desteklemeyen fakat hayatlarında onu destekleyen kişiler ya da “mini-Trumplar” olan insanlar için ne önerirsiniz?
Trump ile destekçileri arasındaki ilişki istismara dönük bir ilişki olduğundan, bu çok zor. Aklınızı istismarcıya rehin verdiğinizde, artık olgular sunmak ya da mantığa başvurmakla konunun bir ilgisi kalmaz. Trump’un iktidardan ve nüfuz alanından çıkarılması kendi başına iyileştirici olacaktır. Fakat ilk olarak destekçilerinin inançlarını yüzleştirmeyi önermiyorum, çünkü bu sadece direnci artıracaktır. İkincisi, amaç ikna etmek değil, onların hatalı inançlarına neden olan durumların değişmesi olmalıdır. Üçüncüsü, içlerinde hezeyanlı hikayeler taşıyan insanlar bu hikayelerinin yanlış olduğunu kabul etmemek için gerçekliği kolayca ezip geçme eğiliminde olduklarından, herkesin kendi gücünü ve ruh sağlığını koruması gerekir. Mimi-Trumplara gelince… her şeyden önce katı sınırlar koymak, teması kısıtlamak, hatta mümkünse ilişkiyi bırakmak önerilebilir. Ben şiddet eğilimi olan kişileri tedavi etmekte uzmanlaştığımdan, onlar için yapılabilecek bir şeyler olduğuna her zaman inanıyorum, fakat mecbur kalmadıkça pek tedaviye başvurmadıkları da bilinmelidir.
Özet: Çalışmalar narsisistik kişilik özellikleri olanların politik olarak daha aktif olabileceklerini gösteriyor. Politikacılarla temas kurma, dilekçe imzalama ve politik davalara bağışta bulunma olasılıkları daha yüksek. Önceki çalışmalar narsistik özellikleri, çatışma ve iç kargaşa dahil, işleyen demokrasiler için zararlı davranışlarla ilişkilendirmişti.
Seçmenlerin politikayla meşgul olmaları sağlıklı demokrasi için çok önemlidir, fakat herkes seçimlere ve diğer politik etkinliklere aynı düzeyde katılmaz. Yeni araştırmalar narsisistik özellikleri olan kişilerin politik olarak da daha etkin olabileceklerini göstermektedir.
ABD ve Danimarka’da yapılan çalışmalarda araştırmacılar; bencillik, haklılık duygusu ve hayran olunma gereksiniminden oluşan narsisistik özellikleri fazla olan kişilerin politikaya katılma olaslıklarının da daha yüksek olduğunu buldular. Bu etkinlikler politikacılarla temas kurma, dilekçe imzalama, para bağışlama ve ara seçimlerde oy kullanma gibi davranışları içerebilmektedir.
Araştırmacılardan, Penn State Üniversitesi’nden profesör Peter Hatemi “Eğer kendi kişisel kazançları ve statüleriyle daha fazla ilgilenen insanlar seçimlerde daha büyük bir rol oynarsa, kendi arzularını yansıtan adayların ortaya çıkmasını bekleyebiliriz: Narsisizm, narsisizm doğurur” diyor.
Daha önceki çalışmalar genel nüfusta narsisizm düzeyinin yüksek olmasının bir yandan daha az işbirliği, daha az uzlaşma ve daha az bağışlayıcılıkla, diğer yandan daha fazla çatışma ve daha fazla iç kargaşayla bağlantılı olduğunu bulmuştu.
Bu yeni çalışmanın sonuçları üstünlük ve otorite/liderlik özelliklerinin daha fazla katılımla, kendine yeterlik duygusunun ise daha az katılımla ilişkili olduğunu gösterdi. Başka bir deyişle, kendilerine, kendilerinin başkalarından daha iyi olduklarına inanan insanlar politik sürece daha fazla katılıyorlar. Bu, politikaların ve seçim sonuçlarının giderek artan biçimde daha fazla şey isteyen fakat daha az verenler tarafından belirlendiği anlamına geliyor.
Hatemi kesin bir çözüm getirmek zor olsa da, daha farklı karakterlerde seçmenlerin politikaya katılımını artırırken narsisizmin fazla temsilini azaltmanın yollarını bulmanın iyi bir bağlangıç olacağını söyledi.
“Demokrasinin başarılı biçimde çalışması için kurumlara, sistemin etkililiğine ve demokratik süreçlere katılıma güven gerekir. Eğer fazla narsisistikler politikayla daha çok ilgilenirse ve politik sürecin kendisi toplumda narsisizmi beslerse, demokrasimizin geleceği tehlikede olacaktır.”
Özgün Makale: Fazekas Z, Hatemi PK. Narcissism in Political Participation. Personality and Social Psychology Bulletin. June 4, 2020.
(Claude Steiner editörlüğünde çıkan Radikal Terapist kitabının aynı başlıklı bölümünün Şizofrengi’de (1993; 11: 6-9) yayımlanmış çevirisidir. O dönemin ruhuna uygun bir yazıydı; çeviri de acemilik zamanlarıma denk geldi. )
Radikal psikiyatrinin ana amacı, insanların yabancılaşmayı alt etmesine yardımcı olmaktır. Bunun için diğer insanlarla gruplar halinde temas kurmak gerektiğine göre, bu grupların sağlıklı işlemesi ve yaşaması için radikal psikiyatrinin rehberliği gerekir. Radikal değişiklikler için uğraşan insanlar gruplar düzenlediklerinde, çok doğal olarak bunu otoriter ve yabancılaştırıcı olmayan bir şekilde yapmak isterler. Sonuçta ortaya çıkan grupların yapısı belirsiz ve kararsız olup, dış saldırılara karşı içsel bütünlükleri zayıftır. Hareket gruplarına yönelik saldırıların klasikleşmiş iki örneği vardır: Bunlardan biri hiyerarşilerin düzlenmesi, öteki de “Senden Daha Solcuyum” oyunudur.
SENDEN DAHA SOLCUYUM
Radikal bir örgütte çalışmış olan herkesin çok iyi bildiği bir olgudur: Süreç içinde öyle bir an gelir ki, bir ya da daha çok kişi liderlikten daha devrimci ya da daha radikal olduğunu iddia ederek liderliğe saldırır. Bunun gerçekten böyle olması, yani grubun liderliğinin karşı devrimci bir hale gelmiş olması her zaman mümkün olduğundan, böyle bir çok örgüt (çoğu durumda doğru ve devrimci çalışmalar yürüten örgütler) tamamen bu sav sonucu dağılmışlardır.
Bir hizbin liderliğe tamamen haksız yere mi saldırdığını, yoksa böyle bir grubun saldırıyı hak mı ettiğini nasıl ayırt etmeliyiz?
Genel bir değerlendirme için yeterince zaman geçti sanırım. Geriye dönüp baktığımda, seçimler ve Kürt Hareketi ile ilgili söylediklerimin çok da yanlış olmadığını görüyorum:
Ülkede tarihsel ve toplumsal kökleri bulunan siyasi bir oluşumun “çok yanlışlar yapıyorlar” diye silinip gitmesini beklemek hayalcilik olur.
Kürt Hareketi kentlerde başlattığı savaşla bir yandan mevcut iktidarın zeminini güçlendirirken, bir yandan da “Batı”daki sempatizanlarını yitirmiş görünüyor.
Bunlar tahmin ettiğimiz gelişmelerdi.
Yeniden bir değerlendirme yapacak olursak:
İktidar, her ülkede olduğu gibi bizde de, çoğunluğu oluşturan muhafazakar kitleye dayanarak iktidarını sürdürebilir; hatta güçlendirebilir. Nitekim, ifade ve basın özgürlüğü
Kürt siyasi hareketinin, hâlâ terörü temel mücadele biçimi olarak benimsemesi hatasını şimdilik bir yana bırakalım. Son yıllarda başka büyük hataları da oldu:
Hapisteki birinin, yani, Öcalan’ın lider olarak öne çıkarılması, ondan bir Mandela yaratma hayali
Gezi eylemlerine mesafeli durmaları
Anayasa oylamasındaki boykot politikası
Bu hataların kökeninde, bence, memleketin genelinde demokrasi gibi bir derdi olmayan hükümetin Kürt sorununa demokratik çözüm isteyebileceğine inanmak, daha kötüsü, inanıyor gibi yapmak, daha da kötüsü, bazılarını buna inandırmak yanlışı yatıyor. Diğer bir büyük politik hata da bugünlerde yapıldı:
Eğer toplumsal gelişimin bireyin gelişimine benzediğini varsayarsak, Türkiye toplumu, kuruluş yıllarında yaşadığı ciddi travmalardan dolayı, tıpkı bir sınır kişilik gibi “bölme”, “ilkel idealleştirme” ve “yansıtmalı özdeşim” savunma mekanizmalarını terk edememiştir, bu nedenle de, tıpkı bir sınır kişilik gibi davranmaktadır.
İçerde kararlı bir benlik imgesinin oluşturamamış olması, hatta apaçık ortada olan sallantılı kimlik yapısı, dışarıyla ilişkilerinde de yansıtmalı özdeşim ve yüceleştirme/yerin dibine batırma (idealizasyon / devalüasyon) döngüsüyle birlikte ele alındığında, bu varsayımın güçlü kanıtları olarak görülebilir.
Toplumun yaşadığı bu travmalar kabaca ikiye ayrılabilir:
1) Bir yandan Osmanlı’nın her cephede yürüttüğü savaşlar, yenilgiler, toprak ve prestij kayıplar; bunun sonucunda içeriye (Kafkaslardan, Kırım’dan, Balkanlar’dan, Yunanistan ve Ege adalarından, Orta Doğu’dan; çeşitli saldırıları, katliamları geride bırakarak) müslüman ve Türk nüfus akışı ile, dışarıya (Ermeni, Rum) Hristiyanların gönderilmesinden doğan yoğun nüfus hareketleri (göçler, göçertmeler, ölümler, öldürmeler, vs.)
2) Olumsuz bir anlam yüklemeden söylüyorum, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra başlayan devrim hareketlerinin oluşturduğu kültürel kırılma.
Yukarıdaki travmaların zihinsel bütünleşmeyi engellemesinin sonuçları politikada, sanatta, sporda, hatta dilde ortaya çıkan bölünmelerde ve ülkenin Batı ile ilişkilerinde yaşadığı sevgi-nefret, daha doğrusu, idealize etme, ardından da yerin dibine batırma ilişkisinde apaçık gözlemlenebilir.
Bu konu üzerine yıllardır çalıştım. Türkiye için sağlıklı bir politik hareketin, bütün bu bölünmeleri aşabilecek, toplumda kararlı bir benlik duygusu oluşturacak özelliklere sahip olması gerektiğini düşünüyorum. AKP’nin başlangıçta toplum tarafından geniş kapsamlı bir onay görmesinin de bu dile gelmemiş bilinçsiz psikolojik dinamiklerle ilişkisi olabileceğine dair bir sezgiye sahibim. Bunca yılın deneyimi sonucunda -çevremdeki birçok kişinin aksine- AKP’nin bu bütünleştirici rolü üstlenemeyeceğini hemen gördüm. Bunun giderek birçok kesim tarafından da görülmekte olduğunu gözlemliyorum.
Mehmet Bekaroğlu’nun CHP’ye katılmasını işte bu bağlamda değerlendiriyorum. Onun -ve CHP yönetiminin- bu durumun -kuramsal olmasa da- sezgisel düzeyde farkında olduklarını, Türkiye toplumu geçmişin travmalarını aşacaksa ve bütünsel bir kimlik edinecekse, bunun dışlayıcı değil, kapsayıcı bir hareketle olacağını gördüklerini düşünüyorum.
Bu hareketin neden ezilenlerin yanında bir hareket olması gerektiğini başka bir yazıda ele almayı umuyorum.
Bu malzemenin bir açıklamada bulunmadan ve yazardan yazılı izin almadan yetkisizce kullanılması ve/veya çoğaltılması yasaktır. Özgün içeriğe uygun ve özgül bir yönlendirme yapılması, [Hakan Atalay]ın ve [hakanatalay.wordpres.com]un tam ve açık kaynak gösterilmesi hallerinde alıntılar ve bağlantılar kullanılabilir.