Psikiyatrik rahatsızlıkların kriminalize edilmesinin arkasında ne var?

Fiziksel dünya gibi toplumsal hayatın, kültürün de kendine özgü işleyiş kuralları vardır. Örneğin, ilişkilerde yaşadığınız herhangi bir duygusal sorunu görmezden gelirseniz ve bu görmezden gelme tavrı alışkanlığa dönüşürse, o sorun kendini bir şekilde, ama bu kez semptom olarak gösterir. Toplumlar ve onların yöneticileri de sorunları analiz edemeyebilir ya da sınıfsal, politik çıkarlarından dolayı görmezden gelebilirler. Nasıl ki çözülmeyen bireysel sorunlar insanın karşısına semptom olarak çıkıyorsa, göz ardı edilen toplumsal sorunların da kendilerini gösterme biçimleri, yani, semptomları vardır.
Ancak, insan çoğu zaman kendi çıkarları, kendine özgü bakış açısı, bulunduğu bağlam, hayat dönemi, psikolojik yapılanması, vb. nedenlerle kendini en azından bir süre kolayca kandırmaya yatkın bir türdür. Toplumlar da öyle. Buna uygun olarak, yüzyıllardır insanlar yaşadıkları fakat anlayamadıkları sorunları yine bilmedikleri, tanımadıkları başka güçlere, başka insanlara, özellikle başka gruplara yükleme eğiliminde olmuşlardır. Bunlar bazen komşu kabile, bazen cadılar, bazen komünistler, vs. olabilir. Toplumun kendi gelişim evresinin, kendi işleyiş dinamiklerinin sonucu olarak ortaya çıkan bu yansıtmacı savunma biçimi, yönetenler tarafından da kullanılmaya elverişlidir ve nitekim çeşitli dönemlerde başarıyla kullanılmıştır da. Örneğin, Selanik’te Atatürk’ün evine adam gönderip bombalattıktan sonra İstanbul’da insanları kışkırtıp azınlıkların üzerinde saldırtmanın, sonra da bu olaylardan komünistleri sorumlu tutup onları yargılamanın ne kadar keskin bir zekanın ürünü olduğu üzerinde düşünmeye değer.
Psikiyatri hastaları toplumsal bir kesim olarak baştan itibaren böyle bir yansıtma için en uygun adaylardan biridir. Bilinen tarihin başından beri psikiyatrik sendromların yol açtığı davranışlar, bunları anlamlandıramayan insanların “hasta”lardan çekinmelerine ve onları dışlamalarına neden olmuştur. Foucault’nun “büyük kapatılma”sının mekanları olan tımarhaneler ile cüzzam hastanelerinin -Bakırköy’deki gibi- yan yana inşa edilmiş olması bile bu insanları toplumdan dışlama politikasının somut örneklerindendir. Dolayısıyla, sorunları üstüne yükleyecek bir grup arandığında psikiyatri hastaları elverişli bir gruptur. Enflasyonun nedeni olarak suçlanamasalar da, aksine bütün kanıtlara karşın, toplumun gözünde şiddet olaylarının failleri haline kolaylıkla getirilebilirler.
Peki, bugünlerde neden psikiyatri hastaları suçlamaların odağı haline geldiler? Tıpkı 6-7 Eylül olayları gibi, bu olgunun altında yatan “akıllıca” mantık şudur: Nasıl ki Türk lirasının değerinin düşmesinin nedeni ekonomik yapı ve uygulanan politikalar değil Geziciler ve dış güçlerse, yurttaşların büyük bölümünü tedirgin eden yaygın şiddet olaylarının nedeni de ekonomik eşitsizlik ve yoksullukla paralel giden bir yasasızlık, birlikte yaşama sözleşmesi olan anayasa metnine uyulmaması, işine geldiğini yasayla korkuturken işine geldiğine yasalar yokmuş gibi davranılması değil, psikiyatri hastalarının kliniklerden dışarıya salınmasıdır.
Bu rahatsızlıklar toplumsal ve kamusal olarak nasıl giderilebilir?
Öyle olmasalar da, ikisi ayrı kategorilermiş gibi, ister psikolojik, isterse biyolojik açıdan düşünülsün, hastalık denen şey, mutlak, tarihsellikten, toplumsallıktan, kültürden kopuk bir olgu değildir. Patolojik şişmanlık (obezite), şeker hastalığı, yüksek tansiyon gibi hastalıklar bunun en iyi örnekleridir. Bu “hastalık”lar kapitalist toplumun dayattığı hayat tarzından, çalışma koşullarından, beslenme biçimlerinden bağımsız düşünülemez. Yoksulluk, trafik sıkışıklığı, zamansızlık, dinlenememe, sağlık açısından nitelikli yiyecekler yerine ucuz, fakat enerji veren endüstri ürünleriyle beslenme, vs. gibi nedenler patolojik şişmanlığa, o da şeker hastalığına ve çoğu zaman yüksek tansiyona yol açar. Ancak, kimsenin kapitalist üretim ve bölüşüm biçimlerinin değiştirilmesi, gönüllülerin severek üretim yapabilecekleri, adil, dayanışmacı, doğayla uyumlu bir dünya kurulması üzerine konuşması istenmez. Sermayenin beslediği medyada yer alan “uzmanlar” şişmanlık ve zayıflama üzerine konuşur; zayıflatan ve tansiyonu düşüren ilaçlar üzerine konuşur, çeşitli diyetler, fitness salonları, vs. üzerine konuşur.
Çok büyük oranda genetik olarak aktarılanlardan en az genetik olup en çok çevresel etkenlere bağlı olanlara kadar psikiyatrik “hastalıklar” da tıpkı patolojik şişmanlık, şeker hastalığı ya da yüksek tansiyon gibi belli bir tarihsel kesitte, belli bir toplumsal ve kültürel bağlamda daha yaygın biçimde ortaya çıkarlar. Böyle bakıldığında depresyon ile şeker hastalığı arasında çok fazla fark olmadığı görülebilir. Nasıl ki farklı bir dünyada; rekabetin ve geçim kavgasının yarattığı stresin daha az olacağı, insanların severek üretim yapacakları, doğayla uyumlu biçimde yaşayacakları adil bir dünyada şeker hastalığına zemin hazırlayan çevresel etkenler daha az olacaksa, böyle bir dünyada kendisi de yaşantılardan beslenen beynin hastalıkları, yani psikiyatrik hastalıklar da daha az görülecek, belki kökleri de kazınacaktır.
Ülkede şiddet mi artıyor, yoksa görünürlüğü mü?
Ne yazık ki bu soruyu yanıtlamak için elimizde sağlıklı, yeterli istatistiksel veriler yok. Ancak, günlük konuşmalara ve medyaya yansıdığı kadarıyla, toplumun şu anda ikili bir şiddet sarmalının içinde kendini çok çaresiz hissettiği sonucuna varılabilir. Bu sarmalın bir yanını ekonomik ve politik şiddetin yoğunlaşması, ikincisini de gündelik hayatın şiddete teslim edilmesi oluşturmaktadır. Ekonomik ve politik şiddet geniş kitlelerin derin biçimde yoksullaştırılması ve bununla yakından ilişkili olmak üzere bu duruma itiraz edenlerin zorla susturulması şeklinde kendini gösteriyor. Yine bununla birçok noktadan ilişkili olan gündelik hayatın şiddeti ise mafyalaşma, insanlara yönelik rastgele saldırılar, kadınlar ve çocuklar gibi toplumun görece zayıf kesimlerine yönelik taciz, tecavüz ve cinayetler şeklinde ortaya çıkıyor. Yöneticilerin herhangi bir yasaya tabi olmadıkları düşüncesinin bu tabloya katkısı ne kadar vurgulansa azdır. Eklemek gerekir ki, toplumsal patlama her zaman grevler, direnişler, gösteriler şeklinde ortaya çıkmaz, şiddetin toplumun kılcal damarlarına kadar yayılıp olağanlaşması da toplumsal patlamanın bir versiyonu sayılır.
Evet, elimizde istatistiksel veriler yok, fakat medyaya yansıyanların nesnel olarak gözlemlenmesinden ve zaman zaman bize çok iyi yol gösteren öznel hislerimizden yola çıkarsak, toplum olarak kendimizi yoğun bir şiddet atmosferinde hissettiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durum, soğuk rakamlardan tanık bulmaya ihtiyaç duymayacağımız kadar açık olup elimizden geldiğince alternatif hayat biçimleri üzerinde daha yoğun olarak düşünme ve bu yönde çaba gösterme sorumluluğumuzu da artırmaktadır.
Hatırlayacak yaştayım: 1980 öncesi Güneydoğu’da yeni ortaya çıkan “apocular”, o sıralarda sokakta gördükleri “Türk solcuları”nı döverlerdi, “sizin burada işiniz yok” diye. (Dövülenlerin bir kısmı da bugün HDP içindeki bileşenlerden biri olan Halkın Kurtuluşu sempatizanlarıydı!)
***

Bu blogun ilk yazısının başlığı “Araçlar ve Amaçlar”dı. O kısacık yazıda şunları söylemiştim:
“Feyerabend, Yönteme Hayır kitabında bir olaydan söz eder. Bir tiyatro oyununu izlerken daha önce görmüş olduğu Nazi oyunlarına çok benzediğini fark eder ve kendi kendine sorar: “Marksist” olduğunu iddia eden bu oyunun bir Nazi oyunundan farkı nedir?”
Şizofrengi 1992; 2: 5-7 (Phil Brown. Toward a Marxist Psychology‘den (New York: Harper and Row, 1974) alındı.)

PsikeArt, Eylül Ekim (5) 2009 (şiddet), sa. 18-25
Günlük dilde şiddet sözcüğünü nicelik belirtmek için kullanıyor olmamız ilginçtir; yağışın şiddeti, ağrının şiddeti, sevginin şiddeti gibi. Bu anlamıyla şiddet, aslına uygun olarak, “bir güç, hareket veya kuvvetin derecesini” ifade eder; yüksüz bir şekilde. Bu anlamı, şiddetin arızî ya da beklenmedik bir kullanımına değil, hakikî köklerine işaret ediyor olabilir. Öyle ya, belki de bir şeyi (ağırlık, uzunluk, mesafe, sevgi, öfke, vb. açısından) en sağlıklı bir şekilde ölçmenin yolu, ona dokunmak, onunla -şiddetli bir- ilişki kurmaktır. Her halûkârda, şiddetten söz etmek, henüz keşfedilmemiş, dolayısıyla haritası çizilmemiş bir bölgeye doğru pervasızca yola çıkmak, hadi konuyla ilgili bir benzetme yapalım, tehlikelerle dolu bir ormana cahilâne bir cüretle dalmak demektir. Çünkü, daha işin başında, şiddetten söz ettiğimizde, asansöre sığmak için birini iteklemekten tutun da, pusu kurup adam öldürmeye, hatta şehirlerin tepesine yüzbinlerce kişiyi yok edecek güçte bombaları fırlatmaya kadar çok geniş bir davranış yelpazesinden söz ediyoruz demektir. Karşıdaki kişinin (ya da kişilerin ya da şeylerin) sayısı (miktarı) ile verilen zararın büyüklüğü -adı üzerinde- şiddetin niceliğine dair bilgi verebilir, fakat şiddetin “ne”liği (niteliği: nasılı, nedeni) sadece bu -nicel- bilgilerden çıkarsanamaz. Saldırganlık (agresyon), kızgınlık, yıkıcılık, tahripkârlık, düşmanlık (hostilite) gibi, şiddete eşlik eden ya da onun yerine kullanılan sözcükler varolan kargaşayı çoğaltır. Bu nedenle, şiddetin; çok boyutlu, yıkıma olduğu kadar yaşama da yardımcı olma potansiyeli taşıyan, dünyada kendisine bir yer açmaya çalışan temel yaşam gücünün hareketi olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum.

O halde bu zorlu yola girmeyi deneyelim… Yakın zamanlara değin, son yüzyıl da dahil olmak üzere, şiddet üzerine yapılan araştırmaların çoğu toplumsal, ailevi, kültürel etkiler üzerinde odaklanmıştı. Böylesine çok boyutlu, insanlığın gerek bugününü, gerekse geleceğini böylesine derinden ilgilendiren, ekonomik, toplumsal, politik ve kültürel konularla böylesine içiçe geçmiş bir konunun bireyin/biyolojinin ötesinde, alabildiğine geniş kapsamlı bir şekilde ele alınması kaçınılmazdı. Ancak, son zamanlarda moleküler biyoloji, genetik, nöro-görüntüleme gibi alanların çığır açıcı bir şekilde gelişmesi üzerine, birçok insan davranışında olduğu gibi, şiddete yönelik davranışların da önemli biyolojik, genetik ve evrimsel kökenleri bulunduğunu gösteren veriler çoğaldı. Bu yazıda, şiddetin toplumsal, tarihsel, kültürel, politik vb. çok yönlülüğünü akıldan çıkarmadan, nörobiyolojik temelleriyle ilgili yeni çalışmalar özetlenecektir.
Okumaya devam et