PsikeArt, Ocak Şubat (25) 2015 (vicdan), sa. 30-37
Psikanalize bulaşmadan “vicdan” üzerine yazmak, Marx’sız bir toplumbilim yazmaya benzer. “Kendilik ve Nesne Dünyası”nı, psikanalizin Freud’a ait öncüllerini de terk etmeden, nesne ilişkileri, hatta kendilik psikolojisi ile uyumlu, üstelik çok anlaşılır bir dille yorumlama “dehası” gösteren Edith Jacobson, bir cümlesinde Freud’un zihne dair üçlü yapısını gündelik dile çekincesizce çevirir: “Çatışma dönemlerinde arzunun, yani idin; aklın, yani benin; ve vicdanın, yani üstbenin sesini duymamız rastlantı değildir”. O halde, tam olarak karşılık gelip gelmediği tartışmalarına girmeden, vicdanla kast edilenin üstben olduğunu varsayarak işe başlayalım. Geçerliliği ortak kabul görmüş başvuru kaynaklarından biri olan Psikanaliz Dili’ne göre üstben, Freud’un ruhsal aygıta dair ikinci kuramında

betimlediği üç kişilik kesiminden (agency) biridir (diğerleri ben ve altben). Üstbenin ben’le ilişkisinde oynadığı rol, bir yargıcın ya da sansürcünün rolüne benzetilebilir. Annebaba yasakları ve talepleri aracılığıyla oluşan bu yargıç ya da sansürcü, doğal olarak Ödipus karmaşasının mirasçısı olarak ortaya çıkar. Yasaklanmış olan Ödipal isteklerini doyurmaktan vazgeçen çocuk, annebabaya yönelik yatırımını onlarla özdeşleşmeye dönüştürür; yasakları içselleştirir. Bu anlamda üstben, ben’den ayrılan ve ona egemen olan bir işleyiştir (agency). Ben’in bir parçası kendini diğerinin üzerinde konumlandırır, onu eleştirel bir şekilde yargılar ve ona adeta nesnesiymiş gibi davranır. Amacı, isteklerin doyurulmasını ya da bilinçli hale gelmesini engellemektir. Bilinçsiz (unconscious) bir şekilde çalışır. İki parçalı bir yapıdan oluşur: ben-ideali ve eleştirel bölüm (agency). Üstben’in oluşumu sevecen ve hasmane Ödipal isteklerden vazgeçilmesi üzerine kurulsa da, daha sonra toplumsal ve kültürel gerekliliklerin (eğitim, din, ahlak) de katkılarıyla daha da işlenmiş hale gelir. Burada Freud’un kimi karışıklıkları önlemek için dikkati çektiği nokta, çocuğun üstbenini aslında annebabalarını değil, onların üstbenlerini örnek alarak inşa etmesi, bu yüzden de onun geleneğin ve böylece kuşaktan kuşağa yayılan, zamana dirençli tüm değer yargılarının aracı haline gelmesidir. Özetle üstben (vicdan diyelim) içimizde annebabanın (ve dolayısıyla toplumun ve kültürün) doğru ve/veya yanlış olarak gördüğü şeylerin içselleştirilmesi sonucunda ortaya çıkan denetleyici bir mekanizma olarak tanımlanabilir.
Okumaya devam et(Birikim Aylık Sosyalist Kültür Dergisi 2013: 294:18-33.)
Almanya’daki bir Türk meyhanesine yolu düşen Alman, iki duble rakıdan sonra yanındakilere sorar: “N’olacak bu Almanya’nın hali?”
Bu fıkra “memleket meseleleri”ne olan düşkünlüğümüzü gösteren örneklerden biridir. Biz bu soruyu yıllardır kendi kendimize sorar dururuz. En sık rastlananı “Biz adam olmayız” olmak üzere bolca yanıtlarımız da vardır. Ancak, memleketin ahvaline dair bilimsel, çözümleyici çalışmalarımız çok azdır. Oysa birçok yazar ülkemizde ulusal karakterimiz, toplumsal davranış kalıplarımız, kişiliğimiz üstünde düşünme düzeyinin yetersizliğini vurgulamıştır. Sözgelimi, bu yönde gayret gösteren yazar/düşünürlerden Alev Alatlı bu eksikliği şöyle vurgular: “Bu toplumun koordinatlarını yitirdiği kanısındayım. (…) ciddi bir gayretimiz yok kendimizi tanımak için. (…) Ülkeler, hedeflere doğru giderler; bir idealleri olur, bizim böyle bir derdimiz yok… [Aydınların], kendi ülkeleri üzerinde hiç düşünmemiş olmaları ve ‘düşünmeyi’ bir biçimde yaymaya çalışmamaları, toparlanamamaları; en büyük sıkıntı budur” (Alatlı, sa. 39-42). Bu konularda düşünen az kişiden biri olan Hilmi Yavuz da bu durumu “Hiç kuşku yok: Türkiye insanı bugün, belki her zamankinden daha şiddetli bir kimlik sarsıntısı yaşıyor; -ve, kimlik sorunlarına ilişkin bir entelektüel gündemden yoksunuz!” diye belirlemiş ve “Türk entelijansiyasının böyle bir meseleden haberi yok. Problem burada. Türk aydını kendi bilincinin analizini yapamıyor” sonucuna varmıştı (Yavuz, 9, 102). Okumaya devam et