Türkiye toplumunun ruhsal yapısıyla, daha doğrusu, eğer böyle denebilirse, “kişilik yapısı”yla ilgili düşüncelerimi Birikim Dergisi’ne (2013, sayı: 294) yazmıştım. (Bu yazıyı blogun “Politika” kategorisine de koydum: https://hakanatalay.wordpress.com/2014/09/11/turkiye-insani-kalici-ergenlik-halleri/)
Şöyle özetleyebilirim:
Eğer toplumsal gelişimin bireyin gelişimine benzediğini varsayarsak, Türkiye toplumu, kuruluş yıllarında yaşadığı ciddi travmalardan dolayı, tıpkı bir sınır kişilik gibi “bölme”, “ilkel idealleştirme” ve “yansıtmalı özdeşim” savunma mekanizmalarını terk edememiştir, bu nedenle de, tıpkı bir sınır kişilik gibi davranmaktadır.
İçerde kararlı bir benlik imgesinin oluşturamamış olması, hatta apaçık ortada olan sallantılı kimlik yapısı, dışarıyla ilişkilerinde de yansıtmalı özdeşim ve yüceleştirme/yerin dibine batırma (idealizasyon / devalüasyon) döngüsüyle birlikte ele alındığında, bu varsayımın güçlü kanıtları olarak görülebilir.
Toplumun yaşadığı bu travmalar kabaca ikiye ayrılabilir:
1) Bir yandan Osmanlı’nın her cephede yürüttüğü savaşlar, yenilgiler, toprak ve prestij kayıplar; bunun sonucunda içeriye (Kafkaslardan, Kırım’dan, Balkanlar’dan, Yunanistan ve Ege adalarından, Orta Doğu’dan; çeşitli saldırıları, katliamları geride bırakarak) müslüman ve Türk nüfus akışı ile, dışarıya (Ermeni, Rum) Hristiyanların gönderilmesinden doğan yoğun nüfus hareketleri (göçler, göçertmeler, ölümler, öldürmeler, vs.)
2) Olumsuz bir anlam yüklemeden söylüyorum, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra başlayan devrim hareketlerinin oluşturduğu kültürel kırılma.
Yukarıdaki travmaların zihinsel bütünleşmeyi engellemesinin sonuçları politikada, sanatta, sporda, hatta dilde ortaya çıkan bölünmelerde ve ülkenin Batı ile ilişkilerinde yaşadığı sevgi-nefret, daha doğrusu, idealize etme, ardından da yerin dibine batırma ilişkisinde apaçık gözlemlenebilir.
Bu konu üzerine yıllardır çalıştım. Türkiye için sağlıklı bir politik hareketin, bütün bu bölünmeleri aşabilecek, toplumda kararlı bir benlik duygusu oluşturacak özelliklere sahip olması gerektiğini düşünüyorum. AKP’nin başlangıçta toplum tarafından geniş kapsamlı bir onay görmesinin de bu dile gelmemiş bilinçsiz psikolojik dinamiklerle ilişkisi olabileceğine dair bir sezgiye sahibim. Bunca yılın deneyimi sonucunda -çevremdeki birçok kişinin aksine- AKP’nin bu bütünleştirici rolü üstlenemeyeceğini hemen gördüm. Bunun giderek birçok kesim tarafından da görülmekte olduğunu gözlemliyorum.
Mehmet Bekaroğlu’nun CHP’ye katılmasını işte bu bağlamda değerlendiriyorum. Onun -ve CHP yönetiminin- bu durumun -kuramsal olmasa da- sezgisel düzeyde farkında olduklarını, Türkiye toplumu geçmişin travmalarını aşacaksa ve bütünsel bir kimlik edinecekse, bunun dışlayıcı değil, kapsayıcı bir hareketle olacağını gördüklerini düşünüyorum.
Bu hareketin neden ezilenlerin yanında bir hareket olması gerektiğini başka bir yazıda ele almayı umuyorum.